Psikoloji, göreceli olarak genç bir bilimdir; fakat ortaya çıktığından beri, kendimizi ve dünyayla etkileşimimizi anlamamız bakımından bizlere çok fazla yardımı dokunmuştur. Yasal ve etik olan birçok psikolojik deney, yeni tedavi ve terapilerin araştırılmasına olanak sağlamış ve güdülerimizi ve eylemlerimizi anlamlandırmamız için yeni yollar açmıştır. Ancak ne yazık ki, kimi deneyler korkunç bir şekilde geri tepmiş, ölümlere sebebiyet vererek bu meslek için utanç kaynağı olmuştur. Aşağıdaki deneyler, işte bu kontrolden çıkan 10 önemli deneyin listesidir.

10. Standfort Hapishane Deneyi
1971'de sosyal psikolog Philip Zimbardo, bir grup üniversite öğrencisinin iki haftalık bir deney için sahte bir hapishanede mahkum ve gardiyan rolünü oynamasını sağlayarak, bireylerin sosyal rollerine nasıl boyun eğdiklerini araştırmak için kollarını sıvar. Bununla birlikte, Zimbardo, deneyin konusunu seçerken, deneklerin oynayacağı rolleri, onların bilgisi haricinde belirler: "Mahkumlar" hemen kendi evleri dışında kıskıvrak yakalanmış gibi bir senaryo kurulur. Sonuç oldukça rahatsız edicidir. Sıradan üniversite öğrencileri acımasız birer sadist gardiyana ya da korkudan sinmiş (ve giderek akıllarını kaybeden) mahkumlar haline dönüşür. Sadece altı gün sonra, bu 'hapishane'nin acı verici gerçekliği Zimbardo'yu deneyi erken sonlandırmaya zorlar.

9. Canavar Çalışması
1939 yılında gerçekleştirilen bu deneyde, 10'u kekeme, 22 öksüz çocuk eşit olarak iki gruba ayrılırlar. Birinci grupta, deneyi yürüten terapistler, çocukların konuşmaları ve gelişmeleri hakkında 'olumlu' beyanlarda bulunurken; ikinci grupta, terapistler çocukları, en ufak bir konuşma yanlışında azarlarlar. Sonuçlar, olumsuz karşılık alan çocukların psikolojik olarak oldukça kötü etkilendiklerini gösterir. Daha da kötüsü, ilerleyen dönemlerde daha önce konuşma sorunu olmayan çocukların bile deneyle birlikte konuşma sorunlarının ortaya çıktığı görülür. 2007'de öksüz çocuklardan altısı, altı aylık deney sürecinde gördükleri duygusal zarardan dolayı 925.000 dolar tazminat alır.

8. MK-ULTRA
CIA, 1950'li ve 60'lı yıllarda, MK-ULTRA adı altında zihin kontrolü üzerine birçok etik olmayan deneyler gerçekleştirir. Unabomber olarak da bilinen Theodore Kaczynski, kendisinin akli dengesizliğine yol açan CIA'nin rahatsız edici deneylerinde denek olarak kullanıldığını bildirir. Bundan ayrı olarak, Amerika Ordusu'nda biyolojik silahlar uzmanı olan Frank Olson üzerinde kullanılan LSD, Olson'un bilincinin karışmasına ve yapılan araştırmaları dünyaya açıklama kararının zihninde oluşmasına sebep olur. Ancak cinayet vakası olduğuna dair güçlü kanıtlar olmasına rağmen, Olson'un 13 katlı bir otel odasının camından atlayarak intihar ettiği söylenir. Yine de, tüm bu olanlar bile, öteki deneklerde uzun vadede oluşabilecek hasarların yanına bile yaklaşamaz.

7. Filde LSD Kullanımı
1962'de, Oklahoma'da bulunan Lincoln Hayvanat Bahçesi'nin yöneticisi Warren Thomas, Tusko adındaki bir file, insanlar için kullanılabilecek olan maksimum LSD miktarının 3000 katını enjekte eder. Amacı, 'musth' adı verilen ve erkek fillerde periyodik olarak görülen yüksek hormon seviyesine bağlı saldırganlığın uyuşturucu ile tetiklenebileceğini göstererek adını bilim camiasına duyurmaktır. Ancak Thomas'ın tek başardığı, Tusko'nun uyuşturucuyu aldıktan sonra birdenbire çökmesi ve hemen ardından ölmesi ile, insanlarla arasındaki ilişkilerini mahvetmek olmuştur.

6. Milgram Deneyi
Yahudi Soykırımı'nın ardından, 1963'te, Stanley Milgram, Alman halkında bu soykırıma izin vermek suretiyle, aslında soykırıma ortak olmasını sağlayan özel bir durum olması gerektiği hipotezini sınamak üzere bir deney yapmaya karar vermiştir. Milgram, insanlara bir şeyler öğretme üzerine bir deney yaptığı yalanını söyleyerek, halktan olan sıradan insanları, onların haberi olmaksızın 'denek' olarak kullanır ve onlara yan taraftaki deneğe, sorulara doğru cevap verememesi durumunda artan miktarlarda elektrik şoku vermelerini söyler. Yan taraftaki denek aktör; elektrik de sahtedir; ancak elektrik şokunu verecek olan sıradan insanlar bu durumu bilmiyorlardır. İşte işin en korkutucu kısmı: Bu insanların büyük bir çoğunluğu, yan taraftaki adam acı içinde çığlık atmasına ve merhamet dilenmesine rağmen, deneycinin emirlerine uymuşlardır. Belki de, hepimizin için ufak da olsa bir kötülük bulunmaktadır, ha?

5. Tony LaMadrid
İlaç kullanan çoğu şizofren hastası, Kaliforniya Üniversitesi'nin 1983'te başlattığı ve ilaç kullanımını yasaklayan bir programa katılır. Çalışmanın amacı, şizofreni vakalarında doktorların daha fazla bilgi toplamasını sağlamaktır. Ancak deneklerin %90'nının zihinsel durumu eskisinden daha kötüye gider ve günlük yaşamları altüst olur. Bu hastalardan biri olan Tony LaMadrid, programa katıldığı tarihten 6 yıl sonra çatı katından atlayarak hayatına son verir.

4. Çaresizlik Kuyusu
Psikolog Harry Harlow, 1970'li yıllarda, sevgi mefhumunu kendisi için takıntı haline getirir, ama şiirler ya da aşk şarkıları yazarak değil, maymunlar üzerinde hastalıklı ve sapkın deneyler yaparak... Deneylerinden biri, maymunları 'çaresizlik kuyusu' adını verdiği, içinde hiçbir şey olmayan ve dış çevreden tamamen izole edilmiş bir mekanizmaya hapsetmektir. Bu deneyin sonucunda, kobaylar deliriyor, hatta iki vakada kobaylar yemek yemeyi reddederek kendilerini ölüme mahkum ediyorlar. Harlow, meslektaşlarının eleştirilerini görmezden gelir ve "Nasıl olur da maymunları sevebilirsiniz?" diyerek onlara karşılık verir. Neyse ki, onun bu korkunç deneyleri hayvan hakları oluşumunun itici bir gücü haline gelir ve buna benzer deneylere son verilir.

