Kocası, unuttuğu evrakları almak için eve döndüğünde, Diane Fletcher, fayans zeminde neredeyse yirmi dakikadır baygın yatıyordu. Duş almak için girdiği küçük banyodaki ısıtma cihazından sızan karbonmonoksit, kanındaki hemoglobine bağlanmış ve genç kadının banyo zeminine yığılmasına neden olmuştu. Kocası gelmemiş olsaydı, belki de bir saat içinde ölmüş olacaktı.

Diane, komadan çıktığında, tam anlamıyla kördü. İskoçya’da, St. Andrews Üniversitesi’nde nöropsikolog David Milner’in yaptığı testlerle de bu doğrulanmıştı. Diane’nın beynindeki görme merkezi, kalıcı olarak hasar almıştı.

Dr. Milner, rutin testlere devam etti. Bir ara Diane’ye dönüp elindeki kalemi işaret ederek “Bu nedir?” diye sordu. Diane şaşırmıştı. Dr. Milner, kendisinin görmediğini bildiği halde, böyle anlamsız bir soruyu sorarak onu (Diane’yı) üzdüğünü bilmiyor muydu? Dr. Milner sorusunda ısrarcı olunca, Diane bir hırsla kalemi doktorun elinden aldı ve eliyle yoklayarak “Kalem.” dedi. Diane, Dr. Milner’in elindekinin kalem olduğunu bilmişti ama nasıl olmuştu da doktorun elindeki kaleme uzanıp onu alabilmişti? Bu bir tesadüf olabilir miydi? Dr. Milner başka testlerle bu şaşkınlığını gidermeye kararlıydı. Bir başka deneyde, Diane’nın karşısına bir posta kutusu koydu. Diane’nın eline bir mektup vererek, bunu posta kutusundan içeriye atmasını istedi. Bu konuda ısrarcı oldu. Diane, doktorun ısrarı karşısında, elindeki zarfı, posta kutusunun deliğine (aralığına) bir seferde denk getirerek kutudan içeri attı. Sonraki seferinde doktor, posta kutusunu biraz eğerek deliğin (aralığın) yönünü değiştirdi. Diane’den, mektubu tekrar atmasını istedi. Diane isteksizdi. Doktor ısrar etti. Diane bu ısrar karşısında elindeki mektubu öyle bir ayarladı ki, biraz evvelki durumuna göre daha eğik konumda bulunan posta kutusunun aralığı ile mektubu aynı konuma getirerek, kutuya attı. Diane, bunu nasıl başarmıştı? Dr. Milner’in, Diane’yi yanıltmak için bilerek eğdiği posta kutusunun aralığının hangi yönde olduğunu nasıl bilebilirdi? Diane kör değil miydi? Yoksa beynimizde, böyle durumlarda para normal olaylar için mekanizmalar mı çalışmaya başlamıştı?
Not: Bu yazı, Michio Kaku'nun "The World in 2030" adlı sunumunun bir parçasında anlattığı hikayenin yazıya aktarılmış şeklidir. İlgili videoyu, metnin aşağısında bulabilirsiniz. Videodaki anlatım ile burada yazıya aktarılan hikaye birebir aynıdır, bu sebeple hikayeyi videodan da rahatlıkla takip edebilirsiniz.

Tüm zamanda yolculuk hikayelerinin anası sayılan hikayeyi anlatayım. Bakalım sorunu anlayıp çözebilecek kadar zeki misiniz?

Sene 1945’tir.

Bir yabancı, içinde bir kız bebek bulunan bir sepetle karanlığın içinden çıkagelir ve sepeti yetimhanenin önüne bırakır. Rahibeler bebeği bulurlar ama nereden geldiğini bilemezler. Bu yüzden rahibeler ona Jane adını verirler.

Jane bir yetim olarak büyür. Benim annem kim, babam kim diye merak eder durur.

Yetim Jane, 17 yaşına geldiğinde çok güzel bir kız olur ve ilk defa bir erkek arkadaşı olur. Serseri oğlan kızın hayatına girer ama işler olacağına varır: Tartışırlar. Kız, erkek arkadaşıyla kavga eder ve hikaye oldukça hüzünlü bir hal alır.

