1. Kısır Döngü:
- Tanrı vardır, biliyorum.
- Nerden biliyorsun?
- Çünkü kutsal kitaplarda öyle yazıyor.
- Peki o kitaplarda yazılanların doğru olduğunu nerden biliyorsun?
- Çünkü kutsal kitaplar Tanrı’nın sözüdür.
- İşte şimdi kısır döngüye girdin.
- Nedenmiş o?
- A’yı kanıtlamak için B’yi kullanıyorsun, B’yi kanıtlamak için A’yı kullanıyorsun.
- Öylemi yapıyorum?
- Evet. Kanıtlamaya çalıştığın şeyi, daha en başından kanıtlanmış kabul ediyorsun, onu söylüyorum.
- Hmm.

2. İlk Neden:
- Bence, yalnızca “neden” kavramı kullanılarak Tanrı’nın varlığı pek de güzel kanıtlanabilir.
- Hadi bakalım.
- Her şeyin bir nedeni yok mu?
- Var.
- Evrenin de bir nedeni olması gerekmez mi?
- Evrendeki her şeyin bir nedeni olduğunu kabul etsek bile, bir bütün olarak evrenin de bir nedeni olup olmadığını bilemeyiz, ama, öyle olduğunu kabul edelim.
- Güzel. İşte bu neden Tanrı’dır. Tanrı ilk nedendir. Hepsi bu kadar.
- Peki, mademki her şeyin bir nedeni var, söyle bakalım Tanrı’nın da bir nedeni var mı?
- Hayır efendim, yok. Tanrı kendi kendisinin nedenidir. Tanrı nedensiz nedendir.
- Diyorsun.
- Evet.
- Yani bu nedenler soruşturmasına bir noktada son veriyorsun.
- Evet.
- İyi ama, neden evren kendi kendisinin nedenidir demiyorsun?
19. yüzyıl Viyana’sı… çok hoş ve alımlı bir kadın olan Lou Salome, dönemin meşhur doktoru Breuer’i ziyarete gelir ve henüz iki kitabı basılmış ve pek tanınmayan filozof Nietzsche ye yardım etmesi için rica da bulunur. Ona göre, Nietzsche nin yaşamakta olduğu duygusal çöküntü nedeniyle, Avrupanın kültürel geleceği tehlikededir… Dr.Breuer ilk etapta bu teklife sıcak bakmamasına rağmen, Salome’un çekiciliğinden etkilenir ve teklifi kabul eder. Dr.Breuer in, Nietzsche ile tanışmasıyla hayatı değişecektir. çünkü bu adam, çok farklı fikirleri olan, sıradışı biridir. Ve bir süre sonra, hasta ile doktorun yer değiştireceği diyaloglara gebe olacak bir tanışma olacaktır bu…

Irvin D. Yalom’un aynı isimli, basıldığı 1992 senesinde çok ses getiren kurgu romanından uyarlanan bu filmde, Psikanalizm in öncüsü Sigmund Freud’un gençliği ile de karşılaşıyoruz.

İzlemek İçin Tıklayın...
Senaristliğini ve yönetmenliğini Mike Leigh'nin yaptığı 1993 yapımı Naked, anlamların buhar olup yitirildiği noktada; yalnızlık, hayata karşı duyulan öfke ve 20. Yüzyılın sonunda insanoğlunun yüz yüze kaldığı “Dead End” – çıkmaz sokağın bir özetidir adeta.

Film, Manchester'da, gece dar bir ara sokakta, bir kadına tecavüz eden filmin kahramanı Johny'ye tedirgin edici bir kamera hareketi ile birlikte hızla yaklaşarak açılır. Bu sahne üzerinde biraz durmak istiyorum. Filme zaten bütünüyle hâkim olan nihilistik bir tutum var. Bu sahne filmin ana fikri mahiyetinde… Burada olay yerinden hızla uzaklaşarak bir kaç plan boyunca sürekli koşan Johny'yi izleriz. Burada ki, maruz kalınan gerçekliğe tahammül edememe hissi film boyunca devam edecektir. Ayrıca film, sonda da aynı açılıştaki gibi Johny'nin ortamı terk ederek hızla uzaklaşmasıyla kapanacaktır. Çünkü filmin sonunda Johny için hiç bir şey çözülmüş olmayacaktır.