3. Üçüncü Hare
Milgram deneyi ile benzerlik gösteren bu deney, Üçüncü Hare adıyla 1967'de yapılır. Deneyin amacı, demokratik toplumlarda bile olsa, faşizmin toplumun içine sızıp sızmayacağını görebilmektir. Bunun için, bir lise sınıfı seçilir ve deneyci, seçkin bir düzen yarattıklarını ve öğrencilerin de bu düzenin üyeleri olarak saygıdeğer olduklarını belirtir. Böylelikle, öğrenciler, giderek artan bir öğrenme motivasyonu gösterdiler ancak buna karşın, kendi gruplarından olmayanlara karşı artan bir şiddet ve tahammülsüzlük de sergilerler. Daha da kötüsü, bu davranışı, sınıfın dışında da, hatta oldukça mutlu bir şekilde devam ettirirler. Sadece 4 gün sonra, deney, kontrol dışına çıkacağı düşünülerek sona erdirilir.

2. Eşcinsellikten Soğutma Terapisi
1960'larda, genel olarak bir hastalık olarak adlandırılan eşcinselliği tedavi edebilmek amacıyla çeşitli terapiler ve gönüllüler aranır. Bu deneysel terapilerde, deneye katılanlara, cinsel ilişkiye giren eşcinsel fotoğrafları gösterilirken elektrik şoku verilir ya da mide bulandırıcı enjeksiyonlar yapılır. Buradaki ana fikir, hastanın, acı ile eşcinselliği beyninde bir tutmasıdır. Bu deneyler, eşcinselliği 'tedavi' edeceği yerde, hastalar üzerinde daha çok psikolojik hasarlar bırakır. Hatta yine bu 'tedavi' sırasında, bir hasta komaya girer ve ölümden döner.

1. David Reimer
1966'da, David Reimer, 8 aylıkken sünnetinin acemice yapılması yüzünden penisini kaybeder. Psikolog John Money bebek David'in cinsiyetinin değiştirilmesini önerir. Ailesi de buna olumlu bakar ancak bilmedikleri şey, Money'nin aslında David'i kendi fikirlerini doğrulayacak bir deney için kullanmayı amaçladığıdır. Money'nin düşüncesine göre, cinsiyet doğumla gelmiyor, kişinin yetiştiği çevreyle kazanılıyordu. David'in adı Brenda olarak değiştirilir; cerrahi bir operasyonla bir vajina yapıır ve hormonal takviyelerde bulunulur. Ancak trajik bir biçimde, bu plan geri teper. Brenda, çocukluk dönemini tıpkı bir erkek çocuğu gibi geçirir. Reimer ailesinin hayatı da kararmaya başlar. 14 yaşındayken, Brenda'ya doğruyu söylelerler ve tekrar David olmasına karar verilir. David 38 yaşında intihar eder.

Çeviri: Hayyam


Muhabir: Carmelite rahibelerinin üzerinde yaptığınız sinirbilim araştırmasına nasıl karar verdiniz? Ayrıca, Kanada’daki Katolik Birliği üyelerini, bu çalışmaya katılımını nasıl sağladınız?

Dr. Mario Beauregard: Carmelite rahibeleri üzerindeki bu çalışma için dört temel nedenim vardı.
  1. Mistik deneyimlerin nörobiyolojisine duyduğum ilgi.
  2. Tanrı ile bütünleşme düşüncesi.
  3. Montreal’de bir Carmelite manastırının oluşu.
  4. Manastır baş rahibesinin ve beraberindeki rahibelerin ruhsal dönüşümü ve bilimsel araştırma programına katılmaları için yazdığım mektuba olumlu yanıt vermiş olmaları.
2006’da Kanada’da Carmelite rahibelerinin üzerinde yapılan bir deney için, Nörolog Dr. Mario Beauregard ile yapılan röportajda konu edilen çalışmaya daha yakından bakalım.

DENEYE HAZIRLIK
Yeni bir milenyuma girilmesi ile beraber, beyin araştırmalarının bazıları, fizyolojinin de dışına çıkarak, beynin mistik hissedişlerindeki bulunduğu durum veya verdiği tepkileri belirleme üzerine kaymaya başladı. Ruhsal Sinirbilim (spiritual neuroscience) adı verilen bu yeni dal; ruh, psikoloji, din ve sinirbilimin kesişmesi ile ortaya çıktı.

Kanada Montreal Üniversitesi, Radyoloji ve Psikoloji Departmanı’nda Yardımcı Profesör olan Mario D. Beauregard’ın, doktora öğrencisi Vincent Paquette ile beraber planladığı deney için, Roma Katolik Kilisesi keşişlik tarikatına bağlı Carmelite rahibelerine gönderilen mektuba gelen olumlu yanıt ile artık deneye başlama zamanı gelmişti.

Deney için, Dr. Mario Beauregard ve yardımcısı Vincent Paquette ile birlikte 23 ila 64 yaş aralığında (yaş ortalaması 49.93) 15 Carmelite rahibesi seçtiler. Rahibelerin, mezhebe giriş süreleri 2 ila 37 yıl arasında değişmekteydi. (Ortalama 19 yıl). Kendi rızaları ile katılan rahibelerle deney öncesi yapılan mülakatlarda; 9 rahibenin menopozda olduğu, hiç birinin psikiyatrik bir bozukluğunun olmadığı, sigara veya benzeri bir kötü alışkanlıkları edinmediği, rahibelerin bağlı olduğu etik komite tarafından da onaylandı.

Peki deneyin amacı neydi? Amaç, sadece nörogörüntüleme ile Carmelite rahibelerinin dua ederlerken Tanrı ile bir olduğu anda beyin aktivitelerinin bir başka deyişle beynin dinsel duygular veya inançları nasıl deneyimlediğine dair planlanmış bir çalışma idi. Dua etmek gibi ruhani deneyimler veya kendimizi Tanrıya yakın hissettiğimizde beynin hangi bölümlerinin neresi ışımakta (aktive olmakta) idi. Bunun için de fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) adlı cihaz devreye sokuldu. Tabii ki, Dr. Mario Beauregard, bu çalışmanın, “Tanrının varlığını kanıtlamak” gibi bir düşünce gütmediğini ayrıca ifade etmiştir.

Konumuzla ilgili esas deneye girmeden, daha evvel yapılan başka bir deneyden kısaca bahsedelim.


Bir hipoteze göre, dinsel, ruhsal, mistik hissedişlerimiz sağ ve sol temporal loblarımızın mikro nöbetler şeklinde uyarılması ile ortaya çıkmaktadır. Özellikle, sağ orta temporal lobdaki aktivasyon mistik, ruhsal duygulanımın yaşandığı yer olarak görülüyor. Bunun için de aşağıdaki deneyden bahsedilir.

Bu deney için temporal lob epilepsisi olan iki hasta alınmıştır. (Temporal lob denilen yer, beynimizde, şakaklarımızın olduğu yere denk gelen kısımdır. Epilepsi olarak isimlendirilen, halk arasında “sara” olarak bilinen hastalıktan bahsediyoruz). Bu iki hastanın dışında, dini itikadı kuvvetli bir grup ile dini itikadı kuvvetli olmayan başka bir grup denek alınır. Bu üç gruba da (temporal lob epilepsisi iki hasta, itikadı kuvvetli denekler ve itikadı kuvvetli olmayan denekler) seks, şiddet, din içerikli veya nötr kelimeler gösterilir. Her üç grubun, bu kelimelere verdikleri tepkileri fizik ortamda ve objektif olarak değerleme yapmak üzere galvanik deri refleksi yöntemi kullanılır. (GSR olarak da bilinen galvanik deri refleksi denen yöntem, bir uyaran karşısında, yukarıda ifade edilen ve temporal lob denilen kısımların aktive olması ve bu aktivasyonun arkasından kalbe ve kaslara daha fazla kan yani oksijen gitmesi ile kan basıncının artması, kalbin daha fazla çarpması sonucu, parmaklarımızdaki terlemeye bağlı olarak derimizin elektrik geçirgenliğini ölçme işlemidir. İlave bilgi için, Beynimiz ve Biz -6 (Capgrass Sendromu) makalesine bakılabilir.