İlk olarak, kız hamile kalmıştır. Erkek arkadaşı onu terk etmiştir. Terk edilmiş bir şekilde hamiledir ve dokuz ay sonra apar topar hastaneye götürülür. Güzel bir kızı olur. Ama o gece, biri hastane camını kırar, Jane'in bebeğini kaçırır ve Jane'i yapayalnız bırakır.

Sonrasında olanlar, bundan daha kötü. Jane'in kanaması vardır ve ölmek üzeredir. Doktorlar, acilen deneysel bir ameliyat yapmak zorunda kalırlar. Jane'i Jim'e çevirmek durumundadırlar.

Jim, ertesi gün korkunç bir baş ağrısıyla uyanır. Tüm kötü haberleri öğrenir. Erkek arkadaşı, onu zaten hamileyken terk etmişti. Birileri bebeğini çaldı sonrasında. Ve artık, Jane bile değil mi? Artık o, Jim.
Hep esrik olmalı insan. Tüm sorun burda; tek sorun budur. Zamanın, omuzlarınızı çökerten ve sizi yere eğilmeye zorlayan o korkunç ağırlığını duymamak için, sürekli sarhoş olmanız gerek.

Neyle? İster şarapla, ister şiirle, ister erdemle, bu sizin bileceğiniz iş. Ama kendinizden geçin.

Örneğin kimi zaman bir sarayın merdivenlerinde, bir kuytunun yeşil otlarında, ya da odanızda, insanın içini karartan o yalnızlık içinde uyanmışsanız, rüzgâra, dalgaya, yıldıza, kuşa, duvar saatine, kaçan her şeye, uğuldayan ve ses çıkaran her şeye, yuvarlanan ve şakıyan her şeye saatin kaç olduğunu sorun. Alacağınız yanıt hep şu olacak: "Saat sarhoş olma saati! Zamanın o kurban kölelerinden olmamak için, içip kendinizden geçin; sürekli kendinizden geçin! Şarapla, şiirle, ya da erdemle, canınızın istediği bir şeyle." 

Charles Baudelaire
Paris Sıkıntısı, Esrikleşin
Videonun Metni
(Video, metnin en altında bulunmaktadır...)

Bugün size ilim ve insani değerler arasındaki ilişkiden bahsetmek istiyorum. Şimdi, genelde düşünülen şudur: Ahlaki konularla neyin iyi veya kötü ya da neyin doğru veya yanlış olduğuna ilişkin konularda, bilimin bir hükmü yoktur. Bilimin, bizim değer verdiğimiz şeyleri elde etmeye yaradığı düşünülür, ama bizim neye değer vereceğimizi söyleyemez. Bu nedenle çoğu insan -sanıyorum ki buradaki çoğu insan- insan hayatındaki en önemli sorular olan "Ne yaşamaya değer?" "Ne ölmeye değer?" "İyi bir hayat nelerden oluşur?" gibi sorulara bilimin yanıt veremeyeceğini düşünür.

Bu nedenle burada size bunun bir yanılsama olduğunda bahsedeceğim -bilim ve insani değerler arasındaki ayrım bir yanılsamadan ibarettir. Ve bu ayrım, insanlık tarihinde içinde bulunduğumuz bu noktada oldukça tehlikeli bir ayrım. Şimdi, genelde bilimin bize insani değerler ve ahlak hakkında bir temel sağlayamayacağı söylenir çünkü bilim gerçeklerle ilgilenir. Ve gerçeklerle değerler farklı iki aleme ait gibi görünürler. Genelde dünyanın içinde bulunduğu bir anda aslında nasıl olması gerektiğini anlatan bir tanımın olmadığı düşünülür. Ancak bence bu oldukça ve açıkça yanlış. Değerler bir çeşit gerçekliktir. Bilinçli yaratıkların sağlıkları ile ilgili gerçeklerdir.
-Cezayir Kurtuluş Savaşı'nda ölenleri anarak-

Efendi misiniz, kodaman mısınız ne,
bir mektup yazıyorum size,
bilmem vaktiniz var mı
okumaya bu mektubu.

Az önce verdiler elime
askerlik kâğıtlarımı,
savaşa çağırıyorlar beni,
diyorlar yola çık en geç çarşamba akşamı.

