Kitty Genovese
Tarih, 13 Mart 1964; yer, New York’un Queens Bölgesindeki Kew Gardens. Saat, gecenin üçü. Birazdan, Amerikan kamuoyunu sarsacak ve sonra da, tüm sosyal psikoloji kitaplarına girecek bir cinayet işlenecektir. Kitty (Catherine) Genovese adındaki genç kadın, evine doğru yürümektedir. Genç kadının arkasından tecavüz amaçlı yaklaşan bir erkek, bıçağıyla Kitty Genovese’i tehdit eder. Kitty, karşı koyar ve bağırarak yardım ister. Tecavüzcü, Kitty’yi bıçaklar ve kaçar. Daha sonra, etraftan bir ses çıkmadığını gören tecavüzcü, tekrar Kitty Genoves’in yanına gelir. Sürünerek evine doğru gitmeye çalışan genç kadın, tekrar bağırır. Bu bağırmaya, sokaktaki evlerin bazılarının ışıkları yanar. Bundan korkan saldırgan, Kitty Genoves’i tekrar bıçaklar ve kaçar. Ancak, yardıma kimse gelmez. Bundan cesaret alan tecavüzcü, Kitty Genoves’in yanına tekrar gelerek, bağırarak yardım istemekte olan genç kadına son bıçak darbelerini de indirir ve karanlıkta kaybolur.

İlk bakışta, New York gibi bir şehir için olağan cinayetlerden biri gibi görünmektedir. Nitekim kayıtlara da bir tecavüzcünün saldırısı ve cinayet olarak geçer. Winston Moseley ismindeki katil kısa sürede yakalanır.
Jonathan Miller, 2003 yılında "Atheism, a Rough History of Disbelief" (Ateizm, İnançsızlığın Kısa Tarihi) adlı belgesel çekimine başlamıştır. Ancak bu süreçte çok fazla röportaj yapılmış ve belgesel süresini aşan birçok konuşma neredeyse çöpe gidecekmiş. İşte tam bu noktada BBC tüm bu konuşmaların boşa gidemeyecek kadar değerli olduğuna karar vermiş ve 2004 yılında ortaya The Atheism Tapes belgeseli çıkmıştır.

Jonathan Miller, toplam 6 bölüm olan bu belgeselde, ateizm felsefesi ve düşüncesi üzerine biyolog Richard Dawkins, filozof Daniel Dennett, teolog Denys Turner, oyun yazarı Arthur Miller, felsefeci Colin McGinn ve Nobel ödüllü fizikçi Steven Weinberg ile röportajlar yapmıştır. Denys Turner haricindeki diğer beş isim ateisttir ve ilk beş bölümde bu isimlerle ateizm üzerine düşünceleri hakkında konuşmalar yapılmakta ve bunu takip eden teizm eleştirilerine yer verilmektedir. Son bölümde teolog Denys Turner ile yine ateizm hakkında konuşulmakla birlikte, teistik bir bakış açısıyla ateizm ele alınmakta; daha doğrusu, Jonathan Miller ile Denys Turner birbirleriyle karşıt görüşlerini tartışma havasına girmeden paylaşmaktadırlar.

İlk beş bölümde, genel olarak işlenen ateizm hakkındaki fikirlerin yanısıra, her bir isimin kendi alanıyla ilgili deneyimlerine, yaşadıkları olaylara, kimi zaman kendi hayatlarına ve neden ateist olduklarına, ateizm için yapılan eleştiriler hakkında neler düşündüklerine, dini ve tanrıyı nasıl değerlendirdiklerine ilişkin yoğun ve bir o kadar da samimi bir sohbet geçmektedir. 

Atheism Tapes'i diğer birçok belgeselden ayıran yanı, belgesel boyunca söz konusu fikri destekleyecek kanıt sunmaktan ziyade, o fikrin sahibi insanların nasıl düşündüklerini görmemizi sağlamaları. Nitekim dindar toplumlarda ateizm ve ateistler hakkındaki önyargılar ve bunun da ötesinde, bu fikre ve bu fikri kabul edenlere karşı bir yabancılık hali söz konusudur. Bu belgesel ile hem bu aşılmaya çalışılmış hem de hali hazırda inançsız olan insanların, kendileri gibi inançsız olan ve mesleki bakımdan da ön plana çıkmış kişileri kendi cümleleriyle ve salt bir biçimde inanç üzerine sohbet ederken izleme fırsatı yaratılmıştır.

