Beynimiz ve Biz: Konfabulasyon / Masallama

16 Yorum

1995 Mayıs’ında, 25 yaşındaki polis memuru, evine gitmek üzereyken trafik kazası geçirir. Bir sağlık merkezinde 4 gün komada kaldıktan sonra bilinci yerine gelir. İki hafta daha gözetim altında tutulur, akabinde evine gönderilir. Bir müddet sonra ailesi, rahatsız edici boyutlardaki anlamsız konuşmaları nedeni ile polis memurunu psikiyatri kliniğine yatırır.

Hasta, hastaneye neden getirildiğini bilmemektedir. Klinikte, hasta ile konuşulur. Kendisinin, Türkiye adına görevli özel bir istihbarat görevlisi olduğunu, CIA yetkililerinin de bulunduğu bir uçakta iken uçağın düştüğünü, bu nedenle hastaneye getirilmiş olabileceğini söyler. Hastaya, CIA yetkilileri ile nasıl anlaştığı sorulduğunda, görevinin gizli olduğu, dolayısıyla bir şey söyleyemeyeceğini ifade eder. Diğer taraftan; elinin, kolunun tuttuğunu yani vücudunda bir araz olmadığını ve dolayısıyla kendisini hastanede boş yere tuttuklarını, biran evvel görevine dönme isteğini belirtir.

Gerçek ile hayali birbirinden nasıl ayırırız? Sıcak ve sakin bir günde, çevremizdeki bağlarımızı kısa süreliğine kopartıp, bizde güzel duygular bırakan bir tatil anısını belleğimizden geri çağırıp, o anları tekrar yaşadıktan veya hayal kurduktan sonra, şu ana, içinde bulunduğumuz mekân ve zamana nasıl dönüyoruz? Döndüğümüz yerin, şimdiki zaman ve mekân değil de, başka bir hayal dünyası olmadığını nasıl anlıyoruz, nasıl emin olabiliyoruz? Beynimizdeki ne tür işlevler bizi “gerçek” dediğimiz algılar bütününe döndürüyor? Acaba matrix ile gerçek arasındaki ince çizginin belirleyicisi olan yine aynı beyin mekanizmaları olabilir mi?

Bu yazımızın konusu “konfabulasyon”, dilimize kazandırılmış adı ile “masallama”.

KELİMENİN ANLAMI
Konfabulasyon (confabulation) kelimesi, kökeni Latince olan ve 15. Yüzyıla kadar giden “fabulari” sözcüğünden türetilmiştir. Başka dillerde de benzer yapıda kullanılan bu sözcük İngilizce’de “sohbet, havadan sudan konuşma” anlamına gelmektedir. Dilimize “masallama” olarak kazandırılmış ve psikiyatriye dâhil edilmiştir. La Fontaine’den bildiğimiz hikâyelerin “fabl” olarak adlandırılması da, sanırız, bize bu konuda yabancı gelmeyecektir.

İLK GÖRÜNÜŞ ve TANIM
Psikiyatride tam olarak sınırları çizilmemiş ve neredeyse yüz yıldır klinisyenlerin dikkatini çeken konfabulasyon; bilinçte herhangi bir etkilenme olmaksızın, bellekteki boşluğu doldurmak amacıyla, kendiliğinden ortaya çıkan, gerçek dışı öyküler uydurma, masal anlatma ihtiyacıdır.
İlk kez 1889'da Rus nöropsikiyatrist Sergei Korsakoff tarafından, alkolden dolayı hafıza kaybı (amnezi) yaşayan kişilerde (alkol hastalarında) tanımlanmıştır. Korsakoff, alkol bağımlısı kişilerin anlattıklarına baktığında, hastaların, yaşadığı olaylara ilaveler yaparak anlattığını, yanlış hatırladığını veya gerçek dışı hikâyeler uydurduğunu görmüştür. Bu yanlış hatırlamalar kısa süre sonra konfabulasyon olarak adlandırılmıştır. Sonraki zamanlarda, konfabulasyonun sadece alkol değil, başka sebeplerle de ortaya çıktığı zaman içinde anlaşılacaktır. Şu halde, kısaca, kişinin çevresi, kendisi ya da dış gerçeklikle ilgili anlattığı hatalı bilgilere konfabulasyon denir.

