Gücü arttıkça, topluluk, bireyin eriyip gitmesine önem vermez olur; çünkü, artık onlara, eskisi kadar, bütün için tehlikeli ve yıkıcı görülmemektedir; câni, artık, bir "huzursuz kaçkın", toplum dışına sürülmüş, genel gazabın önceden olduğu gibi sınırsızca öfkesini boşalttığı biri değildir; tersine, bütün, bundan böyle dikkatli bir biçimde, câniyi bu kızgınlığına karşı korur; özellikle ondan doğrudan zarar görenleri savunur ve onu koruma altına alır. Câniden doğrudan zarar görenlerin kızgınlığını yumuşatma; durumu yerelleştirerek genel huzursuzluğa yol açmayacak biçimde, daha fazla sorunlara yol açmasını önleme çabası; eşitlerini keşfedip bütün sorunu çözme uğraşı; her şeyden önce, her suçu belli bir anlamda karşılığı ödenebilir bir şey gibi, gittikçe belirginleşen ele alma isteği, böylece en azından, bir anlamıyla suçluyu yalıtarak, eylemlerini birbirinden ayırma gayreti, bütün bunlar ceza kanunu geliştikçe, açıkça görünür olan özellikler.

Topluluğun gücü ve kendine güveni arttıkça ceza yasası giderek yumuşar; topluluğun her bakımdan zayıflatılması, tehlikeye düşürülmesi, ceza yasasının daha sert biçimler almasına yol açar.

"Alacaklı", zenginleştikçe, daha bir insana yakışan özelliğe kavuşur, sonunda, rahatsız olmadan zarar görmeye tahammül etme derecesi sağlığının gerçek bir ölçüsü olur. Bir toplumun böyle bir güç bilincine erişip, olabildiğince en soylu bir lükse izin vermesi, düşünülemez bir şey değildir, ona zarar verenleri cezasız bırakması.

"Benim gerçek parazitlerimden ne zarar gelebilir bana!" diyebilir. "Haydi yaşayıp gelişsinler: Bunun için yeterince güçlüyüm ben! Her şeyin bir bedeli vardır, her şeyin bedeli ödenmelidir." diyerek başlayan adalet, gözünü yumup borcunu ödemeyenlerin serbest bırakılmasına izin vermekle son buluyor. Yeryüzündeki her şeyin yaptığı gibi kendini yenmekle son buluyor. Bu adaletin kendini yenmesi: Kendine verdiği güzel ad biliniyor, merhamet, söylemeye gerek yok; merhamet, en güçlü insanların, dahası, hukukun ötesinde olanların bir ayrıcalığı olarak kalıyor.

Friedrich Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü Üstüne 
İkinci Çalışma, Bölüm 10
İnsanın değişebilmesi için gerekli tek bir şey vardır; o da kendi geçmişinden utanç duyması. Duyulan utanç kadar insanı kendi gözünde küçük düşüren bir şey daha yoktur. Ve bir insanın isteyeceği son şeydir, kendisinin küçük düşmesini izlemek.

Hemen her insan kendisini yeterli görme ve tatmin etme ihtiyacı duyar. Bu yüzden de kendisini utandıran şeylerden uzak durur. Eğer birey, kendi geçmişinden utanç duyuyorsa, o utancı tekrar yaşamamak için değişme ihtiyacı hisseder.

Ancak -özellikle- kendilerini fazlaca yeterli görenler, kendi geçmişlerinden utanç duymaz ve hatta gurur bile duyarlar; böylece değişmezler ve bu değişmemezliğin getirdiği istikrarlı yeterlilik duygusu onları kendi kişiliklerini daha da yüceltme yoluna sevkeder.

Oysa hayat değişimdir. Kendi kişilik ve düşünce yapılarını değiştirmeyenler gerçek bir hayattan uzak yaşarlar. Bu uzak yaşam sebebiyle de hayatın göreceli ve değişken değerlerinden bîhaber olurlar; kendi yeterli hayat formlarını gerek değişken ana hayat formundan, gerekse de diğer yeterli hayat formlarından üstün görürler.

