Merhabalar!

Uzunca bir zamandır hararetli bir biçimde yazarlar arasında yeni temayı ve bundan da önemlisi yeni kategorilenmeyi tartışıyorduk. Nihayet hemen hemen bütün çalışmalar bitti ve blog yeni haline kavuştu.

Radikal değilse bile, köklü birçok değişiklik yaptık. Bunları teker teker anlatmak mümkün olmayacak. Özetle, tam anlamıyla felsefe ve bilim üzerine yoğunlaşmış bir blog olarak daha emin adımlarla yürüyeceğiz.

Umarız bu yeni halimizi tüm okuyucularımız beğenir.

Son olarak, bu süreçte bloga her türlü teknik desteği veren Turker'e selamlarımızı yolluyoruz. Kendisi bundan sonra da blogun tek başına "teknik ekibi" olacaktır.

Sevgi ve saygılarımızla,
Tanrı Var Mı?
Resmi olarak yaklaşık 2 yıl evvel Tanrıya İnanıyor Musunuz? ve Dinler Olmasaydı Dünya Nasıl Bir Yer Olurdu? konulu iki anket yaptık. Birer ay süren anketlerin ilkine 347 kişi, ikincisine ise 242 kişi katılım gösterdi.

Bu yıl çoğunluğu Temmuz ayına denk gelen Ramazan Ayı için ayrı bir anket oluşturma kararı aldık ve bu anket Ramazan süresince blogda yer aldı. Anket sorusu Bireysel ve Sosyal Açıdan Oruç Tutma Hakkındaki Görüşünüz Nedir? olmuştur. Toplam 199 kişinin oy kullandığı anketin seçenekleri ve seçeneklerin aldıkları oy sayısı ile oy dağılımı aşağıdaki gibi olmuştur:

  • Oldukça faydalı buluyorum. [66 (%33)]
  • Çok olmasa da faydalı buluyorum. [13 (%6)]
  • Olumlu ya da olumsuz bir fikrim yok. [30 (%15)]
  • Çok olmasa da zararlı buluyorum. [39 (%19)]
  • Oldukça zararlı buluyorum. [51 (%25)]
Anket sonuçlarına bakıldığında ilgi çeken ilk konu şu olmaktadır: Oruç tutmayı oldukça zararlı bulanlar ile oldukça faydalı bulanların sayıları ve oranları birbirine yakınken, oruç tutmayı çok olmasa da zararlı bulanlar ile çok olmasa da faydalı bulanların arasında bir uçurum söz konusu. Bunun temel sebebini, anket sonuçlarını biraz daha ayrıntılı olarak incelemeye çalışarak birlikte irdeleyelim.

Burada size, anketin her bir şıkkının farklı bir psikoloji ve zihinsel faaliyet ile oylandığını göstermeye, hatta, biraz daha açık bir dille, birinci şıkka oy verenlerin kararı ile, diğer şıklar için alınan kararların beynin farklı mekanizmaları tarafından alınıyor olduğunu göstermeye çalışacağız.

Şıklara verilen oy sayısına baktığımızda, dağılımın simetrik olmadığını görüyoruz. Birinci ve beşinci şıkların en yüksek değerler alması, ortadaki şıklara doğru değerlerin azalması beklenirken, anket sonuçlarının dağılımı, düşünülenden farklı bir dağılım profili sergilemiştir.

Kendimize bazı sorular sorarak konuyu irdeleyelim. Neden birinci şıktan sonraki ani azalış, beşinci şıktakinin hemen yanındaki şıkta (dördüncü şık) mevcut değildir? Diğer bir deyişle, anket sonuçlarının dağılımı neden simetrik veya simetriye yakın bir dağılım göstermemiştir? Din, bildiğimiz üzere duygu temelli bir kavramdır. Dolayısıyla bireyi, somut değerler üzerinden değil, duygu tabanlı değerler üzerinden karar almaya yönlendirir. Birinci şık için alınan kararlarda, bazıları Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisinde de bulunan özsaygı, kendini suçlama/yargılama, öz sorumluluk, aidiyet ve kendini gerçekleştirme mekanizmaları çalışırken yani duygu alanı hâkim iken, ikinci şıktan itibaren bu mekanizmalar yerini akıl alanına terk etmektedir. Peki, neden ikinci şıktaki ani düşüş, dördüncü şıkta yoktur? Çünkü din, aklın somut ve dinamik parametrelerine göre değil, stabil (değişmez) dolayısıyla daha keskin (sorgulanamaz) parametrelerle karar aldırmaya yöneltir. 

Şunu demek istiyoruz. Örnek olarak aidiyet duygusunu ele alırsak, ya bir yere aitsinizdir ya değilsinizdir. İnandığınız (duygu kökenli inanma) bir şey için aldığınız kararda, bu inanmaya bağlı olarak kendiniz ile ilgili özsaygı ve bunun getirdiği öz sorumluluk ve kendini gerçekleştirme denilen kavramlar devreye girer. Dolayısıyla, bu duygular sizden, çerçevesi keskin olan kararlar almanızı ister. Bu anlamdaki zihin mekanizmasına sahip kişilerin, birinci şık yerine diğer şıkkı seçmeleri durumunda; aidiyet, özsaygı, öz sorumluluk gibi argümanlara riayet edilmediği takdirde, kişi kendisini, açık veya örtük olarak suçlar. Tabii ki bu suçlama, o gruba ait olmanın getirdiği baskı nedeniyle, başka bir seçiminin makul olmayacağına yönelik içsel bir yönlendirmedir. Nüans olarak birbirlerine çok yakın gibi görülse de, hemen yanındaki şıkkı (birinci şık yerine ikinci şık) seçmez. Kendisini, aynı şıkka (birinci şık) cevap verenlerin anlayışından uzak tutmak istemez. Bu şıkkı (birinci şık) seçerken, yukarıda da ifade edildiği üzere, akıl alanından çok, kişinin sahip olduğu değerler; aidiyet duygusu, özsaygı, öz sorumluluk gibi motivasyonel unsurlar devreye girer. Ayrıca, birinci şıkka oy veren kişilerden bazılarının, yine açık veya örtük olarak diğer şıklara oy verenlere bakarak “hasmane” duygularla seçim yaptığını (birinci şıkkı seçtiğini) bu şıkkı seçmeye yönelttiğini de söylemek doğru olacaktır.

Görülüyor ki, aidiyet duygusu hissedilen grubu temsil eden birinci şıkkın dışında bir seçim yapmak demek, aidiyet hissettiği grubun fertleri, kişinin nereye oy verdiğini görmese/bilmese bile oy veren kişi, bahsi geçen değerlerin neden olduğu motivasyonel unsurlar nedeniyle, başka bir şıkkı seç(e)mez. Aksi halde, kendisini suçlar, yalnız hisseder. Dolayısıyla birinci şık onun tek “doğrusu” olacaktır. Buna göre ikinci şıkkı seçmek bile, öz suçlamayı getirecektir.

