Beynimiz ve Biz: Ahlaki Yargılarımız Değiştirilebilir Mi?

7 Yorum

Bu makaledeki konumuz, Rebecca Saxe’ın kendisini bilim dünyasında öne çıkaran bir çalışması üzerine. Rebecca Saxe, Massachusetts Institute Of Technology (MIT) Beyin Bilimleri Bölümünde, Bilişsel Nörobilim üzerine çalışan bir doçent. Ayrıca, beyin üzerine araştırma yapan McGovern Enstitüsü’nün de bir üyesi. Kendisi daha çok, sinir ve sosyal biliş alanlarındaki çalışmalarıyla tanınıyor.

Beynimizde bir alan var ki, bu alanın görevi; karşımızdakinin ne düşündüğünü anlamaktır. Bu alan, beynimizin sağ tarafında ve sağ kulağımızın biraz üzerinde bir yere denk geliyor. Hemen söyleyelim ki, bu alan, mantık problemlerini çözerken kullandığımız bir yer değil. Burası kısaca RTPJ olarak adlandırılmış (Right Temporo Parietal Junction). Diğer bir ifadeyle, “sağ temporo-parietal kavşak”. Bu şekilde isimlendirilmesinin sebebi, adı geçen alanın beynimizin sağ yarıküresinde bulunması ve yine beynimizin bölümlerinden olan temporal ve parietal alanların birleşim yerinde bir kavşak alanda bulunmasındandır. 

Konumuza geçmeden evvel, altı-yedi yaşına gelene kadar çocukların beyin yapısında bu alanın henüz gelişmediğini, yapılan başka deney ve araştırmalarla gösterildiğini ifade edelim. Bizim buradaki yazımız, yetişkinler üzerine yapılan bir araştırma olacaktır.

Rebecca Saxe, anılan çalışmasında, aşağıdaki iki ayrı senaryoyu kurgulayarak, araştırmaya katılan deneklerin bu senaryolar karşısında ne tür tepki vereceklerini ölçmeye çalışmıştır.

Senaryo 1
Grace ve arkadaşı yeni açılan bir kimya fabrikasının tanıtım turuna katılmışlardır. (Senaryonun kimya fabrikasında geçmesinin sebebi, senaryoya konu olan malzemenin böyle yerlerde kolay bulunacağı düşüncesidir.) Grace ve arkadaşı bir kahve molası vermek isterler. Orada bulunan bir otomattan (kahve-çay makinesi) birer kahve alırlar. Ancak, kahveleri için şekerin olmadığını görürler. Bunun üzerine Grace, arkadaşına orada beklemesini, etrafta bir yerden şeker bulup döneceğini söyleyerek arkadaşının yanından ayrılır. Grace, fabrikada şeker ararken bir laboratuvara girer ve orada bir kavanoz görür. Kavanozun üzerinde “Ölümcül Zehir” yazmaktadır. Ancak, kavanozun üzerinde zehir yazıyor olsa da, birisi yanlışlıkla kavanozun içine “toz şeker” koymuştur ve Grace’in bundan haberi yoktur. Grace’in amacı, arkadaşını zehirlemektir. Kavanozdan bir miktar toz şekerini, “zehir niyetine” alarak, elinde kahve fincanı ile kendisini (Grace’i) bekleyen arkadaşının yanına döner. Grace, arkadaşını zehirlemek maksadıyla, beraberinde getirdiği ve zehir sandığı toz şekeri, arkadaşının kahvesine koyar. Arkadaşı kahveyi içer. Tabii ki, beklendiği üzere (kahveye konan, zehir değil de şeker olduğu için), Grace’in arkadaşı ölmez. Zaten arkadaşı da hiçbir şeyin farkında değildir. 