Efendi misiniz, kodaman mısınız ne,
dövüşmeye hiç istek yok içimde,
insancıkları öldürmeye gelmedim ben,
gelmedim ben bu yeryüzüne.

Sizi kandırmak değil niyetim,
ama söylemeden de edemem,
savaş ahmakların işi,
hem insanlar ondan hanidir bıktı.


Şeytani Olan, İyi'nin suretine bürünür bazen, hatta bütünüyle onun vücuduna yerleştirir kendisini. Eğer bu gerçek bana gizli kalırsa, hiç kuşkusuz yenik düşerim, çünkü böyle bir İyi, gerçek İyi'den daha ayartıcıdır. Ama ya kendini benden gizleyemezse? Ya sürek avındaki şeytan güruhu beni dosdoğru İyi'nin içine sürerse? Ya iğrenç bir nesne olan ben, her tarafıma batan bütün iğne uçları tarafından yuvarlana yuvarlana, her yanım iğnelenerek, İyi'nin içine zorla tıkılırsam? Ya İyi'nin göze görünür pençeleri üzerime saldırırsa? O zaman bir adım geriler, bütün o süre boyunca arkamda benim karar vermemi beklemiş olan Kötü'den içeri usulcacık ve üzgün giriveririm.

* * * * *

Bir zamanlar bir alçaklar topluluğu vardı; daha doğrusu alçak değillerdi de, sıradan insanlardı. Birbirlerine her zaman destek olurlardı. Örneğin, içlerinden biri bir yabancıyı, topluluk dışından birini, alçaklık yaparak mutsuz mu kıldı, -daha doğrusu yine, alçakça bir şey yoktu ortada, yalnızca alışıldık, normal bir davranıştı bu- ve sonra bunu bütün topluluğa itiraf mı etti, hemen durumu inceleyip yargılarlar, cezaya çarptırıp ya da bağışlarlardı vs. Bunda kötü bir şey yoktu, topluluğun ve bireyin çıkan bir bütün olarak sıkı sıkıya gözetilir, itiraf eden kimseye kendisinin belirleyeceği bir iltifatta bulunulurdu:

"Ne? Bunun için mi üzülüyorsun? Ama yaptığın doğal bir şeydi, nasıl davranman gerekiyorsa öyle davrandın. Bunun dışında bir davranış anlaşılmaz olurdu. Sinirlerin bozuldu, o kadar. Kendini topla ve mantıklı ol, tamam mı?" Yani böylece birbirlerine destek olurlardı, hatta öldükten sonra bile topluluğu terk etmez, bir halka oluşturup dans ederek göğe yükselirlerdi. Onları birlikte uçarken görmek, saf çocuksu bir masumiyetin görüntüsünü görmek gibi bir şeydi. Ne var ki, her şey, cennetin kapısına gelindiğinde kendi öğelerine ayrıldığından, gerçek kaya parçaları gibi parçalanırlardı.
God, the Universe and Everything Else, yani Tanrı, Evren ve Geri Kalan Her Şey, teorik fizikçi Stephen Hawking, gökbilimci Carl Sagan ve bilimkurgu yazarı Arthur C. Clarke'ın katılımı ve Magnus Magnusson'un sunumuyla gerçekleştirilen 50 dakikalık bir televizyon programıdır.

Konukların bilimle ilişkisi ve programın heybetli adı hesaba katıldığında, keyifli bir sohbetin izleyiciyi beklediği kuşkusuzdur. Konuklar Big Bang ile konuşmaya başlarlar ve oradan Zaman kavramı ve kara deliklere yönelen bir sohbet görülür. Evrenin büyüklüğü ve evrensel bir yasanın olup olmayacağı tartışmalarının ardından, dünya-dışı zeki yaşam formları üzerine bir sohbet başlar. Ve bunun üzerine de Tanrı üzerine fikirlerini söyler üç konuk da.

Seçilen konular, hemen her bilim ve sorgulama sevdalısı kimsenin ilgilendiği konulardır, ancak program süresinin çok az olması bakımından, konularda bir derinliğe gidilememiştir. En azından birkaç bölümlük bir oturum veya belgesel şeklinde olsaydı çok daha yer edici bir yapım olabilecekti, ama hem önemli isimleri barındırması hem de ele aldığı konuları bağnazlıktan çok uzak bir biçimde ve tamamen bilimsel paradigmalar ile irdeliyor oluşları, en azından izlenmeye değerdir.

