Werner Herzog'un yönettiği, 2011 yapımı, Into the Abyss (Uçuruma Doğru), 10 yıl önce Texas’da gerçekleşen ve birbiriyle bağlantılı olan 3 cinayet üzerine yoğunlaşıyor.  Filmde anlatıldığı üzere, Michael Perry ve Jason Burkett güvenlikli bir sitede yaşayan Sandra Stotler'ın Camaro marka arabasını çalmak için önce Stotler’ı, ardından oğlu Adam Stotler ve Adam’ın arkadaşı Jeremy Richardson’u öldürüyorlar. Polisle girdikleri çatışma sonrasında yakalan Perry ve Burkett’in çıkartıldıkları mahkeme Perry için idam, Burkett için ömür boyu hapis cezasına karar veriyor.

Filmin neredeyse tamamı Perry ve Burkett’in yanı sıra, her ikisinin aileleri, arkadaşları, kurbanların aileleri, infaz memuru, olayı araştıran polis memuru ve infaz sırasında idam mahkumlarına eşlik eden rahip ile yapılan röportajlardan oluşuyor. Röportajlara olay yeri inceleme vidyo kayıtları, infazın gerçekleştirdiği kurum, mahkeme sırasında verilen tanık ifadeleri eşlik ediyor. Herzog, filmin hiçbir sahnesinde görünmemesine rağmen, soruları ve yorumları ile filmdeki varlığının sürekli altını çiziyor.

Film daha başlar başlamaz, Herzog, idam edilmesine 7 gün kalmış Michael Perry ile yaptığı röportajda kendisine “ Hayat sana kötü kağıtlar dağıtmış, ama bu seni temize çıkarmaz, bu aynı zamanda seni sevmem gerektiği anlamına da gelmez. Ancak sana saygı duyuyorum ve hiç kimsenin başka bir kimsenin hayatını sonlandırmasını doğru bulmuyorum” diyerek söze başlıyor. Yani filmin ilk dakikalarında, yönetmen bize bulunduğu tarafı apaçık söylüyor. Herzog bunu yaparak, belgeselin bütün “nesnellik” ilkesini yıkıyor. Kendi duygu ve düşüncelerini bir tarafa bırakmadan, hatta konu üzerindeki görüşünü net bir şekilde ortaya koyarak taraf oluyor.

Werner Herzog, DOCNYC festivalinde verdiği röportajda yönetmenlerin tamamen tarafsız ve nesnel olması gerektiği görüşüne inanmadığını, kendisinin bir yönetmen olarak filmi “yönettiğini” zaten “yönetmesi” de gerektiğini söylüyor.

Her savaşın ardından
birileri ortalığı temizlemeli.
Az buçuk bir düzen
kendiliğinden kurulmaz

Birileri temizlemeli kürekle
yollardaki döküntüleri
ki ceset dolu arabalar
devam edebilsin yollarına

Birileri tıkanıp kalacak elbet
çamurlarda ve küllerde
parçalanmış koltuklarda, cam
parçalarında
ve kanlı bezlerin arasında

Birileri kütükleri bulup
dayamalı duvarlara
pencerelere cam takmalı
kapıları geçirmeli menteşelere

Kendiliğinden olmaz bunlar,
fotoğraflarda
yıllar, yıllar alır.
Tüm kameralar şimdiden
başka bir savaşa gitti.
EUGENIE: Ama değişik türde erdem var; örneğin, dindarlık konusunda ne düşünüyorsunuz?

DOLMANCE: Dine inanmayan biri için bu erdem ne ifade edebilir? Peki ya dine kim inanabilir? Haydi, sırasıyla akıl yürütelim Eugenie: İnsanı Yaratıcısına bağlayan ve var olduğu için bu yüce Yaratıcıya duyduğu minnetini ibadet yoluyla ona kanıtlamaya zorlayan anlaşmaya din diyorsunuz değil mi?

EUGENIE: Daha iyi tarif edilemezdi.

DOLMANCE: Pekâlâ! İnsanın, varlığını doğanın karsı konulmaz planlarına borçlu olduğu kanıtlanmışsa eğer; bu yerküre üzerindeki varlığının yerküre kadar eski olduğu kanıtlanmışsa eğer, demek ki insan da, meşe gibi, aslan gibi, bu yerkürenin böğründe bulunan mineraller gibi, yerkürenin varlığının gerekli kıldığı ve kendi varlığını kimseye borçlu olmayan bir üründür; aptallara göre, gördüğümüz her şeyin biricik yaratıcısı ve imalatçısı olan bu Tanrının, insan aklının nec plus ultra (varılabilecek en son nokta)'sından başka bir şey olmadığı, bu aklın kendi işlemlerine yardımcı olacak hiçbir şey bulamadığı anda yarattığı hortlak olduğu kanıtlanmışsa eğer; bu Tanrı'nın varlığının imkânsız olduğu ve her zaman eylem halindeki, her zaman hareket halindeki doğanın, salakların karşılıksız olarak vermekten hoşlandıkları şeye kendiliğinden bağlı olduğu kanıtlanmışsa eğer; bu hareketsiz varlığın var olduğunu varsaysak bile, tek bir gün bile işe yaramadığından ve milyonlarca yüzyıldan beri aşağılık bir atalet içinde bulunduğundan onun tüm varlıkların kesinlikle en gülüncü olacağı kesinse eğer; onun, dinlerin bize tarif ettiği gibi var olduğunu varsaysak bile varlıkların kesinlikle en iğrenci olurdu, çünkü yeryüzünde kötülüğü mümkün kılmıştır, oysaki o her şeye kadirliğiyle bu kötülüğü engelleyebilirdi... Demek istediğim, eğer tüm bunlar kanıtlansaydı, hem de tartışmasız gerçek olarak kanıtlansaydı Eugenie, bu durumda insanı bu aptal, yetersiz, acımasız ve acınası Yaratıcıya bağlayan dindarlığın pek gerekli bir erdem olduğuna inanabilir miydik?

Uzundur gece,
uzundur, ölemeyen
adam için, uzun süre
yalpa vurur çıplak bakışları
sokak lambalarının altında,
içkili soluğuyla körleşen gözleri
ve tırnaklarının altındaki et kırıntılarının
kokuları, uyuşturmaz her zaman, Tanrım,
uzundur gece.