Hayyam
Orta Çağ'da savaştan bıkmış bir Şovalye, yanında bayraktarı ile Haçlı Seferleri'nden evine döner. Vebanın yol açtığı tahribatı görünce, böylesi bir ızdıraba neden olan Tanrı'dan kuşkulanmaya başlar. Çok geçmeden ölüm onu da ziyaret eder; ancak Şovalye kaderine boyun eğeceğine Ölüm'e meydan okuyarak bir satranç oyununa davet eder. Kaybederse canından olmaya razıdır.

Buna koşut bir öyküde ise, genç, masum ve iyimser bir çift bebekleri ile birlikte küçük bir akrobat grubu ile köy köy dolaşırlar. Yolculukları sırasında, bağnaz dinciler kırbaçlama törenleri düzenler ve Tanrı'nın emirlerini yerine getirmeye kendini memur etmiş umarsız kişiler şeytanın esiri köylüleri yakarken, hastalığa uğramış köylerdeki insanların korku içinde yaşadıklarını görürler. Acı çeken Şovalye bu çiftle karşılaştığı zaman, onların birbiri ile olan aşkıyla rahatlarken, meşum rakibi Ölüm, hepsinin kaderini tayin edecek olan son hamleyi yapmayı bekleyerek, uysal uysal bir kenarda oturmaktadır...

Bergman'ın, Tanrı'nın gövdesiyle bulutlanan bir dünyada insanın yaşamı üzerine varoluşçu eserlerinin ilki olan Yedinci Mühür, yönetmenin çocukluğunun etkisi altında geçirdiği ideallerin baskısını hissettiği bir dönemde yapılmıştı.
Bu konu özellikle müslümanlar arasında anlatılan yaygın bir hikayedir. Gerçek olup olmaması bir kenara, hikayede çok ciddi mantık hataları vardır. Hataları göstermeden evvel öncelikle hikayeyi islamî kaynaklara göre aktaralım:

Bir grup filozof Mevlana Celaleddin Rumi’ye gelerek birkaç sual sormak istediklerini bildirdiler. Niyetleri, bir şeyler öğrenmek değil, Müslümanları dinleri hakkında şüpheye ve fitneye düşürmekti. Mevlana, adamların halini hiç beğenmedi, onları üstadı Şems-i Tebrizi’ye gönderdi. Bunun üzerine gruptakiler onun yanına gitti.

Şems-i Tebrizi mescitte talebelere ders veriyordu. Konu teyemmüm abdestiydi; talebelere bir kerpiçle teyemmüm abdestinin nasıl alınacağını gösteriyordu. Gelen grup üç sual sormak istediğini belirtti. Şems-i Tebrizi,

“Sorun” dedi. Adamlar içlerinden birini sözcü seçtiler. Adam ilk olarak şunu sordu:

“Siz Müslümanlar Allah var dersiniz, ama Allah'ı göstermezsiniz; varsa gösterin, görelim ki inanalım” dedi. Şems-i Tebrizi,

“Öbür sorunu da sor!” dedi. Filozof,

“Sizler şeytanın ateşten yaratıldığını söylüyor, sonra da onun ahirete cehenneme atılıp ateşle azap edileceğine inanıyorsunuz. Hiç ateş ateşe azap eder, acı verir mi?” diye sordu. Şems-i Tebrizi,

“Peki, diğer sorunu da sor!” dedi. Filozof,

“Sizler ‘Herkes dünyada yaptıklarının cezasını ahirette çekecek, orada mahkeme kurulacak, hesap sorulacak’ diyorsunuz. Bırakın insanları, nasıl isterlerse öyle yaşasınlar, ne istiyorlarsa yapsınlar. Ayrıca mahkemeye ne gerek var?” dedi.