Film, “kültür ve uygarlık” kavramlarının nihayetinde esas şiddet üreten olgulara dönüşmüş olduğunu ve zamanın ruhunun bireye işkence eden ve bireyi sürekli olarak çevresindeki dünyadan ve en başta kendinden kaçmaya zorunlu kılan bir yapıya bürünmüş olduğunu anlatmaktadır. Yönetmen bu düşüncesini, çoğunlukla, Johny karakterini şehrin karanlık ve pis sokaklarında gezintiye çıkararak ifade eder. Johny, Manchester’dan kaçarak Londra’ya gelir ve Londra sokaklarında ki gezintisi sırasında türlü insanla muhatap olur. Bu insanların hepsi sorunlu insanlardır. Hepsinin farklı dünyaları vardır ancak ortak olan şey hepsinin acı çekiyor olmalarıdır. Tüm bu insanlar, şehir hayatının üretmiş olduğu manevi şiddeti farklı biçimlerde hisseder ve farklı biçimlerde ifade ederler. Başka bir sahnede Johny, eski sevgilisinin ev arkadaşıyla sevişirken kızı hırpalamaya başlayınca, kızın cevabı: “Seni anlıyorum, Johny.” olur.
Tanrı inancının bilimsel kanıtlar ve mantıktan daha ötesine dokunan özellikleri var. Tanrı inancını bırakmak Dünya’nın evrenin merkezi olmadığını kabul etmek gibi basit bir şey değil.

Tanrı inancından vageçmenin en önemli sonucu, ölüme dair olan düşüncelerinizin değişmesidir. Sevdiğiniz kişilerin öldükleri zaman daha iyi bir yere gitmeyeceği ve sadece sonsuza kadar yok olacaklarını kabul etmek gerçekten de çok zor bir şey. Kaybettiğiniz sevdikleriniz sizi izlemiyor, size destek olmuyor, sizi yönlendirmiyorlar. Sizi artık sev(e)miyorlar. Bu kabul etmesi cidden zor bir fikir.

Dinlerin ölüm fikrini daha kabul edilebilir bir hale getirdikleri bir gerçek. Birisi öldüğü zaman onunla tekrar (cennette) buluşacağınızı düşünmek size ölümü daha kabullenilebilir kılıyor. Çünkü ölen kişi aslında ölmüş olmuyor. Sadece sizinle ileride buluşmak üzere bir başka yere yolculuk ediyor. Telefon, e-mail ve posta servisi olmayan bir yere.

Cenneti reddedip ateizmi kabul etmek bilimsel kanıtları değil, sevdiğiniz ve kaybettiğiniz insanların gerçekten öldüklerini kabul etmek demektir. Sevdiğiniz herkesin bir gün öleceğini, sizin de bir gün öleceğinizi kabul etmeniz demektir.
Soru: Tanrı'ya gerçekten inanan insanlardan birisiyim. Hindistan'da, Tanrı'ya inandığı için orada büyük siyasal değişiklikler oluşturan büyük modern ermişlerden birisini izledim. Hindistan'da, bütün ülkenin kalbi, Tanrı'yla birlikte çarpar. İnanca karşı olan sözlerinizi dinledim sizin; olasılıkla Tanrı'ya inanmıyorsunuz. Ama dindar bir kişisiniz ve bu yüzden, 'Yüce' olana ait bir çeşit duygunun sizde olması gerekli. Manastırları, kiliseleri ve mescitleri ziyaret ederek bütün Hindistan'ı, Avrupa'nın birçok yerlerini gezdim ve her yerde de kişinin, hayatım biçimlendirmesini umut ettiği, Tanrı'ya olan bu çok güçlü, zorlayıcı inancı buldum.

