Slider[Style1]

Başlık ile ilgili olarak şu soruyu da sormadan geçmeyelim. Yetişkin bir kişi olduğumuzda “bireysellik” veya daha doğru bir ifade ile “birey” olmak, olabilmek birey olmayı istemek bir seçim, bir tercih midir? Bu seçimde irademiz, bilinçli seçimimiz, birey olmayla ilgili farkındalığımız ne derece rol oynamaktadır? Herkes birey olabilir mi? Eğer birey olmak/olabilmek, herhangi bir kişinin fırıncıya, bedelini/parasını verip ekmek almak kadar kolay olsaydı, zaten tartışılması konu yapılmazdı. Eğer öyle olsaydı, birey olmanın neden bir problem ve/veya problematik olduğu değil, neden bu kadar kolay olduğu tartışılırdı. Demek ki birey olmak, her insana (kişi) değil, belli insanlara özgün düşünsel, davranışsal bir yapı olmalı.

O zaman yazımızı baştan, en baştan başlayarak yazalım.

Bilindiği üzere bir bebeğin oluşumu, anne karnındaki dokuz ay on günlük maceradan sonra biter. Artık hukuksal bir kişilik kazanmıştır? Hukuksal olarak kişilik, çocuğun sağ olarak tamamıyla doğduğu anda başlar. Çocuğun sağ olarak anasının vücudundan ayrılmış olması, onun kişilik kazanması için yeterlidir.

Diğer yandan “cenin” hak ehliyetini, sağ doğmak koşuluyla ana rahmine düştüğü andan başlayarak elde eder. Her ne kadar hukuksal olarak şu veya bu şekilde bir kişilik tanımı yapılabilirse de aslında kişiliğin yapısının belirlenimciliğinin ilk argümanları milyonlarca yıl evvelinden bir anlamda biçimlenmiştir bile. Genlerimizden bahsediyoruz. Çünkü kişiliğimizin ilk anahtarları genlerimizdir. Genlerimiz, bebek, anne karnındayken, annenin yediği içtiği, içinde bulunduğu ruh haline göre yani bir anlamda bebeğin dış çevresi anne rahmi olacak şekilde vücut yapısı belirlenmeye başlarken, bebeğin beyin yapısı da belirmeye başlar. Eğer, bebek, anne karnındayken, annenin yaşadığı olaylar nedeniyle strese girer kanındaki kortizol miktarı yükselirse (stres hormonu) bu durum, bebeğin kişiliğini de etkilemeye başlar. İşte bu birkaç argümana baktığımızda, bebeğin kişiliği şekillenmeye, anne karnında başlamıştır bile.

Annenin stresli olup olmamasına bağlı olarak, bebeğin gelecekteki kişiliği belirlenmeye başlıyorsa, bunun anlamı, bebek, gelecekte yetişkin olduğunda nasıl düşünebileceği inceden inceye belli oluyor demektir. Eğer, bu cümleden hareketle, ister anne karnında, annenin ruh halinden, ister genlerden ve ister annenin yediği ve içtiğinden bağımsız olarak, istenilen bir kişilik yapısına sahip olacağımızı ve istediğimiz düşünce sistemine sahip olabileceğimizi düşünmeye başlarsak, ilk yanılgımızı burada kaydediyoruz demektir. Çünkü, artık biliyoruz ki, bebek, anne karnında, kortizol düzeyinden etkilenmekte ve bebeğin, yetişkin olduğunda kişiliğinin bir parçası da anksiyeteye yenik düşmektedir. Benzer şekilde, onlarca örnek verilebilir.