Adam sorularını tamamlamıştı. Şimdi bunların cevabını istiyordu. Kendine göre cevap verilmeyecek sorular sormuştu. Herkes Şems-i Tebrizi'ye bakıyordu. O ise gayet sakindi. Yerinden kalktı, filozofun yanına geldi ve elindeki kerpici adamın başına vurdu. Filozof “Vah başım” diyerek başına sarıldı. Şems-i Tebrizi çok şiddetli vurmamış olsa da adamın canı yanmış ve başı biraz şişmişti. Adam bir sağa bir sola baktı, bu kadar insana birkaç kişi ile yapacağı bir şey yoktu. Hemen dışarı çıktı, başını tutarak o bölgedeki mahkemeye gitti. Şems-i Tebrizi’yi hâkime şikâyet etti.

Hâkim, “Bu nasıl olur” diyerek Şems-i Tebrizi’yi mahkemeye çağırttı. Durumu sordu. Şems-i Tebrizi,

“Ben ona kötülük etmedim, sadece sorduğu sorulara cevap verdim” dedi. Hâkim,

“Bu nasıl cevap vermektir. Adam acı içinde kıvranıyor, senden şikâyetçidir, işin aslı nedir?" diye sordu.

Şems-i Tebrizi şöyle anlattı:

“Efendim, bu adam bana ‘Allah varsa göster, göreyim ki inanayım’ dedi. Ben de buna, ‘Olan her şey baş gözü ile gözükmez, işte misali’ dedim; başına darbe vurup acıttım. Şimdi bu felsefeci, başındaki acıyı göstersin de görelim. Eğer başında bir acı yoksa niçin beni şikâyete geldi? Varsa göstersin!” dedi. Filozof, şaşırarak,

“Başımda acı var ama gösteremem” dedi. Şems-i Tebrizi de, ‘İşte bu acı gibi, Allah Teala da vardır, fakat kafa gözüyle görülmez, O ancak akılla bilinir, kalple tanınır, ruhla sevilir, ahirette nurla görülür” dedi.

Şems-i Tebrizi ikinci soruya verdiği yanıtı şöyle açıkladı:

“Bu adam, sizler ‘Şeytan ateşten yaratıldı, ahirette ateşe atılacak ve ateşle azap görecek’ diyorsunuz; ateş ateşe ne zarar verir ki?’ dedi. Ben de topraktan yaratılan bu insana topraktan yapılmış bir kerpiçle vurdum. Ona, ‘Bak toprak toprağa nasıl acı veriyor, biraz daha hızlı vursaydım öldürürdü, demek ki ateş ateşe azap eder demek istedim’ dedi.

Şems-i Tebrizi üçüncü sorunun cevabını şöyle açıkladı:

“Bu adam bana, ‘Bırakın insanları dünyada herkes istediğini yapsın, niçin ahirette mahkeme, hesap ve ceza var?’ dedi. Ben de onun başını vurmak istedim ve vurdum. O niçin hemen mahkemeye koştu? Ben ona şunu demek istedim:

“Bu dünya da herkes istediğini yaparsa âlemi zulüm kaplar. Kendisine zulüm yapılan çok insan var ki zayıftır, zalimden hakkını alamaz. Herkes mahkeme bulamaz. İşte Allah ahirette mahkeme kurup herkese yaptığının hesabını soracak, zalimden mazlumun hakkını alacak, gereken cezayı verecek ve adalet yerini bulacak” dedim.

Felsefeci bu güzel cevaplar karşısında hayret etti, mahcup oldu söz söyleyemez hale düştü. Hâkime dönüp,

“Ben sorduğum soruların cevaplarını şimdi anladım” dedi.

Hikaye genel hatlarıyla bundan ibarettir. Peki burada yanlış olan nedir? 3 ana başlık halinde inceleyelim;

1. Allah'ın görünmezliği ile acının görünmezliği özdeş sayılmıştır.
2. Şeytan'ın ateşle canının yanmasıyla, insanın toprakla canının yanması özdeş sayılmıştır.
3. Filozofların öbür dünya adaleti olmasın iddiası geçerli bir idda değildir.