Dini itikadı kuvvetli olmayanlar, seks içerikli kelimelere daha fazla tepki gösterirlerken, temporal lob epilepsisi olan hastalar diğer iki gruba göre, dini kelimelere daha yoğun olarak tepki göstermişlerdir. Ayrıca, temporal lob yani şakak loblarının daha üstünde olan ve parietal lob denen kısımların da ruhsal, mistik ve dini deneyimlerden etkilendiği görülmüştür.

Ayrıca, SPECT denen başka bir teknikle yapılan çalışmalarda ise, Fransiskan rahibeleri dua ederlerken dua içindeki bazı ifadelerin tekrarlanmasında, beyinde, temporal ve parietal lob denen kısımlara daha fazla kan akımının olduğu diğer bir ifade ile oksijen tüketimin fazlalaştığı görülmüştür. (Beyinde kan akımı ve dolayısıyla oksijen tüketimin fazlalaşması, beynin o kısmının daha aktif olduğunu gösterir.)

ACABA NEREDE?
Konumuzu ilgilendiren esas deneye geçmeden önce, deneyde kullanılan fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) cihazının ve bunun kullandığı BOLD tekniğini, dilimizin döndüğü kadar, kısaca aktarmaya çalışalım.

fMRI olarak isimlendirilen cihazın kendisi manyetik alan yayan bir sistem. Bu cihazın içine, beynimizi inceleyecek şekilde başımızı konumlandırdığımızı varsayalım. Peki bu cihaz beynimizdeki bir aktivasyonu nasıl ölçüyor? Biliniyor ki, beynimizde herhangi bir aktivasyon olduğunda, söz gelimi herhangi bir şey düşündüğümüzde, bir resme baktığımızda, bir anımızı gözümüzün önüne getirdiğimizde, beynimizin bu aktivasyonla ilgili olan kısma daha fazla kan gider. Başka bir ifade ile, ister bilinçli farkındalığımız olsun ister bilinçsiz, beynimizin neresi daha aktif ise, kanımızda bulunan kırmızı kan hücreleri vasıtasıyla, beynimizin aktif olan yerlerine oksijen taşınır ve bu oksijen, aktive olan nöronlar (sinir hücreleri) tarafından tüketilir. Dolayısıyla, oksijen taşıyan kırmızı kan hücreleri, oksijen yüklerini sinir hücrelerine verdikleri için oksijensiz kalırlar. Oksijensiz kalan kırmızı kan hücrelerinin artışı demek, beynin o kısmında fazla aktivasyon var demektir.

İşte, fMRI cihazının yaydığı manyetik alan, oksijene sahip kırmızı kan hücreleri ile oksijen yükünü boşaltmış olan kırmızı kan hücrelerine farklı olarak etkir. Buna BOLD (Blood-Oxygenation-Level-Dependent signal) açık ifadeyle, kan oksijen seviyesine bağlı sinyal adı verilir. Etkimedeki yani oksijen taşıyan kan hücresinin yaydığı sinyal ile oksijen taşımayan kan hücresinin yaydığı sinyal farklılığı, fMRI cihazı tarafından belirlenir. Belirlenen bu fark, görüntülerde, bir parlaklık (beyazlık) olarak kendisini gösterir. Buna göre, fMRI görüntülerinde, nerede fazla parlaklık görülüyorsa, beynin o kısımlarında daha fazla aktivasyon (düşünme, hesap yapmak, anılarımızı çağırma, bir resme veya manzaraya bakmak, tanıdık bir kişiyi hayal etmek vb.) var demektir. Daha fazla bilgi için Beynimiz ve Biz -17 (Beyin Görüntüleme/fMRI) makalesine bakılabilir.

Dr. Mario Beauregard, fMRI ile rahibelerin beyin taramalarını üç ayrı durum için planladı. Böylece, durumlar arasında mukayese mümkün olacak ve farklar daha iyi anlaşılacaktı.

“Temel durum” adı verilen birinci durumda rahibeler, dinlenmede olacaklar, olabildiğince hiçbir şey düşünmemeye çalışacaklardı. İkinci duruma “Kontrol durumu” adı verildi. Bu durumda rahibeler, Carmelite üyesi oldukları zamandan bu yana, başkaları ile yaşadıkları yoğun duyguları gözleri kapalı olarak tekrar yaşayacaklardı. (Anne sevgisi, kardeş veya arkadaş sevgisi vb.). Mistik durum olarak isimlendirilen üçüncü durumda ise Carmelite rahibelerinden, mezhebe üye olduktan sonraki süre içinde, dua ederlerken, Tanrı ile bir bütün olma duygusunu en yoğun yaşadıkları anı tekrar hatırlamaları ve gözleri kapalı olarak hissetmeleri istendi.

Her üç duruma ait fMRI taraması için süreç şu şekilde işletildi.
30 saniye temel durum için, 5 dakika kontrol durumu için, 1 dakika temel durum için, 5 dakika kontrol durumu için, 1 dakika temel durum için, 5 dakika mistik durum için, 1 dakika kontrol durumu için ve son olarak 5 dakika mistik durum için.

Şimdi de, deney sonrası, 15 Carmelite rahibesinin beyin taraması sonucunda elde edilenlere bakalım.


Caudate Nucleus
Mistik deneyim yaşanırken kendisini gösteren Caudate, ayrıca, neşe, mutluluk, romantik aşk, anne sevgisi ve karşılıksız sevgi gibi durumlarda da aktive olmaktaydı.
Insula
Insula, olaylar arasında bir düzenleyici olarak çalışıyor gibi görünmektedir. Duygulanımlar esnasında aktive oluyor. Neşelendiğimizde ve karşılıksız sevgide sol insula aktive olmaktadır. Aynı zamanda iç organlarımız da bu aktivasyona katılmaktadır. (içimizin kıpır kıpır olması).
Brain Stem (Beyin Sapı)
Beyin sapı da duygulanımlar esnasında devreye girmektedir.

Medial Prefrontal Korteks
Medial Prefrontal korteks, mistik duygulardan etkilenirken, aynı zamanda bilinçli farkındalığı da sağlamaktaydı.

Sol Anterior Singulat Korteks
Sol anterior singulat korteks de mistik duygulanım esnasında etkilenen yerlerden. Bu kısım aynı zamanda, diğer bağlantılı kısımlarla beraber vicdanımızı da etkileyen yerlerden. Bakınız: Beynimiz ve Biz -1 (Tren İkilemi ve Ahlak)

Inferior ve Süperior Parietal loblar
Mistik hissedişlerin diğer bir kaynağı olarak da, Inferior ve süperior parietal loblar olarak göründü.