İlk 3 bölüm ile 5. bölümün çevirisi bana aittir. 4. bölümü Kuttemur ile; 6. bölümü ise Kuttemur ve Mutlukedi nickli arkadaşlar ile birlikte çevirdik. Her bölüm 30 dakikadır. Keyifle seyretmenizi dilerim.

1. BölümColin McGinn 


2. BölümSteven Weinberg


3. BölümDaniel Dennett


4. BölümArthur Miller


5. BölümRichard Dawkins


6. BölümDenys Turner

Duyularımız vasıtasıyla çevremizden edindiğimiz bilgiler ile, genetik faktörlerimizin bugüne kadar getirdikleri ve o yaşa kadar elde ettiğimiz anılarımızdan (hafıza) yaptığımız çağrışımlarla, sahip olduğumuz bilincimiz, özgür düşüncenin ne derece ölçütü olabilir? İrademize ne derece hükmedebiliyoruz? Aldığımız kararların bize ait olduğundan ne derece eminiz?

Şekilde, beynin iki yarım küresini birbirine bağlayan
 corpus callosumunun kesilerek
iki yarım küreye ayrılmış halini görüyorsunuz.
Yarım yüzyıldan biraz önceki bir zamanda, epilepsi (sara) hastalarını bu hastalıktan kurtarmanın bir yolu, beynin iki yarım küresini birbirinden ayırmaktı. Bu, o zamanlar için uygun bir metot olarak görülmekte idi.

Bilindiği üzere beynimiz, iki yarım küreden meydana gelmekte olup, her yarı küre, birbirleri ile beynin orta kısmında, milyonlarca sinir uzantılarının bir araya gelerek oluşturdukları ve corpus callosum adı verilen sinir demeti vasıtasıyla iletişim kurmakta ve eşgüdüm sağlamaktadır. Epilepsiyi ortadan kaldırmak için bu sinir demetinin kesilmesinin sebebi, epilepsi nöbetinin altında yatan ve nöronlarda (sinir hücresi) denetim altına alınamayan biyoelektiriksel boşalmayı, öbür yarıküreye geçmeden önleme düşüncesiydi. Bir başka deyişle, bu operasyonla beyni iki yarım küreye ayırmak demek, bir yarı kürenin yaptıklarından, diğerini habersiz bırakmak anlamına gelmekteydi. Bahsedildiği üzere, corpus callosumun kesilmesi, epilepsiyi önler görünmüştür. Ancak buna mukabil, kişide bazı gariplikleri de beraberinde getirmiştir.
Yazımıza, bilinen bir fıkrayı kendimize göre kurgulayarak başlayalım. Oturduğunuz dairenin üzerindeki daireye, işi, gecenin geç vakti biten bir adam taşınır. Adam, işi bitip de evine geldiğinde, yatağına oturmakta, her bir ayağındaki ağır botları tek tek çıkarmakta sonra da onları yere atmaktadır. Çıkan gürültü de, gecenin bir yarısı sizi uykunuzdan uyandırmaktadır. Bir gece, iki gece, üç gece derken en nihayet, sabrınızın taştığı bir anda, merdivenlerden hızla yukarı çıkıyor, üst komşunun kapısını çalıyor ve ayakkabıları nedeniyle çıkan gürültüden dolayı uykunuzdan uyandırıldığınız için şikâyetinizi bildiriyorsunuz. Adam, yaptığından mahcup, sizden özür diliyor ve kapıyı kapatıyor. Ertesi gece, adam, işten geç gelip ve de sizinle olan konuşmayı unutup, bir ayağından çıkarttığı botu yere atıyor. Çıkan gürültü sizi uyandırıyor. Bu arada, adam, sizinle yaptığı konuşmayı hatırlıyor ve diğer ayağındaki botu çıkarıp, yavaşça yere koyuyor. Siz ise, uykunuzdan uyanmış, adamın ikinci ayakkabıyı da atmasını bekliyor ve sonra da uykuya geçmeyi düşünüyorsunuz. Ancak, ikinci ayakkabının gürültüsü bir türlü gelmiyor. En nihayet, gecenin bir vakti o hışımla merdivenleri çıkıyor, üst kattaki komşunun kapısını çalıyorsunuz. Adam, kapıyı utanarak açıyor. Siz de, haklı kızgınlığınızla adama şöyle diyorsunuz “Yahu, ikinci ayakkabıyı da, atacaksan at, ben de bir an evvel uykuya geçeyim”

Zihnin, bizi rahatsız eden, irademiz dışı bu tür beklenti takılmalarını, şimdi de aşağıdaki deney/araştırmaların gösterdiği doğrultuda anlamaya çalışalım.