TÜRLERİ
Konfabulasyonun iki türü vardır. Bunlardan biri, ancak bir soru sorulduğunda ortaya çıkan, soru sorulan kişinin verdiği cevapta, belleğindeki bir boşluğu doldurmak şeklindedir. Diğer bir ifade ile kişi, bir şeyi anlatırken, gerçekte olmayan bir şeyi, farkında olmadan söyleminin içine katar. Buna anlık (uyarılmış) konfabulasyon denir.
Diğer bir türü ise düşlemsel (fantastik) konfabulasyonolarak adlandırılır. Burada, bellek boşluğunu doldurmadan daha öte bir mekanizma devreye girer. Hasta, bellek boşluğunu doldurmanın ötesine geçen ayrıntılı ve renkli öyküler anlatır. Hasta, öykülerinde, kendisine ait gerçek bellek kayıtlarını kullanılır. Ancak kullanılan bu bellek kayıtları gerçek olmayan hikâyeleri yaratmak içindir. Siz, hastaya soru sormasanız da, ortaya kendiliğinden çıkar. Bu hikâyeler, hastanın kendi isteğini doyurucu yöndedir. Kendi hikâyeleri içinde önemli bir kişi durumundadır. (Yazının başındaki örnek.)
Anlık (uyarılmış) konfabulasyonla ilgili, beynimizde anatomik bozukluğun olduğu bir yerin neresi olabileceği konusunda bir bilgimiz yok. Aslına bakılırsa, sağlıklı bireylerde de ortaya çıktığı bilinmektedir.
Bizim, üzerinde daha çok duracağımız konu; düşlemsel (fantastik) konfabulasyon olacaktır.
DÜŞLEMSEL (FANTASTİK) KONFABULASYON
Düşlemsel (fantastik) konfabulasyonda anlatılan hikâyenin kaynağı yine hastanın kendisine aittir. Diğer bir ifade ile hasta, kendi geçmiş bellek kayıtlarını kullanır. Ancak, belleğindeki kayıtları söylem haline getirirken, geçmişte yaşamış olduğu zaman ve mekân bağlantıları kopar. Artık, bellekteki bilgileri denetleyen, kontrol eden, gerçeği denetleme mekanizması (reality monitoring işlevi) bozulmuştur. Kendi bellek kayıtlarını kaynak alıp, bambaşka bir hikâye uydurur ve bu hikâyeyi, “şimdi” yaşıyormuş gibi anlatır.
İşin garip tarafı, düşlemsel konfabulasyon hastaları, yeri geldiğinde klinisyenlerin de gözünden kaçabilir; klinisyenler onları normal, sağlıklı birey olarak görebilirler. Klinisyen, anlatılan hikâyenin bütününe sahip olup, hastaya ait gerçek yaşamını mukayese ederek veya hastaya doğru soruları sorarak konfabulasyonun farkına varabilir. (Ailesinin, polis memurunun durumunun farkına varması.)
Hasta, bu şekilde davranmakla, hekimi kandırmayı amaçlamaz, bir çıkarı yoktur. Kaldı ki, anlattığı hikâyenin yanlışlığı konusunda da bir fikri yoktur. Anlattıkları onun için gerçektir.
ANATOMİK NEDENLERİ
Konfabulasyonun nedeni olarak, yukarıda da bahsedildiği gibi Korsakoff sendromu ve diğer nedenler olarak, anterior kommünikan arter yırtılması, kapalı kafa travması, Alzheimer hastalığı, beyin tümörleri, enfeksiyonlar gösterilmekte, hatta yakın zamanlardaki çalışmalarda multiplesklerozda da çıkabildiği ifade edilmektedir. Görüldüğü gibi birden fazla neden konfabulasyon ile sonuçlanabilmektedir.
Burada, konfabulasyona neden olanların hepsini değil ama en azından birini, “anterior kommünikan arter yırtılması” nın ne demek olduğunu şekilde gösterelim.
Bilindiği gibi, beynimizde de, sinir hücrelerinin ve diğer sistemlerin beslenebilmesi için kan damarları mevcuttur. Eğer beynimizin ön tarafına bakacak olursak, büyütülmüş resimde görüldüğü gibi öyle bir damar vardır ki, beynin iki yarım küresi arasında yer alıp, bölgedeki kan damarlarını birbirine bağlayan kanallardan biridir. İşte, kafaya alınan bir darbe, yarım kürelerin birbirinden ayrı yönlere hareket etmesine, damar üzerindeki yükün artmasına ve yırtılmasına neden olur. Bunun sonucu olarak da konfabulasyon oluşur.
FRONTAL LOB ve BELLEKTEN BİLGİ ÇAĞIRMA
Frontal loblar bellek işlevleri açısından çok önemli rol oynarlar. Yazımızın başında da bahsettiğimiz gibi, hayal kurduğumuzda veya bir anımızı yeniden yaşadığımızda, anıya ait bilgileri, belleğimizden belli bir düzen içinde çağıran ve o bilgileri yönetip karşımıza “anı” olarak çıkmasını sağlayan kısım, beynimizin ön tarafı yani frontal loblardır. (Beynimiz, iki yarımküreden meydana geldiği için, iki adet frontal lob bulunur.)
Frontal loblar, bellekteki bilgileri geri çağırırken, bu işlevini olabildiğince yaşanıldığı kronolojide ve ilgili mekânlarla bağlantılı olarak yapar. Geri çağırma esnasında, anılara ait bütünlüğün korunması önemlidir ve bunu da frontal loblar sağlar. Eğer, geri çağırılanların içine, ilgisiz bilgilerin de karıştığını görürse, bu bilgileri baskılayarak, anılardan ayıklamaya çalışır. Özetle, bellekten, frontal lob tarafından çağırılan bilgiler olabildiğince denetlenir ve doğrulanmaya çalışılır. Tabii ki bu geri çağırma her zaman %100 doğru değildir. Özellikle şahitlik yapanların yanlış bilgilerden (hatırlamalardan) dolayı mahkemelerin seyrini yanlış yöne sevk ettiğini birçok yerde okumuşuzdur, filmlerde görmüşüzdür.
Geçmişte yaşadığımız ve belleğe kaydolan anıları, belleğe kaydolduğu zaman ve mekân algısını bozmadan geri çağırmada, frontal lobların yaptığı denetleme ve kontrole, gerçeği denetleme (reality monitoring) adı verilir.
İşte konfabulasyon olarak bahsettiğimiz durumda, “gerçeği denetleme” mekanizması bozulmuştur. Dolayısıyla konfabulasyonda, bellekten geri çağrılan bilgiler gerçeğe, zaman ve mekân özelliklerine uygun olup olmadıklarına bakılmaksızın dışa vurulur. (Bunu, daha aşağıdaki resim deneyi ile göstereceğiz.)
Makaleyi oluşturan kaynaklardan aldığımız ifadeyle söylemek gerekirse, frontal lobların görevi, belleğin doğru işleyebilmesi için “hatırlayamadığını hatırlamak” tır.
GERÇEKLİK ve HAYAL KURMAK
Günlük bir davranışımızı ele alalım. Davranışlarımızı incelersek, bu davranışlarımızın rastgele olmadığını görürüz. Ne yapacağımıza karar verdiğimizde bu davranışımız, birkaç nedene bağlı olarak belirlenir. Öncelikle geçmiş dönem bilgilerimize başvururuz. Söz gelimi işe gidecek isek, işimizin nerede hangi adreste olduğu bilgisi, daha önceden belleğimizde mevcuttur. İkinci kaynak bilgi, o andaki anlık bilgidir. Örnek olarak, işe giderken otobüse, trene biniyorsak, demek ki, o andaki bilgileri (otobüsün gelmesi, treni kaçırmamız) kullanıyoruz yani anlık bilgi girdisini kullanıyoruz demektir. Ve son olarak da, zihnimizde gelecekle ilgili tasarladığımız bilgileri kullanırız. Çünkü, işe gitmemizin nedeni, geleceğimiz ile bağlantılıdır, iş; gelecekteki ortamı sağlayacak kazancımızı sağlayacaktır.
Bellek, mantıksal düşünmenin olduğu kadar hayal kurmanın da temelini oluşturur. Geçmiş dönemde hangi günde, hangi mekânda olduğumuz, ne yaptığımız, kiminle konuştuğumuz, neyi yapmayı planladığımız kronolojik olarak belleğimize kaydolur. İşte bizler, hayal kurarken dahi kaydolan bu bilgileri başlangıç olarak alırız. Kurduğumuz hayalle ilgili öyle bir şeyi yaşamamış olsak bile, belleğimizdeki kayıtları kullanırız. Söz gelimi, bir uzay gemisine hiç binmemiş olsak da, belleğimizde daha evvel kayıtlı olan film, belgesel, dergi ve kitaplardan gördüğümüz uzay gemisi bilgilerini kullanır ve kendimizi bir uzay gemisinin içindeyken hayal edebiliriz. Aslında daha da şaşırtıcı olan, beynimizin hayal kurmamıza olanak sağlaması ve bu hayal kurmadan sonra gerçekliğe, yaşadığımız zamana döndüğümüzde, gerçeklik ile hayal geçişini nasıl yaptığı, nasıl kontrol ettiği, bizi hayalden veya anılara takılıp kalmaktan nasıl ayırdığı konusunda bilgi sahibi değiliz. Belleğimizde var olan geçmiş hatıralarımızı, her an gerçeklik taşıyor sanarak yaşasaydık, hayatımız karmakarışık olurdu.