Sağ Orta Temporal Korteks
Mistik duyguların kendisini yoğun olarak hissettirdiği yerlerden biri de temporal korteks.
Sağ orta temporal korteksteki mistik aktivasyon, süjenin ruhsal gerçeklikle kontağa geçtiği zamanda meydana gelmekteydi.

Ayrıca Orbito frontal korteksi müzikten de etkilendiği görüldü.

SONUÇ
Deneylerden anlıyoruz ki, mistik hissedişler, beynin sadece bir noktası ile değil, birden fazla alanının aynı anda çalışması ile ortaya çıkıyor görünmektedir. Bu kısımlardaki hissedişler aynı zamanda, sonsuzluk, zamanın olmayışı, uzamsızlık, pozitif düşünme, insani düşünceler, iyi hissediş, barış, karşılıksız aşk, koşulsuz sevgi gibi hissedişlerde de devreye girmektedir.

Gerek bu deneyden, gerekse benzer başka nörolojik araştırmalardan “Tanrı kavramı” olduğuna eminiz. Ancak, bu çalışmalarla, var olan bir Tanrının zihnimizdeki izlerini mi yoksa evrimsel süreçte zihnimizin yarattığı bir Tanrıyı mı aradığımızı şimdilik bilemiyoruz. Sizin düşünceniz nedir?

Erol

Kaynaklar:
Bir önceki anketimizin sorusu, Tanrıya İnanıyor Musunuz? idi. O anketin sonucu olarak "Evet, kesinlikle bir tanrı var." seçeneği en çok oy alan seçenek olmuştu. Bu ankette ise Dinler Olmasaydı Dünya Nasıl Bir Yer Olurdu? diye sorduk. 30 gün süren ve toplam 242 kişinin oy kullandığı bu anketin seçenekleri ve seçeneklerin aldıkları oy sayısı ile oy dağılımı aşağıdaki gibi olmuştur:
  • Kesinlikle daha kötü ve ahlaksız bir yer olurdu. [29 (11%)]
  • Çok fark olmasa da daha kötü bir yer olurdu. [23 (9%)]
  • Hiçbir fark olmazdı. [23 (9%)]
  • Çok fark olmasa da daha iyi bir yer olurdu. [55 (22%)]
  • Kesinlikle daha iyi ve ahlaklı bir yer olurdu. [112 (46%)]
Bu anket sonuçları, ilginç bir biçimde, önceki anketin sonuçları ile ters düşüyor denebilir. Aslında tam olarak ters düştüğü de söylenemez, zira bir önceki ankette 'tanrı' kelimesinin anlamı üzerinde durulmadığı için teistik, deistik veya panteistik bir tanrı anlayışı düşünüldüğü için, yani her kesimin tanrı anlayışına hitap ettiği için önceki ankette 'kesinlikle bir tanrı var' seçeneği en çok oyu almış olabilir.

Oysa bu ankette, dinlerin olmadığı bir dünyanın kesinlikle daha iyi ve ahlaklı bir dünya olacağı seçeneği açık ara önde kapatmış anketi. Bu da, tanrı anlayışının kabul görmesine rağmen dinlerin sevilmediği anlamına gelebilir. Elbette ki, o ankete oy veren kitle ile bu ankete oy veren kitlenin kesişip kesişmediği de bir diğer tartışma konusu.

Gerek anketi yorumlamak adına, gerekse de anket sorusu üzerine bir tartışma yürütmek adına bu gönderinin altındaki yorum kısmı kullanılabilir. Bir de önceki ankete ek olarak, anket sonucuna yorum yapmadan görüş bildirmek isteyenler olabilir diye, mini bir anket ekledik aşağıya. Şayet anket ile ilgili görüşlerinizi yazmak istemiyorsanız, aşağıdaki anketten oy kullanarak da anket sonucuna ilişkin fikrinizi bildirebilirsiniz.

Philip Zimbardo önderliğinde gerçekleştirilen ünlü Standford Hapishane Deneyi'nden sinemaya uyarlanan 2001 yapımı Das Experiment, gerek oyunculuk gerek senaryo gerekse de yakaladığı atmosfer bakımından Standford Hapishane Deneyi'nin hakkını vermeyi başarıyor.

1971 yılında, Zimbardo'nun başında bulunduğu bir grup araştırmacı, iktidar ilişkilerinin ve edinilmiş statülerin birey üzerindeki etkilerini incelemek için yetmiş beş kişi arasından rastgele seçilen yirmi dört lisans öğrencisini Stanford psikoloji binasının bodrum katındaki sahte hapishaneye yerleştirerek, bu öğrencilerin yarısının gardiyan diğer yarısınınsa mahkûm rolünü oynamasını istiyor.

Denekler, istedikleri zaman deneyi bırakabileceklerini bilmelerine rağmen, genel olarak kendilerine verilen rolü sonuna kadar üstlenmeyi seçiyorlar. Zimbardo altıncı günün sonunda deneyi bitirinceye dek, gardiyan rolünü üstlenenler, mahkumların kendi otoritelerini tanımaları için sadist bir boyuta varacak şekillerde şiddet uygulamaya; mahkum rolünü üstlenenler ise, baskı karşısında kendi hak ve özgürlüklerini elde etmek için uğraşırken duygusal olarak travma geçirmeye varana kadar çeşitli eğilimler gösteriyor.

Film, genel hatları bu şekilde olan deneyin içinde olmamızı ve toplumsal sınıflar ile iktidar kullanımı arasındaki ilişkinin boyutlarını minimal düzeyde dahi olsa görmemizi sağlamak açısından oldukça kayda değer bir işlev görüyor. Her ne kadar, özellikle filmin sonlarına doğru, deneyin etki ve sonuçları biraz 'köpürtülmüş' olsa da, bu abartının,  bilimsel bir deneyin beyaz perdeye aktarılması adına mazur görülebilecek bir boyutta kaldığı söylenebilir.

Michel Foucault'nun şu sözüyle ilintili olarak düşünülürse film ve deney, belki de birçok toplumsal sorunun kökenine ilişkin bir ipucu elde edilebilir: "Her nerede iktidar varsa, orada direniş vardır."

Hayyam

Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kâseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu

Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.

Kaynak

Bu seferki konumuz; beyin görüntüleme ve bunun için kullanılan cihazlardan biri, Fonksiyonel (işlevsel) Manyetik Rezonans Görüntüleme veya kısa yazılışı ile fMRI (Functional Magnetic Resonance Imaging).

fMRI, beyin görüntülemede kullanılan diğer cihazlara göre en zararsız olanıdır. Şu ana kadar canlılar üzerinde zarar verici bir etkisinin olduğu rapor edilmemiştir. Çünkü, röntgen veya benzeri bir radyasyon yaymaz. Hatta hamileler üzerinde bile zararlı bir etkisi görülmemiştir. Ancak yine de, organ gelişiminin gerçekleştiği ilk üç ay içinde, hamilenin fMRI çekimi önerilmez. Tabii ki, fMRI, manyetik alan yaratarak çalışan bir sistem olduğu için, kalp pili taşıyanlar için tehlikelidir. Benzer şekilde, vücudunda metal protezi olan, hatta ateşli silahla yaralanıp, vücudunda metal kalıntısı olanlar için de fMRI çekimi önerilmez.

fMRI, beyin görüntüleme teknikleri içinde giderek yoğun bir şekilde kullanılan bir sistemdir. Bu amaçla, sinirbilim (nöroloji), psikofizyoloji, bilişsel psikoloji ve benzeri dallarda kullanılmaktadır. Hatta, beynin çalışması hakkında elde edilen bilgilerin neredeyse büyük bir çoğunluğu fMRI tarafından elde edilmiştir. Bu açıdan düşünüldüğünde, beynin çalışma mekanizmasını anlamak için, beyni açıp elektrot yerleştirme veya hayvanlarda, beynin sağlam kısmını bozarak (lezyon) beynin hangi faaliyetlerinin ortadan kalktığını görmek için yapılan işlemleri de azaltmıştır. (Beyin için inceleme yapılacak konunun içeriğine göre her alanda fMRI cihazının kullanılabildiğini söyleyemeyiz.)