Birinci gruptaki kişilere, orucun ne faydası var diye sorulduğunda, verilen cevapların rasyonalize edildiği ve cevapların çıkış noktasının yukarıdaki değişkenler olduğu görülür. Sorular giderek derinleştirildiğinde, söz gelimi, orucun vücut kimyasını ne derece olumlu etkilediğine dair sorulan bir soru cevapsız kaldığında, bu durumda birey, bilimsel değerler ile cevaplayamadığı bir konu için tekrar, sahip olduğu inanç değerleri içinden cevap arayışına girer. Gösterdiği deliller, bilim tabanlı değil, inanç dünyasına ait olacaktır. Yani, oruç tutmanın olumlu olduğuna dair getirilecek açıklamaların temel kaynağını, vücudun fizyolojisine dayanan bilimsel argümanlar yerine, sahip olduğu değerler ve ritüeller oluşturacaktır.

Buna karşılık, ikinci şıktan itibaren, son şıkka doğru tedrici olarak bu değişkenler yerini duygu parametrelerinden akıl parametrelerine bırakır. Yani, son şıkka yaklaştıkça alınan kararın içindeki aidiyet duygusu azalır, aynı özsaygı yoktur, aynı öz sorumluluk yoktur. Çünkü birinci şıkka evet diyenlerin öz sorumluluğu ve özsaygısı, kendisinin dışındaki değerlere yani din veya Tanrı kavramlarına bağlı olup bu değerlerin ortaya koyduğu itaat veya uyma davranışı ile karar alınıp birinci şık işaretlenirken, ikinci şıktan son şıkka doğru seçim yapanların özsaygısı, öz sorumluluğunun kaynağı doğrudan kendileridir. Bunun anlamı, birinci şıkka evet oyu verenler sadece şıkkı değil aynı zamanda bu şıkkın nedenini oluşturan Tanrı ve/veya dini de örtük olarak onaylamış olmaktadırlar. Birinci şıkkı işaretlerken, esas itici güç de budur. Çünkü, idealize edilerek oluşturulmuş birinci şıkkın varlığının temel nedeni Tanrı ve din kavramlarıdır. (İnanç sahibi olmayıp da, birinci şıkkı doğru bulup işaretleyenlerin de ihtimal dahilinde olabileceği durumdakiler bu düşüncenin dışında bırakılmıştır). Buna karşılık, ikinci şıktan itibaren evet oyu kullananlar, Tanrı ve din bağlamından daha çok, doğrudan şıkkın içeriğine bakarak cevap arayışına yönelmiş görünmektedirler. Bu kişiler, bir şıkkı doğru olarak düşünüp işaretlediğinde, aynı şıkka cevap verenlerin grubundan olup olmama (aidiyet) gibi bir kaygısı yoktur. Birinci şıkka cevap verenlerin sorumluluğu kendisine değil, içinde bulunduğu gruba karşı ve dolayısıyla dinine ve Tanrıya karşı iken, ikinci şıktan itibaren bu sorumluluk kendisine aittir. Bir başka deyişle, aidiyet, güven unsuru ve sayılan diğer argümanlarla; itaat veya uyma davranışı gibi kavramlar yerini, ikinci şıktan itibaren, bireyin özgür iradesine bırakmakta, yani sonraki şık kararlarında, itaat ve uyma davranışı parametreleri değil, pragmatik görüşler karar almada etkin olmaktadır. Zaten onun içindir ki, ikinci şıktaki ani düşüş, dördüncü şıkta yoktur. Çünkü, ikinci şıktan itibaren karar alanların dayandığı argümanlar daha somut olduğu için, sahip oldukları bilgiye olan güvenirlikleri kadar olasılık/ihtimal kavramı devreye girmiş ve ikinci şıktan beşinci şıkka doğru bu olasılıklar çerçevesinde oyların dağılımı gerçekleşmiştir. Halbuki birinci şıkkı seçenler için olasılık anlamında bir kavram söz konusu değildir. İkinci ve sonrası şıkları seçenler, ola ki o şıkkı seçmemiş ve bilerek başka bir şık seçmeye motive edilseler bile, kendilerini örtük dahi olsa suçlu hissetmezler, sorumlu tutmazlar (veya, birinci şıkkı seçenlere göre daha az sorumlu tutarlar).

Bu tür anketler, bir üniversite sınavındaki çoktan seçmeli soruya cevap verme anlamındaki yapıya benzerlik göstermez. Çünkü, üniversite sınavındaki bir soruyu cevaplarken, her şık için, beynin aynı dinamikleri devrededir. Bunun anlamı, her şıkkı değerlendirirken, öğrencinin yaptığı muhakeme, her şık için aynı beyin sistemini kullanır. Halbuki, bu anketteki şıkları işaretleyen bireylerin zihin muhakemelerindeki doğru/yanlış arayışları, beynin farklı muhakeme sistemlerini kullanır. Çünkü, rasyonel değerleri muhakeme ederek karar almak ile duygusal değerleri muhakeme ederek karar alma esnasında, beynimizin farklı mekanizmaları devreye girmektedir. Blogtaki “Beynimdeki Tanrı” ve “Tren ikilemi ve Ahlak” başlıklı yazıları hatırlarsak, aynı soru için verilecek cevapta, duygusal ve rasyonel kararların, yerine göre, birbirinin nasıl zıddı olabileceği daha açık görülecektir.

Buna göre, birinci şıkka cevap verenler limbik sistem (duygusal beyin) adını verilen, beynimizin ortasında bulunan alt sistemleri ile yine bu sistemin uzantıları olan medial prefrontal korteks tarafından karar alınıp, kişiye sanki kendi karar almış gibi bir sürece sokarken, ikinci şıktan sonrakileri seçenler ise, akıl alanını yani prefrontal korteks (düşünen beyin) denilen kısımlarını kullanmaya başlarlar. İkinci şıktan sonraki şıkları işaretleyenlerin bu seçim işleminde, duygu odağı nispeten daha az olup, ahlaki değerler yerine, giderek somut argümanlar üzerinden değerlendirme yaparlar. Görülüyor ki, ikinci şıktan itibaren, kişinin belli bir grubun bireyi olma (aidiyet duygusu) kaygısı olmadığı için, birinci şıkkı işaretleyenlerin sorumluluğunu hissetmez (hissetse de, birinci şıkka oy verenler kadar keskin değildir) ve dolayısıyla şuçluluk duymaz. 

Peki, son şıkka evet diyenlerin hepsi akıl alanını kullandığını söyleyebilir miyiz? Mümkün değil. Buraya evet diyenlerin “bir kısmı” da, akıl alanının argümanlarını değil aksine, din unsuruna hasmane duygularla yani birinci şıkka cevap verenleri öteki olarak görerek evet demiş olabilirler.

Şöyle bir soru sorulabilir. Bu ankette akılcılığı öne çıkartarak, nispeten objektif olanlar hangi şıktakiler derseniz; üçüncü ve dördüncü şıkka cevap verenlerle beşinci şıkka cevap verenlerin büyük çoğunluğu diyebiliriz. (Beşinci şıkka evet diyenlerin bir kısmının “hasmane” duygularla cevap vermiş olabilenleri dahil etmiyoruz).