Şimdi daha geniş olarak konuyu ele alalım.
1. Acı, vücutta meydana gelen bir etkiye karşılık oluşan tepkidir. Beyin sinir hücrelerinde yani nöronlarda vücudun zarar gören kısmını alarma geçirmek ve o zarar gören kısımdaki değişiklik neticesinde meydana gelen elektro-kimyasal bir tepkimedir. Diğer bir deyişle, acı gözle görülmese dahi beyinde sinir hücrelerinin detaylı incelemesinde ortaya çıkan sinyallerdir. Bu elektro-kimyasal sinyaller günümüz tıp alanında "belirlenebilmektedir".

Filozoflar, elbetteki müslüman kesimin isteğine göre konuşturulmuştur. Yani filozofların dediği "Allah'ı görmüyoruz, o halde yok." ifadesindeki görmek ve inanmak ilişkisi, bilgi felsefesi bakımından zaten hiçbir gerçek filozofun ölçütü değildir. Çünkü gerçeklik sadece gözle görülenle kıyaslanamaz. Örneğin sesi de göremeyiz ancak vardır. İşte acı da nöronlardaki tepkinin ölçümüyle bulunan bir gerçektir. Bu sebeple gerçek bir filozof zaten "göster de inanalım" demez.

Acının (aynı ses gibi) gösterilebilir değil de belirlenebilir olduğunu belirttikten sonra özdeşimin diğer tarafındaki iddiaya bakalım. Peki Allah, gösterilmeyi bir kenara bırakalım, belirlenebilir midir? Allah'ın belirlenebilir olmadığı zaten aşikardır denebilir. Bir çok inançlı, "doğadaki veya evrendeki veya insan vücudundaki sanata bak, Allah'ı görürsün" der. Ancak tabii ki doğada, evrende veya insan vücudunda sanattan bahsetmek mümkün değildir. Dolayısıyla bir Allah yansımasından da bahsetmek mümkün değildir.

Bunu bir kenara bırakırsak, Allah'ı ölçemeyeceğimiz, duyamayacağımız, bilemeyeceğimiz, göremeyeceğimiz ortadadır. En fazla Allah'a inanabiliriz veya O'nu hissedebiliriz. Anck tabii ki inanç veya hissediş asla kesin bir sonuç vermez bize. Örneğin, siz bir elmanın armut olduğuna inansanız dahi, o elmadır. İnançlar gerçeklerden bağımsız varsayımlardır. Aynı şekilde içinizde kötü bir şey olacağına dair bir his olabilir ama kötü bir şey olmak zorunda değildir. Bu his de insanın duygusal durumu veya çeşitli değişkenler sonucunda oluşan kanaatidir.

Bu veriler ışığında Allah'ın belirlenebilirliği ile acının veya dünyevi bir şeyin belirlenebilirliğini aynı kefeye koymanın doğru olmadığını rahatça görebiliriz. Çünkü Allah her bireyin mutlak olarak ulaştığı bir sonuç değildir. Örneğin her insanın kolunu kırarsanız canı yanar ve acı çeker, ama her insan içinde Allah'ı hissetmez.

2. İkinci iddia şeytana ateş ile acı vermenin mümkün olmadığı iddiasına dayanmaktadır. İddialar geliştikçe "filozof" diye konuşturulan kişilerin de aslında gerçek filozof değil sadece varsayımsal düşünür olduğu, daha çok kafir grubunu temsilen ortaya çıkarıldığı belli oluyor. Çünkü şeytanın ateş ile acı çekmesi, böylesi basit bir düşünce değildir. Zira şeytanın aynı insan gibi bir sinir sistemi olduğu varsayımına dayanır. Ancak tabii ki (varsa) şeytanın veya onun acı çekme mekanizmasını bilemeyiz. Bu sebeple böyle bir varsayım zaten saçmadır.