Şimdi, mademki Tanrı'ya inanmıyorsunuz, şu soruya göre sizin tam yeriniz nedir? Niçin inanmıyorsunuz? Bir Tanrı tanımaz mısınız? Bildiğiniz gibi, Hinduizm'de, bir Tanrı tanımaz ya da Tanrı tanır olup eşit biçimde bir Hindu olabilirsiniz. Kuşkusuz, Hıristiyanlar'da değişik bu. Eğer Tanrı'ya inanmıyorsanız, Hıristiyan olamazsınız. Ama asıl sorun bu değil. Durumunuzu açıklamanızı ve geçerliliğini bana göstermenizi istemeye geldim sizden; sorun bu. Sizi insanlar izliyor, bu yüzden bir sorumluluğa sahipsiniz; bu yüzden karşınıza çıkıyorum bu biçimde.

Krishnamurti: Her şeyden önce bu son noktayı açıklığa kavuşturalım. İzleyici yoktur Ve size ya da konuşmalarımı dinleyen kişilere karşı sorumlu değilim. Bir Hindu, ya da başka bir şey de değilim, çünkü herhangi bir dinsel ya da başka bir çeşit gruba ait değilim. Herkes, kendisine ışık tutmalıdır. Bu yüzden, ne öğretmen vardır ne de öğrenci vardır. En başta bunun açıkça anlaşılması gerekir, yoksa kişi etki altında kalır, propaganda ve inandırmanın bir kölesi olur. Bu yüzden, şimdi burada söylenen herhangi bir şey, bir dogma, iman tazeleme, ya da inandırma değildir: Ya anlaşırız, ya da anlaşmayız.
iyice görüyorum artık düzeni.
orada, bir avuç insan oturuyor yukarıda,
aşağıda da bir çok kişi.
ve bağırıyor yukardakiler aşağıya:
"çıkın buraya gelin ki,
hepimiz olalım yukarıda."
ama iyice gözlediğinde görüyorsun,
neyin saklı olduğunu
yukardakilerle, aşağıdakiler arasında.
bir yol gibi gözüküyor ilk bakışta.
yol değil ama.
bir tahta bu.
ve şimdi görüyorsun açıkça;
bu bir tahterevalli tahtası.
bütün düzen bir tahterevalli aslında.
iki ucu birbirine bağımlı.
yukardakiler durabiliyorlar orada,
sırf ötekiler durduğundan aşağıda

ve ancak;
aşağıdakiler, aşağıda oturduğu sürece
kalabilirler orada.
yukarıda olamazlar çünkü,
ötekiler yerlerini bırakıp çıksalar yukarı.
bu yüzden isterler ki;
aşağıdakiler sonsuza dek
hep orada kalsınlar.
çıkmasınlar yukarı.
bir de, aşağıda daha çok insan olmalı yukardakilerden.
yoksa durmaz tahterevalli.
tahterevalli.
evet, bütün düzen bir tahterevalli.

Bertolt Brecht
kendime kuytu bir ölüm arıyorum yalnızca kendime
düşlerime sokak kedilerinin gözleri giriyor, korkuyorum
boynunu kendi bileğine dolayıp asılan bir adam
kanını sulandırılmamış alkole banan
sokak satıcıları epey bilir bunu yalnızlık cinayettir

yalnızlık cinayettir bütün notalarda, bütün dillerde
bütün hecelerde, "a" sesinde, re minörde, mors alfabesinde
yalnızlık cinayettir kendi tükürüğüyle
ıslanan bedenlerde eski bir kokudur, yalnızca budur