Hayyam
İzlemek İçin Tıklayın...
Eddington'u (The Nature of the Physical World) okuyorum. Yıllar önce okumuş olduğum 'entropi' sorunu yine ilgimi çekti. Benjamin'in Kafka'yı anlatırken, Eddington'un sözleriyle benzetme yapması ve entropi. Einstein'a göre milyarlarca yıl sonra evren bir ısı ölümüyle karşılaşacak -maksimum entropiye ulaşacak. "Bize ne?" denebilir. Kafka'nın dehşetinde entropiyi sezmesinin payı var. Ayrıca insan yaşarken 'sezgi' ile bu, milyarlarca yıl sonra olacak sıcak ölümün dehşetini duyabilir. Bence en korkuncu enerjinin her noktada aynı olması; 'Dehumanization' denilen şey gerçekte bu olmalı. Kafka'nın insanlarında gittikçe bir ilgisizlik, farksızlık başlar. Entropi başlar yani. Kafka evrendeki keyfi unsurun (random element) artışını sezmiş olmalı. Kafka'nın duyduğu dehşet, metafizik bir dehşet değildi yani. Son derece düzenli görünen, ama aslında akıl dışı olan toplumda, gerçeküstü -ya da dışı- keyfilikler yer alır. İnsanlar evrendeki başaşağı gidişin farkındadırlar sanki; bu yüzden bir yere ulaşılamayacağını (olumlu bir yere) bilirler. Aslında K. (romanların kahramanı) olumlu bir tiptir; ümitlidir, savaşır kazanamayacağını bildiği halde. Bu, asil bir savaştır. Ümitsizliğe karşı savaştır. Entropiye karşı savaştır. Kafka'nın karşısında olanlar, aslında onun bu derin sezgisine karşı çıkıyorlar; yani bu sezgiye sahip olmadıkları için onu yanlış yorumluyorlar.
Not the Messiah (He's a Very Naughty Boy), Monty Python'un 2009'daki 40. yılını kutlamak amacıyla, Monty Python's Life of Brian adlı film baz alınarak hazırlanmış komedi oratoryosudur. Eric Idle ve John Du Prez tarafından yazılmış ve BBC Senfoni Orkestrası'nın performansıyla sahnelenmiştir.

Life of Brian'ın hikayesine sadık kalınarak hazırlanan bu gösteri, hem mizahi açıdan hem de müzikal açıdan oldukça doyurucudur. Bununla birlikte, Life of Brian'ın ana fikri olan 'özgür birey olabilmek' düşüncesini de çok hoş bir biçimde tekrar işlemeyi başarmıştır.

Brian, İsa ile aynı tarihte ve ondan birkaç ev ötede doğmuş bir çocuktur. Hayat hikayesi İsa ile benzerdir ama daha insanidir. Babası Romalıdır ama Romalıları hiç sevmez. Anarşist bir örgüte üye olarak dünyayı değiştirmek ister. Olaylar gelişirken, kalabalık tarafından Mesih sanılır ve çok büyük bir kalabalık onu takip etmek ister. O ise Mesih olmadığını ve bu insanlara özgür birer birey olduklarını anlatmaya çalışır ama işe yaramaz. Hikayenin sonu ise tahmin edilecek üzere çarmıhta biter; ama biraz daha farklı bir şekilde.

Filmin bu genel konusuyla benzerlik taşıyan oratoryo, filmdeki ince göndermeleri biraz da revize ederek bizlere tekrar sunar. Brian'ın Kitabı olarak adlandırılan hikaye, Kaos ve Karmaşa bölümü işler. Kuşkusuz bu başlangıç 'önce Kaos vardı' şeklinde başlayan Yunan Miitolojisi'ne ufak bir gönderme içermektedir. Bu kaos ve karmaşa lanetlemeyi beraberinde getirir ve uzlaşmazlık doğar. Bu uzlaşmazlığın hemen ardından canavarların geleceği kehaneti yayılır ve ondan sonra tanrıya sığınılır. Tanrının yüceliği karşısında kendilerini alçaltarak rahatlar insanlar.

