Başlık ile ilgili olarak şu soruyu da sormadan geçmeyelim. Yetişkin bir kişi olduğumuzda “bireysellik” veya daha doğru bir ifade ile “birey” olmak, olabilmek birey olmayı istemek bir seçim, bir tercih midir? Bu seçimde irademiz, bilinçli seçimimiz, birey olmayla ilgili farkındalığımız ne derece rol oynamaktadır? Herkes birey olabilir mi? Eğer birey olmak/olabilmek, herhangi bir kişinin fırıncıya, bedelini/parasını verip ekmek almak kadar kolay olsaydı, zaten tartışılması konu yapılmazdı. Eğer öyle olsaydı, birey olmanın neden bir problem ve/veya problematik olduğu değil, neden bu kadar kolay olduğu tartışılırdı. Demek ki birey olmak, her insana (kişi) değil, belli insanlara özgün düşünsel, davranışsal bir yapı olmalı.
O zaman yazımızı baştan, en baştan başlayarak yazalım.
Bilindiği üzere bir bebeğin oluşumu, anne karnındaki dokuz ay on günlük maceradan sonra biter. Artık hukuksal bir kişilik kazanmıştır? Hukuksal olarak kişilik, çocuğun sağ olarak tamamıyla doğduğu anda başlar. Çocuğun sağ olarak anasının vücudundan ayrılmış olması, onun kişilik kazanması için yeterlidir.
Diğer yandan “cenin” hak ehliyetini, sağ doğmak koşuluyla ana rahmine düştüğü andan başlayarak elde eder. Her ne kadar hukuksal olarak şu veya bu şekilde bir kişilik tanımı yapılabilirse de aslında kişiliğin yapısının belirlenimciliğinin ilk argümanları milyonlarca yıl evvelinden bir anlamda biçimlenmiştir bile. Genlerimizden bahsediyoruz. Çünkü kişiliğimizin ilk anahtarları genlerimizdir. Genlerimiz, bebek, anne karnındayken, annenin yediği içtiği, içinde bulunduğu ruh haline göre yani bir anlamda bebeğin dış çevresi anne rahmi olacak şekilde vücut yapısı belirlenmeye başlarken, bebeğin beyin yapısı da belirmeye başlar. Eğer, bebek, anne karnındayken, annenin yaşadığı olaylar nedeniyle strese girer kanındaki kortizol miktarı yükselirse (stres hormonu) bu durum, bebeğin kişiliğini de etkilemeye başlar. İşte bu birkaç argümana baktığımızda, bebeğin kişiliği şekillenmeye, anne karnında başlamıştır bile.
Annenin stresli olup olmamasına bağlı olarak, bebeğin gelecekteki kişiliği belirlenmeye başlıyorsa, bunun anlamı, bebek, gelecekte yetişkin olduğunda nasıl düşünebileceği inceden inceye belli oluyor demektir. Eğer, bu cümleden hareketle, ister anne karnında, annenin ruh halinden, ister genlerden ve ister annenin yediği ve içtiğinden bağımsız olarak, istenilen bir kişilik yapısına sahip olacağımızı ve istediğimiz düşünce sistemine sahip olabileceğimizi düşünmeye başlarsak, ilk yanılgımızı burada kaydediyoruz demektir. Çünkü, artık biliyoruz ki, bebek, anne karnında, kortizol düzeyinden etkilenmekte ve bebeğin, yetişkin olduğunda kişiliğinin bir parçası da anksiyeteye yenik düşmektedir. Benzer şekilde, onlarca örnek verilebilir.
Bebek doğduğu anda beyninde, neredeyse yetişkin bir kişi kadar yani yüz milyar kadar veya biraz fazla nöron yani beyin sinir hücresi vardır. Ancak, yeni doğan bir bebeğin, yetişkin bir kişiye göre bir fazlalığı vardır. Bu fazlalık sinirler arası bağlantılardır. Bu bağlantılara veya daha basit bir tabirle sinir hücreleri bu kablolara, dendrit ve akson adı verilir. Sinir hücreleri arasındaki haberleşmeler bu kablolar vasıtasıyla olur. Açıklamaya devam edelim. Her bir sinir hücresinden diğer sinir hücrelerine üç bin ile on beş bin arasında kablo bağlantısı vardır. Şimdi düşünelim, eğer yetişkin bir insanın beyninde yaklaşık yüz milyar nöron (sinir hücresi) varsa, trilyonlarca kablo (dendrit, akson) var demektir. Şimdi, bebeğe dönelim.Yeni doğan bir bebeğin beyninde ise, yetişkin bir kişinin beynine göre kat be kat fazla kablo (dendrit ve akson) vardır. Yani, bebekteki sinirler arası bağlantı, bir yetişkinden çok daha fazladır.