ıslak paspas kokusudur, gece morudur
bileği tahriş olmuş bir kadının dinmeyen korkusudur
ansızın yakalanmasıdır bir kuşun kapana
trenin gecikmesidir istasyona yalnızlık cinayettir

sevişirken kramp girmesidir, ölürken birdenbire
sıçramaktır başka bir zamana, kadeh tutarken
elinin titremesidir, sesinin duyulmasıdır susarken
karnına saplanan bıçağı sevmektir yalnızlık cinayettir

cinnettir

kendime kuytu bir ölüm arıyorum çok iyi biliyorsun bunu
düşlerime kalabalık bir cadde giriyor. korkuyorum
saçlarını sırtından sallandıran kadınlar kadar
uzayıp gitmesi kadar bir aşkın telaşla
yanlışlıkla, su katılmamış bir sevişmenin ardından
ters yakılması kadar sigaranın, benim kadar
yani ellerim kadar, bedenim kadar, düşüncelerim
sırlarım, kaçışlarım kadar saçmadır yalnızlık cinayettir

cennettir

kendime kuytu bir ölüm arıyorum çok görüyorsun bunu
bütün delillerimi yaktım, beni ötelere götürecek
yollardan zaten uzaktım
her kadına yeni, bir zevk, her kadına
yeni kurulmuş tuzaktım bütün delillerimi yaktım
sonrası yok. sonrası çok gizli bir fotoğrafın arabı
yüzümüz siyah ve anlamsız, dışımız beyaz ve derin
sanki bir diktatör anıtı, kan akıtan bir nehir
işlenmemiş suçlarımız sanki yalnızlık cinayettir

cennettir
cinnettir
cinayettir.

Altay Öktem
Evren nasıl var oldu? İnsanlar tüm tarih boyunca bu konuları hep merak etmiştir ve her kültür kendine özgü bir evren anlayışı icat etmiştir. Antik bilimin sembol ismi Aristotelesin evreninde uzay, üzerinde yıldızların tutturulmuş olduğu büyük kristal bir küre olarak düşünülüyordu. Bu uzay sonluydu, ama zaman bağlamında durağan ve sonsuzdu; yani, ne başlangıcı ne de sonu vardı.

Hıristiyan dünya görüşü zamansal sonsuzluk kavramından vazgeçiyorsa da durağanlık/değişmezlik özelliğine sahip çıkmıştır. Bu düşünüşte evren tanrı tarafından yoktan var edilmiş ve o zamandan beri hiç değişmemiştir. Copernicus bile 1543te dünyayı evrenin merkezi olmaktan çıkarıp güneş çevresinde dönen sıradan bir gezegen statüsüne indirgerken (ve böylece evrenin insanoğlu için yaratıldığı inancını sorgulamaya açarken) bile evrenin uzaysal olarak sonlu, zamansal olarak sonsuz ve durağan olduğu yolundaki Aristoteles doktrinini değiştirmemişti.

Yıldızları üzerinde bulundukları kristal küreden koparıp uzaya dağıta kişi Copernicus öğretisinin güçlü bir yandaşı olan Thomas Digges oldu (1576). Diggese göre uzay sonsuz idi ve yıldızlar da sonsuz uzayda dağılmıştı. Uzayın sonsuzluğu Giddesten sonra kabul gördü; ancak zaman içinde değişmez olduğu yolundaki Aristotelesçi inanç hükümranlığını 20. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar sürdürdü.
Üniversitede tarih profesörü olan John Oldman, işini bırakma kararı alır ve başka bir şehre taşınmaya karar verir. İş arkadaşları olan diğer akademisyenler de onu yolcu etmek için gitme saatinden bir kaç saat evvel John'un evinde toplanırlar. Bunlar arasında çeşitli dallarda uzman olan akademisyenler vardır ve John'un neden gittiğini öğrenmek isterler. John da taşınması gerektiğini söyler çünkü hem yaşlanmamaktadır hem de bundan dolayı -bir anlamda- ölümsüzdür. O bir mağara adamıdır ve yaklaşık 14.000 yıldır hayattadır...

Tabii ki bu John'un iddiasıdır. Kendi alanlarında uzman olan akademisyenler de bu iddiayı desteklemek için çeşitli sorular sorarlar. Gerek biyolojik, gerek tarihsel, gerek coğrafik, ve hatta gerek dini bakımdan sorgulamalar yapılır. John doğru mu söylemektedir, yoksa yalan mı söylemektedir...

