Ulu Tanrım! Ben, niçin benim?
- Stendhal

Hiçbir zaman, olmamak ile olmak arasındaki kesin geçişi görememişimdir.
- Oğuz Atay

Zorbalara dünyayı avuçlarında tutma gücünü veren şey herhangi bir ahlaki değer ölçüsü değil, ezilenlerin korkaklığıdır.
-Panait Istrati

Gizli acılar, genel felaketlerden daha acıdır.
- Voltaire

Kelimelere herkes kendine göre bir anlam, bir değer veriyor galiba. Bu değerler aynı olmadıkça iki kişi iki ayrı dil konuşuyorlarmış gibi olmuyor mu?
- Yusuf Atılgan

Bir dostun temel işlevlerinden biri, vermek istediğimiz, ama düşmanlarımıza uygulayamadığımız cezaları (daha yumuşak ve sembolik bir biçimde) çekmektir.
- Aldous Huxley

İnsanın eninde sonunda alışamayacağı hiçbir düşünce yoktur.
- Albert Camus

Sevdiğimiz bir kişi öldüğü zaman, sağ kalmak suçunun kefaretini yüreğimize işleyen yeğin bir pişmanlıkla öderiz.
- Simone de Beauvoir

Bazı tatlı duygular vardır, nasıl doğdukları bilinmez, ama öylesine yoğun etkilerler insanı.
- Charles Baudelaire

Cehennemde korkunç bir şey olacağını sanmıyorum. Orada hiçbir şey olmayacak.
- Bertolt Brecht

Beyin bilimindeki gelişmeler, birçok suçun arkasındaki iradeyi sorgulamaya başladı. İleri gelen nörobilimciler (sinirbilimciler), artık, suç ve ceza sisteminin nasıl olması gerektiğini irdelemeye, kanun ve düzen konusunda, ortaya yeni fikirler atmaya başladılar. 

1966 yılı, Ağustos ayının puslu ilk gününde, Charles Whitman, Austin’deki Teksas Üniversitesi’nin kulesine çıkmak üzere asansöre bindi. 25 yaşındaki genç, beraberinde getirdiği içi silah ve cephane dolu hırdavat çantasını sürükleyerek, kulenin gözetleme bölümüne çıktı. Tepeye vardığında, oradaki görevliyi tüfeğinin dipçiğiyle öldürdü. Kuleyi gezmeye gelen iki turist ailesine, merdiven boşluğundan ateş açtı. Sonra, hiçbir ayrım gözetmeden, aşağıya, gelip geçene ateş etmeye başladı. Vurduğu ilk kadın hamileydi. Whitman, yardımcı olmak üzere kadının yanına gelip diz çöken erkek arkadaşını da vurdu. Yoldan geçen yayaları ve yaralılara yardım için gelen ambulans sürücüsünü de vurdu.

Whitman, bir gün öncesinin sabahında daktilosunun başına oturmuş ve bir intihar notunu kaleme almıştı.

“Şu sıralar, kendimi gerçekten anlamıyorum. Ortalama bir insan gibi, aklı başında, zeki bir kişi olarak biliniyorum. Ancak, son zamanlarda (ne zaman başladığını hatırlamadığım) sıra dışı ve akılcı olmayan düşüncelerin kurbanı oldum."

Polis, vurup öldürünceye kadar geçen zamanda, Whitman 13 kişiyi öldürmüş, 32 kişiden fazlasını da yaralamıştı.

Olay, ertesi günün manşetlerine büyük yankılarla düştü. Polis, araştırma yapmak için Whitman’ın evine gittiğinde, olay daha da garip bir hal almıştı. Olay gününün sabahı, erken saatlerde, annesini ve uykudayken karısını bıçaklayarak öldürdüğü anlaşıldı. Whitman'ın notu şöyle devam ediyordu:


“Çok düşündükten sonra, bu gece, karım Kathy’i öldürmeye karar verdim. Onu, benim kıymetlimi çok seviyorum. Bana çok iyi bir eş oldu. Birçok erkeğin düşleyip de sahip olmak istediği bir kadın. Bütün bunları yapmam için akılcı bir neden bulamıyorum…”

Cinayetlerin şoku yaşanırken, sıradan bir kişi olarak, Whitman’ın sapkın hareketlerine karşılık, aksi yönde gizli ve sürpriz olarak değerlendirilecek bilgilerine erişildi.