Bebek doğduğu anda beyninde, neredeyse yetişkin bir kişi kadar yani yüz milyar kadar veya biraz fazla nöron yani beyin sinir hücresi vardır. Ancak, yeni doğan bir bebeğin, yetişkin bir kişiye göre bir fazlalığı vardır. Bu fazlalık sinirler arası bağlantılardır. Bu bağlantılara veya daha basit bir tabirle sinir hücreleri bu kablolara, dendrit ve akson adı verilir. Sinir hücreleri arasındaki haberleşmeler bu kablolar vasıtasıyla olur. Açıklamaya devam edelim. Her bir sinir hücresinden diğer sinir hücrelerine üç bin ile on beş bin arasında kablo bağlantısı vardır. Şimdi düşünelim, eğer yetişkin bir insanın beyninde yaklaşık yüz milyar nöron (sinir hücresi) varsa, trilyonlarca kablo (dendrit, akson) var demektir. Şimdi, bebeğe dönelim.Yeni doğan bir bebeğin beyninde ise, yetişkin bir kişinin beynine göre kat be kat fazla kablo (dendrit ve akson) vardır. Yani, bebekteki sinirler arası bağlantı, bir yetişkinden çok daha fazladır.

Bebek doğduktan sonra, çevreden aldığı bilgilerle (bu bilgiler bilinçli değildir) kullanılmayan bağlar budanır yani kopar. Öyle bir zaman gelir ki, bu bağlantıların sayısı yetişkinlerin bağlantı sayısına erişir. Bu şu demektir. Bebek büyüdükçe, çevreden hangi uyarımlar fazla ise o uyarımları işleyen sinir hücreleri arasındaki kablolar kalır hatta zaman içinde bu kablo sayısı artar. Beyin, kullanılmayan bağlantıları yani kabloları budamasının sebebi, beynin, yakıtı olan oksijen ve glikozu tasarruf ederek kullanmasındandır. Başka türlü söylemek gerekirse, beyin, glikoz ve şekeri nerede kullanacaksa enerjiyi (oksijen ve glikoz) o kablolara yönlendirir. Zamanla, dışarıdan gelen uyarılar, belli sinir hücreleri arasında kullanmaya bağlı olarak o bağlantıların sayısı artar. Bu arada, yediğimiz, içtiğimiz şekerin büyük bir çoğunluğunu koşturmacalarımıza bağlı olarak kaslarımız vasıtasıyla harcadığımızı düşünürüz ama tam aksine, vücudun %2’sini oluşturan beynimiz, alınan şekerin neredeyse %20-25’ini harcar.

İşte buradan itibaren konuya biraz da pedagojik açıdan bakalım. Artık biliniyor ki, bir çocuk için duygusal gelişim açısından ne alırsa 3 yaş, 6 yaş ve 10-12 yaş sınırlarında almışlardır. Çok ekstra bir durum yoksa, artık geri dönüşü yoktur. Şunu demek istiyoruz. Artık kişiliğin temelleri oluşmuştur. Gelenek, görenek , örf adet, din gibi temel davranış şekillenmiş olup, bundan sonraki zihinsel formasyon bunun üzerine kurulur. Aslında bahsetmeye çalıştığımız şey, hayata karşı alacağımız yol içindeki prensiplerimizdir. Yani vazgeçmeyeceğimiz prensiplerimizden bahsediyoruz. Bu arada prensip kavramı size nasıl görünüyor bilmiyorum fakat prensip kavramı bir anlamda davranışlarımızı belirleyen dogmatik düşünce kalıplarıdır. Muhafazakar, yeniliğe karşı kişilerin prensipleri olabileceği gibi, yenilikçi, birey dediğimiz kişilerin de prensipleri vardır. Aslında prensip denilen davranış kalıpları, bize önderlik eden içsel mekanizmalardır. İşte, hayata dair temel prensiplerimiz de bu yaşlarda kurulmuştur. Düşünce tarzımız, bu temeller üzerine inşa edilecektir.