Film neredeyse tek bir odada ve toplam 6-7 kişilik bir kadro ile çekilmiştir; süresi 90 dakika kadardır. Benim özellikle sevdiğim az bütçeyle çok şey anlatma bu filmde tamamen kendini göstermiştir. Film boyunca neredeyse her an dünyanın bu duruma nasıl geldiği, dinsel bilimsel anlamda sorgulama çerçevesinde etkileyici biçimde insanı düşünmeye sevk etmektedir.

Din bakımından da İsa ve Hristiyanlık dininin nasıl ortaya çıktığı yönündeki ilginç fikri, ki bu aslında bir anlamda bir çok dinin çıkışında ortak yön olabilir, bu filmi izlemek için önemli sebepler arasındadır. Sorgulamayı seven bir insan için sıkıcı gelmeyecek ve hatta ona çok şey katacak bir film olduğunu düşünüyorum.

Hayyam

Freud, psikanaliz ve din sorununu, parlak yapıtlarından biri olan ‘Die Zukunft Einer Illusion’ da inceler. Mitosların ve dinsel ideallerin insan üzerinde derin etkileri olduğunu ilk fark edenlerden biri olan Jung ise, aynı konuyu Yale Universitesi’nde verdiği Terry Vakfı Konferanslarında işlemiştir. (1)

Şimdi ben, bu iki psikanalizcinin tavırları konusunda kısa bir özet yapmak istiyorum. Önce bu davranışımın üç nedenini açıklıyayım :

1- Sorunun tartışılmasının günümüzde hangi aşamada olduğunu ve benim çözümlerimin çıkış noktasını göstermek,
2- Freud ve Jung’un bazı temel yaklaşımlarının açıklamalarını yapmak ve önümüzdeki bölümün ana hatlarını ortaya koyabilmek,
3- Çok yaygınlık kazanmış olan bir yanlış inancı, Freud’un dine karşı, Jung’un ise din yanlısı olduğu inancını düzeltmek.

Böylelikle, bu denli geniş kapsamlı konulardaki aşırı basitleştirmelerin yanlışlığını ve psikanaliz ile dinin çift anlamlıklarını incelemek imkanını da bulabiliriz.

Freud’un ‘Die Zukunft einer Illusion’ da din konusunda ortaya koyduğu tavır nedir?
Olağanüstü iddialar, olağanüstü kanıt gerektirir.
- Carl Sagan

Aptal bir şeyi 50 milyon kişi de söylese, o hala aptal bir şeydir.
- Anatole France

Bazı insanlar vardır, eğer bir şeyi zaten bilmiyorlarsa, onlara anlatamazsınız.
- Louis Armstrong

Gözler sadece zihnin algılamaya hazır olduğu şeyleri görür.
- Henry Bergson

Aptalca sorular sorun. Eğer sormazsanız, aptal kalmaya devam edersiniz.
- Alvan R. Feinstein

Günümüzde, dünyadaki temel sorun, aptalların kendilerinden son derece emin, akıllıların ise devamlı şüphe içinde olmalarıdır.
- Bertrand Russell
Godot'yu Beklerken (Fransızca: En attendant Godot, İngilizce: Waiting for Godot), 1949 yılında Fransızca olarak yazılan ve ilk kez 1953'te Paris'de sahnelenen, Samuel Beckett'ın ünlü eseridir. Zamanla ülke çapında bir ün kazandı. 1954 yılında Beckett tarafından bazı değişikliklerle İngilizceye çevrildi ve başka ülkelerde de sahnelenmeye başladı.

Avangard olarak nitelenmesine karşın hızla klasikleşti. Oyunun varoluş sancıları çeken kahramanları Vladimir ve Estragon, yolları kesiştiğinde birbirleriyle iletişim kurmaya çalışırlar. Her gün yinelenen bu ritüelde bellek, işlevini yerine getiremeyince de gerçekliğin kesinliğinden uzaklaşmaya başlarlar.