Bu tür rasyonel ve duygu şıklarını aynı anda içeren anketlerde duyguya dayalı şıkların hemen yanındaki şıklarda ani bir düşüş vardır. (Bizim anketimizde ikinci şık)  Bunun nedeni, yukarıda da ifade edildiği gibi “ya bir gruba aitsinizdir ya da değilsinizdir” duygusu ve bu duygunun etkilediği diğer özdeğer parametreleri, ikinci şıkkı seçeçek olanları da birinci şıkkı seçmeye motive eder. Buna karşılık akıl alanını kullanarak (somut deliller) cevap arayışında olanlar bundan etkilenmezler. Nitekim, ankette de görüldüğü gibi, dördüncü soruya verilen (ikinci şıkkın simetriği) evet oylarının sayısında, ikinci soruya verilen evet oylarındaki gibi ani düşüş yoktur. Bu türden anketlerin doğal yapısıdır.

Anket ile ilgili açıklamalarımıza son verirken, tüm bu açıklamalardan ayrı olarak, sizlerin de anket sonucuna ilişkin beklenti ve fikirlerinizi belirtebilmeniz amacıyla mini bir anket oluşturduğumuzu ve bu mini ankete katılarak kendi görüşünüzü bildirebileceğinizi söylemek istiyoruz. Ayrıca anket sonuçlarına ilişkin görüşlerinizi yorumlar kısmında belirtebilirsiniz veya önümüzdeki anketlere dair fikir ve önerilerinizi sunabilirsiniz.

Tanrı Var Mı?

Daha evvel, Beynimiz ve Biz: Yüzleri Nasıl Tanıyoruz / Fusyforn Gyrus başlığı altında bu konuyu işlemiştik ama bu sefer derlediğimiz ilave resimlerle bir kere daha paylaşmanın uygun olacağını düşündük. Yüzleri nasıl tanıdığımıza dair detaylı bilgiye ulaşmak isterseniz, yukarıdaki bağlantıya tıklamanız yeterli.

PAREİDOLİA
Bazen bir buluta veya duvardaki bir rutubetin oluşturduğu lekeye baktığımızda, zihnimizin oluşturduğu yüzler görür veya tanıdık yüzlere benzetiriz. Hatta yabancı basından aktarılan haberlerde okuduğumuz kadarıyla kızarmış bir ekmeğin üzerinde İsa’nın veya bir azizin yüzlerini gören insanların bilgileri ediniriz. Böyle durumlarda insanların yüzlerini tanımak için özelleşmiş ve beynimizin tabanında bulunan FUSİFORM GYRUS olarak adlandırılan yüz tanıma bölgesi (resimde mavi yerler) aktif hale gelmektedir. Daha açık söylemek gerekirse, bulut veya benzeri durumlarda insan yüzüne ait bu benzetmeyi beynin bu kısmı yapar. Biz de, öyle bir şeyi hayal ettiğimizi düşünürüz. Halbuki, insan yüzüne benzetme türündeki bir şekillendirmeyi bilinçli olarak yapmayız, fusiform gyrus olarak isimlendirilen beyin bölümünün bizim adımıza, beyindeki mevcut şablonlara uydurma çabasından sonra bilincimize ileterek bizi o görüntüyü gördürme sürecidir. Kaldı ki, aşağıdaki resimlerden biri olan  ev, size göre de bir insan yüzünü andırmıyor mu? Eğer siz de bir insan yüzü görüyorsanız, fusiform gyrus yüz tanıma nöronlarınız aktif durumda demektir.

Son zamanlarda yapılan bir araştırmada, Mini Cooper markalı otomobilin satışlarındaki artmanın nedeni olarak, otomobilin önden görüntüsünün, deneklerin beyinlerindeki Fusiform Gyrus alanının aktive ettiği buna bağlı olarak da görünümün insan yüzüne benzemesi ve sempatik gelmesi olarak görülmüştür. Geçmiş dönemdeki VolksWagen (kaplumbağa) arabaların da popüler olmasının nedeni bu olabilir mi?

PROSOPAGNOSYA
Peki bu kısım, herhangi bir hastalık veya kaza sonucunda hasarlanırsa ne olur? Kişi yüzleri tanıyamaz. Buna Prosopagnosya adı verilir.

Prosopagnosya; Yunanca, prosopan (yüz), agnosia (kayıtsızlık-tanımamazlık) kelimelerinden oluşan ve yüzleri tanıyamama hastalığıdır. Prosopagnostikler; göz, burun, ağız gibi yüzün her parçasını tek tek görüp tanırlar ancak bunların birbirleri ile ilişkisini kurup bu parçaların bulunduğu yüzü tanıyamazlar.

Buna göre, bir agaç kesildiğinde ağacın odun ve soymuk borularından meydana gelen yaş çizgilerindeki şekilde, bir karpuz kesildiğinde çekirdeklerin dizilişinde, duvardaki bir rutubette, yere dökülen kibritlerin oluşturduğu şekilde (gerçi günümüzde kibrit kullanan pek kalmadı) hatta fal kapatıp, fincanın içindeki telvenin dağılımındaki şekilleri tanıdık bir şeye benzettiğimizde ve hatta kutsal olarak düşünülen bir şekil veya yazıyla eşleştirdiğimizde, gördüğünüzü sandığmız şeyin, beyninizin neresinin bize oynadığı oyun olduğu hakkında bilgimiz var demektir.

Erol



































Felsefenin tanımını yapmak isteyecek olursak, bu tanım en az kendisi kadar “felsefi bir eylem” olduğu için genel hatlarıyla öznel yorumlardan oluşur.  Bu nedenle felsefe, kesin kalıpları olmayan bir alana girer. Felsefenin tanımına biraz daha yaklaşmak için ünlü filozofların yorumlamalarına bakacak olursak:Sokratese’e göre “Felsefe, neleri bilmediğini bilmektir.” Sokrates’in öğrencisi olan Platon ise “Doğruyu bulma yolunda, düşünsel (idealist) bir çalışmadır.” yorumunu getirmektedir. Epikuros’a göre “Mutlu bir yaşam sağlamak için, tutarlı eylemsel bir sistemdir.” Aristotales için “İlkeler ya da ilk nedenler bilimidir felsefe.” Hobbes için ise “Felsefe yapmak doğru düşünmektir.” Tek kelimeyle özetlemek istersek de Campenella’nın da dediği gibi, felsefe “Eleştiridir.” 

Felsefeyi sözlük anlamından incelemek istersek, kökeni kabul edilen kaynağa, Yunancaya bakmamız gerekir; seviyorum, peşinden koşuyorum, arıyorum anlamına gelen “phileo “ ve bilgi, bilgelik anlamına gelen “sophia” sözcüklerinden türemiştir. Philosophia, bilgelik arayışı, bilgiyi sevmek, bilgi severlik, aramak ve peşinden koşmak anlamlarına da gelmektedir. Günümüz sözlüklerinde de “varlık, insan, evren ve bilgiyle ilgili düşüncelerin bütünü” olarak tanımlanmaktadır.

Felsefe (philosophia) terimi ilk kez, İlk Çağ’ın ünlü Yunan matematikçisi ve filozofu Pythagoras (Pisagor) (MÖ 580-500) tarafından kullanılmıştır. Kendini “bilge” olarak tanımlamaktansa “bilgi sevdalısı” olarak tanımlayarak, felsefenin ve felsefeyle uğraşan birinin alçak gönüllü olması statüsünü başlatarak tevazusunu ortaya sermiştir.