Yeni bilgiler edindiğimizde, bu bilgilerin eski bilgilerimizle çelişki ve çatışmaya girmeden bütünleşmesi, pekişmesi gerekir. Nihayetinde pekişen, bütünleşen eski ve yeni bilgiler belleğimize kaydolur. İşte bu kaydolma işleminden özellikle hipokampus ve bağlantılı diğer bölgeler olduğunu biliyoruz. Bu arada, anılarımızı kaydetmede çok önemli görev yüklenmiş olan hipokampusun anlamı, benzerliğinden dolayı denizatı demektir. (Şekilde, hipokampus ve denizatı yan yana görülmektedir)
Yukarıda da ifade edildiği gibi, bellek kayıtlarının denetlenmesi, anılarımızı denetleyerek geri çağırma ve sonra gerçekliğe dönme mekanizmasını yöneten, frontal loblarımızdır. Zaten, yukarıda sayılan arazların büyük bir çoğunluğu, frontal loblarda olan arazlar olup, konfabulasyona da, frontal lob lezyonları (doku hasarlanmaları) sebep olmaktadır.
Konfabulasyonu dürüst yalan söyleme olarak tanımlayan yazarlar da vardır.
KONFABULASYON SÜRESİ
Konfabulasyonun, ilk defa Korsakoff tarafından amnezi hastalarında görüldüğünü söylemiştik. İlginçtir ki, Korsakoff sendromunda konfabulasyon erken dönemde ortaya çıkmakta, amnezi devam ettiği halde, başlangıçta mevcut olan konfabulasyon bir süre sonra ortadan kalkmaktadır. Bu ise, konfabulasyon ile bellek kaybı (amnezinin) belli bir süre için örtüşen ama birbirlerinden kısmen de ayrı birer süreç olduğuna işaret etmektedir.
Konfabulasyonun uzun sürdüğü durumlar da mevcuttur. Hasta, hastalığının farkında olmadığı gibi, hastaneye neden yattığını da farkında değildir. Çünkü kendi hikâyeleri kendi gerçekliği olduğu, eli kolu sağlam olduğu için hastaneden neden tutulduğunu kestirememektedir. Eğer, hastanın anlattıklarının, gerçekle uzaktan yakından ilgisi olmadığı kendisine bir şekilde gösterilse ve hasta bunun farkına varsa dahi, bu defa hasta, böyle bir şeye nasıl olup da inandığını veya neden yaptığını açıklamaya çalışırken şaşırır, hatta daha evvelkilerinden daha da tuhaf, ilginç açıklamalarla kendisini haklı görmeye çalışır.
DİĞER KONFABULASYON ÖRNEKLERİ
1951’den beri evli olan 61 yaşındaki bir hastanın 27, 31, 32 ve 34 yaşlarında 4 çocuğu vardı. Hasta ile konuşulduğunda, kendisinin 4 aydır evli olduğunu söylüyordu. Buna karşılık, 4 aylık sürede bu yaşlardaki 4 çocuğa nasıl sahip olduğu ve kendisinin de bu durumu garip bulup bulmadığı sorulduğunda, hastanın kendisi de bu durumu garip bulduğunu, olsa olsa onları evlat edinmiş olabileceğini söylemekteydi.
Başka bir hasta sigortacıydı. Aslında öyle bir durum olmadığı halde, ekonomi ile ilgili çok önemli bir toplantıya yetişmesi gerektiği konusunda ısrar ediyordu.
Diş hekimi bir hasta, hastalarının randevuları olduğunu sanıyor, bu sebeple hastaneden sürekli olarak kaçıyordu.
Anterior kommünikan arter yırtılması sebebiyle hastaneye yatırılan bir kadın hasta, ısrarla bebeğini emzirmesi gerektiğini söylüyordu. Evet, yılar evvel bir bebeği vardı ve emzirmek istediği bebeği şu anda 30 yaşındaydı
RESİM DENEYİ
İsviçre’de, Cenevre Üniversite Hastanesinde nörorehabilitasyon profesörü olan ve daha çok, hafıza kaybı üzerine yaptığı çalışmaları ile bilinen Armin Schnider, aşağıdaki şekilde bir deney yapar.
Profesör Schnider, konfabulasyon hastalarına bir dizi resim gösterir. Bu resimlerden bazıları dizi içinde tekrarlanmaktadır. Yani aynı dizi içinde, aynı resimden birden fazla sayıda bulunmaktadır. Konfabulasyon hastalarından istenen şey, resimlerin gösterilmesine başladıktan itibaren, resim dizisi içinde, aynı resim ikinci veya üçüncü defa tekrarlanmışsa, “bu resmi, bu dizideki resimlerin içinde daha evvel gördüm” anlamına gelen “evet” demesi, o resmi, o dizi içinde ilk defa görüyorsa (dizi içinde, daha evvel bu resmi görmedim anlamında) “hayır” demesidir.
Şekilde, tavşan ile başlayan resim dizisine bir bakalım. Tavşan, resim dizisinin ilk resmi olduğu ve henüz benzer bir resmi bu dizi içinde şimdilik görmediğimiz için gerek normal bir kişiden gerekse konfabulasyon hastasından alınacak cevap “hayır” dır. Keza ikinci resim olan gül resmi ile de ilk defa karşılaşıldığı için normal bir kişi ve konfabulasyon hastası bu resim için “hayır” cevabını verir. Kaplan resmi için de “hayır” ifadesi alındıktan sonra sıra dördüncü sıradaki gül resmine gelince, gerek normal kişi, gerekse konfabulasyon hastası, gül resmi için “evet” ifadesini kullanır. Çünkü, gül resmi, dizi içinde, ikinci resim olarak daha evvel görülmüştü. Deneye devam ederek, saat ve araba resimleri için de birer “hayır” cevabı aldıktan sonra birinci dizi resimlerle ilgili deney biter.
Şimdi, deneyin ikinci aşamasına gelelim. Deneyin ikinci aşamasında, konfabulasyon hastasına, bu defa ikinci bir dizi resim gösterileceği söylenir. (Şekilde, nota resmi ile başlayan dizi resimler.) Konfabulasyon hastasından istenen, ikinci dizideki resimler için de aynı kuralı uygulamasıdır. Ancak, evvelki dizideki resimlerin hiç birini dikkate almaması, ikinci dizideki resimleri kendi içinde değerlendirmesi istenir. Buna göre normal bir kişi, ikinci resim dizisinde sadece dördüncü sıradaki çam resmine “evet” ve diğerlerine “hayır” cevabı verirken (normal kişiye ait ifadeler, resimlerin sol üstlerinde gösterilmişlerdir), konfabulasyon hastaları, fazladan, üçüncü sıradaki gül ve beşinci sıradaki saat resmine de “evet” ifadelerini kullanmışlardır. Konfabulasyon hastaları, kendilerine, ikinci diziyi kendi içinde ayrı değerlendirmeleri istendiği halde, birinci resim dizisindeki gül ve saat resimlerinin, sanki ikinci dizi içinde varmış gibi düşünür, dolayısıyla ikinci dizi içindeki gül ve saat resimlerini ikinci defa gördüklerini sanarak, bu resimlere “evet” ifadesini kullanmışlardır. (Resimlerin sağ alt köşelerindeki ifadeler.) Diğer bir ifade ile, iki resim dizisini birbirine karıştırmış, ikinci resim dizisinin içine, birinci resim dizisindeki bilgileri taşımışlardır. Bunun anlamı, konfabulasyon hastaları yeni resim dizisine cevap verirken bellek, eski bilgileri (birinci resim dizisine ait bilgileri) denetleyemediği için, bir evvelki kayıtları eleyememiş ve dolayısıyla, birinci deneye ait kayıtlar ikinci dizi resim kayıtlarına “evet” dedirten referans resimler olmuştur.
KONFABULASYON VE FARKLAR
Peki, şunları sorabiliriz. Mitomani (yalan söyleme hastalığı), paranoya (sanrı) ve benzeri kavramların konfabulasyondan ne farkı vardır? Birçok çalışmalar yapılıyor ve devam ediyorsa da, birbirlerinden ayırmak için kesin sınırların şimdilik konmadığını söyleyelim ve konumuzu burada bitirelim ve son olarak soralım.