Bebek doğduktan sonra, çevreden aldığı bilgilerle (bu bilgiler bilinçli değildir) kullanılmayan bağlar budanır yani kopar. Öyle bir zaman gelir ki, bu bağlantıların sayısı yetişkinlerin bağlantı sayısına erişir. Bu şu demektir. Bebek büyüdükçe, çevreden hangi uyarımlar fazla ise o uyarımları işleyen sinir hücreleri arasındaki kablolar kalır hatta zaman içinde bu kablo sayısı artar. Beyin, kullanılmayan bağlantıları yani kabloları budamasının sebebi, beynin, yakıtı olan oksijen ve glikozu tasarruf ederek kullanmasındandır. Başka türlü söylemek gerekirse, beyin, glikoz ve şekeri nerede kullanacaksa enerjiyi (oksijen ve glikoz) o kablolara yönlendirir. Zamanla, dışarıdan gelen uyarılar, belli sinir hücreleri arasında kullanmaya bağlı olarak o bağlantıların sayısı artar. Bu arada, yediğimiz, içtiğimiz şekerin büyük bir çoğunluğunu koşturmacalarımıza bağlı olarak kaslarımız vasıtasıyla harcadığımızı düşünürüz ama tam aksine, vücudun %2’sini oluşturan beynimiz, alınan şekerin neredeyse %20-25’ini harcar.
İşte buradan itibaren konuya biraz da pedagojik açıdan bakalım. Artık biliniyor ki, bir çocuk için duygusal gelişim açısından ne alırsa 3 yaş, 6 yaş ve 10-12 yaş sınırlarında almışlardır. Çok ekstra bir durum yoksa, artık geri dönüşü yoktur. Şunu demek istiyoruz. Artık kişiliğin temelleri oluşmuştur. Gelenek, görenek , örf adet, din gibi temel davranış şekillenmiş olup, bundan sonraki zihinsel formasyon bunun üzerine kurulur. Aslında bahsetmeye çalıştığımız şey, hayata karşı alacağımız yol içindeki prensiplerimizdir. Yani vazgeçmeyeceğimiz prensiplerimizden bahsediyoruz. Bu arada prensip kavramı size nasıl görünüyor bilmiyorum fakat prensip kavramı bir anlamda davranışlarımızı belirleyen dogmatik düşünce kalıplarıdır. Muhafazakar, yeniliğe karşı kişilerin prensipleri olabileceği gibi, yenilikçi, birey dediğimiz kişilerin de prensipleri vardır. Aslında prensip denilen davranış kalıpları, bize önderlik eden içsel mekanizmalardır. İşte, hayata dair temel prensiplerimiz de bu yaşlarda kurulmuştur. Düşünce tarzımız, bu temeller üzerine inşa edilecektir.
Peki bu neden böyledir. Böyledir çünkü, yukarıda bahsi geçen nöronlar arasındaki bağlantılardan kullanılanları kalmış, kullanılmayanları da budanmıştır. Yani prensiplerimiz, ya içinde bulunulan yaşta ya da bir potansiyel olarak kalıp ileriki yaşlarda eyleme dökülecektir. İşte, yine doğuştan gelen kabilyet/yetenek gibi kavramların bu yaşlarda çıkmasının ve eğer bu yeteneklerin farkına varılırsa sonradan iyi bir sanatçı (ressam, besteci, piyano virtüözü vb.) olmasının sebebi budur. Eğer bu yaşlarda fark edilmez veya fark edilse de, bu yetenekleri kullanabilecek imkanlar yaratılmazsa, bu yetenekleri kendi içinde saklayan nöronal ağlar budanır ve böylece bir yetenek heba olur. Veya nöronal bağlantılara yönelik ağlar kısmen budanır ve bu ağlar, ileride ortaya çıkmak üzere potansiyel olarak kalır. Ancak, elbette ki, bu yeteneğin ilk keşfedildiği zamanki kadar bir yetenek gösterme şansı olmayacaktır.