Felsefe teriminin ilk kez Antik Yunan'da çıkması bir tesadüf olmadığı gibi, bize kendisiyle ilgili dikkate değer ipuçları verir. Önemli bir ticaret şehri olmalarının faydası olarak hem maddi refaha ulaşmışlar, hem de diğer kentlerle kültür alışverişinin yapılmasına kaynak teşkil etmişlerdir. Zamanla artan refah seviyeleri, kendilerine zaman ayırmalarına yol açmıştır. Maddi kaygı taşıyan diğer insanların dertlerinden arınmış olarak, kendilerine sunulan bilgileri sorgulamaya başlamışlar ve zamanla evreni, insanı, düşünceleri sorgulama kapsamlarına almışlardır. Bu şekilde, felsefe tarihine ilişkin önemli eserler veren ve “felsefi sorgulama”nın başlamasına kapı açan çok önemli filozofları bünyelerinde barındırmışlardır.

Felsefe terimi ve tanımı hakkında bir parça bilgi sahibi olduk. Peki, nedir felsefe? Felsefe, sorgulamakla başlamaktadır. Merak edilenler, tabuları yıkılıp düşüncelere konuk olduğu takdirde felsefenin konusu olmuştur. Evrene dair ne varsa, felsefenin kapsamına girmektedir. Keza, ilk çağlarda formel bilimler adı altındaki tüm bilgiler felsefeyle ortaya çıkmış ve onun alt dalları olarak işlevde kalmışlardır. Sorgulamakla başlayan bir serüvenin sonucunda, yerçekiminden evrim teorisine kadar hayatımızda çok önemli yere sahip olan bilgiler elde edilmiş, makineler üretilmiş, insanlık hep daha ötesine gitmiştir. Cevaptan çok sorunun önemli olduğu bu alan, bizi zeka bakımından diğer canlılardan ayıran noktada, insan olmanın işlevsel hale gelmesine yaramıştır. Felsefe, bu bakımdan düşünmek, eleştirmek, sorgulamak ve merak etmenin sistemli bir faaliyetidir.

Felsefe, sorgulamakla başladığı düşünüldüğünde, ilk düşünebilen canlılardan bu yana aktif haldedir. Geçen asırlar boyunca, bünyesinde birçok bilim dalının başlamasına olanak sağlamıştır. Kümülatif bir sistem olmasından dolayı sürekli zenginleşen bilgiler, çoğu bilim dalının felsefeden bağımsız hale gelip daha çok ilerlemelerine yol açmıştır. Bütün bilimlerin anası olarak kabul edilen ve hayattaki en gözde alan olarak kabul edilen felsefe, diğer bilimlerin kendisinden ayrılmasıyla daha yalın haline ulaşmıştır. Felsefenin sonu olmayan, kesin çizgileri bulunmayan bir alan olmasından dolayı birçok bilimle ayrı düştüğü aşikar. Felsefe, öznel bir faaliyettir; bu bakımdan öznelliği kabul etmeyen ve etmemesi gereken bilimlerin bağımsızlığını ilan etmesi bizi daha ileri götürmüştür. Son yüzyılımızdaki durumu –hala değeri kabul edilip diğer bilimlerle olan ilişkisi çeşitli yönlerden inceleniyor olsa da- saf haline ulaşmıştır.

Felsefenin ne olduğunu çeşitli kaynaklardan araştırıp hakkında fikir sahibi olabiliriz. Felsefeyle ilgili birçok kitap okuyup onu daha çok kavrayabiliriz. Fakat felsefenin ne olduğu konusunda kesin bilgiler veremezken, kimse ‘felsefenin ne olmadığı’ hakkında da kesin bilgiler veremez. Herhangi birinin araştırmalarından veya okudukları kitaplardan edindiği “felsefe izlenimi” çok hatalı olabilmektedir. Kirli bilgilerin kol gezdiği bir ortamda sanırım bu çoğu konuda kaçınılmaz olabilmektedir.

Günümüzdeki felsefe algısına bakacak olursak, felsefeyle ilgilenen birinin üzülmesi çok normal; insanlığın ilerlemesinin önünü açan düşüncelerin kaynağı olarak kabul etmek yerine, entelektüel bir faaliyet olarak görülmektedir. Sanıldığının aksine felsefe, soylu bir zümreye, aydın bir gruba değil; tüm insanlara aittir. Oysa hayati bir eylem olan merak duygusu ve sorgulama eylemi, çoğu kültürü zarara uğrattığı düşünülerek her an törpülenmektedir. Sonuç olarak, felsefeyi tamamen dışlamış toplumlar yetişmektedir. Felsefeyi, halkın anlayamayacağı raflara kaldıranların yanında, onu ayak altına alanlar da vardır. Edebiyat ile de karıştırılarak, birçok noktada bayağılaştığını ve klişeleştiğini öne sürenlerin sayısı azımsanamayacak kadar fazladır.

Felsefede kesinlik olmadığı ve tamamen öznel olduğu için, aynı soru yüzyıllarca farklı biçimde tartışılmış, kaçınılmaz olarak tekrara düştüğü de olmuştur. Belki de nedeni budur ki günümüzde kendini filozof olarak tanımlayan çoğu kişi için farklılaşmanın anahtarı, halk düzeyinde olmayan kavramlar ve anlaşılması güç yazılar olmuştur. Anlaşılanların bayağı, anlaşılmayanların ise entelektüel olarak görüldüğü bir ortam gelişmiş ve felsefe tam anlamıyla çarpıtılmıştır. Bunun sonucunda felsefe, ait olduğu yerden, insanlardan daha çok uzaklaşmış ve yanlış tanımlamalara maruz bırakılmıştır. Bu konuda günümüz yazarlarından Christopher Phillips güzel bir yorum getirmiştir;

“Üniversitede lisans öğrencisiyken birkaç felsefe dersi almıştım. Profesörlerimizin kendilerini, Sokrates ve yandaşlarının yaptığı türden ateşli diyaloglarda bulunan yardımcı sorgulayıcılar olarak görmeleri için öğrencilerine cesaret vermemeleri beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Onlar, felsefeyi sadece kendilerinin, uzmanların, yetkili olan kişilerin tartışabileceği bir müze eseri olarak görüyorlardı. Genellikle öğrencilerini gözü korkmuş, afallamış şekilde bırakan ve zorunlu diploma derslerini tamamladıktan sonra bir daha asla başka felsefe dersi almayacaklarına yemin etmelerini sağlayan, kolay anlaşılır olmayan bir jargon kullanıyorlardı.”

Aynı şekilde doktora derecesini King’s College Londra’dan almış olan Kanadalı roman ve deneme yazarı olan John Ralston Saul şöyle yazmıştır;

“Felsefe örnekleri gerçekten komedi olmaya doğru gidiyor. Sokrates, Descartes, Bacon, Locke ve Voltaire, uzmanlaştırılmış bir dilde yazmadılar… Kendi zamanlarının genel okuyucusu için yazdılar. Kullandıkları dil, sade, güzel ve genellikle hem etkileyici hem de eğlendirici… Üniversite öncesi seviyede yeterli eğitim almış herkes, hala Bacon’u veya Descartes’i, Voltaire’i veya Locke’u eline alıp, hem kolaylıkla hem de zevkle okuyabilir. Lakin bir üniversite mevzunu bile, bu aynı düşünürlerin, önde gelen çağdaş entelektüellerin yorumladığı kitaplarının sonuna kadar güç bela gelebiliyor. O halde, neden herhangi bir kişi, orijinal sadeliğin bu modern anlaşmazlıklarını okumaya çalışma zahmetine girsin ki? Cevap şu ki, çağdaş üniversiteliler bu yorumları orijinal olana giden uzmanların yolu olarak kullanıyor. Ölü filozoflara, bu yüzden uzman açıklaması ve koruması gerektiren amatör muamelesi yapılıyor.”