Yazıyı okurken, çevrenizden kısa süre de olsa bağlarınızı koparttığınızı düşünüyor musunuz? Bu süre çerçevesinde, zaman zaman, aklınıza yazının dışında başka şeyler geldi mi? Hayal gücünüz, siz istemeseniz de çalıştı mı? Çoklu veya paralel evrenlerden bahsedilen çağımızda, yazıyı okumayı bitirdiğimizde hala kendi evrenimizde olduğumuzu iddia edebilir miyiz? Kanıtınız var mı?


Erol
Kaynaklar:

16 yorum:

  1. Sayın Erol, öncelikle yazı için teşekkürler.
    -Yazıyı okurken, çevrenizden kısa süre de olsa bağlarınızı koparttığınızı düşünüyor musunuz? EVET
    -Bu süre çerçevesinde, zaman zaman, aklınıza yazının dışında başka şeyler geldi mi? EVET -Hayal gücünüz, siz istemeseniz de çalıştı mı? EVET
    -Çoklu veya paralel evrenlerden bahsedilen çağımızda, yazıyı okumayı bitirdiğimizde hala kendi evrenimizde olduğumuzu iddia edebilir miyiz? EVET, ben ederim.
    Kanıtınız var mı? EVET var :
    Parelel evreni görmüyorum, o bir kuram.
    O halde fiziken halen kendi evrenimdeyim.
    Fizik bağımlılıktan kurtulunca / ölünce, göreceğimi umuyorum.
    Sonsuz bir hayata sahibiz, şu an bulunduğumuz fiziksel evren, en basit, en dip durum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sayın B.Bilal,

      Yazıyı okuduğunuz için teşekkür ederim ve tabii ki yorumunuz için de.

      Ancak şunu söylememe izin veriniz. Bilim denen olgu, söz ile değil, ölçmek ile yapılır. Söz gelimi dilimizdeki “mühendis” kelimesinin bile anlamı “ölçmek, biçmek” demektir. Demek ki, eskiler (tümü olma da) bile bunu görmüşler. Bilim, ölçüler sonucu ortaya konan bir denklem veya model ile yapılır. Sadece sözlerle, felsefe ile yapılmaz. Çünkü, dilin kemiği yoktur misali, doğa size olan - olmayan her şeyi söyletir. Bir yasak koymamıştır. Ortaya koyacağınız modelde, varsa parametreler arasındaki çelişkiyi gösterir ve onu düzeltirsiniz. Ancak, siz, zihninizde Dünya’da olmak üzere 100 metre boyunda zürafa da yaratabilir ve onun varlığından bahsedebilirsiniz. Kimse size neden öyle söylüyorsunuz diye yasak koymaz. Tabii ki ne yer çekim ivmesi, ne hidrolik ne de akışkanlar dinamiği hakkında bilgisi olmayan bir kişi, söyleyebildiği kadar söyler. Söz gelimi, Mars’ta 20 kilometre yüksekliğinde bir dağ oluşumu mümkünken, Dünya’da bu mümkün değildir. Yani, yeryüzü, 4,5 milyarlık hayatı boyunca bile istese bunu yapamamıştır ve yapamaz anlamına gelir. Neden diye sorarsanız, elbette ki, mekanik ve kütle çekim, yerküre ivmesi, sürtünme, kaya mekaniği vb. disiplinler arası konularda bilgilenmemiz gerekmektedir. Görülüyor ki, sadece söz üretmek bir anlam ifade etmeyecektir.
      Diğer taraftan, psikoloji ve özellikle nörolojik olarak beyninizin derinliklerine indiğinizde kendinizin "o kadar çok eminim" dediğiniz nice yanılgıların içinde olduğunuzu görürsünüz. Eskilerin dediği gibi "görmek inanmaktır" diye bir cümle artık "doğru" değildir. "İnanç" bilim değildir. Böyle düşünüyorsanız, yukarıda, makaledeki kişilerden daha fazla bir düşüncemiz yoktur derim. Çünkü onlar da zaten kendi dünyalarının kendi düşüncelerinin en doğru olduğunu, çevrelerindeki kişilerin büyük bir yanılgı içinde olduğunu söylüyorlar. Böyle olunca onlar da kendilerine göre haklı öyle değil mi?
      Tales'ten, Kopernik'e, Galileo'ya, Newton'dan, Einstein’e kadar daha binlercesi inandığı evren kuralları için önce denklemlerini ortaya koymuşlar, ondan sonra bu denklemlerinin üzerine konuşmuşlardır. Denklemlerini, ortaya koydukları anda hemen ispatlandığını, bu kişilerin hiç çile çekmeden denklemlerin kabul gördüğünü mü düşünüyorsunuz? Teorisini ispatlatmak için, savaşın olduğu bir zamanda bile Rusya’ya, Güneş tutulması ile ilgili ölçümleri yapması için kişilerin gitmesi konusunda Einstein’in dört takla attığını sanırım biliyorsunuz. Einstein’in, o gün için teori olan bugün için çoktan ispatlanmış modelini sanırım söylememe gerek yok. Demek ki iş, önce teoriyi yani matematik modeli ortaya koymakla başlıyor, sözü değil.
      Şunu demek istiyorum, bir savınız veya karşı savınız varsa önce doğrusuyla yanlışıyla bir denklem ortaya koymalısınız. Cern'deki deney sonucu ile ilgili Higgs parçacığının varlığı savının 60lı yıllarda ortaya konduğunu ve neredeyse yarım yüzyıl, o zamandan bu zamana sadece bir teori kaldığını biliyor muydunuz? Acaba, kaç “bilim insanı” dalga geçmiştir, ne dersiniz? İster paralel, ister ikizkenar evren olsun, ortaya bir şey koymak için, önce var olan bilgilerden teoriler üretirler. Bizler, uykudayken, adamlar benim bilmediğim adını şanını duymadığım modeller hazırlıyorlar. Doğrusu da, yanlışı da içinde olmak üzere teoriler üretiyorlar. Siz, karşı teori üretirken, argümanlarınız sadece söz olarak aklınıza gelenler midir, yoksa, ortaya, değişkenleri olan, bir üniversitenin fizik bölümüne gittiğinizde akademisyenlerle tartışılacak boyutta mıdır? Teoriler matematik temele dayanır. Söze değil. Çünkü matematik modelde değişkenlerin ne olduğunu gösterirsiniz. Yapılabiliyorsa ve gerekirse laboratuvara sokarsınız. Cern'deki gibi.