Bu yazımızda, beyin görüntüleme konusunu seçmemizin nedeni, daha evvelki yazılarımızda olduğu gibi bundan sonraki yazılarımızda da adını sıkça kullanacağımız bu sistemin (fMRI), beyin faaliyetlerini nasıl görüntülediğini anlatmanın yararlı olacağını düşünmemizdir. Böylece, okurumuzun, beyinle ilgili diğer yazıları okurken, bu sistemin çalışması ile ilgili olarak, makalelerin içinde fMRI için yapılan kısa tanımlamalar yerine, bu makale ile, biraz daha detaylı bilgi sahibi olarak diğer makalelere anlam katmasını istedik.

KISA BİR GİRİŞ
Söz gelimi, bir şey düşündüğümüzde, bir resme baktığımızda, sevindiğimizde, korktuğumuzda elbette ki beynimizin bir faaliyet içinde olduğunu biliriz. Peki bu faaliyetlerin, beynimizin neresinde olduğunu, ne kadar sürdüğünü ve başkaca bilgileri fMRI cihazı vasıtasıyla nasıl anlıyoruz?

Aslında bu konudaki temel prensip çok basit. fMRI cihazının çok yüksek yoğunluklu manyetik alan yarattığını ve bunu yaydığını biliyoruz. Diğer taraftan, beynimizde bir aktivasyon (düşünce, üzüntü, sevinç, korku, bir resme bakmak, müzik dinlemek vb.) meydana geldiğinde, beynin ilgili kısmı bu faaliyetleri yapabilmek için “yakıt” a ihtiyaç duyar. Bu yakıtlardan önemli biri de bildiğimiz oksijendir. Beynimizde, düşüncelerimizi sağlayan sinir hücreleri olduğu gibi, sinir hücrelerinin beslenmesini ve dolayısıyla canlı kalmasında yardımcı olan kılcal kan damarları vardır. İşte, oksijen, kırmızı kan hücrelerine tutunmuş bir durumda, kılcal damarlar vasıtasıyla, kullanılması için, aktivasyon halinde olan sinir hücrelerine ulaşır.

Şimdi, fMRI tarafından yapılan görüntülemenin nasıl sağlandığını açıklayalım. Beynimizde bir aktivasyon olduğunda, aktivasyon olan yere kılcal damarlar vasıtasıyla kan akımı fazlalaşır. Dikkat edilirse, beyindeki aktivasyon ile beraber, bu bölgeye kan akımı “başlar” değil, “artar” kelimelerini kulandık. Bunun sebebi, açıktır ki, beynin o kısmı (nöronlar), aktivasyon olmasa da bir başka deyişle istirahat halinde olsa bile, sinir hücrelerinin canlı kalabilmesi için beslenmeye, yani oksijene ihtiyaç duymasıdır. Soldaki resimde, nöronların, dinlenme halinde de oksijen aldıkları görülmektedir.

İşte bütün olay, kırmızı kan hücrelerinin kendisine bağlı oksijeni, kullanması için sinir hücrelerine vermesi ile başlar. Çünkü fMRI cihazının içinde bulunan kişi ve dolayısıyla beyni, fMRI cihazı tarafından oluşturulan ve yayılan kuvvetli bir manyetik alan etkisi altında kalır. fMRI cihazından yayılan manyetik alan, oksijen taşıyan kırmızı hücrelere başka değerde, oksijen yükünü sinir hücrelerine bırakıp da oksijensiz kalan kırmızı hücrelere başka değerde etkir. İşte bu fark, fMRI tarafından elde edilen, beyin görüntülerine parlak bir leke olarak yansır. Dolayısıyla, beyin görüntülerindeki bu leke gibi parlaklıklar, beynin o kısmında bir aktivasyon olduğunu gösterir.

fMRI CİHAZINA AİT MANYETİK ALANIN GÜCÜ (TESLA)
Her ne kadar yukarıda kısaca özetledik ise de, isterseniz şimdi, teknik olmayacak kadar biraz detaylardan bahsedelim.

Biliyoruz ki, Dünya’nın manyetik bir alanı vardır. Bunun en basit ispatını, elimizdeki basit bir pusula iğnesinin kuzey güney doğrultusunda sapmasından anlayabiliyoruz. Şöyle soralım, mademki, fMRI olarak isimlendirilen bu cihazların manyetik alanlarının olduğunu ve bunların da çok güçlü olduğunu söylüyoruz, peki, bu manyetik alanın gücü ne kadardır? fMRI’ların manyetik alanlarının güçleri, Tesla olarak isimlendirilen birimle ölçülür. Bir fMRI’nın manyetik alan gücü olarak; 1 veya 1,5 veya 2 ve giderek 2,5-3.gibi sayısal değerler kullanılır. Örnek olarak, 'herhangi bir fMRI cihazının manyetik alan gücü 1 Tesla'dır' deyince ne anlamalıyız? Bu durumda tekrar elimizdeki basit pusulaya dönelim. Dünya’nın manyetik alanının gücü yaklaşık yarım (0,5) Gauss kadardır. (Bu değer, Dünya’da bulunduğumuz enlem derecesine göre değişir. Sözgelimi 50 derece paralelde 0,58 Gauss, 0 derece enlemde yani ekvatorda 0,31 Gauss’tur.)

İşte, elimizdeki pusulanın iğnesini Kuzey-Güney doğrultusunda yönlendiren bu güç, Dünya’nın manyetik alanıdır. Diğer taraftan 1 Tesla, onbin Gauss’a eşittir. (1 Tesla=10.000 Gauss). Eğer, hesap kitapla uğraşmak istemiyorsanız ve daha kolay bir anlatımla ifade edilmesi isteniyorsa, bu şu anlama gelmektedir. Bir fMRI cihazının manyetik alan gücünün 1 Tesla olduğunu söylüyor olmakla, bu gücün, yani fMRI cihazının manyetik alanının, Dünya’nın manyetik alanının 20 bin (20.000) katı bir manyetik alan gücüne sahip olduğunu ifade ediyoruz demektir. Benzer şekilde, bir fMRI’nın 1,5 Tesla manyetik alan gücüne sahip olması demek, Dünya’nın manyetik alanının 30 bin katı, cihazın 2 Tesla değerinde manyetik alan gücüne sahip olması demekle de 40 bin katı bir manyetik alan gücüne sahip olduğunu söylüyoruz demektir. Kaldı ki, böyle bir ortamdaki bir pusula iğnesinin, fMRI cihazının oluşturduğu manyetik alan doğrultusunda yönlendiğini hayal edersek, pusula iğnesini yönlendiği doğrultudan, parmağımızın kuvveti ile saptıramayacağımızı ve dolayısıyla, manyetik alanının gücünü daha iyi anlarız.