Modern akademisyen filozoflar arasında gerçekleşebiliyor olan ukalalık taslama arzusu, felsefeyi ulaşılmaz bir alan olarak göstermeye devam etmektedir. Oysa felsefe, ona yüklenilen bütün entelektüelliklerden uzak olarak hayatın bir parçası olmaktan ibarettir. Merak duygusu, insani bir içgüdüdür ve bu da hepimizin felsefeye eğilimli olduğunu gösterir. Toplum tarafından dayatılan dogmatik bilgiler ve inançlar, bu eğilimimizi körelttiği gibi, felsefeye yüklenen yanlış tanımlamalar da günümüzdeki durumumuzu ortaya çıkartmaktadır. Felsefe, en hayati noktamızdır; oysa onu fildişi kulesine kapatanlar yine biz insanlarız.

Neviens Nobody
2005 yılında televizyonda gösterime giren, Türkiye’de de CNBC-E ve Nickelodeon’da yayımlanan “Avatar” adlı çizgi dizi dünya çapında büyük bir ilgi görmüş ve birçok ödül almıştır. Çizgi-dizi özelliğiyle sadece çocuklara hitap ettiği sanılsa da birçok yaş gurubunun ilgisini üzerinde toplamıştır. 3 sezondan oluşan bu seri 3 kitap olarak düzenlenmiştir.

Hikayesinde,  Dünya’da dört elemente hükmedebilen krallıklar (ateş, toprak, su, hava) hüküm sürmektedir. Barış içinde yaşamaya devam ederken Ateş Krallığı diğer elementlerden üstün olduğunu söyleyerek savaş açmış ve bütün krallıkları tek tek yok etmeye başlamıştır. Bu savaşı durdurup tekrar barış içinde yaşamı sağlayabilecek tek kişi avatardır. Dizinin kahramanı Aang, henüz 12 yaşındayken avatar olduğunu öğrenir. Bundan dolayı arkadaşlarını ve sevdiği herkesi geride bırakıp eğitimi için doğu tapınağına gitmesi gerekir. Fakat daha bir çocuk olan avatar bundan korkar ve kaçar. Bu sırada bilinçsizce kendini bir buzun içinde dondurur. Aradan 100 yıl geçtikten sonra su kabilesinden olan Katara ve Sokka onu donmuş halde bulur ve çıkarırlar. Aang’in olanlardan ve aradan 100 yıl geçtiğinden haberi yoktur. Yüz yıl içerisinde Ateş Krallığı gücünü artırmış ve birçok kabileyi yerle bir etmiştir. Avatar Aang’in yapması gereken dört elementte de ustalaşarak Ateş Lordu’nu yenmek ve savaşı sona erdirmektedir.

Ateş Krallığı, hava tapınaklarını yok ettiği için geriye kalan tek hava bükücü Avatar Aang’dir. Bu yüzden çizgi-dizinin tam adı çekilen filmlerle de karıştırılmaması için “Avatar: Son Hava Bükücü” olmuştur. Avatarın kalan üç elementi bükmeyi öğrenmesiyle sona erer.

Dizinin arka planında kalan, oysa her bölümde açıkça görülebilen bir Hinduizm öğretisi vardır. Meditasyon yoluyla gücünü elde edebilmeyi gösterir. Avatar Aang aynı zamanda bir keşiştir. Aç kaldığında bile et yememektedir (Hindular et yemek kesinlikle yasaktır). Ayrıca Hinduizm’in en önemli mezheplerinden biri olan Vişnuizm inancına göre, Tanrı Vişnu dünyada çok farklı bedenlerde kendini göstermiştir. (Dizide bir avatar öldüğünde yerine sıradaki elementten bir avatar gelir ve bunların hepsi aynı kişidir, birbirlerinin devamını sürdürmektedirler). Vişnu, evrensel düzenin (Dharma) bozulup, onun kurtarışına ihtiyaç duyulduğu zaman “avatar” olarak dünyada bedenlenmiştir. Aynı zamanda Hinduizm’de yeniden doğuş(reenkarnasyon) inancı da vardır ki bütün bu özellikler diziyle hinduizmin arasındaki sıkı bağı gözler önüne serer.

İkinci sezonun son bölümünde Avatar Aang, bir Guru’nun (Hindularda din öğretmenine verilen ad) çağrısı üzerine doğu hava tapınağına gider. Guru ona kendini kontrol edebilmesi için bütün çakralarını açmasını öğreteceğini söyler.

Çakra, Hint felsefesinde insan vücudunda bulunan metafiziksel ve biyofiziksel enerjinin bağlantı noktası olarak düşünülmüştür. Bu enerji merkezlerinin girdap şeklinde döndüğü düşüncesiyle bu ismi almıştır. Bu merkezlerin omuriliğimizde yer alan 7 ana noktaya karşılık geldiğini ve bunların da bizim hormon bezlerimizi kontrol ettiğini düşünmüşlerdir. Günümüzde de modern olan bu “çakralar” nefes alma egzersizleri, yogalar ve meditasyonlarda kullanılmaktadır. Günlük hayatta daha farklı algılanan bu sistem, aslında hinduizmin en önemli parçasıdır ve dizide bunun asıl anlamı verilmiştir.
Guru, Aang’i kirli bir gölcüğe götürür. Avatara, çakranın ne olduğunu daha iyi anlatabilmek için bir örnek vermek istemektedir; “İşte bu gölcükler bizim çakralarımız gibidir. Şayet etrafta yabancı bir madde olmasaydı, bu dere saf ve düzgün bir biçimde akardı. Ancak! Hayat düzensizdir ve bazı şeyler dereye düşmeye meyledebilir. Fakat gölcükler arasındaki yolları açarsak, enerji akar”. Çakrayı kavratan Guru’nun sıradaki işi ise bu çakraları açmaktır. Sırasıyla bütün çakraları söylemiş, nasıl ve neden açacağını göstermiştir;

Toprak çakrası; “Kuyruk sokumunda bulunur ve hayatta kalmakla ilgilidir. Ve korku ile tıkanır. Seni en çok korkutan şey nedir? Kendini arındırmak için korkularından kurtul.”

Su çakrası; “Bu çarka zevk ile ilgilidir ve suçluluk duygusu ile tıkanır. Şimdi üzerine ağır bir yük olan her şeyi gözünün önüne getir. Kendini ne için suçluyorsun? Bu olayların yaşanmış olduğunu kabullen. Fakat bu olayların enerjini bulandırmasına ve zehirlemesine izin verme. Eğer dünyada olumlu etkiye sahip bir kişiysen, kendini affetmen gerekir.”

Ateş çakrası; “Midede bulunur. Bu çarka irade gücü ile ilgilidir ve utanç duygusu ile tıkanır. Seni mahcup eden şeyler nelerdir? En büyük hayal kırıklıkların nelerdir? Eğer hayatının bu kısmını inkâr edersen bir daha asla dengeni bulamazsın.”