Beynimiz, belli bir yetişkinlikten sonra sinir hücreleri arasındaki bağlar öyle bağlanır ve tanzim edilir ki, bir şeyi düşünme, karar alma, akıl yürütme yöntem ve yollarımız bile neredeyse sabitlenir. İşte bu sabitlenmeye bağlı olarak da sahip olduğumuz bilgi kadar ister cahil olalım ister entelektüel bir kişi, varlığımızı bu bilgiler kadar sürdürmek isteriz. Sahip olduğumuz bilgileri, düşünme yöntemimizi değiştirmeyiz veya değiştirmekte zorlanırız. (Prensiplerimiz) Sahip olduğumuz bilgilere ters düşen bilgileri reddederiz veya kabul etmekte zorlanırız. Daha doğrusu bu, bizim istencimizin dışında, duyguların bir dayatmasıdır. Bir başka deyişle birey her halükarda sahip oldukları bilgi kadar değişmez veya değiştiremediği bir inanç oluşturur. Daha açık ifadeyle bu inanç, iradeden çok, beynin kendi mekanizması tarafından ve büyük çoğunluğu bilincimize bağlı olmadan oluşturulur. İşte bu inanç (kişinin gelenek-görenek de dahil tüm bildikleri ve bilinçaltındakiler) ile kişi var olma ve bu inanç ile kendi varlığını savunmaya çalışır. Beyin, var olan bilgileri kolay kolay değiştiremez. Bilgileri değiştirmek demek, trilyonlarca sinir bağlantılarını koparıp yeniden kurmak demektir. Hele bu bağlantıların kişiliğimizi de oluşturduğunu düşünürsek, daha kolay anlarız. “Akıllar pazara çıkarılmış, herkes yine kendi aklını satın almış” ifadesi ile, cahil de olsak eğitimli de olsak sahip olduğumuz bilgileri nasıl savunduğumuzu ve kişilik yapımızı korumak istediğimizi eskiler çoktan ortaya koymuşlar bile. İşte, yukarıda bahsettiğimiz gibi, kişilik denilen kavram bu aşamada oluşur.
Bu arada kişilik kavramını biraz açalım. Kişilik denilen yapı iki temel argüman üzerine kurulur. Bunlardan biri mizaç/huy diğeri ise karakterdir. Huy veya mizaç denilen şey, bir kişinin davranışlarının genlerinin getirdiği argümanların davranış ve düşüncelerine yansımasıdır. Söz gelimi, kişinin böbrek üstü bezlerinin fazla çalışma talimatı genleriyle geldiğinde bu kişinin, heyecanlı durumlarda ne kadar adrenalin üretip kana karıştıracağı ve ne kadar heyecan göstereceği veya kortizolün (stres hormonu) ne kadar üretilip bir olay karşısında strese gireceğimiz bizim elimizde (irademiz dahilinde) olmayıp, düşüncelerimiz değil, olaylar karşısında bu ve benzer onlarca irade dışı çalışan fonksiyonlar, düşünce davranış ve hayat görüşlerimizi yönlendirecektir.
Kısaca karakteri de tanımlarsak, doğumdan sonraki, dış etkenler vasıtasıyla davranışlarımızın biçimlenmesi karakterimiz olacaktır. Söz gelimi, gelenek ve göreneklere bağlı olarak bir yerde nasıl davranacağına dair kuralları söyleyebiliriz.
İşte bu iki temel etken bizim kişiliğimizi oluşturur.