fMRI CİHAZININ DUYARLILIĞI
fMRI cihazlarının duyarlıkları, sahip oldukları manyetik alan gücüne diğer bir deyişle Tesla değerlerine göre değişiklik göstermektedir. fMRI cihazlarının Tesla değerleri arttıkça, cihazın duyarlığı (hassasiyeti) de artmaktadır. Peki, duyarlık derken neyi kastediyoruz? Bir fMRI’ın Tesla değeri arttıkça, aynı alan içinden daha fazla manyetik alan geçeceğinden, incelenecek alan daha fazla ayrıntılı olarak incelenebilir demektir. Söz gelimi, 1 Teslalık manyetik alan üreten bir fMRI cihazı ile, beynimizde, kenarları 2 milimetreden oluşan küp şeklindeki bir hacimde bulunan sinir hücrelerinde olabilecek aktivasyonu inceleyebiliriz demektir. Artan Tesla değerine göre de, kenarları 1 mm olan (1 milimetreküp) hacim içindeki sinir hücrelerinin aktivasyonlarını incelemek mümkün olur.

fMRI cihazlarının bir başka duyarlılığı ise zamandır. fMRI deneylerinde beyin kabuğunda (serebral) çalışmalar yapılırken, 1-6 saniye arasında yüzlerce görüntü çekilir. Cihazın Tesla değeri arttıkça, aynı zaman aralığında çekilen görüntü sayısı daha da arttığı için, beyindeki aktivasyonları an be an daha iyi yakalayabilme ve dolayısıyla inceleme imkânı doğacaktır.

NÖRONLARDAN ELDE EDİLEN SİNYAL VERİLERİ NASIL İŞLENİYOR?
Öncelikle şunu söyleyelim ki, beyin kabuğunda 1 milimetre küplük hacimde 100.000 den fazla nöron vardır. Bu kadar küçük bir hacimde bile bu sayıdaki nöron, birbirleri ile 1 milyara yakın bağlantı (sinaps) oluştururlar. Bu anlamda, şimdiki teknoloji ile fMRI, her bir nöronun tek tek faaliyetindeki değişikliği gösteremez.

Dışarıdan gelen bir uyaran (bir resme bakmak) veya bir şey düşünmek gibi durumlarda, beynimizdeki bazı nöronlar az çalışırken bazısı fazla çalışır. Hatta, fMRI ile incelemeye çalıştığımız hacim içinde, dışarıdan bir uyarana karşı herhangi bir nöron aktive olurken (söz gelimi, bir resme bakarken), bazısı, bu görme aktivasyonunu engellemeye/durdurmaya yönelik olarak da çalışabilir.

Dolayısıyla fMRI cihazı ile, hangi nöronun ne tür bir tepki verdiği anlaşılamaz. Ve yine fMRI ile çalışma anında, nöronların aktivasyonu öyle bir zamana denk gelir ki, fMRI ile görüntü alındığı anda nöron bir aktivasyon göstermezken, fMRI cihazının görüntü almadığı zamanda nöron aktive olmuş olabilir. Bir başka deyişle, fMRI cihazının arka arkaya çektiği görüntülerden bazılarına, o nöron grubunun aktive oldukları zaman (an) denk gelmemiş ve dolayısıyla görüntülere yansımamış olabilir. Bu nedenlerden dolayı, belli zaman aralığında çekilen görüntüler tek tek ele alınarak işlenmek yerine bu görüntülere ait değerlerin ortalamaları alınarak tek bir görüntü elde edilir. Şu halde fMRI ile çekildiğini düşündüğümüz tek bir görüntü, aslında yüzlerce görüntünün ortalamasıdır. (Resimdeki dokuz görüntünün her biri, yüzlerce görüntünün ortalamasından elde edilmiştir.)

Nöron faaliyetleri, ekranda veya film üzerinde parlak nokta veya lekeler olarak elde edilir. Bazen, bu lekeleri (nöron aktivasyonlarını) daha iyi ayırt edebilmek içini fMRI cihazının bilgisayar yazılımı bu kısımları yapay olarak renklendirir. Bir başka deyişle, zaman zaman bazı görüntülerde rastladığımız bu renklilik, yapaydır.

Beynin belli yerindeki nöronların aktivasyona ait fMRI görüntülerindeki parlaklıklara bakarak, görüntü alındığı anda, hangi nöronların aktive olduğunu söyleyemiyoruz. Bunu, şu şekilde benzetme ile açıklamaya çalışalım. Varsayalım ki bir odada 20 çocuk bulunmaktadır. (1 milimetreküpte 100 bin nöron olduğunu hatırlayalım). Eğer odadan bir uğultu yükselmeye başladığını duyarsak, bu uğultunun, hangi çocukların bağırmasından oluştuğunu bilemeyiz. Bildiğimiz bir şey varsa, odadaki 20 çocuktan bazılarının sesini yükselterek bir uğultu oluştuğudur. İşte bunun gibi, fMRI cihazına ait hassasiyetin, şimdiki teknoloji ile tam yeterli olmaması nedeniyle söz gelimi 1 milimetreküpteki 100 bin nörondan hangilerinin aktive olduğunu söyleyemiyoruz.

Bu arada, fMRI’nın hassasiyetine bağlı olarak, incelenebilen en küçük hacim parçasına Voksel adı verilir.

BOLD NEDİR?
Bu konuya girmeden evvel bir karışıklığı önlemek için kısa bir açıklama yapalım. Bu yazımızda iki adet manyetik alandan bahsediyoruz. Bunlardan biri, fMRI cihazı tarafından oluşturulan manyetik alan. Diğeri ise, fMRI cihazının oluşturduğu manyetik alanın etkisiyle, oksijen taşıyan kırmızı kan hücrelerinin atomlarının etkilenerek oluşan manyetik alandır. Dolayısıyla, bizim yazımıza konu olan, oksijen taşıyan veya taşımayan kırmızı kan hücrelerinden elde edilen manyetik alanların fMRI tarafından işlenen görüntüleridir.

Yazının başında, fMRI cihazı tarafından belirlenen manyetik alanın, aslında sinir hücrelerindeki aktivasyona bağlı olarak, o bölgeye kan akımının olması ve kan içinde bulunan kırmızı kan hücrelerindeki oksijenin, sinir hücrelerinin kullanması için tüketilmesiyle yani kırmızı kan hücresinin oksijensiz kalmasıyla ortaya çıkan fark tarafından yaratıldığını yazmıştık. Şimdi bu olayı kısaca tekrar edelim ve BOLD olarak isimlendirilen yeni bir kavramı konumuza katalım.

Oksijen, kırmızı kan hücrelerinde bulunan hemoglobin adı verilen proteinlerine bağlı olarak taşınır. Oksijenin hemoglobine bağlanması durumuna oksihemoglobin adı verilir. Eğer, kırmızı kan hücresinde bulunan oksijen bağlı hemoglobin, sinir hücresinin kullanması için oksijen yükünü atarsa bu durumda da deoksihemoglobin yani oksijensiz hemoglobin oluşur. Zaten, oksijenli ve oksijensiz durum arasındaki farkın da manyetik alanı yarattığını biliyoruz.