      Sil
    2. Eğer, ilgilendiyseniz, beynimizin dahi nasıl çalıştığını matematik modellerle anlamaya sinir sistemi ve buradaki kimyasallar ve iyonların akışlarını, iyon pompalarını, sinapslar arasındaki nörotransmitter geçişlerini, nasıl düşündüğünüze dair ve daha nice parametreleri konu alan yeni bir bilim dalı ortaya koydular. Computational Brain /Computational Neuroscience veya matematiksel modellerin bilgisayar ortamında yaratılarak beynin anlaşılması. Demek ki ortada bir model olmalı ki o işlenebilsin. Değiştirilebilsin, düzeltilebilsin veya işe yaramazsa çöpe atılabilsin. Eğer bir savımız veya karşı savımız var ve onu matematik model olarak ortaya koyamıyorsak, söylediklerimiz sokaktaki bir adamın söylediğinden öte gitmez.
      Eğer dedikleriniz eminseniz ortaya en azından diferansiyel bir denklem veya denklemler grubu koyunuz. Maxwel, manyetik alanın varlığını söze değil, dört parçalı denklemi ve gerçeklenirliği ile ortaya koymuş göstermiştir.
      Adamlar, paralel evren veya benzeri bir teoriler ortaya koyarken, canları sıkıldığı için değil bir dayanakla başlıyorlar. Yanlış da çıkabilir doğru da eksik de. Ama uğraşıyorlar. Şimdi ben size sormak isterim, elinizde, dilin kemiği yok misali her şeyi söyleyebileceğiniz bir diferansiyel denklem var mı? Ve ayrıca falancanın var demek ile olmaz. Bizzat siz o denkleme vakıf mısınız? O denklemin her bir parametresinin ne iş gördüğünü biliyor musunuz? O denklemle ilgili problemleri çözebilir misiniz? İnanın ki, yukarıdaki makalede olduğu gibi, rüya görmek esnasında bilgilerin çağrılarak bunlardan bir rüya ortamı yaratılması ile günlük hayatın içindeki konfabulasyon hastalarının içinde bulunduğu fizyolojinin belli ölçüde benzer olduğunu düşünüyorum. Yani, zihninizde, gerçekliğe uymayan trilyonlarca varsayımda bulunmak ve hatta körü körüne inanmak mümkündür.
      Düşüncelerinizi, modellemeden söylüyorsanız, size kim karışır ki. Ne isterseniz onu söyleyiniz. Şunu demek istiyorum. Söylediklerimizin, hiçbir fizik kanunu tanımadan ortaya çıkan rüyalar gibi değil, evrenin temsil edebilecek bir model üzerinden konuşalım. Kaldı ki, batılı üniversiteler, bunlar için neden durduk yere böyle çalışma ve toplantıları finanse etsinler ki? Neden bunca mesai harcasınlar? Sizden benden daha mı bilgisizler? Veya siz onlardan daha bilgili iseniz, lütfen burada da paylaşınız. Bilgi sahibi olalım. Ne dersiniz? Ayrıca, bu tür çalışmalar, bir din, mezhep, ırkçılık, siyaset, futbol takımı gibi dayatmacı bir zihniyet değil ki. Adamlar gelip, paralel evrene inanmazsan “seni döveriz” mi diyorlar. En azından sizin “dip” modelinize karşılık onların matematiksel denklemleri var. Peki, sizin?
      Ben derim ki, inansanız da inanmasanız da bırakınız adamlar inandıkları “teori” üzerine çalışsınlar. Ortaya bir şey çıkartırlarsa ne ala, çıkartmazlarsa ne size bana ne zararı var. Böylece ne olmuş olacak, gelecek kuşak bilim insanları bir evvelkilerin zaten deneyip de bir sonuç elde edemediği bu yolu elemiş olacaklar ve diğer alternatif yolları kullanacaklar. Yani, bilim insanları bu teorilerle bir şey bulamasalar bile fayda sağlayacaklardır. Zaten bilim de evvelkilerinin hatalarını düzeltme üzerine kurulmamış mıdır? Edison bile ampulün flamanını binlerce denemeden sonra bulmadı mı? Eğer siz, paralel, dikdörtgen veya her ne tür evren ise karşı savınız varsa, önce paralel evren ve bunun on bir-on iki veya her ne kadarsa ortaya konan boyutları ve bu teori için üretilen denklemleri yazınız. Sonra bu denklemlerdeki parametrelerin işlevlerini, ne anlama geldiklerini anlatınız, sonra sizin karşı savınız için ortaya koyduğunuz denklemleri yazınız ve nedenini niçinini açıkça yazınız ki ben de neden öyle olduğu veya olmadığını anlayayım. Böylece inandırıcılığınız artacaktır

      Sil
    3. Aksi halde, sadece ve sadece “söze” sizin tabirinizle felsefeye dayanan sözlerle bir cevap verdiğinizde, cevap olarak, buraya kadar yazdığım yazımın aynısıyla geçerli olduğunu, bundan sonra ifade edeceklerimle, ne kendime ne de size bir şey katamayacağım için daha fazla bir şey söyleyemeyeceğimdir. Yani siz, karşı savlarınıza dair inancınızı sadece sözlerle ispatlamaya çalışırsanız, benim için 100 metre boyundaki zürafadan daha inandırıcı olmayacak ve ben de size dönüp dolaşıp, bu yazımı, tek bir kelimesini bile değiştirmeye gerek kalmadan bu yazıyı işaret edeceğim.
      Diğer taraftan, bu ve benzeri sorulara sorulara cevap vermek adına bir yerden kaynak aktarırken kopyala yapıştır veya beni falanca adrese yönlendirme gibi de uygun bir yol olmayacaktır. Sizin o kaynaklardan matematik anlamda ne anladığınızdır. Başkalarının ne anlayıp da sizin onun anladığından daha farklı anlayan bir temsilcisi olmamak burada son derece önemli. Dediğim gibi savınız veya karşı savınızı denkleminiz olmalıdır diyorum. Bugün, Karl Popper’in Bilimsel Araştırmanın Mantığı kitabına baktığınızda bile, savlarının arkasında, hatta önünde modeller, denklemler var. LaFontaine’nin fablları değil. Sadece söz değil. Şu halde, ucunun nereye varacağını bilmediğimiz söz yerine, model kurmak lazım ki, inceleyebilelim. Çünkü model, ortaya koyduğunuz senaryoyu sınırlar, çerçeve çizer. Sözler için bunu yapamayız, sözleriz de söyleriz. Sonuçta, sonsuz söz üretmemize karşılık çok az matematik model üretebiliyoruz? Siz deyin Dünya’da 100 metre boyunda zürafa, ben diyeyim, bulunduğu yerden boynunu uzatıp, Dünyanın çevresini bir tur attıktan sonra, ayağının dibindeki otu otlayan at.
      Bunca şeyden sonra yazınızda yazdığınız “şu an bulunduğumuz fiziksel evren, en basit, en dip durum.” İfadesini hangi denkleme göre ispatlamaya çalışırsınız bilmiyorum. En dip olduğunu nereden biliyorsunuz? Belki dip değil de, paralelkenarın köşegenlerinden birinin üzerindesindir. Belki, Hayat, bu köşegenler üzerinde yer değiştirmektir. Hatta belki düz bir doğruya göre referans alınan bu düşünce yani yolun sonu anlamında “dip” değil de, belki bir çember üzerindeyizdir. Öyle ya, hayat ha bire bir ötelenme ise, bu defa da, ötelendikçe, belki de çemberin üzerindeki bir sonraki noktaya ötelenmiş de olabiliriz. Ve nihayet, böyle ötelenmelerle bir bakmışsınız, yine bulunduğumuz Dünya’ya bir daha gelmiş de olabiliriz. Eh böyle olunca reenkarnasyon düşüncesi de akla pek uzak gelmiyor? Ne dersiniz? Ancak bunca “hayal” kırmadan” sonra, bana, peki bunlar için denklemlerin var mı? Diye sorarsanız, elbette ki yok. Söyleyebildiğim kadar söylerim. Kim ne karışır? Peki sizin “dip” konusunda, biri öyle dediğinden veya bir kitapta öyle yazdığından dolayı ortaya koyduğunuz bir denklem veya modeliniz var mı?
      Sanırım artık, sizden, kopyala yapıştır yapmayacağınız veya internet adresinde bir yere yönlendirmeyeceğiniz, bizzat sizin açıklamalarınız dayalı ve sorulacak sorulara bizzat denklemler, modeller üzerinden açıklayıcı cevaplar bekleyeceğiz gibi görünüyor. Aksi halde sadece söze dayalı düşünceleriniz için, yine, yukarıdaki işaret edeceğim.