Bununla birlikte, bu doğru bile olsa, Tebrizi'nin karşılık olarak sunduğu iddia çok daha sığdır. Şöyle ki; Tebrizi filozoflardan birinin kafasına kerpiçle vuruyor ve "İnsan da topraktan yaratıldı, kerpiç te topraktan yapıldı, o halde senin niye canın acıdı?" şeklinde bir ifade kullanıyor. Oysa buradan gözden kaçan nokta şudur; insanın topraktan yaratıldığı varsayımı sadece inançlılara özgüdür, inançlılar insanın topraktan yaratıldığını söyler. Bizler topraktan yaratılmadığımızı, evrilerek insan (homo saipens sapiens) olduğumuzu bilimsel veriler ışığında biliyoruz. Hal böyleyken zaten ileri sürülen iddia yersizdir. İnsan topraktan yaratılmadığı için, topraktan yapılan kerpiç pekala insana zarar verebilir.

Bunu da bir kenara bırakırsak, insana insan vurduğunda bile canı yanıyor. Aynı metaryalden evrilmemize rağmen madde niteliği taşıyan her şey, yeterince kuvvetli vurulduğu takdirde zaten canımızı yakar. Dolayısıyla hem baştaki filozofların iddiası, hem de Tebrizi'nin sunduğu iddia anlamsız ve göz boyamaya yöneliktir.

3. Filozofların baştan beri gördüğümüz kadarıyla gerçek filozof olmadıkları ortadadır. Bu hikayeyi uyduran kimse tamamen sığ bilgisiyle felsefeyi ele almış ve kendince cevaplar ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Üçüncü iddiada "filozoflar isteyen istediğini yapsın, ceza veya mahkeme olmasın" şeklinde bir sezenişte bulunmuşlardır. Bu elbetteki felsefî temeli olan bir düşünce değildir. Böyle düşünen insanlar varolsa bile bu kesinlikle felsefeye veya filozoflara aktarılabilecek bir düşünce olamaz.

Zaten bu düşünce de kendi içinde tutarsızdır. Şöyle ki; her isteyen istediğini yaparsa toplumda tamamen kaos oluşur ve insanlık yok olma derecesine gelir. Bununla birlikte her isteyen istediğini yaparsa, o zaman isteyen de ceza verme yetkisine sahip olur ve mahkeme kurabilir. Eğer mutlak bir özgürlükten bahsediyorsak buna da karışamayız. Hal böyle olunca aslında başladığımız noktaya geri döneriz ve ortaya koyduğumuz iddianın hiçbir anlamı ve geçerliliği kalmaz.

- - - - - Sonuç - - - - -

Sonuç olarak bu hikayenin tamamen çürük ve sığ bir düşünceye dayandığı ortadadır. Bununla birlikte çok da yanlış olan bir "alt düşünceye" sahiptir. Filozofları temsilen ortaya koyulan adamlar kesinlikle felsefe bilgisinden uzaktır ve hikayeyi ortaya çıkaran kişinin bilgi dağarcığıyla yoğrulmuş karakterlerdir.

Elbetteki son olarak hikayenin islamî kesimin isteğine yönelik oluşturulduğu ve sözde inanmayanlara "tokat gibi cevap" niteliği taşıdğı düşünülen bu hikayenin çürük olduğu apaçık ortadadır diyebiliriz.

Hayyam
Durmadan yürüyorum bu kıyılarda,

Kum ve köpüğün arasında yürüyorum,
Bir gün ayak izlerimi silecek med,
Ve rüzgar köprüyü götürecek elbet,
Ama deniz ile kıyı ebediyyen kalacak arkamda!

* Bana "seni anlamıyorum" demen haketmediğim bir övgü, haketmediğin bir hakarettir.

* Yalnız kovalandığında hızlı koşabilirsin.

* Kirli ellerini senin giysine silen kişi o giysiyi alsın. Ona tekrar ihtiyacı olabilir, senin ihtiyacın olmayacaktır kuşkusuz.