Beyazlaşmıyor saçlarım,
çünkü ben, makinelerin rahminden çıktım
sürünerek, çamkatranı pembe bir çizgi
çekmiş alnıma ve saç örgüsüne,
saçlarda karbeyazı boğulmuş. Ama ben,
büyük reis, yürüdüm onçarpıyüzbin
ruhluk kent boyunca ve ayaklarım,
onçarpıyüzbin soğumuş barış çubuğunun sarktığı,
deri kaplı gökyüzünün altında kırkayaklar gibi
kaynaşan ruhlara bastı. Çoğu kez
meleklerin huzurunu istedim kendime,
bir de dostlarımın çaresizlik çığlıklarıyla
dolmuş av bölgelerini.
Kendimi ıskaladım. Uzun zamandır şöyle ağız tadıyla seyredemedim odamın uçsuz bucaksız duvarlarını. Posterdeki kıza âşık olup da sabaha kadar şarabın dibine vurmayı özledim. Pencereden bakarken, camın hangi tarafının içerisi, hangi tarafının dışarısı olduğunu karıştırmayı özledim. Çok özleyince, kendimi tutamayıp annemin odasına dalmayı, onu nedensiz öpmeyi özledim.

“Özledim” demek doğru değil aslında. “Nedensiz öpmek” de doğru değil. Adım gibi biliyorum bunları. Çünkü “özlemek” yanlış bir kavram. Özleyen, kendini özler yalnızca. Bir başkasını özlediğini iddia etmek, hayatı yanıltmaktır. Zamanı kışkırtmak ve asla geri dönemeyeceğini bildiğin günlerin ıstırabını yok saymak için kendine yalan yanlış bir duygu uydurmaktır. Özlemek ahlaksızlıktır.

Annen dâhil, herkesi nedensiz öpersin zaten. O yüzden bu kavram da yanlış. Nedenli öpmek diye bir şey yoktur ki nedensizi olsun. Her öpüş nedensizdir. Dudağın travmasıdır. Ölümden önceki son aşamadır. Çünkü bütün ölüseviciler ve kanun koyucular bilir ki, ölmeden hemen önce boşluğu öper insan. Karşılıksız ve tek taraflı öper. Çünkü boşluk, asla farkına varmaz öpüldüğünün.
1980’lerde, Kanada Sudbury’deki Laurentian Üniversitesi’ndeyiz. Michael Persinger ismindeki Kanadalı psikolog, elindeki motosiklet başlığına benzer bir cisimle, üniversitenin bodrum katındaki bir odada, belki de bu konudaki ilk deneyi yapmak üzere hazırlanıyor. Deneyde kullanacağı başlık (Transkranyal Manyetik Stimülatör-TMS), içindeki birçok kablo ve bobinler vasıtasıyla bir cihaza bağlı olarak, aşırı yüksek yoğunlukta manyetik alan yaymak üzere hazırlanmış. Amaç, başlığı deneyecek olan deneğin beyninin, bu dalgalardan etkilenerek, vereceği tepkileri gözlemek. 

Denek, rahat bir koltuğa oturtulur ve başlık (TMS) başına geçirilir. Deneğin gözlerine siyah camlı bir gözlük takılır, gözlüğün etrafı, gözlere hiçbir ışık girmeyecek şekilde bandajlanır. Odanın lambaları kapatılır. Uzmanlar, beyinsel faaliyetleri yan odadaki monitörlerden izlemek üzere deneği odada yalnız bırakır.

Deney başladığında, başlıkta yüksek yoğunluklu manyetik bir alan oluşur. İlk çalışmada, deneğin motor korteksi uyarılır. Motor korteks; beynimizin tepesinde olup, buradan giden beyin sinyalleri; el, kol, bacak, dudak, yanak gibi yerlerdeki kasları yönetir. Motor korteksin, yüksek manyetik alanla uyarılması sonucu, söz gelimi; parmağınız seğirir, omuzunuza biri dokunmuş gibi hissederiz veya bir silkinme hissi belirir. Benzer şekilde, beynin septum denen ve talamusun önündeki bir grup hücreyi bu cihazla uyardığınızda kişilerin yoğun bir haz yaşamalarına neden olur.
Kötülük problemi ya da şer problemi, din felsefesinde kötülük ile mutlak iyi olan bir Tanrı'nın varlığının nasıl bağdaştığı şeklindeki bir sorudur. Sorunu ilk olarak Epikür mantıksal bir formül ile ortaya koymuş, o zamandan beri de felsefe ile hiçbir ilişkisi olmayan kişilerden filozoflara kadar hemen herkesin zihnini meşgul etmiştir.

Problemin Sunuluşu ve Versiyonları

M.S. II. Yüzyılda yaşamış bir kilise babası olan Lactantius’un (ö. M.S. 340) aktarımına göre Epikür kötülük problemini bir ikilem biçiminde şöyle formüle etmiştir:

Tanrı, ya kötülükleri ortadan kaldırmak ister de, kaldıramaz; veya kaldırabilir, ama kaldırmak istemez; ya da ne kaldırmak ister ne de kaldırabilir, yahut da hem kaldırmayı ister hem de kaldırabilir. Eğer ortadan kaldırmak istiyor da kaldıramıyorsa, O güçsüzdür; ki bu durum Tanrı’nın karakteriyle uyuşmaz; eğer ortadan kaldırabiliyor fakat kaldırmak istemiyorsa, O kıskançtır; ki bu da aynı şekilde Tanrı ile uyuşmaz; eğer O ne ortadan kaldırmayı istiyor ne de kaldırabiliyorsa, hem kıskanç hem güçsüzdür, bu durumda da, Tanrı değildir; eğer hem ortadan kaldırmayı istiyor hem de kaldırabiliyorsa -ki yalnızca bu Tanrı’ya uygundur-, o zaman kötülüklerin kaynağı nedir? Ya da o kötülükleri niçin ortadan kaldırmamaktadır?
Epikuros

Problemin bir başka sunuluşu yüzyıllar sonra David Hume tarafından Din Üstüne Diyaloglar adlı eserinde Philo’nun ağzıyla şöyle yapılmıştır:

Tanrı kötülüğü önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor?
Öyleyse o güçsüzdür.
Yoksa gücü yetiyor da kötülüğü önlemek mi istemiyor?
Öyleyse o iyi niyetli değildir.
Hem güçlü, hem de iyi ise, bu kadar kötülük nasıl oldu da var oldu?
David Hume

Problem değişik versiyonlarla defalarca tekrarlanmıştır. Kötülük probleminin çok bilinen bir versiyonu da çağdaş filozof John L. Mackie tarafından ileri sürülmüştür:

Tanrı vardır.
Tanrı mutlak iyidir.
Tanrı herşeye kadirdir.
Kötülük vardır.