Whitman, geçmiş dönemde izcilik yapmış, denizci olmuş, Teksas Üniversitesi’nde mimarlık okumuş, kısa süre bir bankada memur olarak çalışmış, Austin Çocuk İzci Oymağında, gönüllü oymak beyi olarak görev almıştı. Çocukken, Stanford Binet Zekâ Testinden 138 puan alarak derecelendirmede ilk sıralara yerleşmişti.

Üniversitenin kulesindeki bu olayın ardından, herkes bir cevap aramaya başladı. Zaten Witman da merak etmiş ve intihar notunda kendisine otopsi yapılmasını, beyninde bir şeylerin değişip değişmediğinin bilinmesini istemişti. Çünkü o öyle düşünüyordu.

Günlüğüne şöyle bir not düşmüştü.

Bir defasında, bir doktorla iki saat kadar konuşmuş, korkularımı ona taşımış, hissettiğim suç dürtülerime mağlup olduğumu söylemiştim. Bir seferlik görüşmeden sonra, doktoru bir daha hiç görmedim, böylece kendimle savaşımda yalnız ve sonuçsuz kaldım.”

Whitman, geride bıraktığı notunu önce daktilo ile yazmaya başlamış, annesini ve eşini öldürdükten sonra elle yazarak devam etmeye karar vermişti. Bir ara, komşuları Larry ve Eilen Fuess’lerin kapıyı çalması ile kapıya çıkan Whitman, komşularını her zamankinden daha sakin ama mutlu bir şekilde karşılamıştı.

Whitman’ın cesedi morga götürüldü. Kafatası, kemik testeresi ile kesilerek açıldı, beyni bir uzman tarafından çıkarıldı. Görüldü ki, Whitman’ın beyninde bir büyük  bozuk para kadar tümör vardı. Glioblastoma adı verilen tümör, beynin aşağısında bulunan talamusa ve onun yakınındaki hipotalamus ve daha da önemlisi, bir başka yapı olan amigdalaya baskı yapmaktaydı. Amigdala, duygusal düzenleme mekanizmamızda, özellikle korku ve saldırganlığımızı düzenleyen bir yapıdır.

1800’lerin sonuna doğru, araştırmacılar, amigdalanın zarar görmesi durumunda kişinin sosyal ilişkilerinin bozulduğunu keşfettiler. 1930’lara gelindiğinde ise, Heinrich Klüver ve Paul Bucy maymunların beyninde amigdalaya zarar verdiklerinde, korkusuzluk, duygusal körelme, aşırı tepki verme gibi bir grup semptomun ortaya çıktığını gösterdiler. Amigdalasına zarar verilmiş dişi maymunların, kendi çocuklarına karşı ilgisiz kaldıkları hatta zarar verdikleri görülmüştü. İnsanlarda da durum farklı değildi. Amigdalada bir faaliyet başladığında bu durum yüzlerimizden belli olmakta, korku hali belirmekte veya sosyal fobilerimiz ortaya çıkmaktadır. Bu bakımdan, Whitman, kendisinde gördüğü bu davranış değişikliğinin nedeni konusunda yanılmamıştı.

Whitman ve benzerlerinin hikâyeleri sıra dışı hikâyeler değildir: Beyin yaralanmalarına bağlı suç durumları artarak ortaya çıkmaktadır. Beynimizi daha iyi anlayacak teknolojilerimiz geliştikçe, birçok problemi ortaya çıkartma ve beynin sapkın davranışımızı anlama şansımız da artmaktadır.

BİRAZ DÜŞÜNELİM
Whitman’ın beyninde bir tümör olduğu anlaşıldığında, cinayetleri, kendinden geçmiş bir şekilde (elinde olmadan) işlediğine dair duygularınızda bir değişiklik oldu mu?

O günkü olaylarda, Whitman hayatta kalmış olsaydı, beyninde bir tümör olduğunu bildiğiniz durum ile bilmediğiniz durum arasında, sizin, Whitman’a vereceğiniz ceza arasında bir fark olur muydu?

Bu olayda, tümörün ortaya çıkışı, Whitman’ı, size göre ne derecede suçlu yapardı?

Böyle bir durumda, bir şanssızlık eseri, tümör sizde gelişmiş olsaydı, davranışlarınızı kontrol edemeseydiniz ne yapardınız?