Düşünülenin aksine, kişilik denilen temel yapı, düşünen beynimizin değil, limbik sistem denilen duygusal beynimizin bir ürünüdür. Eğer kişilik denilen yapı düşünen beynimizde olsaydı, diğer bir deyişle sadece düşünerek yapabilseydik, kendimize ait zaaflarımızı düzeltir hatta olmak istediğimiz, benzemek istediğimiz kişi olurduk. Zaten onun içindir ki büyük bir çoğunluğumuz için istediğimiz tarzda bir kişi olmak, mükemmel olmak sadece planlarımızda, düşüncelerimizde, hayallerimizde vardır. Bu cümleden olmak üzere daha şimdiden, birey olmak veya bireyselleşmek denilen kavramın öyle kolay olmadığı, istemekle birey veya bireyselleşme değişimine giremeyeceğimize dair atfımızı yapalım.
Şunu da ilave edelim ki, günlük hayatta dahi düşünen beynimizle hareket ettiğimiz nadir olup, zamanımızın büyük çoğunluğunda, duygusal beynimizin aldığı kararlarla davranış gösteririz. Gerek nörobiyolojik gerekse bilişsel psikoloji çalışmalarına bağlı makaleler bunu desteklemektedir.
Buradan itibaren biraz da yetişme şeklimizden bahsedelim. Kişi, büyüme esnasında, içinde bulunduğu topluma/kültüre “bağımlı” olarak (bağlı olarak değil) yetiştirilirse, böyle kişilerin, yetişkin oldukça gelenek göreneklere daha fazla sahiplendiği, sorumluluk almadığını, sorumluluğunu, içinde bulunduğu toplumdaki başat/baskın kişilere (anne-baba, lider, ailenin en büyüğü vb) devrederler. Böylece, kendi güvenlik ortamını, başkalarının sağlamasını beklerler. Böyle kişiler, kendi benzerleri ile daha rahat eder ve güvenlik duyarlar. Toplumsal değişiklikleri çok istemezler. İtaat veya benzeri davranışlar karşısında daha uyumludurlar. (Milgram itaat deneyleri ve Asch uyma deneylerini hatırlayalım). Bu kişilerin aidiyet duyguları daha fazladır. Daha evvelki bir yazımızda, aidiyet denilen duygunun akıl düzeyinde yani düşündüğümüz için o ortama uyduğumuz değil bunun beynimizin ortasında bulunan duygusal beynimiz yani limbik sistem tarafından oluşturulduğunu yazmış ve aidiyet duygusunun, grubu bir arada tutan bilincin dışında çalışan bir zihin mekanizması olduğunu paylaşmıştık.
İşte aidiyet duygusu yüksek kişiler, güvenliğini bu grup vasıtasıyla sağlarlar. Böyle kişiler, yabancı bir yere gittiğinde, kendi davranış benzeri olan kişileri bulmak isterler ki buna sosyal psikolojide “benzerlik yasası” adı verilir. Bilinen tabirle buna hemşericilik/hemşehricilik diyoruz.
Buna karşılık kalıtımın da izin verdiği ölçüde bağımlı değil, bağlı yetişen kişilerin, beynin kendi güvenlik yaratma duygusal mekanizmaları gelişmeye başlar. Bu arada bu tür zihinsel mekanizma, davranış ve düşünme tarzı için her zaman nöronal ağları aklımıza getirelim. Çünkü bizi düşüncelerimiz ve duygularımızla şekillendirenin bu bağlar olduğunu biliyoruz.
Aidiyet duygusu, topluluğu bir arada tutan, dağılmasını önleyen güçlü bir mekanizmadır. Aidiyet mekanizmasının amacı, neyin doğru neyin yanlış bir davranış olduğunu ortaya koyan düşünceleri desteklemek değil, tam aksine, toplulukta var olan belirsizliği, kaosu, aşağılanmışlığı, düzensizliği kaldırmak, topluluğu bir arada tutacak güdüsel mekanizmayı (sonucu ne olursa olsun) çalıştırmak ve her halükarda var olmayı sürdürmektir. Bir başka deyişle aidiyet duygusu evrimsel süreçte dün ne ise bugün de aynısıdır. Düşünen beynin değil, düşünen beyni paralize edip yöneten limbik sistemin bir ürünüdür. İşte bu nedenlere bağlı olarak kişi kendi güvenliğini sağlayan bu grubun ferdi olarak kendi konforunu oluşturur.