Senaryo 2
Senaryonun bu kısmında ise yukarıdaki senaryoda, molada olduğu gibi, Grace yine, arkadaşının kahvesine şeker bulmak için kimya fabrikasında dolaşmaya başlar. Grace bu defa da bir laboratuvara girer. Laboratuvarda bir kavanoz görür. Kavanozun üzerinde “toz şeker” yazmaktadır. Ancak Grace’in bilmediği bir şey vardır ki, birisi yanlışlıkla kavanozun içine toz şekere benzeyen “ölümcül zehir” koymuştur. Ve bu senaryo gereği, Grace’in, arkadaşını öldürmek gibi bir düşüncesi yoktur. Grace, kavanozun içindekini, üzerindeki yazıdan dolayı “toz şeker” sanmaktadır. Grace, beraberinde getirdiği ve toz şeker sandığı zehri, arkadaşının kahvesine koyar. Arkadaşı kahvesini içer ve ölür. 

İki senaryoyu özetlersek, birinci senaryoda Grace, arkadaşını zehirlemek maksadıyla zehir sandığı toz şekeri arkadaşının kahvesine koymuş, ancak arkadaşı beklendiği üzere ölmemiştir. İkinci senaryoda ise, Grace, toz şeker sandığı zehri, arkadaşının kahvesine koymuş ve arkadaşı ölmüştür. Daha açık söylemek gerekirse birinci senaryoda bir “kasıt” varken, ikinci senaryo, bilmeden yaşanan bir “kaza”dır.

Şimdi de sıra, bu senaryolar karşısında deneklerin ne tür tepki vereceklerini ölçmeye geldi. 

Deneklere, önce birinci senaryo okunur ve bu senaryo çerçevesinde Grace’in ne kadar suçlu olduğunu işaretlemeleri için, üzerinde 1 ile 7 arasında puan bulunan bir kâğıt verilir. Eğer denekler, Grace’in hiç suçunun olmadığını düşünüyorlarsa 1, tamamen suçlu olduklarını düşünüyorlarsa 7’yi işaretleyeceklerdir. Elbette ki, düşünceleri doğrultusunda, Grace’in suçluluk derecesinin, 1 ile 7 arasındaki herhangi bir puanın da işaretlenebileceği deneklere söylenir. Özetle, 1 ile 7 arasında uygun görülen bir puan, Grace’in suçluluk derecesini gösterecektir.

Hem birinci hem de ikinci senaryo için elde edilen sonuçlar, Rebecca Saxe tarafından kâğıda aktarılır ve şekildeki sütun grafik elde edilir.

Görüldüğü üzere, deneklerin puan ortalamaları grafiğe döküldüğünde, birinci senaryo gereği, arkadaşı ölmese bile, olayın içinde “kasıt” bulunduğu için denekler, 6 ortalama puanla Grace’i suçlu bulurken; ikinci senaryo gereği, tamamen “kaza” sonucu meydana gelen ölümden dolayı Grace’i ortalama 3 puan ile birinci senaryoya göre daha az suçlu bulmuşlardır. Zaten, beklenen de bu anlamda bir düşüncenin uygun olacağıdır.

Ancak, Rebecca Saxe, deneyi burada bitirmez. Bu defa deneye Transkranyal Manyetik Stimülatör kısaca TMS olarak isimlendirilen aleti dâhil eder. TMS; “Tanrı Başlığı /Transkranyal Manyetik Stimülatör” makalemizden de hatırlanacağı üzere, yüksek manyetik alan yayan ve beynin dış kabuğu olan korteks katmanını etkileyen bir alettir. Tabii ki Rebecca Saxe, anılan makaledeki gibi ilkelini değil, geliştirilmiş bir TMS cihazını kullanır.

Saxe’ın, deneyin bu kısmında yaptığı şey, deneklerin beyinlerinin RTPJ olarak isimlendirilen bölgesini TMS’nin yaydığı manyetik alan ile kısa sürelerle etkilemektir. Nihayetinde denekler, beyinlerinin RTPJ alanları TMS’nin manyetik alanı ile etkilenecek şekilde deneye devam ederler. 
Deneklere, TMS deneyiminden sonra yukarıdaki iki senaryo tekrar okunur ve her iki senaryo için Grace’in suçlanması konusunda fikirlerinin değişip değişmediği sorularak, deneklerden yeniden bir puanlama yapılması istenir. 