Hava çakrası; “Dördüncü çarka kalbinde bulunur. Sevgi ile ilgilidir ve keder ile tıkanır. Bütün kederlerini gözünün önüne getir. Gerçekten büyük kayıplar yaşamışsın. Fakat sevgi bir enerji biçimidir. Ve hep bizim etrafımızda dolaşır. Bu hala senin kalbinde ve yeni bir sevgi biçimi olarak yeniden canlanmış. Izdırabın akıp gitmesine izin ver.”

Ses çakrası; “Zincirdeki beşinci halkamız boğazda bulunur. Doğruluk ile ilgilidir ve yalanlar tarafından tıkanır; kendimize söylediğimiz yalanlar.”

Işık çakrası; “Alnımızın tam ortasında bulunur. Anlayış ile ilgilidir ve yanılsama ile tıkanır. Bu dünyanın en büyük yanılsaması, ayrılık yanılsamasıdır. Ayrı ve farklı sandığın şeyler aslında birdir ve aynıdır. Aslında hepimiz bir insanız fakat ayrı olarak yaşarız. Hepimiz birbirimize bağlıyız. Her şey birbirine bağlı.”

Düşünce çakrası; “kafanın en üst bölümünde bulunur. Ve dünyevi bağlılıklar tarafında tıkanır. Seni bu dünyaya neyin bağladığı hakkında iyice düşün. Şimdi seni bağlayan tüm bu şeylerin gitmesine izin ver. Bu nehir boyunca aksı hepsi içinden. Unut onları. Ondan vazgeçmeyi öğren.”

Hinduizm’de ve bazı Asya kültürlerinde yer alan bu çarka sistemi, günümüzde batı kültürlerine kadar gelmiştir. Kimi insanlar bu sistemi çok gereksiz ve faydasız görmesine rağmen kimi insanlar kurtuluşu bu sistemde bulmaktadır. Bunun bir sistem olarak kullanılması birçok yeni meslek dalları sunmuş ve yoga ve meditasyonun türleri olarak dünyanın her bir yanına yayılmıştır. Oysa bunun bir sistem olarak kullanılmasına hiç gerek kalmadan aslında çoğu zaman bizim rahatlamak için yaptığımız ve ya yapmaya çalıştığımız güncel düşüncelerden ibarettir. Korkularımızı yenmek, utançlarımızı kabullenebilmek, suçluluklarımızı bastırabilmek, üzüntümüzü gidermeye çalışmak ve diğer şeyler hayatımızda olumlu etkiye sahip şeylerdendir. Hindu felsefesinden bağımsız olarak görülmektedir ki, aslında bu düşünce yöntemi bize hayatla ilgili önemli noktaları söylemektedir. Bu nedenledir ki Hinduizm’in kalbi olan bu düşünce sistemi ve dünyayla bağlılıklarını koparma isteği geçmiş çağlardan beri birçok filozofları ve düşünürleri etkilemiştir. Bu düşüncenin herkesin barındırması gerektiğini de birçoğu kabullenmiştir.

Bize Hindularla ilgili sürekli ipucu veren, onların hümanizmini, barışçıllığını, erdemli yaşamlarını ekranlara getiren çizgi-dizinin alıntısını yaptığım bu kısımda da görülmektedir ki, şu an çoğumuzun kitaplarını okuduğumuz Platon, Arthur Schopenhauer, Kierkegaard, Friedrich Nietsche gibi büyük filozofların ilham kaynağı olan Hinduizm, hepimizin etkilenebileceği büyük düşünceler içermektedir. Felsefeleri, sadece düşünürleri ve araştırmaları ilgilendiren bir konu olmaktan öte, bir insan olarak mutluluğa erişebilmemizdeki ana fikirlerin üzerine kurulmuş sistemlerden ibarettir. 

Neviens Nobody
İngiltere'deki Birmingham Üniversitesi'nde dünyadaki en eski Kur'an-ı Kerim olabileceği düşünülen kitaptan bazı bölümler bulundu. Karbon 14 tarihleme metoduyla yapılan incelemeler, kitabın en az 1370 yıllık olduğunu gösteriyor. British Library'deki uzmanlardan Dr. Muhammad Isa Waley, "heyecan verici bu keşfin Müslümanlar için çok büyük bir sevinç kaynağı olduğunu" söyledi.

Söz konusu Kur'an'ın, yaklaşık yüz yıldır üniversite kütüphanesinde olduğu ve fark edilmediği belirtildi. Kitap, dünyadaki en eski Kur'an Kerim'den bölümler olduğu belgelenmemiş halde, Orta Doğu bölgesinden diğer birçok kitap ve belgelerin yer aldığı koleksiyonda bulundu.
HERKESİN DELİ OLDUĞU BİR DÜNYADA TEK AKILLI SEN OLSAYDIN ASLINDA TEK DELİNİN KENDİN OLDUĞUNU DÜŞÜNÜR MÜYDÜN?

Bilinen hikâyedir.

Uzun zaman önce bir şehrin kralı varmış. Bir gün, rüyasında aksakallı bir dede gelmiş. O aksakallı dede krala demiş ki; "kralım, yarın sizin şehre yağmur yağacak, yağmur suları içme sularına karışacak ve o sudan içen herkes delirecek". Kral da rüyadan uyanır uyanmaz kendine yıllarca yetecek kadar su ayırmış.

Sabah olduğunda aksakallı dedenin dediği olmuş. İçme sularına yağmur suları karışmış ve içme suyuna karışan yağmur suyundan içen herkes delirmiş. O suyu içmeyen kral bir süre sonra şehirde tek akıllı olarak kalmış. Ancak, akıllı olan kralı anlayacak tek bir kişi olmadığı için tüm şehir; kralın delirmiş olduğuna kanaat getirmiş.

Uzun bir süre buna dayanmaya çalışan kral, en sonunda herkesin içtiği sudan içmiş ve herkes kralın iyileştiğini ve akıllandığını söylemeye başlamış.

BEYİN, KENDİNDEN FARKLI DÜŞÜNEN VE ALGILAYANLARI SEVMEZ. Çünkü, kendisinden farklı düşünen ve algılayanların, nasıl davranacağını kestiremez. Farklı düşünenlerin, kendi düşünce ve algılarını diğer bir deyişle kendi varoluş değerlerini değiştirebileceği kaygısıyla, sahip olduğu değerleri korumak adına diğerlerini ve diğerlerinin düşüncelerini tehdit ve hasım olarak görür; din, gelenek, görenek, örf ve adetlere bunun için sarılır, yaşam biçimi yapar, bu değerler için kavga eder, savaşır.

Peki hangimizinki doğrudur? Burada önemli olan hangi değerlerin doğru olduğu değildir. Doğru (geçerli) olan, bu değerlerin bir araya getirdiği topluluğu güçlü kılıp, diğer topluluklarla olan savaşımında varlığını sürdürmektir. Buna neden olan mekanizma, türü (toplumu) bir arada tutup varlığını sürdürmek adına evrimsel süreç olup, günümüzde de etkisini göstermektedir. Söz gelimi, en azından, yabancı bir yere gittiğimize, bizim dilimizi konuşan veya bir hemşerimizi arama ihtiyacının temeli budur. Aksi halde, denetleyemediğimiz olaylarla kendimizi tehdit altında hissederiz.

