Zaman Üzerine -1

Yorum Yok
Bir şeyi ‘yapmak’ ve bir şeyi ‘yıkmak’ arasında fark var mıdır? Bu iki sözcük tamamıyla zıt kutuplarda ele alınmış ve dinamik günlük dil kullanımında kendi kaderlerine terk edilmişlerdir. Oysa bu iki eski ahbap, ortak bir noktada buluşurlar: Değişim. Tam bu noktada, gözlemlenen ve seyri betimlenmek istenen bir oluşun geçirdiği değişimleri ortaya koyabilmek için kullanılan oldukça eski bir ölçüm sistematiğine (aslında belki de zihnimizin bize oynadığı bir oyuna) değineceğiz: Zaman. 

Şunu çok açıkça belirtmeliyim ki bu yazının sonunda, okuyucunun zihninde birden fazla büyük soru, hatta oyuk oluşması amaçlanmıştır. Bu yüzden zamanı irdelemekteki temel gayem, oldukça geniş ve bir o kadar da işgalci kavramlara değinerek zamanı etraflıca ele almak ve onun en fazla ‘ne olabileceğini’ masaya yatırmaktır.

Zaman, evrimsel çizgide tarih öncesi dönemlerden bu yana tüm canlılar için yaşamın esaslarından biri olmuştur. İnsan ırkı da dahil olmak üzere ekosistemde hayvan ve bitki hücreli üyeler için acıkma-beslenme dönemleri, çiftleşme–üreme mevsimleri, gece ve gündüzü ayırt edebilme, yılın belirli dönemlerine göre birçok yaşam biçimi oluşturma, göçler, yaz ve kışa hazırlık (su kaynağı arama/besin depolama) gibi sayısız yönelim, zamana ve onu fark etmeye bağlı gerçekleşmiştir. Bugün yaşadığı çevrenin ve kendisinin en çok ‘farkında’ olan, en komplike ve en planlı davranışları sergileyebilen organizmanın insan olması, acaba onun yeryüzünde zaman ile en çok uğraşmış varlık olmasıyla ilintili olabilir mi?

Duran bir zaman bize neyi sunar?
İlk Çağda evren, çoğunlukla belirsiz ve anlamsız bir yığın iken kendisine şekil verilmiş bir tasarı (tam formuna erdirilmiş taslak) olarak düşünülmüştür. Platonun mutlak idealı tanrı dönemini de bu çemberde düşünebiliriz. Önceleri bir “The Creator” imajına sahip olmayan tanrı, Orta Çağda palazlanan Kilise doktriniyle artık yaratılan bir tözün mimarı olarak revize edilmiş ‘değişmez, mutlak yaratıcı’ sıfatlarına kavuşmuştur. Hemen birkaç soru daha doğacaktır: Ya tanrı? Tanrı değişir mi? Zaman, tanrı için işlemekte midir Tanrı zamanın dışındaysa zamana bağlı olan eylemleri nasıl gerçekleştirebilir? Eğer tanrı mutlak ve değişmez olan ise tanrı için zaman yoktur demek gerekmez mi? Varlık, değişim esasına dayanmaz mı? Kendisi için zamandan söz edemediğimiz bir kavram için ‘vardır’ denebilir mi? Varlığı ne ile sınanacaktır?

Değişim yoksa zamanın önemi var mıdır?
Bir tasarı, boyut ya da fenomen, nasıl ele alınırsa alınsın, zaman hiçbir dönemde basit ve alelade tasarlanabilmiş, sınırları çizilebilmiş bir fikir olmamıştır. Tıpkı sonsuzluk veya hiçlik ideleri gibi, zaman için sorulan sorular da daima son derece büyük sorular olmuştur. Erken 20. Yüzyıl fiziğinde, zamanın dördüncü boyut olarak ele alınıp alınamayacağı tartışılmaya başlanmıştır. Tarihsel seyrinde zaman algılarından bahsetmeden önce, materyal (somut) varlığın boyutlarından ilki olan noktaya değineceğiz.