Diğer taraftan, böyle bir tümörü olan birisiyle anlaşma yapmak ve işlediği suça rağmen serbest bırakmak tehlikeli olur muydu ve böyle bir durumda tümörü bahane ederek suçundan sıyrılır mıydı?

İnsan beynini daha iyi anladıkça, jüriler de, bu türden soruları kendilerine sormaya başlayacaklardır.

Bugün için bir suçlu, hâkim karşısına çıktığında, hukuk sistemi suçlu olup olmadığını bilmek ister. Suçlu mudur yoksa onun (suçlunun) biyolojisinin bir suçu mudur? Sanırım, böyle bir soru yanlış olacaktır.

Yaptığımız seçimlerimiz, ayrılmaz bir biçimde nöral devrelerimize bağlıdır. Bunun daha başka ve anlamlı bir yolu yoktur. Bizler daima yeni şeyler öğreniriz ve bunun sonucu olarak da sorumlu olma kavramımızın basit görünümü, daha karmaşık hale gelir ve giderek hukuk temellerimiz bizi zorlamaya başlar.

Sonuç olarak, sokaklardaki suçu azaltabilmek için belli kalıplara göre değil, duruma göre ceza vermeye yönelik rehabilitasyon fırsatlarını, doğru davranışlar için daha iyi dürtü yapısını ve bilim tarafından donatılmış daha gerçekçi bir hukuk sistemini inşa edebiliriz.

Bugün için, sinirbilimdeki yeni keşifler, kanun ve düzen için daha etkin, insani ve esnek yeni fikirler oluşturmaktadır. Modern beyin bilimi kendisini açığa çıkardıkça, şu ana kadar öğrendiklerimizi dikkate aldığımızda, bu bilgilerimizin mevcut hukuk düzenine nasıl uyarlanacağı, zor bir konu olarak görünmektedir. Ancak bu zorluğa rağmen, bilimin katkısıyla ferdin işlediği suç ve içinde bulunduğu duruma göre, rehabilitasyon ve buna bağlı olarak hüküm verme konusunda daha uygun davranmış olacağız.

Bazı kişiler, bilimin böyle bir konudaki yaklaşımının ne derece doğru ve tarafsız olabileceği konusundaki şüphesini belirtebilirler. Ancak ondan önce sorulacak soru, insanlık ve yardımseverliğin, bu konu içinde yer alıp almayacağıdır.

Sinirbilim, giderek bu tür sorulara dokunmakta, gerek felsefecilerin gerekse psikologların alanına girerek hangi kararların daha doğru ve özgür olduğu konusunda sorular sormaktadır. Sonuç olarak sinirbilim, geleceğin daha geçerli bir hukuk düzeni için teoriler yaratacak böylece biyolojimiz konusunda daha fazla bilgilendirilmiş bir hukuk biliminin ortaya konmasını sağlamış olacaktır.

O güne ait görüntüleri aşağıdaki videodan izleyebilirsiniz.


Evet, yazımızın sonuna geldik. Şimdi soralım. Siz bir karar verdiniz mi? Verdiğiniz karar her ne ise, bizler duymayacağız. Önemli olan, sizin aldığınız bu kararın, gerek jüri üyelerinden biri olarak, sizin tarafınızdan Whitman’a gerekse Whitman’ın yerinde bir kişi olduğunuzda, aynı kararın hiç değiştirmeden size uygulandığında, her iki durumda da kararın evrensel bir adalete hizmet ediyor olduğuna inanıyor olmanızdır.

Peki, “adalet” nedir? Atalarımızdan bize miras kalan ve daha doğmadan genlerimiz vasıtasıyla beynimize kazınmış nörolojik taslak bir şemanın, eşitlik ve suça uygun cezayı arayış adına, kültürler vasıtasıyla değişerek işlenmiş ve yine değişerek işlenmeye nihayeti olmadan devam edecek bir anlayış, bir düşünce bir davranış şekli olabilir mi? Ne dersiniz?


Bu arada, makalesinden çeviri için yararlandığımız yazar hakkında da bir şeyler söylemek gerekir.