1920’lerin ortalarında bir grup psikolog, Berlin Üniversitesinin restoranına gider. Kalabalık grup, siparişlerini verir. Siparişi, tek bir garson alır. Ancak, hiçbir siparişi kaydetmez. Grup, yemeklerini yer ve restorandan çıkar. Daha sonra, gruptan bir psikolog, geri dönerek, aynı garsonu bulur ve bunca siparişi aklında nasıl tuttuğunu sorar. Garson, üniversitenin onca kalabalık restoranındaki değil biraz evvel aldığı siparişi, psikologlardan oluşan grubu bile hatırlamamaktadır. Garsonun psikoloğa söylediği tek şey, siparişleri aklına yazıp, yemeklerin ilgili kişilere ulaştırılmasını sağladıktan sonra siparişleri aklından sildiğidir.

Bluma Zeigarnik kocası ile (1920).
Konu, Rus öğrenci Bluma Zeigarnik’in (1901-1988) ilgisini çeker. Hocası Kurt Levin ile yaptığı çalışmada; bitirilmemiş, sonlandırılmamış işlerin, zihni meşgul ettiğini görürler. İş bitince, zihin bu meşguliyetten kendini kurtarmaktadır.

(Resimde, Bluma Zeigarnik, kocası ile “hocası değil” görülmektedir.)

Zeigarnik Etkisi adı verilen, zihnin bu faaliyeti çerçevesinde aşağıdaki deneyleri gözden geçirelim.

Deney -1 Zeigarnik, bir takım deneklerden, bir seansta birden fazla defada, belli renkteki boncukları, kendilerine verilen sırada dizmelerini ister. Ancak, Zeigarnik bazen, boncuk dizilmesi esnasında, deneklere engel olup, boncuk dizme işini yarım bıraktırır. Söz gelimi, her bir denekten, istenilen sırada ve on beş defa boncuk dizmesi istendiğinde, on iki dizimin sonuna kadar müdahale edilmezken (denekler, boncuk dizimini tamamlarken), üç dizim yarım bıraktırılır. Zeigarnik, aradan belli zaman geçtikten sonra, deneklere, hangi dizimlerin akıllarında kaldığını sorduğunda, “kendilerine yarım bıraktırılan boncuk dizimleri” olduğunu söylerler.

Deney-2 Tamamlanmamış işleri olan bir grup deneğe, bir roman okumaları ve romana ait detayları aktarmaları istenir. Detayların hatırlanması konusunda, deneklerin romana, beklenilen düzeyde konsantre olamadığı görülür. Bir başka deneyde ise, tamamlanmamış işleri olan ancak, bu işleri tamamlamaları için kendilerine plan yapmalarına izin verilen kişilerin (işleri tamamlamaları için değil, tamamlanmamış işlerin nasıl tamamlanacağına yönelik plan yapmaları için) okudukları romana ait detayları daha iyi hatırladıkları görülür. Buradan şu anlam çıkmaktadır ki, zihnin bilinçdışı çalışan kısmı, başka bir işe daha rahat geçebilmesi için, bir evvelki işin bitirilmesi doğrultusunda, bilinç dâhilinde çalışan kısma (prefrontal kortekse) plan yapması için baskı yapmaktadır. Aksi halde, sonraki işler (belki de bütün bir hayat) negatif olarak etkilenebilecektir

Deney -3 Zeigarnik deneylerinden altmış yıl sonra, Kenneth McGraw, deneye katılan deneklere belli bir ödül karşılığında olmak üzere zor bir yapboz verdi. Deney başladıktan belli bir süre sonra hiç kimseye, yapbozu tamamlamasına fırsat verilmedi ve deneyin bittiği söylendi. Ancak deneklere, yapbozları tamamlamadıkları halde ücretleri ödendi. Deneyi tertipleyen uzmanlar, deneyin yapıldığı ortamdan ayrıldılar. Ancak deney, asıl bundan sonra başlıyordu. Deneye katılanların büyük çoğunluğu, kendilerinden istenmediği halde, deneyin yapıldığı ortamda kalarak yapbozu tamamlamaya devam ettiler.