Temel geometrinin bir uzunluğa, biçime veya ölçüye sahip olmayan birimi noktadır. Nokta, ayrıca sıfır boyutludur ve ölçümsel metrik sistemde herhangi bir aralığa veya değişkenliğe sahip değildir. Buradan, üç uzanıma sahip doğrunun oluşturacağı üç boyutlu nesnelerin tamamının orijinlerinin bu doğruları oluşturan noktalar olduğuna ulaşırız. Noktanın bu tersine döndürülemez temel ve öz yapısına karşın, doğada noktaların kombinasyonları ile oluşmuş iki ve üç boyutlu kurulumlardan söz edebilmekteyiz. Bu kombinasyonlar arasında üç boyuta sahip insan, varlığı dogmatik olmayan ve sürekli olarak değişen, kendi gibi üç boyutlu çevreleri doğrudan algılayabilen bir kurulumdur. Sınırlılıkları ise insanı dört boyutlu yapıları doğrudan algılamaktan daha çok onları tasarlamaya iter. İnsanın tüm zihinsel tasarıları, kültürünü üzerine kazıdığı dili ile kendini belli etmiştir. Bu kodlara bakacak olursak, yaşam süresi içerisinde insanın zamana ilişkin tasarlayabildiği en küçük ve durağan bileşen, dilde ‘an’ sözcüğüyle kendine yer bulur. Burada bu sözcüğe ilişkin esaslı bir problemden söz etmek mümkün. Doğum ve ölümümüzü bir süre olarak ele alırsak, insan bu en küçük bileşenlerden yani an-lardan meydana geliyor olmalıdır. Peki ‘an’ denen minimal birimi zamana dahil etmeli miyiz? Düşünen adamlar arasından ünlü bir tanesi bu soruya ‘hayır’ diyecektir: Aristoteles.

Zamanı, Aristoteles’in ekseninde yalnızca hareket ve değişim ile bağıntılı bir kavram olarak ele alırsak, Zaman Kavramı kitabında alıntılanan şu sözüne ulaşırız:
 “ …‘şimdiki an’ zamanın bir parçası değil, çünkü parçanın bir ölçüsü vardır, bütünün parçalardan kurulması gerekir, oysa zaman ‘şimdiki an’lardan bir araya gelmiş görünmüyor. Kaldı ki geçmiş ile geleceği ayırır gibi görünen ‘şimdiki an’ acaba hep bir ve aynı mı kalıyor, yoksa hep başka, hep değişir bir şey mi, bunu görmek kolay değil…”
– Aristoteles
Aristoteles, şimdinin ve akışkan zamanın çatışıklığını bu sözlerle ortaya koymuştur. Felsefede algı ve anlamaya yönelik en yaygın aksiyom, bir şeyi ‘anlayan, idrak eden’ insan ve onunla idrak edilen arasındaki süje-obje ilişkisidir. Buna göre objeler algılanan şeylerdir ve ancak onları algılayacak olan süjeler yoluyla var olurlar. Bu yaklaşım birçok platformda “Görmediğim dağ orada değildir.” şeklinde basitleştirilmiştir. Platon, bu göreceli bilmenin karşısında durarak, her kavramın süjenin algıladığı objelerden öte ve üstün değişmez bir ideaya sahip olduğunu, kavramlara ilişkin ‘gerçek bilme’nin ancak ve ancak bu idealara ulaşmak ile mümkün olacağını öne sürmüştür. Tam bu aşamada, Kıymetli öğrencisi Aristoteles ile hocası Platon’un ayrıldıkları noktalardan biri, belki de zamandı. Çünkü değişmez ideaları merkeze alan, tam bu sebeple materyal olanın birer yanılsama ve illüzyon olduğunu öne süren hocası Platon’un aksine Aristoteles, gerçek olana duyu ve mantık çarklarıyla ulaşılabileceğinden söz eden ilk kişi olmuştu. Bu iki düşünürün savları, algılayışlarında ortaya çıkmıştı: Aristoteles’in mantık savları, birbiri ardına işlem ve çıkarımları gerektiren, tümdengelim ve tümevarım gibi akıl metodolojilerini şart koşan, hatta Aristo Kıyası gibi düşünce tarihinde oldukça önemli bir yere sahip tasarılar halinde sıralı ve planlı düşünme edimlerini kapsamaktaydı. Öte yandan sıralı ve planlı düşünme, Aristoteles’in düşlediği gerçeğe ulaşma yöntemlerinde zaman veya akış gibi kavramların varlığını kaçınılmaz kılıyordu.