Eylemsizliklerine yenilmiş insanların, Godot adında ne olduğunu bilinmeyen bir kimseyi veya "şeyi" beklemelerini konu alan absürd tiyatronun en önemli eserlerinden birisidir.

Oyun Türkiye'de 1963 yılında Ankara Sanat Tiyatrosu tarafından oynanmıştır. Godot'yu Beklerken AST'ın oynadığı ilk oyundur.

Buraya eklenen sinema filmi 2001'de Michael Lindsay-Hogg'un yönetmenliğini yaptığı filmdir.

Kinizmin çok yaygın olduğu bir dünya burası ve kinizm duygusal yakınlık, ilgi ve sevgiyi tolere edemez. Sanırım şu özelliğimizi kaybettik – şefkat özelliğimizi. Şefkatin ne olduğunu analiz etmeyin – o kolaylıkla analiz edilebilir. Sevgiyi analiz edemezsiniz; sevgi beynin sınırları dışındadır; çünkü beyin bir algılama aracıdır; tüm reaksiyon ve aksiyonun merkezidir ve biz bu sınırlı alanda barışı ve sevgiyi bulmaya çalışıyoruz. Yani, düşünce sevgi değildir; çünkü düşünce ister şu anda isterse de gelecekte olsun sınırlı olan deneyime ve yine her zaman sınırlı olan bilgiye dayanır. Yani bilgi her zaman sınırlıdır. Ve beyinde hafıza olarak bulunan bilgiye sahip oluruz ve bu bilgiden düşünce fışkırır. Eğer bir kişi kendini incelerse, kendi düşünce, deneyim ve bilgi aktivitesine bakarsa, bu çok basit ve kolay bir şekilde gözlemlenebilir. Bunu anlamak için kitap okumanıza ya da uzman olmanıza gerek yoktur.

Yani, ister şu anda isterse de gelecekte olsun düşünce her zaman sınırlıdır. Ve biz tüm problemlerimizi, teknolojik, dinsel ve kişisel problemlerimizi düşünce aktivitesi ile çözmeye çalışıyoruz. Açıktır ki düşünce sevgi değildir; sevgi bir duyumsama ya da zevk değildir; o arzunun bir sonucu da değildir. O tamamen farklı bir şeydir. Konu aslında şefkat olan ve kendine özgü bir zekası bulunan sevgiye geldiğinde kişinin kendisini, ne olduğumuzu anlaması gerekmektedir – analiz uzmanları yoluyla değil; kendi üzüntülerimizi, kendi zevklerimizi ve kendi inançlarımızı anlayarak.
Darwin'in iki yüzüncü yaş kutlamaları kapsamında BBC tarafından çekilen belgesel Darwin'i ve teorisi konu alan bir yapımdır. BBC'nin bir çok belgeseline sesiyle can veren David Attenborough'un sunumuyla öne çıkan yapım 2009 tarihlidir. Attenborough yapımda üç temel soruyu yöneltir: Darwin neden böyle bir teori ortaya atmıştır? Darwin'in teorisinin neden doğru olduğunu düşünüyoruz? Günümüzde teorinin önemi her zamankinden daha fazladır?

Attenborough, Darwin'in Kent'teki evinden başladığı yolculuğuna İngiltere'de Darwin'e dair izleri takip ederek devam etmiştir. Belgesel yayınlandığı yıl büyük bir ilgi toplamış ve İngiliz izleyicilerin %23'ünü BBC'ye toplamak başarısını elde etmiştir.