Bir birey belli yaşa kadar ne kadar eğitilebilirse, genetik yapısının izin verdiği ölçüde kişiliği de o oranda oluşur. Eğitimli veya eğitimsiz, beyin belli bir formasyona girdikten sonra bu formu korumak zorundadır. Çünkü her olaya karşı farklı bir kişilik yapısıyla değil, sahip olduğu kişiliğin izin verdiği varyasyonlara bağlı olarak davranır. Aksi halde kendisiyle çelişkiye düşer ve depresyona girerek çevreye uyum sağlayamaz; bunun sonucu olarak da yok olur.
Her beyin, yeniliğe, değişikliğe, yeni bakış açısına, farklı fikirlere vb. kavramlara açık değildir. Bunun kökeninde genetik faktörlerle beraber yetişme, yetiştirilme şeklimiz büyük önem arz etmektedir.
Buna karşılık sadece muhafazakar kişilerden oluşan bir topluluk aynı değerlere sahip olduğu ve bu değerleri korumak, savunmak adına o topluluğun "bir arada" bulunması (aidiyet, mülkiyet vb. temel kavramlar) anlamında devamında çok önemli temel bir argüman oluştururken, değişen çevre şartlarına uyum sağlayamayan, statik düşünce ve bunun getirdiği davranışlarla (gelenek-görenek, örf-adet, inanış vb.) kalıcı olmayan belki de yok olması ile sonuçlanan bir topluluğa da neden olabilir.
İşte bu temel iki nedene bağlı olarak, ortak değerler (gelenek-görenek, örf-adet, inanış vb.) bir topluluğun dağılmadan birliğini sürdürürken, yenilikçiler ve bu dinamik beyin yapısında olanlar, yeri geldiğinde mevcut değerlere de karşı çıkarak değişiklikleri gerçekleştirmeye çalışır. Bu yenilikler bazen yıllar öncesinden fikir sahibinin ortadan kaldırılması (İtalyan filozof ve astronom Giordano Bruno) veya engellenmesi ve bu fikrin doğruluğunun, takipçileri ile zaman içinde anlaşılması şeklinde olabileceği gibi, fikir sahibinin bizzat kendisi (Einstein) zamanında da olabilir.
Özetlersek, doğuştan gelen bu mekanizmanın çevre ve kültürle biçimlenerek ortaya çıkan davranış kalıpları (gelenek-görenek, örf-adet, din, hukuk kuralları vb.) topluluğu bir arada tutan bir fonksiyondur ve bu fonksiyonun ortaya koyduğu bir alt kurala da “benzerlik yasası” dendiğini söylemiştik.
Başkaları bizlere ne kadar benzerse, kendimizi o kadar “güvende” hissederiz. Onun içindir ki yabancı bir ülkeye veya şehre gittiğimizde hemen ”hemşeri/hemşehri” ararız veya bir hemşehrimize rast geldiğimizde daha rahat ederiz. Bunun anlamı, bana benzer olanlar (kişiler), en azından benim bildiklerimi bilmekte, dolayısıyla benim, fazladan yeni bir şey öğrenmeye gerek kalmadan, karşımdaki ile uyum sağlayarak ve kendimi güvende hissederek iletişim kurar, ihtiyaçlarımı giderir ve varlığımı devam ettiririm demektir.
Şimdi gelelim birey olmaya. Bireyin çok geniş bir tanımı yapmadan, kendisi ve grubu adına müstakil düşünme ve davranış gösterme diye özetlersek, bunca sözden sonra her kişinin “birey” olma şansının olmadığını söyleyebiliriz.