Şu halde tekrar edecek olursak, beyindeki sinir hücrelerinde bir aktivasyon olduğunda, yakında bulunan kılcal damarlardaki kırmızı kan hücrelerinin üzerindeki hemoglobinlere bağlı oksijenler sinir hücrelerinin kullanımı için serbest bırakılmaktadır. Şimdi de kendimize şu soruları soralım. Aktive olmayan sinir hücreleri oksijen tüketmezler mi? Vereceğimiz yanıt “tüketirler” olacaktır. Çünkü, bu sinir hücreleri, o an aktive olmasalar bile, “hayatta kalabilmek, canlılığını devam ettirebilmek” için oksijene ihtiyaç duyarlar. Diğer bir soru da şöyle olabilir: Aktive olan sinir hücreleri aynı miktar mı oksijen tüketir? Bunun da yanıtı “hayır”dır. Diğer bir deyişle, sinir hücrelerinin aktivasyon derecesine göre tükettikleri oksijen miktarı da değişecektir. Eğer, yukarıda, sinir hücrelerinin aktive olduğu anda, kırmızı hücre üzerinden oksijenin alındığı temsili resme bir daha bakacak olursak, oksijene sahip ve sahip olmayan kırmızı kan hücrelerini aynı kılcal damar içinde görmek mümkündür. Dolayısıyla, aynı kılcal damar içinde oksijeni tüketilmiş kırmızı kan hücreleri ile hala oksijen taşıyan kırmızı kan hücreleri bir arada bulunurlar. Şu halde aynı kılcal damar içinde, oksijensiz olan kırmızı kan hücresi ne kadar fazla, oksijenli olan ne kadar az ise, o kılcal damardan beslenen sinir hücrelerinde o derece aktivasyon var demektir. Veya tam tersi düşünülebilir. Şu halde, oksijene sahip kırmızı kan hücrelerinin seviyesi (miktarı), sinir hücrelerinin aktivasyonuna bağlı olarak devamlı değişmektedir. İşte, kılcal damarlardaki oksijendeki seviye değişikliğine bağlı olarak sinyal üretildiği için buna BOLD (Blood-Oxygenation-Level-Dependent signal) açık ifadeyle, kan oksijen seviyesine bağlı sinyal adı verilir. Bu arada, oksijeni tüketilmiş kanın “venöz” olarak isimlendirildiğini ilave bir bilgi olarak aktaralım. Burada da tekrar edecek olursak, sinir hücrelerinin aktivasyonuna bağlı olarak, kılcal damarlardaki kırmızı kan hücrelerinin oksijen taşıyıp taşımaması arasındaki “fark”ın oluşturduğu manyetik alan, fMRI cihazları tarafından elde edilen görüntüleri oluşturmaktadır.

MANYETİK MEKANİZMANIN OLUŞUMU
Şu sorulabilir: Peki, fMRI cihazının kendisinde oluşturulan manyetik alan, gerek cihazdaki mıknatıslar ve gerekse elektrik tarafından oluşturulurken, kanın oksijenlenme seviyesine bağlı olarak kırmızı kan hücrelerindeki manyetik alan nasıl oluşuyor?

Bilindiği üzere, madde atomlardan meydana gelir. Atomların da merkezinde çekirdeği vardır. Nasıl ki Dünya’nın bir manyetik alanı ve bu alanın da bir yönü (kuzey-güney) varsa (yukarıda, Dünya’nın manyetik alanının gösterildiği resim), atom çekirdeklerinin de manyetik alanları ve bu alanlarının yönü vardır. Normalde, birçok atomu yan yana birer bilye gibi düşünürsek, bunların manyetik alanlarının yönelimleri rastgeledir. Ve bir çubuk mıknatısın manyetik alanına konan pusulalara ait iğnelerin doğrultuları nasıl ki bu mıknatısın manyetik alanın doğrultusuna bağlı olarak yönelirse, kırmızı kan hücreleri, üzerlerindeki hemoglobin de atomlardan oluştuğu ve oksijenin de bizzat kendisi atom olduğu için, kuvvetli manyetik alan yayan fMRI cihazının manyetik alanı, sayılan bu oluşumlara ait ve rastgele yönelmiş olan atomların çekirdeklerine ait manyetik alan doğrultularını, aynı doğrultuya sokar. İşte, atom çekirdeklerinin manyetik alanları fMRI cihazının etkisiyle aynı doğrultuya girerken, her bir atom çekirdeğinden sinyal çıkar. Birçok atom çekirdeğinden çıkan bu sinyaller birbirleri üzerine toplanarak, yine fMRI tarafından algılanan daha güçlü bir sinyal haline gelir. fMRI cihazının manyetik alanı diğer bir ifade ile Tesla değeri ne kadar yüksek olursa, atom çekirdeklerinin manyetik alanlarının yönlenmesi de o derece kuvvetli olur ve atom çekirdeklerinin gönderdiği sinyaller de o kadar artar ve güçlenir. İşte, atom çekirdeklerinden yayılan bu sinyallerin toplamı, ne kadar güçlü ise, beynin o kısmındaki aktivasyonun yüksek olduğu anlaşılır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken konu şudur ki, yukarıda da ifade edildiği gibi bu sinyaller, aktivasyon içindeki sinir hücrelerinden çıkan sinyaller değildir. fMRI cihazı tarafından algılanan bu sinyaller, aslında, kırmızı kan hücrelerindeki hemoglobinin oksijenini tüketip tüketmemesine bağlı olarak çıkmaktadır. Şu halde, tekrarlayacak olursak, bizlerin, fMRI cihazları tarafından oluşturulan görüntülerdeki parlaklıklar, sinir hücrelerinin doğrudan bir aktivasyonu değil, sinir hücrelerinin ihtiyacı olan oksijenin, kırmızı kan hücrelerindeki hemoglobinden ayrılmasına bağlı olarak üretilen sinyaller vasıtasıyla yapılan bir ölçümdür. Daha da açık söylemek gerekirse, sinir hücrelerinde bir aktivasyonun olup olmadığı, kırmızı kan hücrelerinde bulunan hemoglobindeki oksijenin salınıp salınmamasına bağlı olarak yapılan dolaylı bir ölçümdür.

Özetlemek gerekirse fMRI cihazından yayılan manyetik alan, kılcal damarda bulanan ve oksijen bağlı kırmızı kan hücrelerinin seviyesine bağlı olarak, atomların çekirdeklerindeki manyetik alanların aynı doğrultuya gelmesi ile, atom çekirdeklerinden çıkan sinyallerin parlaklıklar halinde fMRI görüntüsü olarak edilmesidir. Tabii ki bu sinyaller ne kadar güçlü olursa, görüntülerdeki parlaklıklar da o derece fazla olacaktır. İşte bu, makalenin konusudur. Ve artık biliyoruz ki, bu görüntüler, beyindeki sinir faaliyetlerinin dolaylı görüntüleridir.

fMRI CİHAZININ ZAYIF TARAFLARI
fMRI cihazının beyni daha iyi tanımamızda büyük faydası yanında, hala teknolojik yetersizlikleri de bulunmaktadır.