David Eagleman
David Eagleman bir sinirbilimci ve aynı zamanda New York Times’ın çoksatan (bestselling yazarıdır. Üniversite eğitimini İngiliz ve Amerikan Edebiyatı üzerine tamamladıktan sonra, doktorasını Nörobilim dalında yapmıştır. Baylor Tıp Koleji, Algı ve Aksiyon Laboratuvarının yöneticisidir. O, hukuk ve sinirbilimi bir araya ilk getirenlerdendir. Bilimsel araştırmaları Science, Nature gibi prestijli yayınlarda yer aldı. En iyi bilinen çalışması synesthesia (harf ve rakamları renkli görmek) ve nörohukuktur. (sinir bilimsel hukuk). Son kitabı da best seller olmuş olan ve Türkçe’ye “Incognito/Beynin Gizli Hayatı” adıyla çevrilmiştir.

Erol

Çeviri, derleme, resim ve belgeler için kullanılan kaynaklar:
Hiç uyku uyumayan kişi başka bir zamanın içinde mi yaşar sorusuna Cioran'ın yanıtı: "Mutlaka. (...) Uykuyla geçen gecenin sonrasında, sabah uyanan birinde bir şeye başlıyor olma yanılsaması vardır. Ama sizi bütün gece uyku tutmadıysa hiçbir şeye başlayamazsınız. Sabahın sekizinde, akşam saat sekizdekiyle aynı hal içinde olursunuz ve zorunlu olarak şeylere bakış açınız tümden değişir."

Beter Düşkünü

Christian Bussy: 1937 yılında Fransa'ya geldiğinizde, değer verdiğiniz yazarlarla tanışmayı denediniz mi?

Cioran: Katiyetle. Ancak 1949'da, ilk kitabım olan "Çürümenin Kitabı" (Prècis de Dècomposition) yayımlandığında yaptım bunu. Ondan önce, hiçbir yazar, hiçbir filozof, hiçbir aydın tanımıyordum. O dünyadan biri değildim.

C.B.: Ama her şeye rağmen engeli aştınız...

Cioran: Eğer öyle söylenebilirse! O zamandan itibaren özellikle salon hayatı denebilecek bir yaşantım yoktu. 50'li yılların başında, kokteyllere giderdim. Üç ya da dört yıl sonra, bundan bezdim. Aslında her zaman toplumun kıyısında yaşadım.

C.B.: Ama bir kitap yazmak her şeye rağmen, topluma girmektir. 1949'da sizi bu ilk kitabı yazmaya iten ne oldu?

Cioran: Bu kitabın hikayesi oldukça ilginçtir. İki yıl önce, 1947'de Dieppe'de kalıyordum ve Mallarmè'yi Rumence'ye çevirerek eğleniyordum. Eğleniyordum diyorum ama, sözün gelişi işte, çünkü birden anladım ki saçma bir şeydi bu, boşa zaman harcamaktı, çünkü artık asla Romanya'ya dönmeyecektim ve eninde sonunda benim yaptığım şeyi anlı şanlı bir klasik şairi meçhul bir dille tercüme etmekti. O zaman Paris'e döndüm ve doğrudan, kendi adıma Fransızca yazma kararı aldım; "Çürümenin Kitabı"nın kökeni budur. Ayrıca yazdığım her şey, bunalım anlarında yazılmıştır. Kitaplarımın hiçbirini, ortaya bir kitap çıksın diye yazmadım, hep bir tedavi amacıyla yazdım. Bunu ifade etmesi güç ama kitaplarım aslında kitap değiller...

C.B.: "Niçin yazıyorsunuz?" sorusuna Paul Valèry, "Zayıflıktan." cevabını veriyordu. Sizin durumunuz da biraz böyle mi?

Cioran: Zayıflıktan da fazla bir şey bu. Bir nevi sefillik, tepetaklak olma... Bundan sonra kitap bir kaza gibi geliyor.

C.B.: Belki aynı zamanda insanlarla karşılaşmak için de yazıyorsunuz. Şahitleri etkilemek için.

Cioran: Yok, bu değil! Bir buhran halindeyken yazdığınız zaman, ötekileri düşünmezsiniz. Eğer muhakkak bir diyalog olmasını istiyorsunuz o zaman...

C.B.: Kendinizle bir diyalog mu?

Cioran: Hayır, Tanrı ile. Kitaplarımın bir yalnızlığın başka bir yalnızlıkla karşılaşmasından oluşmaları anlamında -hiç kimsenin Tanrı'dan daha yalnız olmaması anlamında.

