Astroloji, insanların karakter yapılarının ve ömürleri boyunca yaşayacakları tüm olayların, doğdukları anda gök cisimlerinin bulundukları pozisyonlara göre belirlendiğini ve bu gök cisimlerinin güncel hareketlerinin insanların anlık ruh halleri ile iş, aşk, veya aile yaşamları üzerinde etkili olduğunu iddia ederek, yorum ve kehanetlerde bulunan en yaygın sahte bilim örneğidir.

ASTROLOJİ NEDEN SAHTE BİLİMDİR?

Astroloji bir sahte bilimdir çünkü kendisini astronomi biliminin yöntemlerini ve bulgularını kullanıyormuş gibi gösterse de deney ve gözleme dayanan bilimsel metodların sorumluluğunu üzerine almayı reddeder. Astroloji alanında çalışan kişiler genellikle -önceki yazımızda bahsettiğimiz- bilimsel yöntemlerin varlığından haberdar değillerdir ve belki de tam bu yüzden astrolojinin bir ‘’bilim’’ olduğunu iddia etmekten çekinmezler. Bunu yapmalarının en büyük nedenlerinden biri, astroloji ve modern astronominin ortak bir temele dayanıyor olmasıdır. Bu durumu argümanlarını güçlendirici bir faktör olarak kullanırlar fakat 16. yüzyılda Copernicus, Galileo ve Kepler’in çalışmaları ile başlayarak evren algımızda sarsıcı devrimler yapan ve aydınlanma çağının lokomotifleri olan büyük keşiflerle birlikte astronomi ve astrolojinin ayrılarak bambaşka iki alana dönüştüğünü kabullenmekte zorlanırlar.

VAROLUŞ SORULARINA İLK CEVAP: GÜNEŞ MİTLERİ

Aslında bugünün baskın semavi dinleri ile astrolojik inanışların temeli, insanların zeka evrimi ile birlikte varoluşu sorgulamaya başladıkları ilk anlardan itibaren gökyüzünü gözlemlemeye ve yaptıkları gözlemleri zaman içerisinde sistemleştirmelerine dayanır. İnsanlık tarihinde bir çok toplum birbirleriyle hiçbir bağlantıları olmadan kendi gök bilimlerini geliştirmişlerdir. Doğarak gündüzü, batarak geceyi yaratan; varlığıyla sıcaklık, güvenlik ve yaşam veren Güneş'in mitleştirilmesi, o dönemlerin farkındalıkları düşünüldüğünde oldukça mantıklı duruyor. İlk güneş mitlerinin zaman içerisinde gelişerek bugünün tüm semavi inanışlarının temelini oluşturduğunu gösteren oldukça güçlü ve ikna edici bir çok çalışma da mevcut. Dünya üzerindeki yaşamı bu denli etkileyebilen bir gök cismi varken, diğer gök cisimlerinin de hayatlarımız üzerinde etkin rol alabileceğini düşünmek, o dönemin entelektüel konjonktürü için makul görünüyor.
En sevdiğim öykülerden biri (hiç kuşkusuz yakıştırma bir öykü bu, yoksa nasıl anımsardım?) Profesör Niels Bohr’un çalışma masasının arkasındaki duvarda asılı at nalına ilişkin olan öyküdür.

Bir ziyaretçi nala şaşkınlıkla baktıktan sonra sormadan edememiş: “Profesör Bohr, siz dünyanın en büyük bilim adamlarından birisisiniz. Bu nalın size uğur getireceğine inanıyor olamazsınız.”

“Elbette inanmıyorum,” diye cevap vermiş Bohr, gülümseyerek, “böyle saçmalıklara bir an olsun inanmam. İnanana da, inanmayana da uğur getirirmiş dediler de, onun için astım nalı oraya.”

Benim de tatlı bir zaafım vardır, hiç vazgeçemediğim bir alışkanlık: Tahtaya Vurmak. Esaslı bir laf ettiğimde, ya da şansımın yaver gittiğine ilişkin bir söz söylediğimde üç kez vurmak için telaşla tahta aranın çevremde.

İyi ve kötü talihi belirleyen cinleri ve ruhları uygun biçimde yatıştırmayı ihmal ederek şansıyla öğünmeye kalkacak gafiller için pusuya yatmış bekleyen şeytanı tahtaya vurmakla uzaklaştırabileceğime bir an için bile olsun inanmıyorum elbet. Ama yine de bir düşünelim: Ne kaybederiz tahtaya vurmakla?