Topluluğu bir arada tutan bu değerler, alnımızın hemen arkasındaki düşünen beyin (prefrontal korteks) değil, beynimizin ortasında yer alan duygusal beynimiz yani limbik sistemdir. Bunun anlamı, Gündelik hayatımız ve tabii ki ömrümüzün büyük bir kısmında, düşünce ve ilişkilerimizde, düşünen beynimiz duygusal beynimizi değil, duygusal beynimiz düşünen beynimizi yönetiyor demektir. Bunun nedeni, evrimsel süreçte, düşünen beynimizin, duygusal beynimizin sinir uzantıları üzerine kurulup gelişmesindendir. (Prefrontal korteksin oluşumu, insanın çıkışının muhtemel 6-8 milyon yıllık varoluş süresi içinde son 350-500 bin yıl tahmin edilmektedir).

Ayrıca, duygusal beynimizden düşünen beyne veri taşıyan sinir uzantılarının (akson) kalınlıkları, düşünen beyinden duygusal beyne veri taşıyan sinir uzantılarından daha kalındır. Bunun anlamı da, duygusal beynimiz, gönderdiği verilerin yoğunluğu ile düşüncelerimizi baskılamakta ve yönetmektedir. En basit örnek, aşık olduğumuzda, düşüncelerin geri plana atılıp duygusal faktörlerin öne çıkmasıdır. Aşık olduğumuzda, limbik sistem (duygusal beyin) düşünen beyne giden sinyalleri paralize eder (felç eder). Keza, birisine sinirlendiğimizde, öfkelendiğimizde, sinir veya öfkemizin bir müddet dahi devam ediyor olması, limbik sistemdeki faaliyetlerin, düşünen beynimizden bağımsız devam ediyor olmasıdır. Bu satırları okuyan bir kişi, “güzel ama ben her zaman aşık olup, öfkelenmiyorum ki” diyebilir. Bu örnekler baskın örnekler olduğu için verilmiştir. Şu anda bu satırları okuyor olmak bile doğuştan gelen yani limbik sistemin bir mekanizması olan MERAK mekanizmasının etkisinde olduğunuz içindir. Çünkü bu yazıyı okurken, yazıdakilerin doğru veya yanlış olduğu düşüncesine bakarak, yazının sizin için ne derece doyurucu veya düşüncelerinize ne derece aykırı olduğuna nihai/son karar veren yer, düşünceleriniz değil, limbik sistemdir. Dış uyarana karşı (okuduğunuz bu yazı) tepkiyi verdiren yer, limbik sistemdir. Çünkü, yazıyı doyurucu buluyor ve hoşunuza gitmişse, limbik sistemdeki NUCLEUS ACCUMBENS (gözlerimiz hizasında beynimizin önüne yakın yerde), size hoşunuza gittiğinize dair DOPAMİN nörotransmitterleri (bilgi ileticileri bakımından zenginleşir). Keza, yazı, sizin düşünceleriniz için aykırı bir yazı ise, yine birilerine sinirlenip, öfkelendiğinizde devreye giren limbik sistemin parçası olan AMİGDALA (beynimizin tabanında ve gözlerin hizasında) faaliyete geçmiştir. Bunun anlamı, hiçbir karar, duygu temelli olmadan verilmediğidir. Zaten onun içidir ki, evrimsel süreçte önce beyin sapı, sonra limbik sistem ve nihayetinde düşünen beyin oluşmuştur.

Bir önemli neden de, beş duyumuz vasıtasıyla gelen verileri taşıyan sinirlerin ilk durağı düşünen beyin değil, duygusal beynimizdir. Buradan da görülüyor ki, şahit olduğunuz bir olay siz ne yaparsanız yapın, duygusal denetlenme kapısından geçmeden düşüncelerinize yani alın lobuna gitmeyecektir. Peki, düşüncelerinizde yani düşünen beynimizle aldığınız kararlar nihai kararlar mıdır? Hayır, o kararların sizin varlığınız için fayda olacağına karar veren kısım yine limbik sistemdir. Yani, “değerlerimiz” dediğimiz ve bu yazının konusu olan tüm bilgilerin değerlendirildiği nihai yerdir. Daha da açık söylemek gerekirse, “hayatın anlamı nedir?” diye bizi ANLAM ARAYIŞINA iten yer limbik sistemdir. Sadece düşünen beyin olmuş olsaydık, bildiğimiz bilgisayardan farkımız olmazdı. Görülüyor ki, gündelik hayatımızda duygu faktörünün olmadığı tek bir saniye bile yoktur. İşte bu nedenle, hangi kararı biz, kendi bilincimizle aldık diye düşünsek de, temel kararlar duygusaldır.

Ayrıca, anne karnındaki ceninde beyin gelişimi; önce beyin sapı, sonra duygusal beyin ve en son düşünen beyin olmak üzere arkadan öne doğrudur ve bu oluşum sırası bile aslında evrimsel sürecin güzel bir göstergesidir. Ve yine, düşünen beyne ait sinir hücrelerinin oluşumunun yirmi-yirmi beş yaşlarına kadar tamamladığı gerçeğini de bilgilerimize katarsak duygularımızın, düşüncelerimizde çok büyük öncelik gösterdiğini söyleyebiliriz. (Gençlerin yaptığı kavgaların yoğunluğunun (frekansının), düşünen beyinden çok, duygusal beynin etkisiyle ve bu dönemlere (16-25 yaş) rastlaması tesadüf değildir).

Özetle, bu değerler, türün var olmasında önemli rol oynamıştır. Bugün de, gerek bireysel, gerek toplumlar arası çatışmaların nedeni, sahip olunan değerleri korumak ve dolayısıyla varlıklarını sürdürmek içindir. Bu arada, buradaki “değer” kavramı objektif bakış açısı ile “değerli” anlamında değil, o birey veya topluluğun varlığını sürdürmeye yarayan, bu birey veya toplumların davranış ve düşüncelerinde “sadık” kaldığı DEĞİŞMEZ ARGÜMANLAR veya PARAMETRELERDİR.

Peki şu sorulabilir. Duygularımızın yıkıcı esaretinden büyük ölçüde kurtulduğumuz ve dolayısıyla çatışmalarımızın büyük ölçüde azaldığı bir zaman olabilir mi? Böyle bir düşünce zayıf bir ihtimal de olsa mümkün görünmektedir. Peki ne zaman? Ta ki, evrimin getirdiği yıkıcı duygularımızdan nispeten arındırılmış düşünen beynimizi, diğer bir deyişle duygularımızın düşüncelerimizi değil, düşüncelerimizin duygularımızı yönettiği bir zamanda, toplulukların ortak kaygı ve çıkarları adına uzlaşmacı “yeni değerleri” bulup, hayatımıza dâhil ettiğimizde ve geçmişte, aklımızla değil, güdülerimizle var olmamıza yarayan, ancak bugün hala birbirimizi yok etmenin nedeni olan evrimsel süreci frenleyip, varolmamız için aklımızı kullandığımızda.

Sizin düşünceniz nedir?

Erol
ÖNYARGI DEDİĞİMİZ KALIPLAR DOĞUŞTAN GELİR. 