Yukardaki maddelerden herhangi üçünü kabul eden kişi, dördüncüsünü reddediyor olmalıdır. Yani:
  • Eğer Tanrı varsa (madde 1) ve mutlak iyiliği (madde 2) istiyorsa ve istediği herşeyi yapabilecek kadar güçlüyse (madde 3) , o zaman kötülük olmamalıdır.
  • Eğer Tanrı varsa (madde 1) ve sadece iyiliği istiyorsa (madde 2), fakat dünyada kötülük varsa (madde 4) o zaman Tanrı istediğini yapamıyor demektir, böylece Tanrı herşeye kadir değil demektir.
  • Eğer Tanrı varsa (madde 1) ve herşeye kadirse (madde 3) ve kötülükte varsa (madde 4), o zaman Tanrı kötülüğü yaratmıştır, o zaman Tanrı mutlak iyi değildir.
  • Son olarak, eğer Tanrı aynı zamanda mutlak iyi (madde 2) ve herşeye kadir (madde 3) ise ve buna rağmen kötülük varlığını sürdürüyorsa (madde 4), o zaman böyle bir Tanrı varolamaz.


Çözüm Yolu Olarak Teodise

Din felsefesinde, bu sorulara cevap bulma çabasına genel olarak "teodise" denilmiştir. "Teodise" kavramı, Grekçe'de Tanrı (Grek. theous) ve adalet (Grek. dike) anlamına gelen iki kelimenin birleştirilmesinden oluşmuştur ve "Tanrı savunusu", "Tanrı'yı haklı çıkarma" anlamları taşır. Din felsefesinde teodise, kötülük olgusu karşısında Tanrı'nın adaleti ve haklılığını savunmak "kötülük problemi karşısında Tanrı'yı savunma" anlamı taşır. Kavramı ilk olarak kullanan Leibniz olmuştur. Leibniz, Prusya kraliçesine ithaf ettiği kitabının adını "Theodizee" (Ing. Theodicy) koymuş, kitabında dünyanın "mümkün dünyaların en iyisi" olduğu görüşünü savunmuştur.

Kötülük problemi bir dizi teolojik sorun yarattığı için birçok filozof önce "kötülük" kavramını sınıflandırmaya çalışmıştır. Leibniz'e kadar, özellikle de hristiyan düşünürler, iki tür kötülükten söz etmiştir:

Doğal kötülük ya da fiziksel kötülük: Çağdaş hristiyan teolog John Hick'e göre "hastalık yapan bakteriler, depremler, fırtınalar, kuraklıklar, kasırgalar ve benzeri durumlarda, insan eylemlerinden bağımsız olarak meydana gelen kötülükler" bu gruptan sayılır.

Ahlaki kötülük: Savaş, zulüm, soykırım, kıskançlık, aldatma, yalan, adâletsizlik, acımasızlık vb. insan kaynaklı kötülüklerdir.

Bu sınıflandırmada ahlaki kötülüğün sorumlusu olarak insanın kendisi ve özgür iradesi gösterilmiş, tartışma "doğal kötülük" kısmında süregelmiştir. Leibniz bunlara daha sonra bir de "Metafizik Kötülük" ekleyecektir. Çağdaş teologlar kötülükleri bugün de kaynaklarına göre benzer şekilde sınıflandırmaya devam ederler.

Platon'da Teodise


Felsefe tarihinde bilinen ilk teodise girişimi Platon'a aittir. Sonradan geliştirilen birçok teodise düşüncesinin izleri Platon'un teodise düşüncesinde bulunabilir. Platon evrendeki kötülüğün kaynağı olarak Tanrıyı/tanrıları görmez, başka şeyler kötülüğün kaynağı olmalıdır:

O insanlarla ilgili olarak meydana gelen bazı şeylerden sorumludur; fakat onlarla ilgili çoğu şeyin sorumlusu O değildir. O, her şeyin sebebi değil, yalnız iyi olanın sebebidir. Kötü olan şeylerle ilgisi yoktur. Tanrı iyi olduğu için, insanların başına gelen her şey, çoğumuzun sandığı gibi, ondan gelmez. Yalnız iyi olan şeyler Tanrıdan gelir... İyi olan şeyler de, kötülüklerden daha az olduğuna göre, Tanrı’dan çok değil, az şey gelir bize...
Bu nedenle kötü şeyler için başka sebepler aranmalıdır. Bunların Tanrı’dan geldiği söylenmemelidir.
Platon, Devlet

Platon, maddeyi de kötülüklerin kaynağı olarak görmez, daha çok Kötü Ruhları kötülüklerden sorumlu tutar gibidir. Örneğin Timaeus'da, "Tanrı dünyayı mümkün olduğu kadar kavranabilen varlıkların en güzeline ve her bakımdan en kusursuzuna benzetmek istedi…" der. Ancak Yeni-Platonculuğun kurucusu Plotinus'dan baslayarak Platoncu düşünürler kötülüğün kaynağı olarak maddeyi görmüşlerdir.

Irenaeus'da Teodise

Irenaeus (MS. 130-202), yaratma konusunu ele alan Hristiyan Kilise babalarının ilkidir. Iraneus'a göre Tanrının insanı yaratması evrimsel bir tarzda ve iki aşamadan oluşur. Birinci aşaması Tanrı'nın imgesi (image of God) aşamasıdır. İkinci aşama ise Tanrı'nın benzerliği (likeness of God) aşamasıdır, ki bu aşama henüz sonlanmamış, sürmektedir. Iraneus'a göre Tanrı, insanı Tanrı'ya giden manevi bir yolun henüz başında kusurlu ve mükemmellikten uzak olarak yaratmıştır. İnsana mükemmel olma potansiyeli verilmiştir, ancak bunun için insanın duyma, inceleme, akıl yürütme, anlama ve yorumlama aşamalarından geçerek ahlaki ve bilge bir varlık haline gelmesi gerekir. İnsanın iyilikleri kazanabilmesi için kötülüklerle ve sıkıntılı durumlarla yüzleşmesi gerektiği için Tanrı ile arasında bir bilişsel mesafe (epistemic distance) konulmuştur.