Zaman, zaman-dışı bir durgunlukta düşünülebilir mi?
Sicim kuramında zaman, varlığın belirli bir ‘zaman aralığı’ kadar önce, belirli bir noktadaki hali ile onun şimdiki (ele alınan rastgele güncel bir noktadaki) hali arasındaki bir doğru olarak kabul edilir. Doğrunun iki ucunda yer alan post noktadan, doğrunun diğer ucundaki meta (son) noktaya uzanan bir akış ise zaman içerisindeki vakit olacaktır. Buna ‘süre’ de denebilir. Dilimizde periyot, müddet, devre, dönem, devir, çağ, aralık gibi sözcükler bulunur. Bunların nüansları için ise başlı başına bir yazı gerekiyor. Zaman algılarından sonra şimdi geleceğimiz nokta, zamanın işlevidir. Üç boyutlu olan insan, dördüncü boyut olarak kendine entegre halde bulunan zaman yoluyla üç boyutlu halinin seyrini ve değişimlerini fark edebilir. Dolayısıyla zamandan bir tür değişim betimleme aracı olarak da bahsedebiliriz.

Bu bilgiler ışığında, yazının teması olan yapmak ve yıkmak eylemlerini ele alacağız. Özünde nesnenin zamana bağlı hallerini sunan bu iki sözcük, bizlere sürekli olarak yeni hal bildirir. Yukarıda çizmiş olduğum formülde, son derece asgariye indirgenmiş bir düşünce tarzı bulunmaktadır. X noktasında, dikkatimizi verdiğimiz bir “şey” bulunur. X’in üzerinden kaşınılmaz olarak zaman geçecektir. Artık X’in konumu uzay-zaman içinde X+z (zaman)'dır. Buna göre zaman, sonsuz bir kesinlikle değiştiricidir. Ya yıkacaktır, ya da yapacaktır. Önce genellikle olumsuz nitelikler atfedilen yıkmak/yıkılmak eylemini ele alacağız.

Zamanın ana niteliği, bize kendimiz de dahil olmak üzer varlıkların durumları arasında kıyaslama yapabilme fırsatı verir. Bugünkü X ile dünkü X arasında özlüğe ilişkin değişimler, zaman yoluyla ifade edilir. Bir şeyin yıkılışı, onun sıfır boyutlu X noktasındaki halinin X + z haline geçişinden başka nedir? En nihayetinde, varoluşuna eklenen tek şey zamandır. Bir cama bir taş fırlattığımız anda, camı kıran şey taş değildir. Onu kıran zamandır. Aslolan zaman değil de ‘an’ ise ne olacaktır? Bu noktada Zeno, Aristoteles’e yakın bir fikri, ondan çok önceleri ortaya atar. Hareket bir yanılsamadır. Ok paradoksunu, az önce cama attığımız taşa uyarlayalım. Eğer “an” denilen şey, belirli tekil noktalar ise, attığımız taşın hareket edecek zamanı yoktur. Bu sebeple durağan haldedir. Takip eden “an”ların hepsinde de aynı halde olacaktır. Öyleyse hareket imkansızdır. Birbiri ardına sıralı durağanlıkları çizgiselleştiren göz (beyin), bu en büyük yanılsamaya tutulmuştur. Burada, paradoks içinde paradoks oluşuyor: Camı, taşın durağan olan nihai hali (noktası) kırmıştır. Camın bütünlüğünün yıkılışı, onun herhangi bir noktadaki durağan bir “an”da, taşın herhangi bir noktadaki durağan bir “an”daki haliyle buluşması ile gerçekleşmiştir. Beynimiz ısınmaya başladığına göre, şimdi bu eylemi tersine düşünmenin sırası geldi.