      Bu arada, makalenin en sonundaki sözler, makalenin anlatmak istediğine bakarak yapılan bir çıkarım elbette ki değildir. Böyle bir şey zaten olamaz da. Ancak, makalenin bizzat içeriği ile ilgili biraz da espri içeren bir gönderme olduğunu fark etmiş olmalısınız diye düşünüyorum.

      Sil
  2. Sorgulamak bana ne kazandırdı ?

    Sadece gerçekleri;

    - Bu koca evrenin beni umursadığını
    - Hayatın sonsuz bir yolculuk olduğunu
    - Doğumun bir mola, ölümün sonsuz yolculuğun başlangıcı olduğunu
    - Hayata çok daha değer vermem gerektiğini

    farketmemi sağladı.

    YanıtlaSil
  3. Sayın Erol yazınıza şöyle başlamışsınız :

    "Sorgulamak bana ne kazandıracak ?
    Sadece gerçekleri, bu koca evrenin seni umursamadığını,
    hayatın kısa bir yolculuk olduğunu fark edeceksin,
    hayata çok daha değer vereceksin."

    Bu koca evrenin seni umusamadığı gerçeğine nasıl ulaştınız ?
    Ne tür sorgulama yöntemleri kullandınız ?
    Bunun için bilimsel bir modellemeniz var mı ?
    Matematiksel değişkenleriniz neler ?
    Bu çıkarım sizin değilse bile, siz de öyle düşünüyorsunuz ki, yazınıza alıntılamışsınız.

    Ben de zaten, ulaştığınız bu nadide gerçeği sorgulamıştım.
    Hafıza kaybı yaşayan mitomanik, paranoyaklar üzerinde yapılan deneyleri yorumlamamıştım.
    Bu deneyleri yorumlayabilecek kadar bilimsel bir çalışmam ya da araştırmam da yok.
    Sizin araştırıp alıntılayarak yazdığınız yazılarınız hakkında fikir beyan edebilmek için konunun uzmanı mı olmamız gerekiyor ?

    Eğer evrenin sizi umusamadığını, bilimsel bir modelleme yöntemiyle kanıtlayamazsanız, sizin bu "SÖZÜNÜZÜN" de, konfabulasyon'dan farkı kalır mı ?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sayın B.Bilal,
      Siz, evrenin sizi umursamak derken neyi kastettiğinizi bence öncelikle ortaya koyunuz ki, düşünceniz netleşsin. Çünkü sizi yanlış anlarsam, vereceğim cevap da yanlış olur ve doğru davranmamış olurum. Ben, oluşumundan bu yana türlerin %98’inin yok olduğu yerküreyi (Dünya) bir tsunami ile yüzbinlerce insanın öldüğü, şehir ve kasabaların mahvolduğu, bir yanardağ patlamasıyla, bir fırtına ile insanların evsiz barksız kaldığı, hastanelerin dolduğu; insanların hastalığın ne olduğundan bile habersiz olduğu ve savunmasız olduğu, vebadan dolayı geçmiş dönemde neredeyse Avrupa’nın üçte birinin yok olduğu, insanların yoksul kaldığı, yerlerinden yurtlarından, kasabalarından olduğunu kastediyorum.
      Bu arada, tsunami, yanar dağ patlaması gibi olayları ve keza türlerin, daha insanların bile ortada olmadığı yani insanların çevreyi etkilediği, çevreyi kirlettiği, değiştirdiği düşüncesini getirerek, bu olaylara insanların neden olduğunu söylemezseniz sevinirim. Çünkü depremler ve tsunami gibi ölümcül doğa olayları, henüz insanların bir etkisinde olarak meydana gelmiyor. Bu tür doğa olayları, Yerkürenin oluşumundan, yerkürenin kabuğunun oluşmaya başlamasından itibaren zaten var. Umarım bunun ile ilgili bir kurguda bulunmazsınız.
      Ben, Evrenin bizi umursamadığı için, gerek deprem, gerek tayfun hatta, hastalıklardan ve hatta gök taşı çarpması için önceden belirleme konusunda yapılan ve milyar dolar harcanan tesis, yapı, bilgisayar sistemleri, yazılımları, hastalıkların etiolojisi için onca seminer ve toplantıları, deprem için sismolojik modelleri (hele bunlar için yapılan modelleri göstermek benim için zahmetsiz olacaktır) ve şu anda aklıma gelmeyenleri model olarak gösteriyorum. Eğer kendinizi, farklı bir kişi olarak görmüyor ve yeryüzünde yaşıyorsanız, yukarıdaki afetler ve benzeri konularda siz de evrenin umurunda değilsiniz. Çünkü, yolda giderken, kurumuş bir ağacın üzerinize devrildiğini görüp de, evren beni umursar dolayısıyla kaçmama gerek yok diye bir düşünceniz varsa, bir şey diyemem. Ama kaçarsanız, evren sizi umursamıyordur ki kaçıyorsunuzdur. Çünkü, o kurumuş ağaç da evrenin bir parçası. Ne dersiniz?, Ancak, siz bu tür afetlerin, insanlar için öbür dünya için bu Dünyada bir deneme bir sınav olduğunu söyleyenlerden iseniz, o konuda verecek bir cevabım yok doğrusu. Bu konuda, Sayın Hayyam, benim bilmediğim konularda dahi aydınlatıcı olacaktır.
      Şöyle diyebilirsiniz. İyi güzel ama, umursamasaydı, o zaman bizleri neden oluşturdu? Ben de diyorum ki, umursamış olsaydı korurdu. Eğer derseniz ki, insanlar, kendilerini korumasını bilmezlerse evren ne yapsın? Ben de, zaten bilmedikleri, gücü yetmediği durumlara bakarak, deprem, fırtına canlıları telef eden bir evren nasıl olur da beni koruyor diye sorarım. Eğer siz hala umurunda ve koruyor derseniz, sizin umurunda olamk/korumak derken neyi kastettiğinizi bir daha sormak gerekir.
      Eğer evrenin bu kadar umurunda olsaydık, yine kendisinin malzemesinden oluşan canlıları da yine kendisi ortadan kaldırmazdı, “korurdu”. Kendi çocuğunuzu yok eder miydiniz? İşte benim modellerim bunlar. Umarım sizi, evrenin koruduğuna dair metafizik, mistik veya tanrı gibi kavramları söylerseniz, yine Sayın Hayyam size, eğer uygun görürse gerekli açıklamaları yapar diye düşünüyorum.
      “Sizin araştırıp alıntılayarak yazdığınız yazılarınız hakkında fikir beyan edebilmek için konunun uzmanı mı olmamız gerekiyor ?” sözünüz için şunu söylemek isterim. Blogdaki yazılar, herkese ulaşabilme amacı taşıyor. Dolayısıyla, Burada, bir uzmanlık değil, bilgi paylaşımı veya var olan bilgilerin yayılmasını amaçlıyor. Dolayısıyla uzman olmak gerekmiyor. Yani burada size katılıyorum. Kaldı ki, yazılarla ilgili yorumlar, eleştiriler, yazıyı yazan için besleyici, bilgilendirici ve gerektiğinde bilgisini düzeltici ve etkin rol oynayacaktır. Şunu da söylemek isterim ki, yorum yaptığınıza göre, bu blogdaki yazıların hepsi olmasa da ilginizi çekiyor ve okuyorsunuz demektir

      Sil
    2. Bu çok güzel bir yaklaşım. Diyebilirsiniz ki, “ben başka blogları da okuyoırm” zaten ben de aksini söylemeyeceğim. Ancak hala bu blogdaki makaleleri okuyor ve yorum yapma ihtiyacı duyuyorsanız, ilginizi çektiği, bir şeyler deme ihtiyacını ortaya koyacak kadar da sizi etkilediği için olduğunu düşünüyorum. Çünkü nötr olsaydınız, şu veya bu şekilde bir yorumda bulunmazdınız.