İnsan, başta, yaratılmamış bir Tanrı’nın imgesi ve benzeri olarak ortaya çıkarılmış – Baba her şeyi güzelce planlamış ve Kendi emirlerini vermiş, Oğul bunu uygulamaya koymuş ve yaratma işini gerçekleştirmiş, ruh da bunu sağlamlaştırmış ve (yaratılanları) çoğaltmış ve böylece insan ise her gün bir az daha gelişim geçirmiş ve yaratılmamış Bir olana yakın bir mükemmelliğe doğru yürümüştür. Zira Yaratılmamış olan mükemmeldir, bu da Tanrı’dır
Irenaeus, Against Heresies

Iraneus'un teolojisi bugün yaygın olan hıristiyan teolojisinden belli farklılıklar gösteririr. Augustinus teolojisine hakim olan "insanın düşüşü", "ilk günah", "kefaret" gibi kavramlar İraneus teolojisinde etkili değildir. Irenaeus mânevi evrim düşüncesi için benimsediği özgür irade anlayışında Augustine'den çok farklı düşünmemekte, fakat bu özgürlüğü ileriye yönelik bir amaç olarak tasarladığı için Augustine`in günah (geçmişe yönelik) fikrinden ayrılmakta ve daha optimistik çizgiye yaklaşmaktadır. Iraneus'un Augustinus'dan çok daha önce geliştirdiği bu teodise anlayışı 20. yüzyılın hıristiyan teologlarından John Hick tarafından revize edilerek savunulmaktadır.

Augustinus'da Teodise

Ortaçağ hristiyan düşüncesini derinden etkileyen filozoflardan olan Augustinus'a (MS. 354-430) göre Tanrı insani kendisinde hiçbir günah olmaksızın yaratmıştır ve onu kötülüklerden yalıtılmış bir dünyaya yerleştirmiştir. Ama insan Tanrı vergisi özgürlüğünü bilerek kötüye kullanmış ve günaha düşmüştür. Bütün insanlar Adem'in günahı yüzünden lanete uğramıştır, Tanrı hepimizi sefalete terk edebilecek iken, sırf iyi olduğu için içimizden bir kısmını kurtarmaktadır. Bazı insanlar bu nedenle ancak Tanrı’nın lütfuyla affedilecek, diğerleri cezaya tabi tutulacaktır. Görüldüğü gibi Augustinus'un teodise felsefesine hristiyanlığın insanın düşüşü, ilk günah ve kefaret gibi konular egemendir. Ayrıca Augustinus’a göre, gerek varlığın kötü fonksiyonundan kaynaklanan kötülük, gerekse de günaha karşılık gelen cezadan kaynaklanan kötülük, evrende ahenksizliği değil, ahengi doğurur. Öyle ki bu dünya, üzerinde hiç kötülük olmayan bir dünya kadar iyi ve güzeldir.

Augustinus Plotinus'a benzer şekilde kötülüğü, madde ile açıklamaya çalışır. Ona göre kötülük, iyiliğin yokluğudur. Tanrı saf ve nihai iyiliktir, mutlak ve değişmezdir. Ancak Tanrı'nın yarattığı evren "yokluk"tan yaratılmıştır, değişkendir ve maddenin oluşumu iyiliğin eksikliğinden, Tanrı'daki gibi saf ve mutlak olmamasındandır. Evrenin kendisi de aynı Tanrı gibi iyilikle doludur ama herşey aynı oranda iyilik içermez. Varlıklarda bir hiyerarşi vardır ve bu hiyerarşinin en üstünde en iyiler bulunur. Güneş, ay, yıldızlar, melekler, insanlar, kuşlar, balıklar, ışık ve karanlık hep iyidir. Ancak hiçbiri Tanrı kadar mükemmel değildir, farklı seviyelerde dururlar. Ayın güneş kadar parlak olmasını istemek nasıl doğru değilse, her varlığın mutlak iyi olmasını istemek de doğru değildir.

Augustinus'a göre deprem, fırtına, salgın hastalıklar gibi doğal kötülükler insanların işlediği günahların cezai sonuçlarıdır. Fakat bu cezalar adil olduğu için evrenin mükemmelliğini bozmaz.

Damak zevki bozulmamış birine lezzetli gelen ekmek, damak zevki bozulmuş birine lezzetli gelmeyebilir; gözleri sağlıklı birine ışık hoş gelirken hastalıklı gözlere acı verebilir. Aynı şekilde senin hakkaniyetin dürüst olmayan kişilere hoş gelmez: haydi haydi iyi olarak yaratmış olduğun ve aşağı seviyedeki yaratıkların bir bölümü ile uyum içinde bulunan bir engerek ve bir küçük yer solucanı da hoş gelmez. Kötüler bu aşağı bölgelere daha çok uyum sağlayarak sana (Tanrı) olan benzerliklerini yitirirler; tersine sana daha çok benzemeye çalışanlar ise, üstün yaratıklarınla daha çok uyum içerisine girerler. Kötünün ne olduğunu aradım ve onun bir töz olmadığını keşfettim, kötülük yüce tözden yâni Tanrım, senden yüz çeviren, bu içten zenginlikleri reddeden, daha aşağı seviyedeki şeylere dönerek dışarıda gururla şişinen bir irâdenin ahlâk bozukluğudur
Augustine, İtiraflar

Leibniz'de Teodise


Leibniz kötülük problemine çözüm önerisini "mümkün dünyalar teorisi" adı verilen bir teori ile açıklar. Buna göre Tanrı mümkün dünyaların en iyisini yaratmıştır. Mümkün olanın en iyisini yaratabilmek için bir takım kötülüklere göz yummak zorundadır.