C.B.: Nihilist olduğunuz söylenir. Bu doğru mu yoksa yanlış mı?

Cioran: Hayır, nihilist değilim. Hiçbir şey değilim. Diyelim ki nihilist taraflarım var. İnkârcı olduğum kesin. Ama belirtmek gerekir ki inkâr bende soyut bir şey değil, içten gelen bir şey. Bu... Nasıl desem? Bir infilâk gibi bu. Şamar atmak mesela, o bile tasdiktir. Kuşkusuz ben de şamarlar atıyorum ama hiçbir şeyi tasdik etmiyorum.

C.B.: Neden Cioran isyancı biri?

Cioran: Ama ben isyancı değilim ki! İsyancı, bir şeylere çözüm bulmak ister. O bir militandır. Ben kendimi Baudelaire'e ve Pascal'e yakın hissediyorum, onların isyancı oldukları da söylenemez.

C.B.: Peki, daha uzağa gidelim. Ümitsiz misiniz?

Cioran: Yok, ümitsiz de değilim... Tamam benim konumum kuşkusuz ümitsiz, çünkü hiçbir yere vardırmıyor. Ama bu durumu hem kabul ediyorum, hem de ne tuhaftır ki bu benim yaşamamı hiç engellemiyor. Kendi kendime her zaman , bu durumdan bir çıkış varsa bulmuş olurdum dedim. Eninde sonunda, bir başkasından daha aptal değilim...

C.B.: Sizin kadar sert birinin de hayran olduğu, yakınlık duyduğu kimseler var mı?

Cioran: Kuşkusuz. Her zaman dostlarım oldu ama edebiyat çevrelerinin dışından. En büyük dostlarım yazmıyorlar. İnsanları hiçbir zaman işlevleriyle takdir etmedim. Daha da ileri gidersem: Metafizik planda, biraz endişe duyan bir kapıcı, sistemiyle şişinen bir filozoftan daha ilginçtir. Aslında hayatta, hiçbir şeyi anlamamış olan çok büyük yazarlarla karşılaşılıyor.

C.B.: Yine de küçük bir istisnayla değil mi? Michaux ile?

Cioran: Ah, evet, hayran olunacak bir insan! Uzun zaman boyunca aynı mahallede oturduk. Onu konuşturmayı çok severdim.

C.B.: Aranızda hangi ortak noktalar vardı?

Cioran: Söylemesi zor... Fakat onun belgesel ve bilimsel sinemayı tutkuyla izlemesi beni büyülüyordu. Daha sonra anladım. Michaux, bir konuyu tüketmek istiyordu, hangi konu olursa olsun. Oysa edebiyat zorunlu bir aldatmacadır. Bu anlamda, Michaux edebiyattan çıkmıştır.

C.B.: Siz de, gözlemlediğiniz zaman, konuyu tüketiyor musunuz?

Cioran: Bilmiyorum. Bir akşam, yemekten sonra, Michaux ile birlikte gecenin ikisine kadar konuştuğumuzu hatırlıyorum. İnsanın kaderinden söz etmiştik; sesi birden değişti, bir titreme, bir heyecan hissettim: İnsanın bir gün yeryüzünden silinebilecek olması fikri onu alt üst ediyordu. Bu heyecanı yüzünden onu hiçbir zaman affetmedim. Ben, insanın yokoluşu varsayımının o kadar da kötü bir şey olmadığını düşünüyordum. Ve o anda, bir hayalkırıklığı hissettim.

C.B.: Zamanla daha mı kinik oldunuz?

Cioran: Hayır, çok daha az kinikleştim. Aslında, yaşla birlikte her şey tükeniyor, kinizm bile. Kuşkusuz yazdığım her şeyi inkâr etmek, düzeltmek veya küçültmek için hiçbir nedenim yok. Ama şeyler ifade edilince öyle bir hale geliyorlar ki, onlara daha az inanıyoruz. Niye? Çünkü yazma olayı yine de bir kadirbilmezliktir. Mesela intiharı ele alalım. İntihar fikri başıma musallat olmuştu, intihar üzerine yazdığım âna kadar. Ondan sonra bunu daha az düşünüyordum. Yazmak bu anlamda kadirbilmezliktir: Konuyu öldürürsünüz. Ele aldığım bütün konuları yarı yarıya öldürdüm. Saplantılarım azaldı.