Peki bu neden böyledir. Böyledir çünkü, yukarıda bahsi geçen nöronlar arasındaki bağlantılardan kullanılanları kalmış, kullanılmayanları da budanmıştır. Yani prensiplerimiz, ya içinde bulunulan yaşta ya da bir potansiyel olarak kalıp ileriki yaşlarda eyleme dökülecektir. İşte, yine doğuştan gelen kabilyet/yetenek gibi kavramların bu yaşlarda çıkmasının ve eğer bu yeteneklerin farkına varılırsa sonradan iyi bir sanatçı (ressam, besteci, piyano virtüözü vb.) olmasının sebebi budur. Eğer bu yaşlarda fark edilmez veya fark edilse de, bu yetenekleri kullanabilecek imkanlar yaratılmazsa, bu yetenekleri kendi içinde saklayan nöronal ağlar budanır ve böylece bir yetenek heba olur. Veya nöronal bağlantılara yönelik ağlar kısmen budanır ve bu ağlar, ileride ortaya çıkmak üzere potansiyel olarak kalır. Ancak, elbette ki, bu yeteneğin ilk keşfedildiği zamanki kadar bir yetenek gösterme şansı olmayacaktır.

Beynimiz, belli bir yetişkinlikten sonra sinir hücreleri arasındaki bağlar öyle bağlanır ve tanzim edilir ki, bir şeyi düşünme, karar alma, akıl yürütme yöntem ve yollarımız bile neredeyse sabitlenir. İşte bu sabitlenmeye bağlı olarak da sahip olduğumuz bilgi kadar ister cahil olalım ister entelektüel bir kişi, varlığımızı bu bilgiler kadar sürdürmek isteriz. Sahip olduğumuz bilgileri, düşünme yöntemimizi değiştirmeyiz veya değiştirmekte zorlanırız. (Prensiplerimiz) Sahip olduğumuz bilgilere ters düşen bilgileri reddederiz veya kabul etmekte zorlanırız. Daha doğrusu bu, bizim istencimizin dışında, duyguların bir dayatmasıdır. Bir başka deyişle birey her halükarda sahip oldukları bilgi kadar değişmez veya değiştiremediği bir inanç oluşturur. Daha açık ifadeyle bu inanç, iradeden çok, beynin kendi mekanizması tarafından ve büyük çoğunluğu bilincimize bağlı olmadan oluşturulur. İşte bu inanç (kişinin gelenek-görenek de dahil tüm bildikleri ve bilinçaltındakiler) ile kişi var olma ve bu inanç ile kendi varlığını savunmaya çalışır. Beyin, var olan bilgileri kolay kolay değiştiremez. Bilgileri değiştirmek demek, trilyonlarca sinir bağlantılarını koparıp yeniden kurmak demektir. Hele bu bağlantıların kişiliğimizi de oluşturduğunu düşünürsek, daha kolay anlarız. “Akıllar pazara çıkarılmış, herkes yine kendi aklını satın almış” ifadesi ile, cahil de olsak eğitimli de olsak sahip olduğumuz bilgileri nasıl savunduğumuzu ve kişilik yapımızı korumak istediğimizi eskiler çoktan ortaya koymuşlar bile. İşte, yukarıda bahsettiğimiz gibi, kişilik denilen kavram bu aşamada oluşur.

Bu arada kişilik kavramını biraz açalım. Kişilik denilen yapı iki temel argüman üzerine kurulur. Bunlardan biri mizaç/huy diğeri ise karakterdir. Huy veya mizaç denilen şey, bir kişinin davranışlarının genlerinin getirdiği argümanların davranış ve düşüncelerine yansımasıdır. Söz gelimi, kişinin böbrek üstü bezlerinin fazla çalışma talimatı genleriyle geldiğinde bu kişinin, heyecanlı durumlarda ne kadar adrenalin üretip kana karıştıracağı ve ne kadar heyecan göstereceği veya kortizolün (stres hormonu) ne kadar üretilip bir olay karşısında strese gireceğimiz bizim elimizde (irademiz dahilinde) olmayıp, düşüncelerimiz değil, olaylar karşısında bu ve benzer onlarca irade dışı çalışan fonksiyonlar, düşünce davranış ve hayat görüşlerimizi yönlendirecektir.