Leibniz'de Tanrının yaratması Augustinus'taki gibi "yoktan yaratma" olmayıp, Platonculardaki "varolan maddeden" yaratmaya benzer. Ancak Leibnizde "madde" değil "monadlar" vardır. Tanrı ezeli, sonsuz sayıda ve bölünemeyen monadlar arasından uygun gördüklerini aktifleştirir. Yani yaratma, kuvve halindeki ideaları fiil haline geçirmektir. Tanrı bu işlemi yaparken sonsuz sayıda alem yaratma olanağına sahiptir. Tanrı bu mümkün alemler arasında son derece hassas bir hesap yapmış, bizim anlayamayacağımız kadar çok detayı gözönünde bulundurmuş ve sonunda mümkün olan dünyaların en mükemmelini yaratmaya karar vermiştir. Ancak varlıklar eksik şeylerdir, eksiksiz olan tek şey Tanrıdır. Eğer varlıklar eksiksiz olsalardı onlar da Tanrı olurdu. Bu yüzden eksikli olan şeylerden yaratılan bir dünyada kötülüğün olması doğaldır. Bunun nedeni Tanrı değildir, varlıkların eksik ve kusurlarıdır. Yani “varlıklar” yetkinliklerini Tanrı’dan, yetkinsizliklerini ise sınırsız olmaya gücü yetmeyen kendi tabiatlarından almaktadırlar.

Görüldüğü gibi, Leibniz’de bir şey Tanrı yarattığı için iyi olmayıp, iyi olduğu için Tanrı onu yaratmıştır(bu tartışma için Euthyphro ikilemi'ne bakınız). Yani iyilik yada ahlaki olan Tanrıdan bağımsız olarak vardır. Leibniz "madem ki mümkün dünyaların en iyisinde bile kötülükler olacaktı, o halde Tanrı bu dünyayı niye yarattı" şeklindeki bir soruyu kendisine sorar ve varoluşun, varolmayıştan daha iyi olduğu cevabını verir. Leibniz'e göre Tanrı, bu dünyayı yaratmak zorunda değildi, ama eğer yaratmasaydı hiçbir şey varolmayacaktı. Yaratırken, bütün nomadlar varolmak için yarışa girdikleri için en iyisini bulmak şeklinde bir ahlaki zorunluluk altındadır.

Leibniz’e göre, evrenin düzenini biraz anlayabilseydik, onun en bilge insanların istediklerini bile geçtiğini, onu olduğundan daha iyi kılmanın imkanı olmadığını görürdük. Ayrıca ona göre hiç kötülük olmayan evrenin yaratıcısına inanmak ve O’nu sevmek her kişinin harcıdır. Önemli olan kötülüklerle birlikte Tanrı’yı sevmektir.

Aydınlanma Çağı ve Teodise'nin Eleştirisi

18. yüzyılda gelişen aydınlanma çağı teodise anlayışına karşı sert eleştirilerin ortaya çıkmasını da beraberinde getirdi. Voltaire, Leibniz'in "mümkün olan dünyaların en iyisi" felsefesini yerden yere vuran Candide adlı ünlü hicvini yayınladı. Eser'de Leibniz felsefesini savunan Pangloss iki arkadaşı ile birlikte dünyayı dolaşıyor ve başlarına sayısız felaket geliyordu. 1755 yılında gerçekleşen Lizbon depremi de Avrupa aydınını derinden sarstı. David Hume "Dinin Doğal Tarihi" adlı eserinde dinlerin ortaya çıkış nedenlerine ilişkin ilk sosyolojik açıklamaları yapıyor ve şöyle diyordu: "Din ve Tanrı konusu bütünüyle bir bilmece, açıklanamayacak bir gizemdir. Buna dair en titiz arayışımızın tek sonucu korku ve belirsizliktir. Bu nedenle herhangi bir apaçık hüküm ortaya koymak mümkün değildir."[12] Diderot, d’Holbach gibi Aydınlanma düşünürleri, Voltaire’in ve Hume’un şüpheci tutumlarından da etkilenerek Ortaçağ sonrası devam etmekte olan baskın Hıristiyanlık inancının etkilerini silmeye çalıştılar

Hume'un Teodise Eleştirisi

David Hume, Doğal Din Üzerine Söyleşiler adlı kitabında bu konuyu ele alır. Kötülük problemini fiziksel, ahlaki, psikolojik boyutlarıyla ele alır ve iki önermenin üzerinde ısrarla durur. Birincisi evrenin sanıldığı gibi düzenli olmadığı, ikincisi de bir düzenin olduğu kabul edilse bile bu düzenden hareketle Tanrı düşüncesine gidilemeyeceğidir. Hume teodise girişimlerini çürütmekle yetinmez, tümüyle alaya alır:

Biri, evrenin bir zaman tasarı gibi bir şeyden çıktığını söyleyebilecek ya da kestirebilecektir. Fakat bu noktanın ötesinde tek bir şey bile söylemeyecek ve teolojisinin her bir noktası, son derece geniş bir hayal ve varsayma boşluğuyla saptanmaya bırakılacaktır. Böyle bir kişinin bilebileceği kadarıyla bu dünya, üstün bir ölçütle karşılaştırıldığı zaman çok kusurlu ve yetkinlikten pek uzaktır. Bir çocuk tanrının ilk denemesi olabilir. Aksak işçilikten utanıp belki onu, sonradan yüzüstü bırakmıştır. Evren, yalnızca bağımlı, aşağı düzeyde bir Tanrısal varlığın eseri olabilir. Belki üstlerinin alay konusudur. Yahut çok yaşlanmış bir tanrının bunaklık çağının bir ürünüdür de aldığı ilk hız ve etkin atılışla, onun ölümünden beri kendi başına bir macera yaşamaktadır.

Hume evrenin bir makineye benzetilmesine ve makinenin nasıl bir yaratıcısı varsa, evrenin de Tanrı tarafından yaratıldığı düşüncesini mantıksız bulur. Hume'a göre bu argümanda içiçe iki hata vardır. Hem evrenin makineye benzetilmesi hatalıdır, hem de makinenin olduğu gibi evrenin de bir yaratıcısı olduğu hükmü.