Muhtemel ki, geçmiş dönemde, okuldayken, çözdüğümüz problemlerden çok, çözemediklerimiz akıllarımızda kalmıştır.

Buna başka bir örnek olarak da, bir savaş ortamında, oğlunu, kocasını, sevdiğini kaybedenler; ölen kişinin bedenine ulaşamadıklarında benzer eksiklik duygusunu yaşamaktadırlar. Bir başka ifadeyle, savaşta öldüğü, ancak bedenlerinin kayıp olduğu, ölen kişinin yakınlarına söylendiğinde, ölen kişinin belirli bir mezarının olmaması nedeniyle, yakınlarının zihinleri, tamamlanmamışlık duygusu ile bir ömür boyu meşgul olacaktır. Özellikle, 1963’te başlayan ve on yıl süren Vietnam savaşı sırasında, kaybolan Amerikan askerlerinin aileleri, ömür boyu unutamayacakları bu işkenceli beklentiyi (travmayı) yaşamışlardır. Yeni doğan bebeklerin hastane ortamından veya kapı önünden küçük yaşta çalınan çocukların anneleri için de beklemekle geçen yıllar, bu tamamlanmamış döngüyü, Zeigarnik etkisini yaratmaktadır.

Hatta, bu gibi durumlarda, kaybolanların, bilinmeyen bir yerde hayatta olup olmadığı belirsizliği yerine, kaybolan kişilerin ölmüş ve bilinen bir gömülü yerlerinin olması, beklentide olan kişinin zihnindeki döngüyü kapatıp, rahatlatacak bir tercihinin olabileceği de sav olarak öne sürülebilir. (Kaybolan kişinin, kayıp olması yerine ölmüş olmasını tercih etmek.)

Öngörülerimizi biraz daha boyutlandırırsak, geçmiş dönemde planlayıp da gerçekleştiremediğimiz projelerimize ait başarısızlıkların, bize, Zeigarnik Etkisi olarak ve “keşke” şeklinde döndüğünü söyleyebiliriz.

Beynimizin irade/karar alma veya bilinç mekanizmamız olan alın lobu yani prefrontal korteksin dışında bir mekanizma ile kendisini ortaya koyan Zeigarnik etkisi, diğer her zihin faaliyetleri gibi, insanoğluna ne tür bir fayda sağlamaktadır acaba?

Öncelikle, “Sorumluluk” denen duygu durumu ile Zeigarnik Etkisi arasında bir bağ kurabiliriz. Genlerimizle gelen ve beyne ait bir mekanizmanın (limbik sistem), içinde yaşadığımız topluluk ve çevre koşulları ile beraber işlenen bu sorumluluk duygusunu, bilmeden (bilincimiz dışında) edinmiş olmalıyız. Bir başka deyişle, sorumluluk duygusu, beynimizin düşünen kısmına ait değildir. Bunun da anlamı, sorumluluk denen mekanizma, genellikle, düşündüğümüz için değil, limbik sistem (duygu sistemimizin olduğu beynimizin olduğu bölüm) tarafından gönderilen elektrik sinyalleriyle düşünen beynimizin (prefrontal lop) uyarılmasıyla, harekete geçmemiz şeklinde gündeme gelmektedir. Muhtemel ki, bir işi tamamlama içgüdüsü olarak da isimlendirebileceğimiz Zeigarnik Etkisi (Sorumluluk duygusu) öncelikle bireyin kendi fiziksel ve psikolojik sağlığı ve güvenliği açısından önemlidir. İkinci ve belki de daha önemlisi, içinde yaşadığı topluluğun, bu kişiye yüklediği (bilinç veya bilinçaltı) görevleri (sorumlulukları) eksik bırakmadan yerine getirmeye motive eden bir mekanizma olma düşüncesidir. Her ne kadar, sorumluluk duygusu günümüzde önemli bir kavram ise de, sorumluluk duygusunun esas fonksiyonel faydası, insanlığın ortaya çıkışındaki zamanda görülmüş olmalıdır. Birey, içinde yaşadığı gruba ait işbölümü sorumluluğunu almakla, kendi yaşamsal varlığını ve güvenliğini, grubun varlığını ve güvenliğinin bir parçasını üstlenerek sağlamış olmalıdır. Yani, kendi varlığı ve güvenliği, içinde yaşadığı topluluğun varlığı ve güvenliğine bağlıdır. Ancak bu, bilinç dâhilinde değil, sorumluluk duygusunu yöneten ve içgüdüsel olarak işleyen beyinsel bir mekanizma dâhilindedir. Söz gelimi avcı toplayıcı bir zamanda, erkekler, elde ettiği besini, eşi, çocuğu gibi bekleyenlerine götürerek bu sorumluluk döngüsünü tamamlamakta, böylece, sorumluluk, kendi dölünün de devamını sağlayacak bireylerin ve benzer üyelerin korunduğu bir mekanizmanın halkası olarak önümüze çıkmaktadır. Ayrıca, sorumluluk duygusu ile harekete geçen bu mekanizma, bireyin kendisini ve içinde yaşadığı grubu, tehlike veya tehdit altındaki durumlarda korumak adına bireyi, görev döngüsünü yarım bırakmadan tamamlamaya zorlayacaktır. (Sorumluluğunu yerine getirmek.)