*

David Attenborough tarafından sunulan ve Evrim Teorisi'nin ortaya çıkışını, gelişimini (evrimini) ve kanıtlarını içeren özellikle sade anlatımı ile hemen herkesin Evrim Teorisi'ni anlamasını sağlayabilecek düzeyde yapılmış bir belgesel. Belgesel yaklaşık 1 saatte olabildiğince öz bir şekilde ve yararlı görseller ile derdini anlatmaya çalışmış ki çok da güzel anlatmış. Evrim Teorisi yanında Darwin'in seyahatleri sırasında tuttuğu notlar ve Evrim Teorisini şekillendirmesi anlatılmış. Belgesel teoriyi oluşturan her türlü detaydan Darwin'in Galapagos adalarına gitmesine kadar birçok bilgiyi de içeriyor.
Rüyalar, bilim ve felsefe için halihazırda eşelendikçe su çıkartacak berekette malzeme sağlamakla beraber, her bireyin bireysel fantezileri ile beslediği özel kapalı kutular halini almaktadır. Üzerine söylenecek tonlarca söz, binlerce çıkarıma rağmen herhangi bir fikir birliği söz konusu olmamakla birlikte; fantastik kurgudan, korkuya hatta aksiyona kadar sinema, edebiyat, müzik, çizgiroman gibi kolları da azalmayan bir bereketle beslemeye devam etmektedir.

Linklater’ın yarı kurgusal yarı dökümanter bir çoklu söyleşi olarak tanımlayabileceğimiz eseri ise, rüyaların meze olduğu bütün ana yollara dalıp çıkabilmeye gayret ediyor. Rüya istasyonundan yola çıkıp, nihilizm, varoluşçuluk gibi ara duraklarda da duran Waking Life, çok karakterli ve oldukça da konuşkan bir yapıya sahip. Bu yapı içerisinde herhangi bir arkadaş muhabbetinde ortaya savrulan alelade sorular da yer almakta, incelikli ve komplike bir şekilde rüyalar ve gerçeklik üzerine fikir yürütmeler de…

Her parçasını dolduran konuyu ve soruları özel olarak seçmiş olan Linklater, daha sonra Scanner Darkly’de de uyguladığı görsel tekniği ilk defa bu filmde denedi. Zira bu teknik hikaye anlatısı içerisinde adeta kendine has bir rol kapmaktan geri kalmıyor ve gerçeklik ile rüya alemi arasındaki çizgiyi oldukça kaypak kılıyor.
Aşağıda yazılı olan inanç sorgulama aşamaları Fehmi Baykan'ın yazdığı "Nietzsche'nin Felsefesi" adlı kitabının son kısmından alıntıdır. Nietzsche'nin genel fikri yapısı neticesinde bir inancın, düşüncenin nasıl sorgulanması gerektiğini belirtmesi ve böylece bir anlamda objektif şekilde insanın kendisini incelemesine fırsat vermesi bakımından oldukça güzel bir "test" olduğunu düşünüyorum. Tabii ki bunun amacına uygun olması için samimi bir öz değerlendirme şarttır.

I. İnançların Tesbiti
1. Sizce en önemli, en değerli bulduğunuz "inanç sistemi" nedir? (Dünya görüşü, dini inaç, siyasi doktrin, felsefi sistem vb.)
2. Bu inanç sistemini oluşturan temel "kavramlar", "yargılar", "kanaatler" nelerdir?

II. İnançların Menşei
3. İnanç sisteminizin bel kemiğini teşkil eden bu "kavramlar ve "kanaatler"i
- Ne zaman,
- Kimden (nereden) duydunuz / edindiniz?
(Bu inançları hangi şartlar altında edindiniz? Çocuklukta mı, gençlikte mi? O zamanki çevrenin özellikleri ve içinde bulunduğunuz haleti ruhiye nassıldı? Duygularınız nelerdi?
"Bu seri, belki de şimdiye kadar insan zihninde ortaya çıkan en güçlü fikir hakkında. Fikir, doğal seçilim yoluyla evrim. Ve onu düşünen dahi Charles Darwin'di. Ben bir biyoloğum ve Darwin tüm kariyerim boyunca bana bir ilham kaynağı oldu. Onun başyapıtı "Türlerin Kökeni Üzerine", 150 yıl önce yayınlandı. Ve dünyaya bakışımızı ve onun içindeki yerimizi sonsuza kadar değiştirdi. Darwin'in yaptığı şey, tüm yaşamın karmaşıklığını ve çeşitliliğini tam olarak açıklamaktan hiç de az değildir. Hal böyleyken, herhangi birinin şu ana kadar sahip olduğu en basit fikirdir.