Kant'ın Teodise Eleştirisi

David Hume'u hariç tutarsak, Leibniz'in teodisesi başta olmak üzere bütün teodise anlayışlarına en dikkate değer eleştiriyi Kant yapmış, hatta direk teodise eleştirisini konu alan bir makale yayınlamıştır. Makale "Tüm Felsefi Teodise Teşebbüslerinin Başarısızlığı Üzerine" (Ing. "On The Failure of All Attempted Philosophical Teodicies") adını taşır.[15] Kendine özgü bir hıristiyanlık anlayışı olan Kant, önce teodiseleri "Kuramsal Teodiseler" ve "Otantik Teodiseler" olarak gruplandırır. Kutsal Kitap'taki alegorik Eyüp kıssasını otantik teodiselere, felsefecilerin ürettikleri teodiseleri ise kuramsal teodiselere örnek gösterir. Teodise savunması yapanları "tanrının avukatı", savunmanın kendisini de "dava" olarak tanımlar. Kant'a göre bu dava bir "akıl mahkemesi" (Ing. the tribunal od reason) yada "felsefe mahkemesi" (Ing. the tribunal od philosophy) önünde görülmektedir. Kant tanrının bu sözde avukatlarının belli konuları açıklığa kavuşturmaları gerektiğini söyler. Açıklığa kavuşturulmasını şart koştuğu 3 nokta şunlardır:
  1. Ya dünyadaki gâyeliliğe aykırı olan şeylerin aslında öyle olmadığını kanıtlamalıdır.
  2. Ya aykırı olduğunu itiraf etmeli, fakat neden öyle olduğunu açıklamalıdır.
  3. Ya da son olarak, Tanrı`nın mutlak güç olduğunu fakat kötülük türü olayların sebeplerinin Tanrı`dan olmadığını, bilakis, insan veya insanüstü ruhlar gibi, iyi ve kötü başka bir sorumlu varlığın olduğunu kanıtlamalıdır.
Sonuçta Kant' göre tanrının avukatları "felsefe mahkemesi"ndeki bu "dava"yı kaybederler. Kant, ilahi hikmet ile kötülük gerçeğinin uzlaştırılamayacağı sonucuna varır. Tanrı düşüncesine bağlı olan Kant'ın bu sonuca ilişkin açıklaması ise insan aklının böylesi aşkın bir sorunu çözebilecek yetenekte olmadığı şeklindedir. Kant'a göre insan, aşkın olan bir yüce varlığa teslim olmalı, insan aklının sınırlarını aşan konuları çözemeyeceğini bilmelidir. Kant, o güne kadar yapılan teodise savunularının felsefesi olarak yetersiz olduğunu göstermiş, onları sert şekilde eleştirmiş, ancak kendisi de sorunu çözecek bir açıklama yapmayıp, sorunun çözülemez olduğunu ileri sürmüştür.

Schopenhauer'un Teodise Eleştirisi

Schopenhauer da hocası olan Kant gibi kötülük probleminin teodise girişimi ile çözülemeyeceğini ilan eder. Çünkü ona göre her an, her yerde maruz kaldığımız bu problemin kökten bir çözümü mevcut değildir. Bu problemi teodise ile açıklamak bizi bir adım ileriye götürmemektedir. Çünkü var olan kötülüğün bir Tanrı tarafından yapıldığını ya da yapılmadığını formüle etmek, kötülüğün varolmasını engellememektedir der. Schopenhauer teodise ile çözülemeyeceğini düşündüğü kötülük probleminin asla tam olarak ortadan kaldırılamayacağını, ancak yaşama isteğinin yönlendirmesiyle ona tahammül edileceğini ve bu tahammülün ise sanat, ahlak ve sevgi yoluyla olacağını söyler.

Problemin Biçim Değiştirmesi

Schopenhauer ile birlikte kötülük problemi başlangıçtaki ele alınış biçiminden kopmaya başlar. Başlangıçta sorun "kötülük" ile "Tanrı" arasındaki bir sorun iken giderek "kötülük" ile tek tek insanlar arasında bir sorun haline gelmeye başlar. Schopenhauer, Kierkegaard ve Nietzsche için artık sorun kötünün varlığını, nedenini ve kaynağını açıklamak, yeni bir çözüm göstermek haline gelmiştir. 19. yüzyılda Nietsche ve Kierkegaard'ın uğraştığı Nihilizm biçim değiştiren bu sorunu çözümleyebilmek için yapılmış bir girişim gibidir. Nietsche bu girişimi şöyle açıklar:

Nihilismin ön şekli pesimizmdir. Pesimizm, mantığın gücüyle zıtlıkları ortaya koyar; bir gerginlik durumu yaratır. Yüksek değerlerin altında bir ahlak sistemi bulundukça ve sistem geçersizleştikçe değerler hayatı yönetecekleri yerde, ondan yüz çevirmeye başlarlar; Pesimizmin gerginlik durumu nihilismi, değerlerin kökten reddedilişini hazırlar.

Aydınlanma çağı ile birlikte teodise girişimleri yoğun bir saldırı altında kaldı ve büyük felsefecilerden ağır darbeler yedi. Ancak bugün de çeşitli teodise girişimlerinin olduğu görülmekte. Çağdaş teodise girişimlerine örnek olarak Alvin Plantinga ve John Hick gösterilebilir.

Kaynak
Richard Phillips Feynman, 1918–1988 yılları arasında yaşamış, 20. yüzyılın en önemli fizikçilerindendir. Kuantum elektrodinamiği üzerindeki çalışmaları nedeniyle 1965'de Julian Schwinger ve Sin-Itiro Tomonaga ile beraber Nobel Fizik Ödülüne layık görülmüştür. [1]

Feynman'ı diğer birçok fizikçiden ayıran yanı, birçok meslektaşının aksine yaratıcılığa önem vererek, öğrencilerinden kopmaması, hayata bir bütün olarak bakarak fiziği eğlenceli hale getirmesidir. Hoş, belgeselde fizik üzerine çalışmalar yapabilmek için bazı bencillikler yaptığını itiraf etse de, Feynman'ın hayatı bir bütün olarak ele alındığında bizim anladığımız bencillikten daha farklı olduğu görülebilir.