C.B.: Bu aşamada, size şu soruyu sormalıyım. Niçin intihar etmediniz?

Cioran: Belki kurtaran da, tam olarak, intihar fikri, intihar saplantısı oldu. Olumlu ve uyarıcı bir fikir bu, o olmasa hayatıma tahammül edemezdim. Hristiyanlık, intiharı dışlayarak büyük bir psikolojik hata işledi. Bence özgürlük fikriyle bağlantılı olan bu fikrin itibarını düşürmenin, ağır sorumluluğunu taşımaktır. Madem ki her şey bana bağlı, bugün her şeye tahammül edebilirim.

Biyografinin Sıfır Derecesi

"Herhangi bir meslek icra etmekten, sevmediğimiz ve sevemeyeceğimiz şeyleri yapmaktan, her tür gayrişahsi işle uğraşmaktan kaçınmak için önüne gelen aşağılamayı ya da ıstırabı kabullenmek gerektiğini, aşırı bir zihin açıklığıyla anladım. Bir tek fiziksel çalışmayı kabul edebilirdim. Sokakları süpürmeyi kabul ederdim, herhangi bir şeyi ama yazmayı değil, gazetecilik yapmayı değil! Hayatını kazanmak için her şeyi yapmak gerekiyordu. Özgür olmak için önüne gelen aşağılanmaya tahammül etmen gerekir." (Cioran)

Cioran'ın gençlik yıllarında katlandığı aşağılanmanın, yazdığı kitapların sayısı ve saygınlığının artması ölçüsünde azaldığı kestirilebilir. Belki de bundan dolayı, yaşamının son yıllarında hiç yazmadı ve sadece müzik dinledi. Hoşsohbetliği ve keskin zekâsıyla mesr olan insanlar, Paris'e onu görmeye gittiler veya ülkelerine davet ettiler. Bazen de İspanya'daki okurlarıyla mektuplaşarak tartıştı. Ratelere düştünlüğünün sürdüğünden de emin olabiliriz...

Felsefeye olan inancını 17 yaşında başlayan ve yıllarca süren bir uykusuzluk dönemi sırasında kaybettiğini söyler Cioran. "Hatırıma geldiği kadarıyla, kendimde, insan olmanın kibrini yok etmekten başka bir şey yapmadım. Ve Tür'ün çevresinde, başka bir maymun çetesinden olduğumu iddia edecek çapa ulaşmadan, pısırık bir canavar gibi geziniyorum" (Burukluk). Tür'ün ve insanla ilgili her şeyin karşısında, o "pısırık canavar" tarafını daima muhafaza etti. İnsanların koşuşturmalarına şahit oldukça, "günlerin arasında, kaldırımsız bir dünyadaki bir orospu gibi," sürttü. Belki bir intihar tutkunuydu ama yazdıklarıyla, birçok insanın içindeki "intihar enerjisi"ni, "kendi kendine ve her şeye gülüp geçebilme" gücüne doğru iteledi. Hayata bulaşmadığı için istifa etmek zahmetinden de muaf olan sevgili kullardan biri oldu. Anları mutlaklaştırdığı için, "yanlış anlaşılmak" Cioran'la anlam kazandı.

Cioran, 1995 yılının Haziran ayı sonunda öldü. İnsanlık macerasının gözlemcileri arasındaki yeri, isminin yanına gelen ayın ve yılın anlamsızlığı ölçüsünde kalıcıdır.

Haldun Bayrı

Kaynak 
Peygamberlik mevzuu şu açıdan can alıcı.

"Tanrı(lar) var mı, yok mu?" meselesi nihayetinde teorik bir soru. Varsa vardır, yoksa yoktur, nasıl yorumladığına bakar. Zeus var mı? Noel Baba var mı? Kürdistan var mı? Aşk var mı? Var diyorsan vardır, zararı yok.

Lakin, var dediğin tanrı(lar)ın meramını nereden bileceğiz? Peki var olsunlar, ama niyetleri ne? Tercihleri ne? Neden hoşlanır, neye uyuz olurlar? Oruç bozdum diye bana kızgınlar mı? Günahkâr kızımızı linç etmemizi isterler mi? Lider’imizi tutuyorlar mı? O Arab’ın yazdığı kitabı gerçekten onlar mı yazdırdı?