Günümüzde ise bu tür sorumluluklarımızı yerine getirmemek, katı bir tehditten çok, söz gelimi bir işletmede görevini layıkıyla yapmayan bir memurun, amiri tarafından kınanması veya sene sonunda düşük maaş alması şekline dönüşmüştür. Keza, böyle bir tehdit, dersine çalışmadığı için üniversiteye giremeyip, iş bulamama(!) şekline dönüşmüştür.

Bazen de, gerek ebeveynlerin gerekse içinde yaşadığı toplumun, bireye yüklediği sorumlulukların taşıyamayacağı kadar fazla olması, kişide patolojilere de yol açabilir. Bazen de, bu tür sorumluluklar sistematik olarak bireye belli bir amaç doğrultusunda da yüklenebilir. Böyle durumlarda da, bireye göre, kendi grubunun dışındaki gruplar (kültürel) bir tehdit unsuru haline gelebilir. Birey, burada da, kendi sorumluluğunu yerine getirmek (verilen görevi tamamlamak adına) diğer gruba zarar verebilir. Görülüyor ki, “sorumluluk” dediğimiz kavram da, bulunduğumuz tarafa göre değişmektedir.

Ve yine, birisine verdiğimiz sözü yerine getirene kadar, taşıdığımız bu sorumluluk duygusu da aynı mekanizmanın bir parçası olarak görülebilir.

Özetle diyebiliriz ki, beynimizin duygusal formunu oluşturan ve bize sorumluluğumuzu hatırlatan beyin mekanizmasının (limbik sistem) gerek dış (çevre), gerekse iç (anılar, içsel motivasyonel unsurlar) etkenler ile uyarılması sonucu, bu kısımdan çıkan sinyaller (akson ve dendritler boyunca giden kalsiyum, potasyum, sodyum iyonları ve sinapslardaki nörotransmitterler) prefrontal yani beynimizin düşünen, karar alan kısmına ulaşır. Böylece, düşünen beyin, sorumluluk merkezinden aldığı emri yerine getirmeye, tamamlanmamış döngüyü tamamlamaya çalışır.

“Sorumluluk” denen kavram bir hissediş olup, bu mekanizma olmadan, düşünen beynimiz, ne kadar düşünürse düşünsün, bu sorumluluğu hissedemeyecektir. Şu halde, sorumluluk olarak, bir bireyden gerek kendisi için gerekse içinde bulunduğu toplumun beklentisi ölçüsünde yetişmediği veya yetiştirilmediği durumlarda o bireyi, sorumluluklarını yerine getirmediği gerekçesi ile suçlayabilir miyiz? Buna hemen cevap vermeden evvel, beynin düşünen kısmı ile duygu alanımızın bize yüklediği sorumluluk duygusu alanlarının farklı yerler olduğunu hatırlatmakta yarar var. Beynimiz ve Biz -1 deki gibi, beynin düşünen/karar alan kısmının sağlam olduğu ancak, ahlak ile ilgili değerlendirme yapan mekanizmanın hasarlı olması durumundaki örneğimizi de unutmayalım. O halde, sadece düşünebiliyor olmak yeterli mi? Ne dersiniz?

Buradaki  video kelimesine tıkladığınızda "tamamlanmamış", "eksik kalmışlık" duygusunu siz de yaşayacak mısınız? Bir deneyiniz.