Bu seride, sizi, evrimin herhangi bir dinsel hikayeden çok daha zengin ve göz alıcı bir hayat görüşü önerdiğine ikna etmek istiyorum. Bu benim tanrıya inanmama sebeplerimden biri. Size, Darwin'in, gözlerimizi dünyamızın olağanüstü gerçekliğine nasıl açtığını göstermek istiyorum."

Richard Dawkins'in hazırladığı Charles Darwin’in Dehası adlı bu üç bölümlük belgesel Darwin'i ve evrimi bugünkü mikrobiyolojik ve genetik bilimin geldiği boyutuyla aydınlatıyor. Ayrıca evrim üzerine yaptığı bu bilgilendirici sunumuyla herkesin anlayabileceği bilimsel bir üslupla karşımıza çıkıyor.

1. Bölüm: Life, Darwin and Everything



2. Bölüm: The Fifth Ape



3. Bölüm: God Strikes Back

“Ben deli değilim, benden başka herkes deli olduğu için beni deli zannediyorlar…” Hikâye böyle başlıyor. Şizofreni Dernekleri Federasyonu tarafından bu yıl ikincisi gerçekleştirilen Gerçekler Maskelenmesin Projesi’nin düzenlediği yarışmanın birinciliği hak eden hikâyesi Kanatılmış Sözcükler Kitabı’nın ilk cümlesi.

Yarışmanın adı; Ateşin Düştüğü Yerden; Sesler, Yüzler, Öyküler… Ateşin düştüğü yer; Türkiye’de her yüz kişiden birinde görülme olasılığı olan şizofreni hastalarının ruhu, aklı, yüreği. Şizofreni bu yarışmanın etkisiyle, gerçeklik kavramında yarattığı karmaşaya rağmen hikâyelerde hayat bulabilen bir ruh hastalığı olarak beliriyor şimdi. Yazar Mario Levi başkanlığında sanatçı Yılmaz Erdoğan, Şizofreni Dernekleri Federasyonu Başkanı Doç Dr. Haldun Soygür’ün aralarında bulunduğu jüri tarafından şizofreni hastalarının yazdığı 95 öykü okunuyor. Yarışmanın birincisi, Kanatılmış Sözcükler Kitabı adlı öykünün yazarı yazar adıyla Süveyda Ölüdeniz de bir şizofren.
"Ailenizin bilim adamı" Carl Sagan'ın, bilimin temel kavramlarını müthiş benzetmelerle inanılmaz derecede anlaşılır kılarak izleyicilerin gözüne soktuğu, naif ve nazik tavrıyla çekildiği güne kadar bilim için fenomen haline gelmiş bir çok konuya değinen, hatta değinmekle kalmayıp haklarında kısa dersler veren, yapımının üzerinden 30 sene geçmesine rağmen bugün izleyen insanların yüzlerini aydınlatacak, 13 bölümlük mük-kemmel belgesel serisi. İlk olarak 1980 yılında Amerikan PBS (Public Broadcasting Service - Kamu Yayın Kurumu) tarafından yayınlanmış ve 1981 yılında 3 Emmy ödülü almış bu yapım, Dünya'da 500.000.000'dan fazla insana ulaşmış ve zamanında TRT'de de gösterilmiştir.

Evren, uzay, galaksiler, nebulalar, yıldızlar, pulsarlar, kuyruklu yıldızlar ve gezegenler kadar, atomlar, moleküller, organik moleküller, hücreler ve evrim konuları da ayrıntılı olarak incelenmekte, tarihten çarpıcı örnekler ve ünlü bilim adamlarına yapılan göndermeler ile açıklanmakta bu seride. Üstelik birazcık araştırma hevesiniz ve merakınız varsa, izlerken bir saniye bile sıkılmıyorsunuz Carl Sagan'ın sevgi ile parlayan bakışları karşısında.