İlginçtir ki, TMS deneyimi yaşandıktan sonra, deneklerin ortalama fikirleri değişmiştir. Bu defa denekler, birinci senaryoda, “kasıt” olduğu halde Grace’i daha az suçlarken, ikinci senaryoda yaşanan ve tamamen bir “kaza” olduğu halde, ancak bu kazaya nedeniyle kişinin ölmesinden dolayı Grace’in daha fazla suçlandığı görülür. (Şekildeki kırmızı çubuklar)

Böyle bir şey olabilir mi? Ahlaksal yargımız böyle bir deneyle veya benzer çalışmalarla değiştirilebilir mi? Genel olarak, düşüncelerimizde özgür olduğumuz, aldığımız kararların sahibi olduğumuzu düşünürüz. Ancak gözden kaçırdığımız bir şey var: Düşüncelerimizi oluşturan malzemenin kendisi evrenin “maddesidir”.

Beynimizdeki sinir hücreleri, birbirleri ile dendrit ve akson denen uzantılarla bağlantı kurarlar. Bu bağlantılar, sinir hücreleri arasındaki haberleşmeyi sağlamak için tek başlarına yeterli değildir. Bu bağlantılar üzerindeki haberleşmeyi sağlayan akışkanlar; yemek tuzundaki Sodyum iyonu (Na), muzdaki potasyum iyonu (K), mermerdeki kalsiyum iyonu (Ca) gibi iyonlardır ve bunlar da günlük hayatımızdaki birçok madde gibi evrenin yapıtaşlarıdır. Düşüncelerimiz sadece dendrit ve aksonlar üzerindeki bu iyon akışları ile oluşmaz. Bunlara ilave olarak, sinir hücreleri arasındaki bağlantı yerleri olan sinaps denilen keseciklerde nörotransmitter adı verilen kimyasallar vasıtasıyla da meydana gelir. Söz gelimi bu nörotransmitterlerden biri olan dopamin de; hidrojen, karbon, azot ve oksijenden meydana gelmiştir.

Görülüyor ki, “soyut” olduğunu söylediğimiz düşüncelerimizin temeli evrenin kendi maddesidir. Ve nihayetinde bu maddelerin, TMS gibi yüksek manyetik alan tarafından etkilenmesi de son derece makuldür. Böyle olunca da bu etkinin bir kaynağı olarak metafizik anlayışa gerek kalmamaktadır. Aslında burada, evrenin kendi yapıtaşları birbirlerini etkiliyor diyerek deneyi özetleyebiliriz. (TMS’ye ait manyetik alanın, beyindeki iyon ve nörotransmitterleri dolayısıyla düşüncelerimizi etkilemesi). Bunun sonucunda, düşüncelerimizin de, manyetik alanın kuvveti çerçevesinde etkileneceği açıktır. Garip gibi görünen bir gerçek. Böyle bir konuya karşı göstereceğimiz tepki, bir başka deyişle düşüncelerimizin böyle bir durumda etkilenemeyeceği, bizlerin ne olursa olsun özgür düşüncede olacağımız ve düşüncelerimizin kendi kontrolümüzde olacağına dair kuvvetli inanç, kendimizi, insanoğlu olarak daima evrenin merkezine koyup (antroposentrik), her şeyden üstün tutmamızın bir eseridir. (İnananlar için Tanrı haricindeki bir üstün tutuş düşüncedir bu)

Biraz da Saxe’ın yaptığı deneyin teknik kısmından kısaca da olsa bahsetmekte yarar var. 