Erol
Kaynak
"Sen komik bir çocuksun Nigel. İbadet de ediyorsun değil mi, O'na inanıyorsun?"

"O'na mı? Evet."

"O'nun zamanla değişmesi ne tuhaf. Ben daha çok küçükken," dedi Bruno, "Tanrı'yı büyük, boş bir şey olarak düşünürdüm, daha çok gökyüzü gibiydi, aslında belki de O gökyüzüydü, küçük çocuklara karşı tamamen bir iyilikseverlik, koruma, şefkat demekti. Annemin yukarıyı gösterdiğini, parmağıyla yukarıyı işaret ettiğini hatırlıyorum, muhteşem bir güvenlik ve mutluluk hissi duyardım. Hiçbir zaman İsa hakkında fazla düşünmedim, sanırım "onu" öylece kabul ettim. Benim sevdiğim, kendimi öylesine güvende ve mutlu hissetmemi sağlayan şey gökyüzünün yumurta şeklindeki o büyük boşluğuydu. Bir tür kıvrılma duygusu da veriyordu. Belki de yumurtanın içinde olduğumu hissediyordum. 

Daha sonraları, örümceklere bakmaya yeni başladığımda değişmişti. Biliyor musun Nigel, "Amaurobius" isminde bir örümcek vardır, bir oyukta yaşar ve yaz sonunda yavruları olur, derken donlar başlayınca ölür ve yavrular soğuklar geçene kadar annelerinin ölü vücudunu yiyerek yaşarlar. İnsan bunun rastlantı olduğuna inanamıyor. Bütün bunları Tanrı'nın düşündüğünü hayal ettim mi bilmiyorum, ama her nasılsa bu modelle bir ilgisi vardı, O, modelin kendisiydi, yaz geceleri el fenerimin ışığında izlediğim örümceklerdi O. Bir fevkaladelik, bir ayrılık vardı; bu örümceklerin olağanüstü hayatlarını yaşayışlarını görmek ilahi bir şeydi.

Ebru N. Celkan'ın senaryosunu yazdığı, Aslıhan Erguvan'ın yönettiği ve Mine Tugay'ın da oyunculuğunu yaptığı 10, 9, 8... adlı kısa film, Vicdan Filmleri kapsamında 2010 yılında çekilmiştir. Her ne kadar jürinin belirlediği ilk 20 film arasına girememişse de oldukça başarılı olduğu söylenebilir. Seveceğinizi umduğum bu kısa filmi izlemenizi tavsiye ederim.


Aldığımız kararlarda, irademize ne derece hâkim olabiliyoruz? Aldığımız kararlarda, biz mi beynimizi yönetiyoruz yoksa beynimiz mi bizi?

Düşüncemize yardımcı olmak üzere, konuya, felsefeci Philippa Foot ve Judith Jarvis’in ortaya attığı Vagon İkilemi (Trolley Dilemma) ile bakmaya çalışalım.

Bir tren yolunun yakınlarındasınız. Birden bire bir gürültü ile irkiliyorsunuz. İçinde, sürücüsünün veya kontrol eden bir kişinin olmadığı bir vagonun, tren yolu boyunca hızla yol almakta olduğunu görüyorsunuz. Bir bakıyorsunuz ki, ileride ve tren yolunun üzerinde beş işçi, sırtları, gelen vagona dönük olmak üzere çalışıyorlar. Şehrin gürültüsü nedeniyle, işçilere bağırıp sesinizi duyurup, onları uyarma şansınız da yok. Her hâlükârda vagonun altında kalacaklar. O anda fark ediyorsunuz ki, vagonu diğer raya geçirecek olan bir kolun (levye) hemen yakınındasınız. Eğer kolu çekerseniz, vagon, makas atlayarak diğer raya geçecek ve beş işçi kurtulacak. Ancak, fark ediyorsunuz ki, vagonu makas atlatarak gideceğini düşündüğünüz rayın üzerinde de gelen vagondan habersiz bir işçi çalışıyor. Onu da hiçbir şekilde uyarma şansınız yok. 