      Benin size olan yazdıklarım kaynağı, bu yazı değil, paralel evren ve benzeri konulara, sizin felsefenize, hayat görüşünüze uygun gelmediği, düşünce sisteminize uygun gelmediği için bir olayın olmadığına dair düşüncenizdir. Eğer, böyle bir şey varsa da yoksa da, önce, onun hangi modeller üzerine kurulduğunu sözel olarak değil matematik modellerine bakarak anlamak gerekir. Ve bir karşı çıkışınız varsa, siz de söz değil, model üretiniz. Ki modelden ne dediğiniz anlaşılsın.

      Eğer evrenin sizi umursamadığını, bilimsel bir modelleme yöntemiyle kanıtlayamazsanız, sizin bu "SÖZÜNÜZÜN" de, konfabulasyon'dan farkı kalır mı ?
      Gördüğünüz gibi, siz de dahil yukarıdaki bir çok afet, hastalık ve daha nicesi ve bunlar üzerine yapılan çalışmalar size bolca model olarak gösterilebilir. Diğer bir ifade ile, bilimsel düşünce, önce insan, elinin altındakilere bakar, ölçtüklerine, deneylediklerine yaşadıklarına (afetlerle, hastalıklarla, yüzbinlerce insanın ölümü). İşte size, sorunuzun cevabı umursama konusunda milyonlarca cevap. Bu çalışmalar, insanların evren tarafından umursamadığı üzerine değil, aksine umursamadığı üzerine. Sanırım kendimi ifade edebiliyorum. Şimdi burada tekrar size dönüp sormak gerekir diye düşünüyorum. Evrenin, elinizin hemen altındaki malzemesini, olayları görüp onların zaten kurulmuş modelleri üzerinde çalışmak ve umursamayan bir evrenden nasıl korunabiliriz düşüncesi ile habire modeller kurup, kendisini korumaya alan hummalı bir çalışma mı, yoksa, sözlerden başka neyin nasıl olduğunu bir türlü bilmediğimiz, ölçemediğimiz veya ne isim verirseniz verin , sizin modelleriniz mi daha konfabulasyon? Bu arada, daha evvelki yazılarım, aynısıyla geçerli olduğunu tekrar söylemekte yarar var.

      Sil
  4. Erol bey, daha baştan yanlış anlaşmışız.
    Evren bizi umusamıyor demekten kastım doğal afetler değildi.
    Evrenin en umursadığı varlık biz olmalıyız ki, bir akla ve özgür iradeye sahibiz.
    Demek istediğim, evrenin sizin demenizin tam aksine , en umursadığı varlık insandır.
    Neyse, yazdığınız cevaplarda da, yine bence, yanlış varsayım / öngörü ve çıkarımlarınız var.
    Zaman buldukça onlara da değinmeye çalışırım.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sayın Bilal,
      Bizi yarattığı ve özgür irade verdiği için evreni umursfayan olarak gören yanınız, gerek varlığının acizliği gerekse özgür iradesinin işe yaramadığı ve karşı çıkıp da bir şey yapamadığı ve evrenin günümüzde yüz binlerce kişinin ve Dünya'nın oluşumundan bu yana milyarlarca insanı afetleriyle telef eden tatafına da bir isim bulmayacak mısınız? Yani evren size göre hem sever hem döver mi? Bir sistem icin karar verirken görmek istediğiniz tarafina mı bakarsınız yoksa bütününe mi? Esas soru şu. Evrenin bir aklı mı var, size göre canlı mı ki insanı umursasın. Bence once bunlara bir açıklık getiriniz ki sizi anlayayım.

      Sil
    2. Evren canlı mı ki, bir aklı mı var ?
      Bu soruları benim size sormam gerekir.
      Yukarıda koca evrenin bizi umursamadığını yazan sizsiniz.
      Güzel soru, evren canlı mı ki hakkımızda fikir sahibi olabiliyor ?
      Bir sistem için karar verirken görmek istediğiniz tarafına bakıp, koca evrenin bizi umursamadığını söyleyen de sizsiniz.
      Ben sizin söylediklerinize karşı bir tez geliştirdim.
      Siz yazmasanız, ben karşı tez olarak neyi iddia edebilirim ki ?
      Bildiğim bir şey varsa, o da hiç bir şey bilmediğim.
      Siz yazıyorsunuz, biz de aklımızdan geçen fikri burada ifade ediyoruz.
      Emekleriniz için teşekkürler.

      Sil
    3. Sayın Bilal,

      Resim, zaten umursamadığını söylüyor. Umursuyor deyip de evreni bilinç sahibi yapıp kendinizle konuşturan ve dolayısıyla kendinize olduğundan daha fazla, insan ötesi anlam, değer konumlandıran sizsiniz.

      Önce, yazımın başındaki resim ne demek istiyor, size tercüme edeyim. Resmi yapan kişi de, eksik bıraktığım tarafları için artık beni affetsin. Resimdeki, evrenin bizi umursamadığı ifadesi çok açık bir benzetme elbette ki. Keşke, resmi de, ana metnin sonundaki espri gibi görüp içeriğini ona göre değerlendirme şansınız olsaydı.

      Resim açıkça şunu diyor, “Heeyy Arkadaş, eğer, evrenin seni bilerek kendi bilinci dahilinde yarattığını düşünüyorsan; bunun için doğa ötesi bir güç, mistik bir kavram veya metafizik bir düşüncen varsa ve hele hele sen çok önemli olduğun için koca evreni bunca malzeme ve enerji ziyan ederek birilerinin senin için yarattığını düşünüyor; elmayı, armudu, patlıcanı sen yiyesin diye, havasını teneffüs edesin ve de suyunu içesin diye evrenin sana özel yaratıldığını ve seni de evrenin merkezine koyduğunu düşünerek çok önemli biri olduğun düşüncesine kapılıyorsan aman sakın kapılma, kendini bu konuda avutma, avutanlardan da olma. Böyle bir düşüncenin peşinden gidersen sittin sene arasan da bulamazsın, kendine ve zamanına yazık edersin, başkalarınınkini de boşa harcarsın. Ne kendini yor ne de onları. Özetle, bu evrende, sadece senden bana benden de sana fayda var. Ne yolda giderken ayağının takılıp düşmene sebep olan taş senin için üzülür, ne de karnın acıktığı için atarak kuş avladığın aynı taş sana yardımcı oldum diye sevinir. O yani evren, seni ne umursar ne de umursamaz yani senin için de kedi içinde kuş için de maydonoz için de nötrdür. Zaten evrenin aklı olsa, seni bu aciz yaratıp da seni bu kadar üzer miydi? Gel birlik olalım ve başkaca zihniyete kapılmadan, insanları da olur olmaz şeylerle ayrıştırmadan, birbirimize yardımcı olalım, bu tür şeylerle boş yere kavga dövüş yapana kadar, yapabildiğimiz kadar daha barışçıl rahat edebileceğimiz ve insanca bir ortam yaratalım.”

      Resmi yapan çok apaçıkla bunu demiş. Ama yine de sizin illaki katacağınız, eksilteceğiniz bir şeyler vardır sanırım.