Söz gelimi, beynin ilgili bölgesi bir uyaran karşısında aktive olduğunda, aktive olan yere, oksijen taşıyan kanın hücumu hemen olmamaktadır. Ayrıca, oksijen taşıyan kan hücrelerinin oksijeni, sinir hücrelerine geçirmeleri ve dolayısıyla kırmızı kan hücrelerinin oksijensiz kalmalarından doğan farkın yarattığı manyetik sinyallerin fMRI cihazına ulaşması 5-6 saniye kadar gecikmektedir. Dolayısıyla ölçülen aktivitenin net olarak hangi zaman aralığındaki uyarıma verilmiş tepki olduğunu söyleyebilmek pek mümkün olmamaktadır. Yine yukarıda da ifade edildiği gibi, Bu durumda, BOLD sinyallerinin sinirsel aktivite artışına mı bastırılmışlığına mı işaret ettiği şimdilik söyleyemiyoruz.

SON CÜMLELER
Yukarıda da ifade edildiği gibi bu makalenin amacı, Beynimiz ve Biz adlı yazı dizisinin önceki ve sonraki yazılarını daha anlaşılabilir kılmak ve sık sık referans olarak kullanmak içindir.

Makalede, evrenin maddesinden yapılmış bir araç olan fMRI ile, yine evrenin maddesinden yapılı bir sistemin (beynimiz) çalışmasından elde edilen manyetik farklılıkları (BOLD) inceledik. Ve şimdilik (!) beynimizde soyut ve fizik ötesi bir şey bulamadık. Acaba bir gün, beynimizi araştırırken, ruh gibi evren ötesi (!) bir şeye rastlar mıyız dersiniz?

Erol

Kaynaklar:
Bilimde sıklıkla bir bilim adamı "Evet, bu gerçekten güzel bir argüman, ben hatalıyım" deyip sonra kendi fikrini değiştirir ve eski fikrini ondan bir daha asla duyamazsınız. Bilim adamları bunu gerçekten yapar. Olması gerektiği kadar sık olmaz, çünkü bilim adamları da insan ve değişim bazen acı çektiricidir. Ama her gün olur. Bunun gibi bir şeyin siyasette veya dinde en son ne zaman gerçekleştiğini hatırlamıyorum.
- Carl Sagan

Dünyadaki bütün dinler içinde, esrarengiz bir rastlantıyı görüyoruz: ezici bir çoğunluk sadece ailesinin ait olduğu dini seçiyor. En iyi delile, en iyi mucizelere, en iyi ahlaki yapıya, en iyi ibadethaneye, en iyi müziğe sahip olanı değil: İş tezgahdaki dinlerden bir tanesini seçmeye gelince, dinlerin potansiyel erdemleri, aile etkisinin yanında hiçbir şey ifade etmiyor. Bu açık bir gerçek ve kimse de inkar edemez. Ama bunun nedensiz doğasını çok iyi bilen biri, bir şekilde dinine sıkıca bağlanıyor, hem de öyle bir fanatiklikle ki, başka bir dine inananı öldürmeye hazır olarak.
- Richard Dawkins

Dinsizler, tarihin her çağında insan hakları için savaştı, ve her zaman özgürlüğün ve adaletin korkusuz avukatı oldular.
- Robert Ingersoll
Evrim simülasyonunun amacı, bizlere evrim ve doğal seçilim hakkında kabaca bir fikir vermektir. Simülasyon başladığında, belli başlı bazı 'varlık'lar görüyoruz. Bu 'varlık'lar hareket ettikçe enerji tüketiyorlar ve bu sebeple sürekli yiyecek arıyorlar. Yeterli yiyeceği bulurlarsa, eşeysiz bir biçimde çoğalıyorlar; yeterli yiyecek bulamazlarsa, ölüyorlar. Her bir varlığın karakteri, kendine özgü kodlarla işlenmiştir. Ebeveynler bu kodları yavrularına iletiyorlar. Ancak işler her zaman böyle yürümüyor: Bazen ortaya bir mutasyon çıkıyor ve kod değişiyor: Ya araya yeni bir kod giriyor ya da bir kod eksiliyor. Aynı zamanda, varlıklar farklı renklere de sahip. Her bir renk, belli bir kod grubunu temsil ediyor.

Evrim, bir popülasyondaki gen sıklığının zamanla değişmesi demektir. Bu simülasyon da, söz konusu varlıkların nasıl değiştiğini göstererek, bu sürecin nasıl işlediği hakkında ipuçları sunuyor bizlere. Simülasyonu sürdürdükçe, 'varlık'ların aynı kalmadığını fark ediyoruz. Sürekli bir değişim gerçekleşiyor. Peki ama neden? Neden kimi 'varlık'lar diğer tür 'varlık'lardan daha başarılı oluyor, çoğalıyor? İşte bu simülasyon, bu değişimin bir ucunu bizlere sunuyor: Çevre. Simülasyonda çevreye etki etme şansımız var. Belirli alanlarda yiyecek üretebiliriz, kimi bölgeleri dışarıya karşı izole edebiliriz, çevresel faktörleri değiştirebiliriz.

Kısacası, bu simülasyon, türlerin değişimini kendi değiştirdiğimiz şartlar altında gözlemleyebileceğimiz bir alan sunuyor. Her ne kadar canlılar dünyasındaki çevresel, biyolojik ve daha birçok etmenle bir tutulmasa bile, simülasyon, kendi dünyamızda kuralların nasıl işlediğini anlamamız bakımından fayda sağlayacaktır.

Simülasyon Nasıl Çalışıyor?
Simülasyon açıldığında hemen solda bir menü göreceksiniz. En üstteki buton, yiyecek dağıtımıyla ilgilidir. Ona tıkladığınızda bir menü  ile karşılaşırsınız. Bu menüde iki ayar seçeneği vardır. İlki, ne kadar besin üreteceğiniz; ikincisi, hangi sıklıkla bu besinlerin üretileceği. Şayet hiçbir yere tıklamadan bu ayarları değiştirirseniz veya ayarları aynen korursanız, besinler rastgele bir biçimde 'çevre'de ortaya çıkar. Ancak o butona tıkladıktan sonra fareyle 'çevre'mizde bir yer seçerseniz, yiyecekler genel olarak o seçtiğiniz alanda ortaya çıkacaktır. Alana özgü besin üretimini durdurmak için, o alanın sınırlarına çift tıklamanız yeterlidir.

İkinci buton, yani besin üretiminin altındaki buton, bariyer yapmaya olanak sağlar. Ona tıkladıktan sonra alanımızda çeşitli hatlar çekerek 'varlık'ları izole etme şansına sahip olursunuz. Şayet daha sonra bariyerleri yok etmek isterseniz, üzerlerine çift tıklamanız yeterlidir.

Üçüncü buton ise, üç farklı ayar sunar bizlere: İlki, mutasyon sıklığını ayarlamaktır. İkincisi, 'varlık'ların her adımda harcayacağı enerji miktarını belirlemektir. Üçüncüsü ise, her besin tanesindeki enerji miktarını belirlemektir.

Colors (None / Code) yazan bölümde, Code seçili olursa, her 'varlık' kendi koduna göre bir renkle ortalarda dolaşacaktır. None seçilirse, bu renkler kaybolacaktır. Şayet renkler seçili ise, en alt sağ tarafta renklerin genel popülasyona oranını görebilirsiniz. Aynı zamanda sağ alttaysa, popülasyontaki toplam 'varlık' sayısını görebilirsiniz.

Son olarak R butonu da, simülasyonu baştan başlatmanızı sağlar.

Açıkçası, keyif verici ve aynı zamanda öğretici bir yanı bulunmakta bu simülasyonun. Evrim mekanizmasının nasıl işlediğini anlatma bakımından da minimal düzeyde gayet başarılı.