Şu sorulabilir: Peki, beynin, hangi düşüncelerimiz altında neresinin, hangi alanının çalıştığı nasıl anlaşılıyor? Evvelki makalelerimizden de hatırlanacağı üzere, düşünsel bir faaliyete girdiği zaman, düşündüğümüz konuya bağlı olarak beynimizin o alanına daha fazla kan gider. Bu ise, kandaki daha fazla glikoz ve oksijenin o alan tarafından tüketimi demektir. Bu ise o alandaki sıcaklığın artışı demektir. Bu veya benzeri özelliklerden faydalanarak, fMRI (fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme), PET (Pozitron emisyon tomografisi) veya başkaca cihazlar vasıtasıyla, beynin çalışma alanları belirlenmektedir. (Resimde, RTPJ alanının, deney esnasındaki faaliyeti görülmektedir) 

Rebecca Saxe, yukarıda bahsedilen yöntemler eşliğinde deneklerden elde ettiği verileri, ordinatta (dikey çubuk) Grace’in suçlanma puanları, absiste (yatay çubuk) ise fMRI tarafından elde edilen, beynin RTPJ alanının çalışma derecesini gösterecek şekilde grafik ortamına aktarır.

Grafikte, ordinatta (düşey çubuk) yukarıdan aşağıya indikçe, suçun daha fazla olduğu, absiste (yatay çubuk) ise soldan sağa gittikçe, beynin RTPJ bölgesinin daha fazla çalıştığı gösterilmektedir.

Sonuç olarak grafiği yorumladığımızda, beynimizin RTPJ alanı ne kadar çok çalışırsa, karşımızdakini o kadar fazla suçlamaktayız. Tabii ki bu deneye bakarak, bu alanın sadece karşımızdakini suçlamaya yönelik bir yapı olduğunu söyleyemeyiz. Ancak belli ki işlevlerinden biri de bu gibi görünüyor.

Belli ki beynimizin bu tür yapılarını, karşımızdakini sadece suçlamaya yönelik bir mekanizması olarak düşünmek doğru olmaz. Çünkü, her birey gibi insanoğlu, bir şekilde varlığını sürdürmek üzere doğanın programının bir parçasıdır. Böyle olunca da, beynimizdeki RTPJ gibi alanlar, karşımızdakinin niyetini anlayarak onun bizim için oluşturduğu tehdit için karar vermesi gibi görünüyorsa da, aslında bu alanın, karşımızdakinden kendimizi korumak için evrimsel bir mekanizmanın bir parçası olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. Hatta, biraz daha ileri giderek, beynimizdeki bu gibi alanların, geçmiş dönemlerde içinde yaşadığı gruba zarar verecek bireyleri, yine grubun kendisi tarafından ayıklanarak gruptan izole etmenin bir mekanizması olduğunu da öne sürebiliriz.

Makaledeki konuya geri döndüğümüzde, ahlaki kararlarımız, bu tür çalışmalarla etkilenebiliyorsa, gelecekteki teknoloji altında düşüncelerimizde ne derece özgür olabileceğimiz sorusunu sorabilir miyiz? Diğer taraftan, ahlaksal kararlarımızın etkilenmesine bakarak ve etkilenen şeyin aslında evrenin kendi malzemesi olduğunu da savımıza katarak, “düşünce” denen kavramın aslında evrenin kendi malzemesinden oluşan “soyut” değil ama “somut” bir işlevsel bir “örüntü” olduğunu söyleyebilir miyiz? Sizin düşünceniz nedir?

Erol

Kaynaklar:

7 yorum:

  1. son dönemde blogu okuma nedenlerimden biri. bu kadar güzel bir seri, blog yazarımızda alınmazsa, böyle internetin ücra köşelerinde yayınlanması çok üzücü.(genel olarak bu blogdaki çoğu yazı gibi) medyamızı da şarlatanlar ele geçirmişken, gazetelerde yazılan yazıların neredeyse hepsi çöp iken, trajikomik olarak böyle yazılar değer görmüyor... son olarak da zamanınız olduğu sürece seriye devam etmenizi ve yazılarınızın zevkle okunduğunu bilinmesini isterim.

    YanıtlaSil
  2. Yazı için teşekkürler. Dimethyltryptamine (DMT) hakkında neler bulabilirsiniz ?