Kısaca karakteri de tanımlarsak, doğumdan sonraki, dış etkenler vasıtasıyla davranışlarımızın biçimlenmesi karakterimiz olacaktır. Söz gelimi, gelenek ve göreneklere bağlı olarak bir yerde nasıl davranacağına dair kuralları söyleyebiliriz.

İşte bu iki temel etken bizim kişiliğimizi oluşturur.

Düşünülenin aksine, kişilik denilen temel yapı, düşünen beynimizin değil, limbik sistem denilen duygusal beynimizin bir ürünüdür. Eğer kişilik denilen yapı düşünen beynimizde olsaydı, diğer bir deyişle sadece düşünerek yapabilseydik, kendimize ait zaaflarımızı düzeltir hatta olmak istediğimiz, benzemek istediğimiz kişi olurduk. Zaten onun içindir ki büyük bir çoğunluğumuz için istediğimiz tarzda bir kişi olmak, mükemmel olmak sadece planlarımızda, düşüncelerimizde, hayallerimizde vardır. Bu cümleden olmak üzere daha şimdiden, birey olmak veya bireyselleşmek denilen kavramın öyle kolay olmadığı, istemekle birey veya bireyselleşme değişimine giremeyeceğimize dair atfımızı yapalım.

Şunu da ilave edelim ki, günlük hayatta dahi düşünen beynimizle hareket ettiğimiz nadir olup, zamanımızın büyük çoğunluğunda, duygusal beynimizin aldığı kararlarla davranış gösteririz. Gerek nörobiyolojik gerekse bilişsel psikoloji çalışmalarına bağlı makaleler bunu desteklemektedir.

Buradan itibaren biraz da yetişme şeklimizden bahsedelim. Kişi, büyüme esnasında, içinde bulunduğu topluma/kültüre “bağımlı” olarak (bağlı olarak değil) yetiştirilirse, böyle kişilerin, yetişkin oldukça gelenek göreneklere daha fazla sahiplendiği, sorumluluk almadığını, sorumluluğunu, içinde bulunduğu toplumdaki başat/baskın kişilere (anne-baba, lider, ailenin en büyüğü vb) devrederler. Böylece, kendi güvenlik ortamını, başkalarının sağlamasını beklerler. Böyle kişiler, kendi benzerleri ile daha rahat eder ve güvenlik duyarlar. Toplumsal değişiklikleri çok istemezler. İtaat veya benzeri davranışlar karşısında daha uyumludurlar. (Milgram itaat deneyleri ve Asch uyma deneylerini hatırlayalım). Bu kişilerin aidiyet duyguları daha fazladır. Daha evvelki bir yazımızda, aidiyet denilen duygunun akıl düzeyinde yani düşündüğümüz için o ortama uyduğumuz değil bunun beynimizin ortasında bulunan duygusal beynimiz yani limbik sistem tarafından oluşturulduğunu yazmış ve aidiyet duygusunun, grubu bir arada tutan bilincin dışında çalışan bir zihin mekanizması olduğunu paylaşmıştık.

İşte aidiyet duygusu yüksek kişiler, güvenliğini bu grup vasıtasıyla sağlarlar. Böyle kişiler, yabancı bir yere gittiğinde, kendi davranış benzeri olan kişileri bulmak isterler ki buna sosyal psikolojide “benzerlik yasası” adı verilir. Bilinen tabirle buna hemşericilik/hemşehricilik diyoruz.

Buna karşılık kalıtımın da izin verdiği ölçüde bağımlı değil, bağlı yetişen kişilerin, beynin kendi güvenlik yaratma duygusal mekanizmaları gelişmeye başlar. Bu arada bu tür zihinsel mekanizma, davranış ve düşünme tarzı için her zaman nöronal ağları aklımıza getirelim. Çünkü bizi düşüncelerimiz ve duygularımızla şekillendirenin bu bağlar olduğunu biliyoruz.