Feynman'ın düşüncelerine bir örnek olması açısından Eminim Şaka Yapıyorsunuz Bay Feynman adlı kitabından bir alıntıyı buraya aktarmak isterim:

"1940’larda Prinston’dayken İleri Çalışmalar Enstitüsü’nde çalışan büyük kafalara neler olduğunu görüyordum. (İçinde Aynştay’nın da olduğu bilim konseyi) Bu kişiler enstitü için özel olarak seçilmiş büyük beyinlerdi ve orman yanında kendilerine ayrılmış özel evlerde otururlardı. Ders vermezlerdi. Hiçbir sorumlulukları yoktu. Bu zavallı piçler öylece oturup, kendi kendilerine bol bol düşünürlerdi. Tamam mı! Bir süre hiçbir fikir üretemezler: Bir şey yapmak için her tür imkanları vardır ve hiçbir fikri üretemezler. İnanıyorum ki böyle bir durumda içinize bir suçluluk ve depresyon kurdu düşer ve fikir üretememek sizi üzmeye başlar. Bu durumu değiştirmez. Yine hiçbir fikir yoktur.

Hiçbir şey olmaz. Çünkü, hayatlarında gerçek bir etkinlik ve meydan okuma yoktur. Gerçekte iletişimde olmaları gereken deneycilerden uzaktadırlar. Öğrencilerden gelecek sorulara nasıl cevap vereceğini düşünmezler. Her şeye uzaktırlar!

Bir sınıfta ders verirken çok iyi bildiğin en temel şeyler hakkında düşünme fırsatın olur. Bunlar eğlenceli ve zevklidir. Tekrar üzerinde düşünmenin hiçbir zararı olmaz. Bu temel şeyleri daha iyi ifade etmenin yolları var mı? Bunlarla ilgili yeni problemler bulunabilir mi? Ortaya bunlara ilişkin atılabilecek yeni fikirler var mı? Temel kavramlar hakkında düşünmek kolaydır. Yeni bir fikir oluşturamıyorsan da zararı yok. Önceki düşündüklerin de sınıfı için yeterlidir. Yeni bir şey düşündüğünde mutlu olursun. Çünkü aynı olaya farklı bir yönden bakabiliyorsundur.

Neticede anladım ki öğretmek ve öğrenciler hayatı canlı kılıyor. Bana severek kabul edilecek bir iş teklif edilse dahi, öğretmek unsuru içinde yer almıyorsa bu işi reddederim." [2]

"The Pleasure of Finding Things Out", Türkçe'ye "Bir Şeyler Keşfetmenin Hazzı" olarak çevrilebilir. Aslında bu, Feynman'ın, içinde kendisine ait düşüncelerinin, yazışmalarının, konferanslarındaki konuşmalarının olduğu bir kitaptır. Bu kitapla aynı adı taşıyan belgeselde ise kitapla paralel şekilde bu düşünceler, diğer bir deyişle Feynman'ın hayata bakış açısı işlenmiştir.

Feynman, belgeselin adında olduğu gibi, bir şeyler keşfetmenin verdiği hazzı anlatıyor. Babasının dünya görüşünü nasıl şekillendirdiğini, kariyerindeki seçimlerin ahlaki seçimlerine nasıl etki ettiğini parça parça hayata nasıl baktığını da anlatarak samimi bir şekilde bizlere aktarıyor.

Burada önemli olan, dünyaya ve hatta evrene tarafsız ve doğrudan bakabilmek. Bilimselliği bırakmadan dünyanın anlaşılamayacağını, bilimin şu an için elimizdeki en iyi ve dürüst araç olduğunu anlatan Feynman, sorgulayarak öğrenmenin ne denli önemli olduğunu, bir şeyi niteliksel olarak anlayamadan niceliksel olarak açıklamanın mümkün olmadığını, okullarda yapılanın sadece niceliksel bir ezberleme ile "başarı" kriterlerine uyulması gerektiği olduğunu söylüyor.

Belgesel zaten 50 dakika. Daha uzun bilgi vermek, belgeselin tamamını buraya aktarmak olur kuşkusuz. Ancak herhangi bir sebepten belgeseli izle(ye)meyecek olanlar için de belgeselden şu alıntıyı yapmayı görev bilirim:

"Eğer bilimin, ne olduğumuz, nereye gittiğimiz, bu kainatın anlamı nedir gibi harika sorulara cevap vermesini bekliyorsanız, bence hayal kırıklığına uğrayacak ve bu sorulara mistik cevaplar arayacaksınız. Bir bilim adamı mistik cevapları nasıl kabul eder bilemiyorum, çünkü asıl mana 'anlamak'tır, neyse bunu boşverin. Ben de anlamıyorum ama, bence burada yaptığımız şey keşfetmektir. Dünya hakkında elimizden geldiği kadar bir şeyler bulmaya çalışıyoruz.

İnsanlar bana: "Fiziğin nihai kanunlarını mı arıyorsun?" diye soruyor. Hayır, aramıyorum. Sadece dünya hakkında daha fazla bilgi edinmeye çalışıyorum. Eğer her şeyi açıklayan basit nihai bir kanun varsa, varsın olsun, bunu keşfetmek çok da güzel olur. Eğer dünya soğan gibi milyonlarca katmanı olan bir şeyse ve katmanlara bakmaktan usanırsak, elden bir şey gelmez. Ama doğasından dolayı ne olması gerekiyorsa ortadadır ve öyle ortaya çıkacaktır. Bu yüzden onu araştırdığımızda hakkında daha fazla bilgi edinmek dışında ne yapmaya çalıştığımıza önceden karar vermemeliyiz.

Neden daha fazla şey öğrenmek istiyorsun diye sorarsanız, eğer daha fazla şey öğrenmeye çalışırsanız, derin filozofik sorulara cevap bulursunuz. Hatalı olabilirsiniz. Belki de doğanın karakteri hakkında daha fazla şey öğrenerek bazı sorulara cevap bulamayacaksınız. Ama ben böyle yapmam. Fiziğe olan ilgim sadece dünyayla ilgili şeyler bulmak. Ne kadar şey bulursam o kadar iyi, keşfetmeyi seviyorum.
Ortada, hayvanlara kıyasla yapabildiğimiz yüzlerce şey hakkında çok sayıda kayda değer gizemler ve sorular mevcut. Fakat bu gizemleri cevabını bilmeden araştırmak istiyorum.