Varoluşa dair bu girişten sonra Brian'ın ana hikayesi başlar. Brian'ın annesi ve nasıl hamile kaldığı anlatılır ve Brian doğmadan hemen önce çok iç gıdıklayan bir bölüme geçilir: Koyunları Severiz. Tarih tam 0 yılıdır ve şu anlatılır:

Devamlı tarlalarda,
Çobanlar dolaşırdı.
Her gece sürülerini izlerlerdi.

Sıradan çobanlarız biz,
Ve sürümüzü gözleriz.
Koyunları izlemeyi
Hepimiz çok severiz.
Gündüz gece uyuyana kadar
Onları sayarız.
Ve saymayı hiç bırakmayız,
Çünkü koyunları çok severiz.

Koyun, koyun, koyun...
Koyun, koyun, koyun...

Çok boş düşünürler,
Entelektüel olarak yüzeyseller,
Ama onların akılları önemsiz,
Çünkü
Biz koyunları çok severiz.

Bir kuş sürüsüyle ilgilenmem,
Cik cik ciklerler.
Ve bir kedi sürüsünü izleyince
Diken diken olur üstümdeki tüyler.
Lanet develeri izlemek ise
Beni resmen kahreder.
Alt üst olur midemiz,
Çünkü biz koyunları çok severiz.

Koyun, koyun, koyun...
Koyun, koyun, koyun...

Bir kadından daha iyiler,
Üstelik ucuzlar çok daha.
Onları yiyebilirsiniz sonrasında,
Ve uyuyabilirsiniz yatağınızda.

Koyunları çok severiz.

Zarafet dolu bir gönderme taşıyan bu bölüm, Biran, yani dünyayı değiştirmek isteyecek o yaramaz (naughty) çocuk hemen doğmadan önce geçer. Yani bir şeyler değiştirmeyi isteyecek birileri olmadıkça sevileceğiz; ve sevilme sebebimiz her ne kadar saf ve masumca gözükse de, sahip olmadığımız özgürlük ve gösterdiğimiz aynılık sebebiyle olacaktır.

Brian doğar ve büyür. Toplumu değiştirme ve insanları özgür kılma amacı edinir ve bu işe önce Romalılara karşı mücadele ederek başlamaya karar verir. Musevi Cephesi Halkı'na katılır ve orada bir kadına aşık olur. Bu cephede Romalılara karşı nefret kusulur, Romalıların kendileri için hiçbir şey yapmadığı belirtilir ama her seferinde yapılan hamamlardan, yollardan, okullardan, sirklerden bahsedilir. Cephe lideri Romalıların hiçbir şey yapmadığını iddia ettikçe, Cephe'nin diğer üyeleri samimi bir şekilde yapılan 'hizmet'leri sayarlar istemeden. Burada da günümüzde hala da varlığını sürdüren, iktidarların maddi gelişmeler kat ederek halkların özgürlüklerini ve haklarını yok sayışına çok yerinde bir göndermede bulunulmaktadır kanımca.

Günler böyle geçerken, Brian birgün Romalı askerler tarafından kovalanır ve saklanma maksadıyla kasaba merkezindeki vaizler arasına katılır. Birkaç kelime sarf eder ve halkta bir kıpırdanma görülür. Brian'ın Mesih olduğunu düşünürler. Brian Mesih olmadığını söyler ve hemen oradan kaçar. Geriye ayakkabısının teki kalır ve insanlar o ayakkabı tekine tapmayı önerirler. Bu ayakkabıyı yol göstericileri olarak seçerler. Her ne kadar pratik olarak yol gösterici gibi görünmese de, ellerindeki, Mesih'e ait tek nesne olarak bu tapılmayı hak eder.

Ve hem filmin hem de bu oratoryonun en hoş anlarından birine gelir sıra. Halk Brian'ın evinin önünde birikmiştir ve kendilerine yol göstermesini isterler. Ve şu müthiş diyalog yaşanır, Brian ile halk arasında:

Dinleyin, bir hata yapıyorsunuz,
Ben Mesih değilim.

Ama benziyorsun.

Ben seçilmiş kişi değilim.

Ama biz seçtik seni.
Anlat halkına yapması gerekenleri.