Herkesin içinde vardır bir duygu, Allah şöyle istedi böyle istemedi gibi bir şey. Ama emin olamazsın, çünkü Allah kimseye direkt konuşmaz. O zaman, ah ne iyi olurdu, seçkin bazı kişilere direkt konuşsa, biz de sorsak öğrensek, içimiz rahat etse. Gelsin nebiler, evliyalar! Onlar konuşmuş, elbet bilirler.

Ama hayır, bu da yetmez. Bugünün nebisine asla güvenemezsin. Elle tutabileceğin adamın, öbür eliyle Allah’a değdiğine sahiden inanabilir misin? De ki on kişi kuşkusunu bastırıp inandı, inanmak iyi geldi; bin kişi inanmaz, dalga geçer, "bırak o şarlatanı" deyip yoluna devam eder. Hoştur "O, bulmuş!" diye hikâye anlatmak. "Ya kardeş, çok kuvvetli hocaymış, hatta bir gün…" Ama içten içe inanmazsın, tezgâh olduğunu bilirsin. Allahı kim kaybetmiş ki Falan Hoca bulsun?

BUGÜN peygamber olmaz. Ama DÜN? Masalların zaman içinde nasıl hakikat kazandığını bilirsin. İnsanlar masal dinlemeyi ve masal aktarmayı sever. Anlattıkça o masal ete kemiğe bürünür, kuşkudan arınır. Eski zaman dünyası zaten bugünkünden farklı bir dünyadır. Orada doğa yasaları işlemez; bugünün küçük insanları o zamanın devleri yanında hiç kalır. Evet, bugün tanrı(lar) insanlara konuşmuyor pek, ama geçmişte mutlaka konuşmuş olmalı.

Eskiden de konuşmamışlarsa zaten boku yedik, hakikatin zahmetli yolunda yapayalnızız demek!

*

Yahudistan’da tanrıyla kontak kurma işini nebîler üstlenmiş dedik. O geleneği sanırım İlyas başlatmış, MÖ 850 gibi bir tarih, sonra el verme yoluyla halifesine aktarmış, nebilik kurumsallaşmış, meslek olmuş, nebi nüfusu artmış. Sayı artınca da, doğal olarak, inandırıcılıkları düşmüş. Tevrat’taki gerçek zamana (yaklaşık MÖ 600’e) yakın nebilerin hepsi loser tipler. Halk ve kral tarafından pek ciddiye alınmamışlar, köpürüp bela okumuşlar.

Bütün nebilerden üstün bir eski zaman nebisi ihtiyacı belli ki bundan doğmuş. Yasa yapacaksın, kurban nasıl kesilir, rahip nasıl seçilir, ölüm cezası kime verilir, Şabat günü kölenden bir bardak su istemek caiz midir, belirleyeceksin. Bunu alelade bir nebi haber verse olmaz, tartışma çıkar. Oysa Musa Hoca öyle mi? Şimdiki nebiler tanrıyı ancak rüyalarında görür, ya da ıssız bir yerde perde ardından vahiy alırlar. Oysa Musa farklı, Hazretle bizzat yüz yüze görüşmüş mü? Görüşmüş. Bitti.

Musa var mıydı? Belki vardı, bilemem. Belki Dede Korkut veya Nasrettin Hoca kadar vardı, meselleri halk arasında anlatılırdı. Fakat kesin bildiğimiz birkaç şey var,
  1. Yahudiler Mısır’dan çıkıp İsrail’e göçmediler, izi bile yok.
  2. Tevrat’tan 500 veya 700 yıl önce Tek Tanrı düşüncesi olmaz. Bırak onu, Tevrat’ın ana gövdesinden 100 yıl önce yazılmış Amos ve Hosea kitaplarında bile Tek Tanrı’nın izine rastlanmaz.
  3. İbrani yazısının icadından yüzlerce yıl önce yazıldığı iddia edilen yasaların bugüne nasıl aktarıldığı belli değildir. On Emir’i Sina Dağından indirdiyse hangi yazıyla indirdi? Kim okudu?
  4. Ayrıca Kızıldeniz yarılmaz, mümkün değil. 

Masallarda yarılır belki. Anlatması da, dinlemesi de güzeldir. Çok anlatırsan sonunda anlattığına inananlar bile çıkabilir. Ama gerçek dünyada yok öyle şey maalesef.