Sonuçta, tahtanın bir yapı gereci olarak gittikçe daha az kullanılır olmasından, bu yüzden de böyle acil durumlarda gittikçe daha zor bulunur olmasından huzursuzluk duymaya başladım. Bu durum beni ciddi bir sinir bozukluğuna doğru götürüyordu. Neyse ki bir dostumun geçenlerde farkında olmadan söylediği bir söz beni kurtardı.
Sahte bilimler, farkında olsak da olmasak da hayatımızın her yerinde. Kafamızı karıştırıyorlar, çarpık bilgilerle yanlışa yönlendiriyorlar, hatalı ön yargılar oluşturmamıza sebep olarak evrensel algılarımızı manipüle ediyorlar. Binbir emekle kazandıklarımızı gasp ediyorlar, hasta ediyorlar, sakat bırakıyorlar, öldürüyorlar...

Sahte bilimler yüzünden aşılarını zamanında ve eksiksiz yaptırdığımız çocuklarımızı salgın hastalıklara kurban verebiliyor, doğrulanmamış antik bilgilere dayanan genellemelerle hayatımız adına zararlı kararlar alabiliyor ya da en doğal insani dürtülerimizi baskılayarak hayatlarımızı kısmen ya da tamamen travmalara boğabiliyoruz. Bu yazı dizisinde sahte bilimlerin sebep olduğu zararlara çarpıcı örnekler bulacaksınız, fakat öncelikle "sahte bilim" kavramını net olarak tanımlamamız gerekiyor. Bunu yapabilmemizin doğru yolu da tanımın kelime kökünü inceleyerek "bilim nedir?" sorusunun cevabını vermek.

BİLİM NEDİR? SAHTE BİLİM NEDİR?

TDK sözlüğüne göre bilim, "Evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgi, ilim" diye tanımlanıyor. Vikipedi’ye göre ise "Fiziki ve doğal evrenin yapısının, hareketlerinin bir takım yöntemler (deney, düşünce ve/veya gözlemler) aracılığıyla sistematik bir şekilde incelenmesini de kapsayan, entelektüel ve pratik çalışmalar bütünü" olarak açıklanıyor.

Bu tanımlardan yola çıkarak konumuza özel bir sadeleştirme yaparsak, "Evren'i ve barındırdığı yaşamı deneysel ve/veya gözlemsel yöntemlere dayanarak anlamaya çalışan yöntemler bütününe bilim denir." diyebiliriz. Tam bu noktada küçük gibi görünen devasa bir farkla sahte bilimlerin de tanımını yapmış oluruz. Çünkü sahte bilimlerin yapmaya çalıştığı da -tıpkı bilim gibi- Evren'e ve barındırdığı yaşama dair açıklamalar getirmektir. Ancak bilim ve sahte bilimleri birbirinden ayıran temel ve hayati bir fark vardır: Bilim, akıl ve mantık yoluyla üretilen düşüncelerin deneysel ve gözlemsel yöntemlerle test edilmesine; sahte bilimler ise düzeltilmemiş antik bilgilere ve/veya koşulsuz inanca dayanır.
Kadın-erkek eşitsizliği, içinde bulunduğumuz 21. yüzyılda, hâlâ insanoğlunun en önemli sorunlarından birisi. Kadınların toplumsal yaşama eşit bir şekilde katılma mücadelesi, yüzyıllardır sürüyor.

Ne var ki, bu mücadele, bugünün ileri Batı demokrasilerinde bile ancak 19. yüzyıl ortalarına doğru başlayabildi. 8 Mart 1857 tarihinde, Amerika’da dokuma işçisi kadınlar, ayrımcılığa ve insanlık dışı çalışma koşullarına isyan etti. Aradan 53 yıl geçtikten sonra, 1910 yılında 2. Enternasyonel Kadınlar Konferansı’nda Alman delege Clara Zetkin’in önerisiyle, 8 Mart, Dünya Emekçi Kadınlar Günü ilân edildi.

1977 yılında da, Birleşmiş Milletler, bu günü, Dünya Kadın Hakları ve Uluslararası Barış Günü olarak kabul etti. Burada “Uluslararası Barış Günü” ifadesi önemlidir. Çünkü çok açıktır ki, dünya nüfusunun yarısını oluşturan kadınlara eşit haklar verilmedikçe, dünyada barışın sağlanması olanaklı değildir.