Mesela birey olmaya yönelik birkaç özellik sayalım. Söz gelimi öz güven konusu, birey olmaya yatkın kişilerde daha yüksektir. Çünkü, kendi iç referanslarını kullanır. Bu iç referanslara sahip kişinin özgür olmaya, kendisini sınırlayan çevre kuralları (gelenek- görenek vb.) daha fazla sorgular, bu sınırların dışında düşünmeye başlar. Buna karşılık, aidiyet duygusu yüksek kişiler, daha muhafazakar, uymaya ve itaate ve de güven arayışına daha bağlıdırlar. Söz gelimi, korku, kaygı, savunma, bir tehlike anında kaçma, cinsellik, anksiyete gibi davranışlarımızdan sorumlu, limbik sistemin (duygusal beyin) bir parçası olan, beyin tabanında bulunan amigdala isimli beyin organeli ne kadar büyükse böyle kişilerin daha muhafazakar olduğunu biliyoruz. Bu anlamdaki kişiler gelenek, göreneklere daha fazla sahip çıkar, toplumsal değişimleri çok istemezler. Şimdi düşünelim, böyle kişilerden bireyselleşmeyi ne derece bekleyebiliriz? Sorulacak ikinci soru da, amigdalanın bu davranışını eğitimle yenerek bir kişiyi muhafazakar yapısından çıkarıp birey veya bireyselleştirebilir misiniz? Cevabını verelim ki, bu kişiyi bireyselleştirmek demek onun kişiliğini değiştirmek demektir ki işte bu yüzden yukarıda bahsedilen üç, altı ve on-on iki yaşlar çok önemlidir. Buradan da söyleyebiliriz ki, bu kişilerin kolay kolay birey olmayacağını ve bu nedenle de birey olmaya yönelik bu kişileri ikna etmek o kadar mümkün değildir. Onlar, içinde bulundukları, aidiyet duydukları toplulukta güvende duymaktadır. Konfor alanı, kendisinden farklı olanlarla değil, benzerleriyle yaşamaktır. Zaten biz de aidiyet kavramını bu yazıya koymamızın nedeni budur.
Birey olmaya yatkın kişiler daha farklı olma eğilimindedirler. Daha özgürdürler. Uyma davranışları veya itaat konusunda sorgulamaları daha yüksektir. Nitekim, yapılan Asch deneylerinde, deneye uyum göstermeyenlerin bu kişilerden olduğunu, sorguladığını söyleyebiliriz. Öz güvenleri daha yüksektir. Dürtü ve duygularını yönetir, toplumsal olaylara duyarlıdır, eleştiriye açıktır, özgündür, kendisini gerçekleştirmeyi başarmış (Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi) ve düşüncelerini daha doğrudan söyleyen kişilerdir.
Birey olmak, bireyselleşmek; genlerimiz (mizaç/huy), karakterimiz ve bunların daha küçük yaşlarda belirlenmesi ile mümkündür. Çünkü, bütün bu davranışlarımızın, farklılıklarımızı gösterebilme hatta düşünme yöntemlerimizin, nöronal kablolara bağlı olduğunu biliyoruz. Şöyle düşünen bir kişi olabilir ve der ki “Ben, beynimdeki nöronal bağlantılarımdan bağımsız olarak her türlü düşünceyi düşünebilirim” işte zaten bu yazının baştan sona anlatmak istediği budur. Bunun cevabı “hayır”dır. Diğer bir ifadeyle bir kişi ne kadar isterse istesin her şeyi düşünemez, istediği gibi davranamaz. Her şeyi düşünemez çünkü, o şeyi düşünecek nöronal bağlantılar yoktur. Bu ilk etapta şaşırtıcı gelebilir ama öyledir. Zaten bir piyano virtüözünün beyninde olan o bağlantılar onda olduğu için o çalabilirken, bizde olmadığı için biz, onun kadar piyano çalamayız.
Tabii ki bu yazının başlığına bağlı olarak yazıyı uzatmak mümkün. Birey olan bireyselleşen bir kişi elbette ki, içinden çıktığı toplulukla çatışacaktır. Birey olan, bireyselleşen bu kişiler ya toplum tarafından dışlanır, yeri geldiğinde yok edilir yeri geldiğinde de bireyin uygun bir strateji gütmesiyle, grubu toplumu peşinden koşturur. Tabii ki bu da ayrı bir tartışma konusu olabilir.
Artık, yazının en başındaki sorumuzu buraya taşıyarak tekrarlayalım. Birey olmak, olabilmek bizim seçimimiz olabilir mi? Birey olmak/olabilmek iradeye, isteğe mi bağlı? İstemekle birey olunabilir mi? İstemekle herkes bireyselleşebilir mi? Bunun cevabını artık biliyorsunuz.
Erol