Bizler, sonradan içinde bulunduğumuz kültürle bunu çeşitlendiririz, hazırda gelen bu kalıpların içini doldururuz. Belli temelde olan önyargılar aynı kalmak üzere, toplumdan topluma göre önyargıların çeşitlenmesi bundandır.

Peki, önyargı, madem doğuştan geliyor şu halde geçmişte, bugün olduğundan daha fazla bir işe yaramış olması gerekir.  Çerçevedeki yazıda da görüldüğü gibi, en basitinden, çocuğun elmaları ısırması, annenin "aşağılanma" duygusunu ve buna bağlı diğer duyguları tetiklemiş ve çocuğunu belli bir süre için HASIM olarak görmüş veya annenin altruistik/fedakar bir yapısı varsa, çocuğa verdiği değerin yeterli olmadığını görerek, anne, kendisini değersiz kılmış, hayal kırıklığına uğramış olabilir. Başka hangi haller düşünülse de, anne için benzer her durum bir TEHDİT olarak algılanır. Buna göre, eğer, önyargı mekanizması doğuştan gelmemiş olsaydı, en kötüsünden hayatta kalmak en basitinden, hikayedeki gibi aşağılanma/değersizleşme ve benzer duyguları hissetmez ve dolayısıyla bu ve benzeri durumları önceden tahmin edip tedbir/önlem alıp sonraki davranışlarımızı düzenleme kabiliyetimiz olmazdı. Yine bu duygu durumunu bize hissettirmesi açısından EMPATİ ve SEMPATİ mekanizmalarının çalışmasına yardımcı olan AYNA NÖRONLAR da bu sürecin içinde yer alıyor görünmektedir.

Özet olarak, önyargı mekanizması, muhtemel bir tehdit karşısında, zihnin önceden önlem alıp, bir sonraki tehdidi savuşturacak şekilde hazırlık yapmamıza olanak verir. Peki, önyargı mekanizması, düşünen beynimizde mi bulunmaktadır? Hayır, doğuştan gelen mekanizmalar ya beynimizin en ilkel kısmı olan beyin sapındadır ya da LİMBİK SİSTEM adı verilen duygusal beynimizdedir. Nasıl ki gözümüze hızla gelmekte olan bir taştan, göz kapaklarımızı kapatarak gözümüzü korumayı sağlayan düşünen beynimiz değil, beyin sapı ise, önyargılarımız da düşünen beynimizin değil, duygusal beynimizin birer faaliyetidir. Örnekteki taş, gözümüze doğru gelmekte iken, göz kapaklarını kapatma işi, düşünen beynimizin görevi olsaydı, taş, gözümüze çoktan çarpardı. Çünkü, beyin sapının böyle bir tehlike karşısındaki karar alma hızı, düşünen beynimizden çok daha fazladır. (Burada, beynimizin bilgi taşıyıcı sinyallerin hızını kastediyoruz. Bu sinyallerin hızı, sinir sisteminde iletimin yapıldığı yere göre saniyede 4-5 metreden en fazla 90-100 metreye kadar çıkabilmektedir. Bunun anlamı, beynimizdeki bilgi iletisi ışık hızında değildir ve günümüzün bilgisayarları, beynimizdeki bir hücreye göre çok daha fazla işlem yapabilme kapasitesine sahiptir). 

Dolayısıyla, tehlike veya tehdit altında, düşünen beynimiz değil, düşünen beynimize göre daha hızlı karar veren alt beyin sistemleri devreye girer. Nasıl ki, bir tehlike karşısında gözümüzü korumak adına göz kapaklarımızın kapanmasını hatta kalbin atmasını, ciğerlerimizle nefes almayı ve sindirim sisteminin besinleri sindirmesinde beyin sapı, irademiz dışında kendiliğinden çalışıyor yani insanın evrimsel süreci içinde milyonlarca senenin birikimi olarak bahsedilen bu işlevleri görev olarak üstlenmişse, ÖNYARGI mekanizması da duygusal beyin dediğimiz LİMBİK SİSTEMİN görevi olmuştur. Önyargı mekanizması ve gözkapaklarımızı kapatma görevlerinin düşünen beynimiz değil de, daha alt beyin sistemlerine (limbik sistem ve beyin sapı) verilmesinin sebebi, düşünen beynin, alt beyin sistemlerine göre daha yavaş çalışıyor olması değil, 350-500 bin yıl evvel, insanda(!) düşünen beyin denilen prefrontal korteksin o zamanlarda henüz mevcut olmamasıdır. Düşünen beynin olmadığı zamanlar önyargı mekanizması bizleri tehlikelerden korumuştur. Bir çalının sallanması ile arkasından çıkabilecek parçalayıcı bir hayvan ihtimaline karşı tetikte tutarak, insanı muhtemel tehlikeden korumuştur. Kaldı ki çalı, bir rüzgar tarafından sallanmıs dahi olsa, evrimsel süreç, insanı hayatta tutacak şekilde en "kötüsünü" koşullandırarak çalışmıştır. İşte önyargının günümüze kadar gelen çıkışını limbik sistem üzerinden bu şekilde açıklayabiliriz.

Günümüzde dahi zaman zaman önyargılı davranırız. Onun içindir ki, bir çok iyilik veya yararlı davranışını gördüğümüz bir kişinin bize yaptığı tek bir haksızlık veya yanlışlık ile, o kişinin daha evvel yaptığı iyilik veya faydaları ortadan bir anda kaldırabiliyor olmamızın sebebi, günümüzde de devam eden bu evrimsel kalıntı yani ÖNYARGI mekanizmasının eseridir. Yine böyle bir durumda, bu yanlışı yapıp, geçmişteki iyiliklerini unutturan yer düşünen beynimiz değil, önyargının bulunduğu LİMBİK SİSTEMDİR. Evet, önyargı,  evrimsel sürecin, bizdeki bugünkü kalıntılarıdır ve zaman zaman bizi, kendimizi korumak adına, anne-çocuk örneğinde olduğu gibi hızlı ama yanlış karar almaya sevkedebilmektedir.

Şöyle bir soru sorup cümlemizi bitirelim. Önyargı neden hep kötü bir olayı referans alarak devreye girer? Yukarıda da ifade edildiği gibi, insan için iyi olarak telakki edilen çok az sayıdaki durum, tehlike arz edebilir. Diğer bir deyişle beynimiz, bulunan ortam şartlarının, bireyin varlığını ve duygusal durumunu korumak adına, öncelikle tehdit ve tehlike arz edebileceği bir kurgu ile evrimleşmiştir. Çünkü iyi olarak değerlendirilecek hiç bir İYİ durum-ki durumun iyi olup olmadığına, olay olup bittikten sonra karar veririz- insan için bir tehdit veya tehlike arz etmez. Ancak, tehdit ve tehlike, insan için gerek fiziksel gerekse duygusal olarak yıkıcılığını hemen her zaman gösterir. Dolayısıyla beyin, önce kötü şartları, emin olduktan sonra iyi şartları düşünür(!).

Önemli olan, günümüzde, bir olay karşısında önyargımıza yenik düşmeden, onu denetleyebilme yetisine erişebilmektir. Önyargılı verilen bir karar ve uygulaması, bizi zaman zaman zor durumda bırakabilmektedir.

Peki, siz önyargılarınızı denetleyebiliyor musunuz?


Erol