* İçimdeki hayatın sesi senin içindeki hayatın kulağına ulaşamaz, yine de kendimizi yalnız hissetmemek için konuşalım.
tanrı'yla aynı fikirde değilim
intihar edenlerin
cehenneme gideceği konusunda.
kainatın yaratılışına
katılmaktan bıktığında ruhum,
intihar edeceğim ben de
denenmemiş bir yolla.

nerdeyse bütün akıllı kalpler
intihar edip siktir çekmiş yeryüzüne.

ben ateist değilim, babasıymış gibi
tanrı'ya küsen bir çocuğum.
eğer tanrı intihar edenleri ve nietzsche'yi
cehenneme gönderirse
cehennemde yanmayı tercih ederim ben de,
tanrı dürüstlüğü sever.

tanrı'nın hayal gücünü beğenmiyorum.

ben tanrı olsam
peygamberler göndermez
direkt konuşurdum insanlarla.

ben tanrı olsam
hitler'i iyi kalpli bir yahudi olmakla cezalandırırdım,
yahut yetenekli bir yazar yapardım onu.
içindeki kötülüğü insanlara değil
tuvallere boşaltırdı

ben tanrı olsam
devletler yok olur
gül kokulu bireyler var olurdu sadece,
atlar çılgın zamanlar koşardı.

ben tanrı olsam
düşünce gücüyle herkesin
istediği karakter olmasını sağlardım,
dünya bir şiirin
yaratılım sürecine dönüşürdü böylece.

ben tanrı olsam intihar ederdim
insanlarla birlikte
acı çekmeyi öğrenemediğim için.

Cesar Mendoza
İlkel çağlardan bu yana insanoğlu daima bu gezegenin ötesinde neyin olduğu merakıyla büyülenmiştir. Gözlerinizi yukarı dikip yıldızlara bakın ve milyonlarca ışığı görün - şu anda kainatın tamamına bakıyorsunuz.

Peki orda ne var? Gelişen son grafik teknolojisi sizi kainatın ötesinde bir dünyaya yolculuğa çıkarırken, Sam Neill size bu yollulukta eşlik edecek.

Yeni yıldızların hayat bulduğu uçsuz bucaksız bulutlardan gezegenlerin korkulu rüuyası kara deliğe kadar genellikle tehlikeli, şaşırtıcı ve olağandışı olan bu güzelliğin tadını çıkartın.

Bu 6 serilik muhteşem belgeselde uzayın büyüklüğüne tanık olacak, gizemi ve entrikayı yakalayacaksınız.

Ve en büyük soruyla karşılaşacaksınız. Acaba yalnız mıyız? Kainat nasıl meydana geldi?

Ve bir o kadar da hepimizi ürküten soru aklınıza gelecek. Bu başlangıcın bitişi nasıl olacak?

Evrim Kuramı'nın açıklanması kitlelerde hazımsızlık yaratmış olsa da bilimle dinin bir yerde kavuşması gerektiğini savunanlar, biraz da takiyyeye kaçan uzlaşmacı yorumlarla Darwin'in yanında yer almışlardır. 20. yüzyıla girildiğinde Darwin'in söylediği biraz daha net anlaşılır hale gelmişti. "Tanrı tarafından yaratılmış değilsiniz. Maymun, şempanze vb. türlerin de bağlı olduğu canlılardan evrimleşerek ortaya çıktınız ama bu çok uzun bir süreçtir ve dinin sözünü ettiği 6000 yıllık geçmişle ilgisi yoktur. Bu, çok küçük bir zaman dilimidir."

İnsanlık, bu yaratılmışlık veya evrimle meydana çıkma meselelerinden başka kendisinin en ayrıcalıklı ve zeki varlık olduğu savından da vazgeçmeye başlamış, kendini ve Dünya'yı Evren'in merkezi saymaktan kurtulmuştur. Doğanın ve toplumun nasıl işlediği ve değiştiğini sorgulamaya başlamıştır.