Defolup gidin.

Nasıl defolup gidelim efendim?

İnsanları takip etmeyin,
Hepiniz birer bireysiniz.

Doğru, bizler birer bireyiz.

Kendi kararlarınızı verin,
Kendiniz için.

Doğru, kendi kararlarımızı verelim,
Kendimiz için.

Kimse size ne yapacağınızı söylemesin.

Doğru, daha da söyle.

Hayır, anlamadınız mı?
Düşünün kendi kendinize.

Evet, düşünelim kendi kendimize.
Kendi kendimize
Ne düşüneceğimizi söyle.

Hayır, kimse size ne yapacağınızı söyleyemez.

Sen hariç.

Hayır, ben bile söyleyemem.

Bu müthiş diyalog, belki de dinlerin ve peygamberler tarihine en yerinde eleştiriyi getiriyor. Bizler, yani insanlar, birer bireyiz. Ne düşüneceğimizi, nasıl düşüneceğimizi, hangi sonuca varacağımızı kendimiz belirlemeliyiz. Hiçbir dini veya seküler otoritenin boyunduruğu altında kalarak, o otoritenin emirlerini -göze hoş görünse bile- sorgusuz uygulamamalıyız. Hatta emirleri veren bir Mesih bile olsa, kendimiz belirlemeyiz ne düşüneceğimizi. Kendi doğrularımızı ve yanlışlarımızı yaratmalıyız. Bu, insan olmanın hem bedeli hem de sonucudur. Aksi durumda, 'koyunları sevenler' için birer koyun olmaktan başka çaremiz kalmaz.

Brian belki istediği değişikliği ve özgürlüğü sağlayamamıştır. Romalılar tarafından yakalanmış ve çarmıha gerilmek üzeredir; hemen her şey berbat olmuştur, ama işte tam o sırada, tüm bu insanların 'koyun'luğuna ve dünyanın kurtarılamaz oluşuna ve hatta belki boşa harcanmış bir hayata rağmen, hayatta her şeyin bir iyi yanı olduğu "Hep Hayatın Aydınlık Tarafına Bak" denilerek hatırlanır:

Neşelen Brian.
Ne dediklerini bilirsin;
Hayatta bazı şeyler kötüdür,
Seni gerçekten çok üzdürür.
Diğer şeyler sana küfür ettirir ve sövdürür.
Hayatın kıkırdağını çiğnerken,
Şikayet etme;
Islık çal.
Bu yardımcı olur sonuçta
Her şeyin iyi olmasına.

Hep hayatın aydınlık tarafına bak.
Hep hayatın hafif tarafına bak.

Eğer hayat çürümüş görünürse epey,
Kesin unuttuğun vardır bir şey.
Ve o gülmek ve gülümsemek,
Ve de dans edip, şarkı söylemek...
Hissedersen çöplük gibi,
Saçmalama, enayi!
Büzüştür dudaklarını ve çal ıslığı.
İşte bu önemli;
Ve hep hayatın
Aydınlık tarafına bak.

Hep hayatın hafif tarafına bak.
Çünkü hayat gülünç gayet,
Ve son söz ölüme ait.
Perdeyi her zaman
Bir selamla karşıla.
Günahlarını unut,
Seyirciye sırıt,
Eğlenmene bak.
Bu senin son şansın ne de olsa.

O zaman hep
Bak aydınlık tarafına ölümün.
Tam son nefesini
Almadan önce,
Hayat zaten boktan,
Neresinden bakarsan.

Hayat bir kahkaha ve ölüm bir şaka,
Bu gerçek.
Göreceksin ki hepsi bir şov,
Güldür onları giderken.
Sadece hatırla,
Son gülen sensin.
Ve hep hayatın
Aydınlık tarafına bak

Bu -görece- uzun yazıdan da anlayacağınız üzere benim için önemli bir yanı vardır Monty Python'un ve Life of Biran filminin. Gerek bu blog kapsamında gerekse normal hayatta sürekli anlatmak istediğimi çok güzel bir şekilde anlatan bir filmdir. Şayet siz de benim gibi Monty Python hayranıysanız ve Life of Brian sizin için önemli bir filmse ve yine Monty Python'un Monty Python's The Meaning of Life flmindeki müzikal ögeler size hitap ediyorsanız, bu oratoryoyu da çok beğeneciksinizdir.