    YanıtlaSil
  3. Sayın Adsız,

    Öncelikle nazik ve övgü dolu sözleriniz için ben kendi adıma teşekkür ederim. Düşüncelerimi biraz da bana bu makaleleri yazma şansı veren Sayın Hayyam adına da paylaşmış gibi olacağım ki, sanırım Sayın Hayyam bana, bu cüretimden dolayı kızmaz.
    Sayın Adsız, ben bir de şu bakış açısı ile düşünüyorum. Bir an düşündüğümüzde, siz, “internetin ücra köşesinde” bu bloğu ve blog içinde ilgilendiğiniz makaleleri gördünüz ve ilgilendiklerinizi okudunuz. Bu arada, tarafınızdan yanlış anlaşılmamak için hemen belirtmeliyim ki, “ücra köşe” ifadenizle, bloğu değersiz bir yapı olarak görmediğinizi; aksine bir deyişle, “keşke, daha da fazla okuyanı, ilgileneni olsaydı” şeklinde bir övgü ve değer katarak ifade etmek istediğinizi bildiğimi bu vesile ile söylemek isterim.
    Evet, bir an düşünün lütfen, internetin bir köşesinde olan bu bloğa siz, bir tesadüf, bir tavsiye, bir referans veya bir araştırmanızla ulaştınız. Tesadüf olarak ulaşmış dahi olsanız, anlıyorum ki, ilginiz çerçevesindeki makaleleri okudunuz. Şimdi ben size sormak isterim. Bu anlamdaki bir blog için, hem okuyanı, hem de nezaket çerçevesindeki değerini bildiren bir kişi olarak sizin değeriniz, bu blog için bir o kadar önemli ve bir o kadar değerli. Kıyıda köşede gibi görünen gerçekleri, sizler ve bizler ortaya çıkartıp yayıyoruz, bilgilendiriyoruz. Bu anlamda bakınca, sizin araştırmanız, ilgilenmeniz ve değer vermenizden dolayı ben size teşekkür ederim.
    Aslına bakarsanız, sizin de belirttiğiniz gibi, medyadaki konuların basitliğine takılıp, bu konuların takipçilerinin bir yığın olması, pek de bu kişilerin suçu değil gibi geliyor bana. Beyin ve zeka üzerine araştıralar yapan Jeff Hawkins isimli bilim insanının, aklımda kaldığı kadarıyla şöyle bir ifadesi vardı. “Bir çocuğu, ders çalışmak üzere onu masa başında oturmaya mahkûm etmek, çocuğa yapılan en büyük haksızlıktır. Çünkü o ve onun atalarının beyni, masa başında ders çalışmak için değil; avlanmak, kaçmak için koşturmak, etrafını tehlike olup olmadığı için incelemek, ilişki kurmak, oyun oynamak yani hareketli olmak üzere evrimleşmiştir.” Tabii ki bu cümleyi burada bir dayanak olarak göstererek, çocukların ders çalışmaması gerektiğini söylemek istemiyorum. Elbette ki, başka öğretim ve eğitim usulleri vardır. Ancak benin Jeff Hawkins’in bu sözlerini dayanak alarak söylemek istediğim; medyadaki basit bilgiler ile büyük bir yığının ilgilenmesinin sebebi, o yığının bir suçunun olmadığıdır. Çünkü, söylemimi ne derece ciddiye alırsınız bilmiyorum ama, beynimiz; araştırma yapmak, matematikle ve bilimle ve yeni şeyleri ortaya koymak için değil, aksine haz odaklı davranışları sergilemek üzere evrimleşmiştir. Bu yığının (yığın kelimesi ile bir “aşağılama” kastetmediğimi özellikle belirtmek isterim) öncelikle, zaten itiş kakış içindeki bu dünyada kalıcılığını, karnını doyurmak ve birbirimizi istemeden de olsa aşağılayarak üstte kalmaya çalıştığımız ortamlarda (otobüste, kuyruklarda hatta iş yerlerinde) savaşımı veren insanlar olarak, bu savaşımdan artan bir enerjimiz ve onu kullanacak bir bilgi birikimimizin olmamasından dolayıdır. Bu kadar bir kitlenin, sizin dediğiniz gibi bu anlamdaki medya ile ilgilenip hayata dair gerçeklerden uzak kalması, bence onların ilgisizliği gibi gelmiyor. Belki biraz kurgu gibi gelecek ama bir an şöyle düşünelim. Elimizde 10 adet zar olsa ve biz bu zarları atsak, hepsinin altı gelme ihtimali son derece azdır. Şu halde bunca kişinin bahsi geçen medyanın içeriği ile yetinmesi bir tesadüfün eseri olamaz diye düşünüyorum. Çünkü sistem o tarafa doğru itiyor. (Tabii ki bana göre). Hele bizler, bireyler daha küçükken onlara veremediğimiz eğitim ve onlara gösteremediğimiz ilgi alanları nedeniyle, aynı girdabın bir parçası oluyoruz. Yukarıdaki ifadeyle bağlantı kurarak, eğitim veremediğimiz kişilerden daha fazlasını beklemek, sanırım, masa başına zorla ders çalıştırılmak üzere oturtulan çocuk gibi bu topluluğa haksızlık etmiş oluruz diye düşünüyorum.