Evren, Tanrı ve insanın yeri hakkında şu yorumlarda bulunulmuştur: Bir zamanlar insanoğlu, tıpkı Dünya'yı Evren'in merkezi saydığı gibi tüm yaşamı da 'benmerkezli' saymıştır. Kopernik ve Newton, Dünya'yı merkez olmaktan çıkarmak istedikçe Hristiyanlık buna karşı çıktı. Darwin kuramlarından önce de insan kendisini 'lütufkâr bir Tanrı'nın' yarattığını sanıyordu. Ama maymundan evrimleşmiş olduğunu görünce şaşırdı. Freud'a göre "Büyük bilimsel buluşlarımız, türümüzün Evren'in merkezinden çekilişini yansıtmaktadır." Bu düşünceden hareketle insan kendini tanrı soyundan üstün bir varlık olarak görmezse, yakın akrabaları maymunlara, hayvanlara daha bir insafla, sevgi ile bakmasını öğrenecektir. Gould'a göre bu düşünce "Hayvanlara hükmetme düşüncesinden onlara saygı ve onlarla birlik bilincine yönelmemize hizmet edebilir."
Özür dilerim ama ben imparator olmak istemiyorum. İnsanlara hükmetmek ya da ülkeler fethetmek istemiyorum, bunlar beni ilgilendirmiyor. Benim amacım elimden geldiğince herkese yardım etmek; Yahudi, Katolik, siyah ya da beyaz tenli olsun fark etmez.

Aslında hepimiz birbirimize yardım etmek istiyoruz, insanlık bunu gerektirir çünkü. Hayatımızı diğerlerinin acıları üzerine değil, mutlulukları üzerine kurmak isteriz. Kimseden nefret etmek ya da kimseyi hor görmek istemiyoruz.

Yeryüzünde herkese yetecek kadar yer ve zenginlik var. Hayat hür ve mutlu bir şekilde yaşanmalı ama biz bu doğru yoldan koptuk.

Hırs; insan ruhunu zehirledi, insanlar arasına nefret duvarları ördü ve bizi sefalet ve katliamlara sürükledi. Hayatı daha hızlı yaşıyoruz belki ama kendimizi dış dünyaya kapattık, makineleşme ise bolluk getirecekken, bereketi götürdü. Artan bilgimiz bize kibir verdi, zekâmız da nezaketimizi ve anlayışımızı düşürdü. Çok düşünüyoruz ve az hissediyoruz. Oysa makinelerden çok insanlığa muhtacız. Zekâdan çok nezaket ve anlayışa ihtiyacımız var. Aksi takdirde hayat bir kargaşa olur ve yitik bir hâle döneriz.
Artık ne istediğimizi bilmiyoruz, ama bir başkasının istediğini isteyebiliyoruz.
- Jean Baudrillard

Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır.
- Immanuel Kant

Yaşamın ve çalışmanın temel amacı, kişinin başlangıçta olmadığı kişi olmasıdır.
- Michel Foucault

"Acılar geçip gitti ama, şiirler kaldı” denir. Ama ya acılar geçip gitmemişlerse?
- Bertolt Brecht

Gerçeklik, ona inanmaktan vazgeçtiğinizde ortadan kaybolmayan şeydir.
- Philip K. Dick
Tarihsel değişimi belirleyen kadınların özgürleşme oranıdır. İnsanlığın zorbalığa karşı kazandığı zaferin bulunduğu nokta, kadının erkekle, zayıfın güçlü olanla karşılaştırıldığında ortaya çıkan durumdur. Kadının özgürlük derecesi toplumsal özgürlüğün doğal ölçüsüdür.

Kadının aşağılanması, uygarlığın ve barbarlığın ana unsurudur. Şu farkla ki, barbarlık basit yöntemler uygularken, uygar sınıf kusur ve ayıplarını karmaşık varolma yöntemine, belirsizliğe ve ikiyüzlü bir çift anlamlandırmaya yükseltir. Kadının esaret altında tutulduğu bir toplumda, hiç kimse erkek kadar ağır bir biçimde cezalandırılmamıştır.

Karl Marx & Friedrich Engels
Kutsal Aile