Hayyam

Sivas Katliamı, 2 Temmuz 1993'te meydana gelen, toplamda 37 kişinin hayatını kaybettiği, Türkiye'nin yakın tarihteki kara lekelerinden biridir.

Ateist olduğunu açıkça ifade eden ve İslamiyet'i doğru ve akla uygun bulmadığını belirten Aziz Nesin, zaten halihazırda kökten dinci olan kesmin kin ve nefretini üzerinde toplamaktaydı. Bununla birlikte, Salman Rüşdi'nin Şeytan Ayetleri adlı İslamiyet karşıtı kitabını Türkçe'ye çevirmeye başlayınca, iyiden iyiye aşırı muhafazakar kesmin odağına yerleşmiş, açıkça hedef gösterilmiştir.

Bu hedef göstermenin ayyuka çıktığı noktada, Aziz Nesin ve içlerinde Alevi'lerin de bulunduğu yazar, düşünür ve şair birçok aydın, Sivas'ta düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri'ne katılırlar. Şenlikler devam ederken, Sivas'taki laiklik karşıtı ve Vahhabilik seviyesinde dindar olan birçok kişi, bu aydınlara karşı toplanmaya ve açık bir biçimde canlarına kastettiklerini bildiren sloganlar atmaya başlamıştır. Devlet erkanından kimse bunu yeterince dikkate almamış veya olayların bu seyirde gitmesinden memnum olmuş ve dolayısıyla asla yeterince müdahale edilmemiştir bu kalabalığa.

10 ile 15 bin arasında bir kalabalık oluştuğunda artık iş işten geçmiştir ve Madımak Oteli'nin önünde yangın çıkarmışlardır. Bu yangın neticesinde oteldeki aydınların 33'ü dumandan boğularak veya yanarak hayatını kaybetmiştir. Bunun dışında iki otel görevlisi ve dışarıdaki kalabalıktan da iki kişi hayatını kaybetmiştir.

Aziz  Nesin ise, aslında odak noktasında olan ve katledilmek istenen kişi kendisi olmasına rağmen, şans eseri bu katliamdan sağ kurtulmuştur.

Hayyam

En Güçlü Motif: Korku
Canlılardaki en ilkin duygulardan bir tanesi, "korku"dur. Korku, sadece insan türünde değil, hemen hemen tüm hayvan türlerinde bulunan, beynin en ilkel ve en alt katmanlarında yer alan, en temel duygudur. Korku yönetiminden sorumlu bölge olan Amigdala, beynin en iç bölgesinde bulunur (beynimizde en içten en dışa doğru giderken, evrimsel geçmişimizdeki beynin evrimini görebilirsiniz; beyin içten dışarıya doğru genişleyerek evrimleşmiştir). Bu duygu, beyni veya bir sinir sistemi olan, yani belirli bir düzeyde zekaya sahip olan canlıların hayatta kalması için çok önemlidir. Çünkü bir hayvan, ölümcül bir tehlike ile karşılaştığında buna çok hızlı bir şekilde tepki verebilmelidir. Bir ceylan, bir aslandan korkmak zorundadır; çünkü korkusuz veya korkuyla ilgili beyin bölgesi zedelenmiş bir ceylan, aslan varlığına tepki veremeyecek ya da geç tepki verecek, böylece kolaylıkla av olacaktır.

İnsanoğlunun evriminin çok eski dönemlerinden beri korku duygusu beyinde yer almaktadır. Bu, Dünya üzerinde hiçbir insan ve şempanze türü bulunmazken, 6 milyon yıl öncesinden daha eskilerde, ağaçlar üzerinde yaşayan atalarımızın da, diğer tüm hayvanlar gibi, oldukça işine yaramıştır. Çünkü orman tehlikeler ve tehditlerle doludur. Özellikle avcıların sebep olduğu tehlikeler, korkunun beyindeki evrimini tetiklemektedir. Atalarımız da, karşılaştıkları tehlikelere ilk olarak korku duyarak tepki vermişler, sonrasında ise 3 ana tepkiden birini vermişlerdir: Don, Kaç ya da Savaş.