Cama fırlattığımız taşın hareketini izliyoruz. Yaklaşık olarak iki saniye sonra camı tuzbuz edecek diyelim. Bu basit fiziksel etki-tepkiyi kayda almış olalım. Şimdi teknoloji üstü bir kamera yoluyla bu hareketi milyonlarca defa yavaşlattığımızı hayal edelim. Taşın ilerleyişi muazzam bir hız kaybına uğruyor. Yavaşlatmayı devamlı olarak arttırıyoruz. Cama yaklaştıkça hızı daha da azalıyor. Taş bir yerde öylesine yavaşlıyor ki hareketleri seçilemez olmaya başlıyor. Bir noktadan sonra gözümüz onu duran bir nesne olarak görüyor. Ancak biliyoruz ki hala “durdur” tuşuna basmadık ve taş hareket halinde. “Durdur”a basmadan, videoyu sonsuzluğa uzanan bir yolda yavaşlatmaya devam ediyoruz diyelim. Elbette taşın seyrini ayırt edebileceğimiz noktayı çoktan geçtik. Burada tek bir nokta önemlidir: Taş hala ilerleme halindedir, ve video sonsuza kadar yavaşlamaya devam edecektir. Bildiğimiz şey ise, mevcut evren mekanizması içinde, videomuz yirmi milyar yıl boyunca yavaşlamaya devam etse bile taş asla ama asla geri gitmeyeceğidir.

Zihinlerimizde yıkmak eyleminin tam karşısında yapmak eylemi bulunur. Yukarıdaki şemanın aynısını bu eylem için düşünmek mümkündür. Yapmak, yıkmak/yıkılmak eyleminden bir noktada farklıdır. Bunun sebebi, bir şeyin yıkılması için yapılmış olmasının (var halde ve mevcut bir oluşa sahip olmasının) gerekmesidir. Bir duvar düşünürsek, onun yapılışı da ancak ve ancak zamana bağımlıdır. Zorluk ise duvarın oluşum aşamasında ortaya çıkıyor. Duvar nedir? Üst üste dizilmiş tuğlalar mı? Yıkılanın, yapılmış (ve tamamlanmış) bir ‘duvar’ olduğuna nasıl karar veririz? X ve [X + z] arasındaki gerçek fark nedir? Duvar yıkılmış mıdır?

Aslında bu sorulara karşılık gelebilecek nitelikli savlar, “Ahlak Ötesi Anlamda Doğru ve Yalan Üzerine” adlı eserinde F. W. Nietzsche tarafından ortaya atılmıştır. Nietzsche bu esaslı problemlerin kökünde dilin yattığını vurgular. Bir şeyin yapılması veya yıkılmasının altında, adlar uzanır. Adlandırma, nesnenin varlığının dondurulmasıdır. Bir hamur, pişene kadar kek olamaz. Belirli işlemlerden geçer, masaya konur ve o “kek” sınıfına girmiştir. “Kek” yapılmış olur böylece. Peki ya unutulup fırında yanan hamur? Diğer bir deyişle fazla “kek” olmuş hamur? Dilin doğasında, kendisine bir ad vermediğimiz hiçbir şeyin varlığından söz edemediğimiz gerçeği uzanır. Duvar ve kek gibi, süreç-tamamlanış içeren tüm sözcük modellerinde zihinsel şemalar devreye girer. “Duvar” imgesi, bir insanın zihninde çoğunlukla iki tuğladan oluşmaz. Çünkü iki tuğladan oluşmuş bir bütüne herhangi bir ad vermemişizdir. ‘Duvar’dan söz edilirken, zihnimizde söz gelimi yirmi tuğlanın dikey bir şekilde tümleşik halde oluşturduğu bir yapı canlanır (fakat bu yapı yatay olursa bir duvar değildir). Ancak kırk metrelik tek parça halinde blok bir taşa da ‘duvar’ diyebiliriz. Can alıcı nokta ise nesnelerin (nesnelerin adlarının), henüz durağan olan kendi varoluşsal hallerinde dahi bir sorun niteliğinde olduklarıdır. Tıpkı bir ‘süre’nin ne zaman başlayıp bittiği onu sonsuz anlara böldüğümüzde bilinemiyorsa, insan zihninde de ‘duvar’, ‘kek’ sözcüklerin nitelediği gerçek nesnelerin tam olarak neyi kapsayıp kapsamadığı, bu sınırların nerede başlayıp bittikleri belirsizdir. Nesnelerin varoluşlarını etiketlediğimiz adlar, onları zamanla birlikte düşünmekten çok daha önce, daha kendi içlerinde birer açmaz halindedir. Bu, insanın her biri birer çıkmaz sokak olan adlar yoluyla, değişimlerden ibaret olduğunu iddia ettiği ve mütemadiyen genişleyen evreni zaman ve akış içerisinde niçin asla kavrayamayacağının kanıtıdır.