Her yıl 8 Mart geldiğinde, kadınların içinde bulunduğu koşullara ışık tutuyor medya organları... Ve araştırmalar da gösteriyor ki, dünya üzerinde kadınların en kötü koşullar altında yaşadığı ülkeler, Ortadoğu, Güney Asya ve Afrika’daki İslam coğrafyasında toplanmış durumda.

Bu bölgelerde şeriatla yönetilen ülkelerde, kadınların sosyo-ekonomik, yasal ve siyasi haklar bakımından ikinci sınıf vatandaş konumuna itildikleri bir gerçektir.

Bunun nedenlerine baktığımızda, bu ülkelerle ilgili bazı önemli hususlar çıkıyor karşımıza:

1. Bu ülkelerin anayasalarında, “Kadınla erkek yasalar önünde eşit haklara sahiptir,” hükmü yer alsa bile, sonuç olarak o yasaların mutlaka şeriatla uygunluğu arandığından, uygulamada bu eşitliği gerçekleştirme olanağı yok.

2. Toplumda egemen güç olan dini liderlerin fetvaları, bütün yasalardan daha güçlü bir etki yapıyor.

3. Bu toplumlarda genel kabul gören anlayış, erkeklerin kadınlara göre daha üstün olduğu... Bunun sonucu olarak da, erkeğin birden fazla kadınla evlenebilmesi mümkün kılınıyor; mahkemelerde iki kadının tanıklığı bir erkeğinkine denk sayılıyor; erkek istediği zaman kadını boşayabilirken, kadının böyle bir hakkı bulunmuyor.

4. Erkek egemen toplum yapısı nedeniyle, kadınların görevi, evde kalıp kocasına hizmet etmek ve çocuklarına bakmak olarak algılanıyor.

5. Bu ülkelerde, halkın çoğunluğun mezhebi, devletin resmi mezhebi olarak kabul ediliyor. Bu yüzden, devletin dinini İslam olarak açıklasalar da, aralarında uygulama bakımından farklılıklar görülüyor.

Örneğin, Afganistan’da yönetimi devralan mücahitler, ülkenin resmi mezhebini Hanefi olarak ilan etti. Aynı şekilde, 1979’da Humeyni Devrimi ile İran İslam Cumhuriyeti kurulunca, halkın % 90'ını Şiiler oluşturduğu için, Şiilik resmi mezhep haline geldi. Suudi Arabistan’da ise, kraliyet ailesinin desteklediği Vahabilik resmi ideoloji oldu.

Bu nedenle de, örneğin İran’da kadın otobüs şoförü olabilirken, şeriatın en katı şekilde uygulandığı Vahabilik yüzünden Suudi Arabistan’da kadınların araba kullanması bile yasaktır.

Bu yazı dizisinde, dünyada kadın hakları mücadelesinin başladığı tarihten bir buçuk yüzyıl sonra, İslam devletlerinde yaşayan kadınların içinde bulunduğu koşulları ortaya koymak istedik. Dileriz, 21. yüzyılda din adına kadınlara karşı yapılan çağdışı ayrımcılık ve baskı, artık sona erer...
Yunus, peygamberlere özgü iki önemli özellik gösterir: Onu bir balinanın midesine kadar sürükleyecek olan görev korkusu ve kehanetinin gerçekleşmemesine hiddet. Bu son özellik, peygamberlerin en itici ve tehlikeli olan niteliğidir. Bir kez öngördükten sonra, en kötü şeyin bile olmasını arzulamak zorundadırlar. Hep haklı çıkmak zorunlulukları, onları acımasızlaştırır. Tanrının tehditlerini, kendisinden bile daha çok ciddiye alırlar. Peygamber olmak zordur: Ancak kehanetleri gerçekleştiğinde ciddiye alınırlar; bu nedenle o andan feragat edemezler. Zaferini elinden alan tanrı onu yanıltmış olur; ve en korkunç şeylerden bahseden peygamber her şeyi kabul edebilir, ama gülünç olmayı edemez. Çevresindeki insanların, tehdit ettiği kötülüğün kendi usulünde peygamberde vücut bulduğu ve onun kötülüğe sebebiyet verenler arasında olduğu duygusu tamamen asılsız değildir. Eğer onu başka bir kehanete zorlayabilirlerse, bazı şeyler farklı gelişebilirler; hep onu bu zorlamaya tabi tutmaya çalışırlar.

Elias Canetti, 1949