Bu durumda iki şeyden birini yapacaksınız. Ya hiçbir şekilde, vagonun makas atlayıp diğer raya geçebilecek kolu çekmeyecek ve böylece vagonun, yolu üzerindeki beş işçiyi altına alarak öldürmesine izin vereceksiniz ya da kolu çekerek, vagonun, makas vasıtasıyla diğer raya geçmesini sağlayacak ve beş kişinin hayatını kurtaracak, buna karşılık bir kişinin hayatını feda edeceksiniz. Hangisini seçerdiniz?
Yakın tarihin kara lekelerinden biri olan Bahriye Üçok'un katledilişinin 22. yılı bugün. Onu unuttuk. Ya da hiç tanımıyoruz. Belki yaşadığımız, belki üzerinden geçtiğimiz sokağa verilen isimden onu biliyoruz, ama kimdir, nedir pek bilgimiz yok.

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi bölümünde doçentlik yapan Bahriye Üçok, örtünmenin günümüz şartlarında artık bir zorunluluk olmadığını dile getiren aydın insanlardan biriydi. Eleştiri ve sorgulama kabul etmeyen İslam'ı çağdaş bir düşünceyle yorumlamak gibi bir hataya düşmüştü ve bunun bedelini canıyla ödedi.

İyi derecede Arapça ve Farsça bilen Üçok, "İslam'dan Dönenler", "Yalancı Peygamberler" ve "İslam Devletlerinde Kadın Hükümdarlar" adlı üç kitap yayımlamıştır. İrtica tehlikesi ve kadın hakları üzerinde duran ve kendi yaşamını "benim hayatım, tamamıyla mücadeledir" diye ifade eden Üçok, "laikliğin savunucusu ilahiyatçı" olarak tanınmıştır. Bu yüzden düşünceleriyle mütedeyyin kesimi rahatsız etmekte gecikmemiştir. (Onları rahatsız eden de hep fikirler değil midir?)

Türban konusunun tartışıldığı TRT'deki açık oturumda bu düşüncelerini dile getirince aylarca tehdit mesajları ve telefonları alır. Polis koruması altında olmasına ve evinin önünde güvenlik beklemesine rağmen, karanlık zihniyet ona ulaşmanın yolunu bulur. Üçok'a bombalı bir paket yollanır. Ancak öyle bir sinsi plandır ki bu, bomba kimsenin şüphelenmeyeceği iki adet ince kitabın içine yerleştirilmiştir. Kızı Kumru Üçok gelen ihbarnameyle kargo şubesinden pakedi alır ve ne trajikomiktir ki, kitabı teslim ederken "bomban geldi" diye annesine şaka yollu takılmayı ihmal etmez, alınan tehditler yüzünden hep böyle bir beklenti içinde olduklarına işaret edercesine. Bahriye Üçok pakedin zor açılmasından işkillenerek kızının uzaklaşmasını söyler ve ardından kızı aşağı kata iner. O sırada yukarıdan bir patlama sesi duyulur. Şaka gerçek olmuştur. O kadar güçlü bir patlamadır ki bu, bitişik bina bile hasar görmüş, toz dumandan geriye kol ve bacağı kopmuş bir beden kalmıştır. Üçok ağır yaralı olarak kaldırıldığı hastanede hayatını kaybeder.

Turan Dursun, Muammer Aksoy ve Çetin Emeç'in kurban gittiği, o meşum 1990 yılında karanlığa bir aydın daha verilmiştir. Neden diye sormadan edemiyor insan. Neden bir insan fikirleri yüzünden canından olur? İnsanoğlu hangi şartlarda sırf kendi öğretileri doğrultusunda düşünmediği için bir kişinin canını almak isteyecek noktaya varabilir?

Sadece bir yıl içinde üç aydının suikaste kurban gittiği, nice katliam yaşandıktan sonra bu nefreti besleyen motivasyonun oluşmasında toplumun geri kalanının sanki hiç suçu yokmuş gibi davranıldığı ülkemizin bugün temize çıkması, ancak bu tür olayların nedenlerinin sorgulanması ve dogmanın gerçek yüzünün görülmesiyle mümkün olabilir. Ama biz düşünen insanları "canlı" halde pek sevmeyiz.

Soner Yalçın'ın dediği gibi "Bugün Türkiye'de niye hep ölü aydın sevilir; Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Sabahattin Ali, Deniz Gezmiş, Musa Anter, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Hrant Dink vs... Dirisini cezaevine sokuyor, nefret ediyor. Ölüye özgürlük var sadece bu ülkede. Ne karmakarışık bir düğüm."



Kaynak