Her şeye rağmen, kainatla ilişkimiz ile ilgili uydurulan özel hikayelere inanamıyorum çünkü, çok basit, çok bağlı, çok yerel, çok köylü duruyorlar.

Yeryüzü, yeryüzüne geldi, Tanrı'nın bir sureti yeryüzüne geldi, unutmayın, ve dışarıda olan şeylere bakın. Hikayeler orantılı değil.

Her neyse, tartışmanın anlamı yok, tartışamam, sadece söylemek istediğim sahip olduğum bilimsel görüşlerin inançlarımı neden etkilediğidir. Bir şeyin doğru olduğu kanısına nasıl varıyorsunuz sorusuyla ilişkili olan bir başka şey daha var. Bu şey hakkında farklı dinlerin farklı teorileri olduğunu görüyor, ve merak etmeye başlıyorsunuz. Şüphe etmeye başladığınızda, -sanki şüphe etmeniz gerekiyormuş gibi bilimin doğru olup olmadığını sormuştun- hayır, neyin doğru olduğunu bilmiyoruz. Doğruyu bulmaya çalışıyoruz ve her şey muhtemelen yanlış.

Her şeyin yanlış olduğunu düşünerek dini anlamaya çalış. Bunu yaptığın anda, geri dönüşü olmayan bir şekilde uçurumdan kaymaya başlarsın,

Bilimsel görüşe veya babamın görüşüne göre, neyin doğru olduğuna, neyin doğru olup olamayacağını görmek için bakmamız gerekiyor. Bir kere şüphelenmeye başladığınızda ki bence ruhumun en temel parçalarından biri şüphe ve sorgulamaktır, ve şüphe duyup sorguladığınızda inanmak biraz daha güçleşir.

Gördüğünüz gibi, şüpheyle, belirsizlikle ve bilmeden yaşayabilirim. Bence bilmeden yaşamak, yanlış olan cevaplarla yaşamaktan çok daha ilginçtir. Farklı şeyler hakkında yaklaşık cevaplarım, olası inançlarım ve farklı kesinliklerim var, ama kesinlikle hiçbir şey hakkında emin değilim ve hakkında bilmediğim çok şey var.

Mesela, "Neden buradayız?" diye sormak bir şey anlam ifade eder mi? Ve bu soru ne anlam ifade eder? Bunun hakkında biraz düşünebilirim ve bir sonuca varamazsam başka bir şeyle uğraşırım. Ama bir cevaba sahip olmak zorunda değilim, bir şeyleri bilmemekten korkmuyorum.

Hiçbir amaç olmadan gizemli evrende kaybolmaktan korkmuyorum, ki şu ana kadar da öyle yaşadım. Bu beni korkutmuyor."

Hayyam



[1] İlk paragraf  Wikipedia'daki Richard Feynman başlığından alındı.
[2] Eminim Şaka Yapıyorsunuz Bay Feynman'dan aktarılan kısım, Ay Evrenkenti adlı sitedeki Yaratıcılık başlığından alındı.
Sosyal bir deneyimi konu alan 2008 yapımı Alman filmi Die WelleÜçüncü Hare adlı yaşanmış bir deneyi anlatan Die Welle adlı kitaptan uyarlanmıştır.

1967 yılında Kaliforniya'da yaşanmış gerçek bir olayı günümüz Almanya'sına uyarlayan film, faşizmin köklerine dair trajik bir hikâye olarak bir toplumda, özellikle de toplumun dinamiğine oluşturan ergenler üzerinde, her zaman otokratik bir sosyal grubun yaratılabileceğini göstermektedir. *

Filmin çıkış noktası, "Nazi Almanya'sı bir daha yaşanabilir mi?" düşüncesidir. Bilindiği gibi, siyasi otoritenin mutlaklığının, geçmiş dönemlerden modern devletin hüküm sürdüğü zamanlara değin azalarak varlığını sürdürdüğü düşünülmüştür. Özellikle 20. yüzyılın başlarında demokrasinin ve hiç olmazsa bir nebze insan haklarının oluşmaya başladığı düşünülerek artık büyük bir vahşetin yaşanmayacağı sanılırken Holokost olarak bilinen Yahudi Soykırımı olmuştur. Bu soykırım, faşizmin ne denli ciddi boyutlarda sorunlar doğurabileceğini göstermenin yanı sıra çağdaş ve modern etiketi adı altında vahşeti hayatlarından çıkardığı sanılan toplumların elverişli koşullar oluştuğunda birer cani olabileceğinin kanıtıdır. Nitekim Yahudi Soykırımı'nda herkes "görev bilinci" ile hareket etmiş, toplumun yararı gibi belirsiz bir düşünce zeminine gönülden bağlanarak yapılması gerekeni yaptıklarını düşünmüşlerdir. Diğer bir deyişle, rasyonel bir muhakemeyi bir kenara bırakıp tek tek bireylerin varlığından bağımsız olan bir kitlenin bekası için neyin doğru olduğunu belirleyen bir diktatörün gölgesinde hareket etmişlerdir.

Kuşkusuz, modern devlet anlayışının, demokrasinin ve hatta her türlü ilerici düşüncenin ötesinde bir gerçek olarak orada duran kitlelerin öz ruhu, ilkel birlik ve beraberlik düşüncesi gibi içinde güç, disiplin, yönetim ve lider barındıran oluşumları destekleme taraftarıdır. Dolayısıyla filmin de bizlere göstermeye çalıştığı gibi, kitleleri, bireylerin tek tek düşünce yapısından ve zekasından ayrı olarak ele almak ve en nihayetinde ilkel gibi görünen birçok soykırımın bir daha olmayacağını varsaymamak gerekmektedir.

Yukarıda kısaca değindiğim konuları oldukça başarılı bir senaryo ve oyunculuk ile bizlere sunan Die Welle, aynı zamanda böyle ağır bir konuyu gayet akıcı ve ilgiyi hep ayakta tutan üslubuyla işlemesi bakımından da takdir edilesi bir filmdir.

Hayyam



* İlk iki paragraf Wikipedia'daki Die Welle başlığından alınmıştır.