Aidiyet duygusu, topluluğu bir arada tutan, dağılmasını önleyen güçlü bir mekanizmadır. Aidiyet mekanizmasının amacı, neyin doğru neyin yanlış bir davranış olduğunu ortaya koyan düşünceleri desteklemek değil, tam aksine, toplulukta var olan belirsizliği, kaosu, aşağılanmışlığı, düzensizliği kaldırmak, topluluğu bir arada tutacak güdüsel mekanizmayı (sonucu ne olursa olsun) çalıştırmak ve her halükarda var olmayı sürdürmektir. Bir başka deyişle aidiyet duygusu evrimsel süreçte dün ne ise bugün de aynısıdır. Düşünen beynin değil, düşünen beyni paralize edip yöneten limbik sistemin bir ürünüdür. İşte bu nedenlere bağlı olarak kişi kendi güvenliğini sağlayan bu grubun ferdi olarak kendi konforunu oluşturur.

Bir birey belli yaşa kadar ne kadar eğitilebilirse, genetik yapısının izin verdiği ölçüde kişiliği de o oranda oluşur. Eğitimli veya eğitimsiz, beyin belli bir formasyona girdikten sonra bu formu korumak zorundadır. Çünkü her olaya karşı farklı bir kişilik yapısıyla değil, sahip olduğu kişiliğin izin verdiği varyasyonlara bağlı olarak davranır. Aksi halde kendisiyle çelişkiye düşer ve depresyona girerek çevreye uyum sağlayamaz; bunun sonucu olarak da yok olur.

Her beyin, yeniliğe, değişikliğe, yeni bakış açısına, farklı fikirlere vb. kavramlara açık değildir. Bunun kökeninde genetik faktörlerle beraber yetişme, yetiştirilme şeklimiz büyük önem arz etmektedir.

Buna karşılık sadece muhafazakar kişilerden oluşan bir topluluk aynı değerlere sahip olduğu ve bu değerleri korumak, savunmak adına o topluluğun "bir arada" bulunması (aidiyet, mülkiyet vb. temel kavramlar) anlamında devamında çok önemli temel bir argüman oluştururken, değişen çevre şartlarına uyum sağlayamayan, statik düşünce ve bunun getirdiği davranışlarla (gelenek-görenek, örf-adet, inanış vb.) kalıcı olmayan belki de yok olması ile sonuçlanan bir topluluğa da neden olabilir.

İşte bu temel iki nedene bağlı olarak, ortak değerler (gelenek-görenek, örf-adet, inanış vb.) bir topluluğun dağılmadan birliğini sürdürürken, yenilikçiler ve bu dinamik beyin yapısında olanlar, yeri geldiğinde mevcut değerlere de karşı çıkarak değişiklikleri gerçekleştirmeye çalışır. Bu yenilikler bazen yıllar öncesinden fikir sahibinin ortadan kaldırılması (İtalyan filozof ve astronom Giordano Bruno) veya engellenmesi ve bu fikrin doğruluğunun, takipçileri ile zaman içinde anlaşılması şeklinde olabileceği gibi, fikir sahibinin bizzat kendisi (Einstein) zamanında da olabilir.

Özetlersek, doğuştan gelen bu mekanizmanın çevre ve kültürle biçimlenerek ortaya çıkan davranış kalıpları (gelenek-görenek, örf-adet, din, hukuk kuralları vb.) topluluğu bir arada tutan bir fonksiyondur ve bu fonksiyonun ortaya koyduğu bir alt kurala da “benzerlik yasası” dendiğini söylemiştik.

Başkaları bizlere ne kadar benzerse, kendimizi o kadar “güvende” hissederiz. Onun içindir ki yabancı bir ülkeye veya şehre gittiğimizde hemen ”hemşeri/hemşehri” ararız veya bir hemşehrimize rast geldiğimizde daha rahat ederiz. Bunun anlamı, bana benzer olanlar (kişiler), en azından benim bildiklerimi bilmekte, dolayısıyla benim, fazladan yeni bir şey öğrenmeye gerek kalmadan, karşımdaki ile uyum sağlayarak ve kendimi güvende hissederek iletişim kurar, ihtiyaçlarımı giderir ve varlığımı devam ettiririm demektir.