Son bir hamleyle yazının ortalarına geri döneceğiz. Biraz serüven tadında olmuş olsa da, artık sonuca yakınız.

Bir taşı alır ve yere dikeriz. Çoğumuza göre bu bir duvar değildir. Belki veya üç taş için durum aynıdır. Çok daha fazla taşı simetrik şekillerde üst üste koyar ve bir bütünlük veririz. O artık bitmiş(!) bir duvar gibidir. Fakat günün birinde gelir ve bir kat daha çıkabiliriz. İşte o, hala bir duvardır. Peki insan? Gerçek kendisi hangisidir? Tıpkı bir duvar gibi, başladığı ve bittiği, özünün denk geldiği o tekil an asla bilinemeyecekken, insanın bu kesinlik arayışı trajediktir. Bu sebeple Wittgenstein’a göre sorulmuş en büyük sorulardan biri “Ben neyim?” sorusudur. İnsan ki, ömrü (bilinçli bulunduğu varlığı) süresince sonsuz ‘an’lar tecrübe eden, bu kesik kesik bileşenlerden meydana gelir, işte bu insan, kalbinin sonsuza dek duracağı o son ‘an’a kadar tüm belirsizliklerini yanında taşımayı sürdüren bir noktalar yığınıdır. Bu tespitin bizleri sürüklediği içinden çıkılmaz varoluş sorunu, sözünü ettiğimiz sonsuz durağan noktaların hangisindeki “benlik”in gerçek “benlik” olarak ele alınacağıdır. İşte bonus paradoks: Her ‘an’ başka bir benlik demek ise, sonsuz benlikten söz etmemiz gerekecektir. Eğer aksini düşünür ve anların oluşturduğu tek bir “son benlik” konusunda ısrar edersek, bu kez “İnsan tek bir andan oluşur.” noktasına varırız. Oracıkta bir nokta oluveririz. Bu da bizi sonsuz bir sıkışmışlığa sokar. Hangi perspektifi benimsersek benimseyelim, insanın zaman felsefesi ile dil aracılığıyla boğuşması, onun varoluşunu tehlikeye atan boyutlara uzanmaktadır. Belki de bu yüzden binyıllardır süregelen doğu doktrinleri, hakikat olduğu iddia edilen değişmeze ulaşılacak yolda en son basamağın zaman olduğunu söylemişlerdir, kim bilir?

Yukarıda bahsettiğimiz neredeyse her şey, özünde büyük meselelerdir. Çünkü zamanın “akan bir şey”olarak kabulü, ona bir hareket biçmek demektir. Bizzat devinimleri algılamak ve ölçümlemek için kullanılan bir aracın hareket ettiğini tasarlamak, pamuk ipliğine bağlı aklımızın çökmesi için yeter de artar gibi görünüyor.

Son olarak, geniş çaplı bir karşılaştırma yapılmak istenirse zamanın sıralı oluşları betimleme aracı olarak ele alınmasını tavsiye eden Newton kanatlı görüşün karşısında onun bir hiçlik olduğunu ortaya atmış Kant okunabilir. Ancak hiçliği tartışmak hiçliği büyütür. Burada yüzlerce düşünürün yüzlerce fikrini paylaşmak mümkün tabi ama bunun yerine önerim, tam şimdi şu zamanda oturup kendi kendimize zamanı düşlemektir. Yanlış sorular yanlış yanıtlar doğurur aforizmasından hareketle, ‘zaman nedir’ sorusunu ‘zaman ne olabilir?’ olarak değiştirebilirsek, zamanı hep birlikte konuşmaya başlayabiliriz. Olur da bir gün kendimizi varoluşsal sorunların batağında bulursak, şunu anımsayabiliriz:
“İnsanın ölçüsü ya zamandır, ya da hiçbir şeydir. Bu sebeple, varlığını başı ve sonu bilinmeyen en büyük nehir olan zamanın yataklarında ve yine bizzat zamanın refakatinde arar. İnsan zamanı anlayamaz. Çünkü o, olsa olsa kısa bir ‘süre’dir.”
Buranuna

0 yorum:

Yorum Gönder