      Bu arada, şunu da söylemek isterim. Elbette ki, sizin söyledikleriniz benim düşüncelerime karşı oluşturduğunuz tez fikirlerdir. Bu çok doğru. Ancak oluşturduğunuz fikirlerinizi “tez” oluşturduğunuz için, söylemleriniz ile ilgili tutarlılığı denetlemek için fazla vakit bırakmadığınızı düşünüyorum. Ve yine en başından beri tüm söylemlerim aynısıyla geçerli. Bir savınız varsa, modeliniz, formülünüz olsun, sadece söz değil.

      Ben de düşünceleriniz için teşekkür ederim.

      Sil
    4. Umursadığını söyleyen bir evren canlı olabilirse, umursamadığını söyleyen evren de canlıdır. Umursadığını söylemekle evreni bilinç sahibi yapmış olmuyorum. Kaldı ki bu da tartışılabilir. İnsan bilinç sahibidir ve insan evrenin bir parçasıdırr, o halde evren de bilinç sahibidir denebilir.
      Kendime insan ötesi anlam ve değer atfetmedim. Bunu sen iddia ediyorsun.
      Ben, evrende, insandan daha akıllı ve bilinçli varlık yok, o halde evren en çok insanı umursamış / önemsemiş diyorum.
      Umarım anlatabilmişimdir.

      Sil
    5. Sayın Bilal,

      Resmi anlama adına yeni yorumlarınız olacağını biliyordum. Bazen tekrar etmekte yarar var. Resmin eksik kalmış kısmını da şöyle tercüme etmek gerekiyor. Resimde, soldaki kişi, evrenin kendisini umursadığını düşünüyor. Sağdaki kişi de “ancak onun dilinden konuşursa” kendisini daha iyi ifade edeceğini düşünerek “umursamadığını “söylüyor. Aslında sağdaki adam elbette ki, evren ile ilgili ne umursamak ne de umursamamak diye bir kavram olmadığını böyle bir kavramın ne kadar saçma olduğunu zaten biliyor. Sağdaki adamın bir türlü söylemek isteyip de soldakinin anlamak istemediği daha doğrusu soldakinin kendi inandığı gibi anlamasından bir türlü vazgeçemediği, evrenin ne umursamaz ne de umursar ne de bilinç ne de akıllı, ne de zeki, ne de duygusal değil sadece ve sadece “nötr” olduğunu söylemektir. Ancak, sağdaki adam, soldakine model kurup da anlatmaya kalksa, anlamayacağını biliyor da öyle söylüyor. Yani onun dilinden konuşmaya çalışıyor. Çünkü, gerçekçi bir anlatımla, onu alıp da bir üniversitenin fizik bölümünde derse soksa, verdiği cevaplarla, fizik öğrencilerini şaşırtacağını biliyor. Ve dersteki çocuklar da yanlış sınıfa mı girdik diye sorarlar diye korkuyor. Çünkü sağdaki adam kendi düşünce yapısında ve modellerle sorgulamayı yapabilen bir kişi olsa böyle bir konuşma zahmetine girmeyecektir zaten. Tekrar edecek olursak sağdaki adam soldakine evrenin “nötr” olduğunu anlatmaya evet “nötr” olduğunu anlatmaya çalışıyor. Tabii ki anlatabilirse. Ve sağdaki adam devam ederek şöyle diyor. Hani şu oturduğun sandalye var ya, sandalye evrenin parçası olsa da cansızdır. Düşünemez. Dolayısıyla, umursama veya aksi bir düşünce olan umursama gibi bir eylem içinde bir düşünce veya eylem üretemez. . Çünkü, düşünme denen şey “prefrontal kortekste” olur diyor. Sandalyede prefrontal korteks varsa elbette ki düşünürdü. . Ama böyle bir durumda da benim kafam çalışmıyor mu, kendimi niye böyle kullandırıyorum ki, diye düşünüp, bu defa da üzerinde oturtmazdı. Ama şöyle bir şey var. Beş yaşına kadar çocuklar “animistik” anlamda, çevrelerindeki bazı eşyaları “canlı” olarak algılarlar.(pediatri kısmındaki kaynaklara bakınız.) Bu doğrudur. Ancak, resimdeki insanlar yetişkin. Yani çocukluklarına takılıp kalmamış oldukları için, cansızları canlı olarak görmüyorlar. Veya en azından, sağdaki adam görmüyor. Dolayısıyla resmi özetlersek (tekrarda yarar var), sağdaki adam, soldakine evrenin “nötr” olduğunu ikinci olarak sen bilinçlisin ve evrenin bir parçasısın diye oturduğun sandalye de veya ayağının takılıp düştüğü taş da evrenin bir parçası olduğu için sandalyenin, taşın veya evrenin bilincinden bahsedilemeyeceğini söylüyor. Ancak her şeye rağmen, soldaki adam, gün gelir de evrenin bir parçası olduğu için karşısına sandalyeyi veya taşı alıp da konuşmaya , sohbete başlarsa, yapacak fazla bir şeyin kalmadığını söylemek istiyor. “
      Sayın Bilal, zaten ben size anlatamadığımı biliyorum. Ancak, düşüncelerinizdeki tekrar devam edecekse, ben köşeme çekiliyor ve resmin yorumunun size bir şeyler anlatabileceğini son umut olduğunu düşünüyorum. Bunun üzerine yapacağınız diğer yorumlar için cevapları, en başından beri yazdıklarım içinde muhakkak bulacağınızı (en azından düşündüreceğini)biliyorum. Düşündüklerinizi, farklı bir bakış açısı ile ifade edene kadar sizden izninizi rica ediyorum.

      Saygılarımla

      Sil
    6. Sayın Erol,
      Siz ne kadar anlatmaya çalışırsanız çalışın, anlatabileceğiniz, benim anlama kapasitemle sınırlıdır. Dolayısıyla ben de biliyorumki, size anlatamayacağım.
      Düşündüklerimi, farklı bir bakış açısıyla ifade edemem.
      Eğer ifade edersem, ben , sen olurum.
      Bu durumda da hiç bir bakış açısı farkımız kalmaz.
      Burada da yazışmaya gerek olmaz.
      Ben de burada fikrimi yazdım geçtim.
      Sizin bana verdiğiniz cevaplarda, o kadar çok katılmadığım nokta var ki, sabahlara kadar yazsam bitmez.
      O nedenle, sadece resmin ne atlamak istediğine değiniyorum.
      Eğer ben bilinçli bir varlıksam, evrenin de bir parçasıysam, sizin verdiğiniz örneklerden gidersek, taş ve sandalye bilinçsizse, ve bilinçli olmak bir üstünlük sağlıyorsa, evren bize torpil yapmış, yani pozitif ayrımcılık yaparak, umursamış diyorum, ve biliyorum ki yine anlatamıyorum, sebebini de girişte yazdım.
      Son kez şunu da söylemek isterim ki, resimde gözlüksüz olan, sorgulamak ne kazandırır, sorgulamaya gerek yok diyen bir insan bulursanız, haber verin de gelip göreyim.
      Resimdeki gözlüklü sen oluyorsan eğer, ki verdiğin yanıtta öyle bir algı var, gözlüğünüzü çıkarın ve çevrenize bakın.
      Beyni olup da sorgulamayan insan olmaz.
      İnsanlar her şeyden şikayetçidirler, ama akıllarından asla...
      Kalın sağlıcakla...

      Sil