    YanıtlaSil
  4. Tabii ki esas haksızlık, toplumlara daha en baştan, önce sağlık olmak üzere, geleceğini garanti edecek bir ortam sağlamaya çalışmayan veya sağlamaya çalışanlara engel olanların bu haksızlığı yaptığı naçizane düşüncelerim olarak belirtmek isterim.
    Ama şu var ki, gerçekten, siz ve benzer araştırma düşüncesinde olanlar (bununla aynı düşüncede olmayı kastetmiyorum, elbette ki, farklı düşüncelerin zenginlik olduğunu ama sağduyu ile bu düşünceleri hayat geçiren kişiler olduğumuzu düşünerek) kıyıda bile olsa değerli addettiğiniz bir bloğa düşüncelerinizi yazmak, bizler için büyük mutluluktur. Ve ayrıca, sözlerinizi kendi adıma değerlendirdiğimde, bilgi dağarcığım ve bunları ilişkilendirme becerilerim yettiği ölçüde beni başka yeni yazılara motive etmiş olduğunuzu da belirtmek isterim.
    Saygılarımla

    YanıtlaSil
  5. Sayın Mücver,

    Yazımı okuduğunuz için ben size teşekkür ederim. Anladığım kadarıyla, konu ile ilgili kaynak göstermemi istiyorsunuz. Elimde, bahsettiğiniz konuyu içeren farmakoloji dalında bir kaynak olmadığı için size bir öneride bulunamayacağım. Ancak, ben de sizin gibi internetten bu tür bilgilere ulaşabiliyorum. Tabii ki, daha gerçekçi bilgilere elbette ki, üniversitelerin “edu” uzantılı adreslerinden elde etmek daha doğru gibi geliyor bana. Okuduğum kaynaklardan anlıyorum ki, Dimethyltryptamine (DMT) gibi konuları, psikiyatri gibi dalların dışında yorumlamaktan, kendi kariyerlerini tehlikeye atmamak için çekiniyorlar. Sanırım haklılar da.

    Size bir kaynak gösteremiyorum ama, zaten sizin çoktan okuduğunuzu düşündüğüm en azından konu ile popüler düzeyde ilgilenenlerin merakını gidermek için konuya ait bir yazıya ait bir linki aşağıdaki gibi vermeme vesile olduğunuz için teşekkür ederim. Benim bu konudaki düşüncelerimi sorarsanız. Ben de makaledeki görüşler çerçevesinde olduğumuz söylemek isterim.
    Saygılarımla.
    http://www.ateistforum.org/index.php?showtopic=47821

    YanıtlaSil
  6. Bu yazı dizisi bana çok şey kattı, ben de emekleriniz için çok teşekkür ediyorum ve çalışmalarınızın devamını diliyorum. :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim Sayın Danilov. Sizin memnuniyetiniz, benim için yeni yazılara bir anahtar bir ufuk oluyor.

      Sil