Şimdi gelelim birey olmaya. Bireyin çok geniş bir tanımı yapmadan, kendisi ve grubu adına müstakil düşünme ve davranış gösterme diye özetlersek, bunca sözden sonra her kişinin “birey” olma şansının olmadığını söyleyebiliriz.

Mesela birey olmaya yönelik birkaç özellik sayalım. Söz gelimi öz güven konusu, birey olmaya yatkın kişilerde daha yüksektir. Çünkü, kendi iç referanslarını kullanır. Bu iç referanslara sahip kişinin özgür olmaya, kendisini sınırlayan çevre kuralları (gelenek- görenek vb.) daha fazla sorgular, bu sınırların dışında düşünmeye başlar. Buna karşılık, aidiyet duygusu yüksek kişiler, daha muhafazakar, uymaya ve itaate ve de güven arayışına daha bağlıdırlar. Söz gelimi, korku, kaygı, savunma, bir tehlike anında kaçma, cinsellik, anksiyete gibi davranışlarımızdan sorumlu, limbik sistemin (duygusal beyin) bir parçası olan, beyin tabanında bulunan amigdala isimli beyin organeli ne kadar büyükse böyle kişilerin daha muhafazakar olduğunu biliyoruz. Bu anlamdaki kişiler gelenek, göreneklere daha fazla sahip çıkar, toplumsal değişimleri çok istemezler. Şimdi düşünelim, böyle kişilerden bireyselleşmeyi ne derece bekleyebiliriz? Sorulacak ikinci soru da, amigdalanın bu davranışını eğitimle yenerek bir kişiyi muhafazakar yapısından çıkarıp birey veya bireyselleştirebilir misiniz? Cevabını verelim ki, bu kişiyi bireyselleştirmek demek onun kişiliğini değiştirmek demektir ki işte bu yüzden yukarıda bahsedilen üç, altı ve on-on iki yaşlar çok önemlidir. Buradan da söyleyebiliriz ki, bu kişilerin kolay kolay birey olmayacağını ve bu nedenle de birey olmaya yönelik bu kişileri ikna etmek o kadar mümkün değildir. Onlar, içinde bulundukları, aidiyet duydukları toplulukta güvende duymaktadır. Konfor alanı, kendisinden farklı olanlarla değil, benzerleriyle yaşamaktır. Zaten biz de aidiyet kavramını bu yazıya koymamızın nedeni budur.

Birey olmaya yatkın kişiler daha farklı olma eğilimindedirler. Daha özgürdürler. Uyma davranışları veya itaat konusunda sorgulamaları daha yüksektir. Nitekim, yapılan Asch deneylerinde, deneye uyum göstermeyenlerin bu kişilerden olduğunu, sorguladığını söyleyebiliriz. Öz güvenleri daha yüksektir. Dürtü ve duygularını yönetir, toplumsal olaylara duyarlıdır, eleştiriye açıktır, özgündür, kendisini gerçekleştirmeyi başarmış (Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi) ve düşüncelerini daha doğrudan söyleyen kişilerdir.

Birey olmak, bireyselleşmek; genlerimiz (mizaç/huy), karakterimiz ve bunların daha küçük yaşlarda belirlenmesi ile mümkündür. Çünkü, bütün bu davranışlarımızın, farklılıklarımızı gösterebilme hatta düşünme yöntemlerimizin, nöronal kablolara bağlı olduğunu biliyoruz. Şöyle düşünen bir kişi olabilir ve der ki “Ben, beynimdeki nöronal bağlantılarımdan bağımsız olarak her türlü düşünceyi düşünebilirim” işte zaten bu yazının baştan sona anlatmak istediği budur. Bunun cevabı “hayır”dır. Diğer bir ifadeyle bir kişi ne kadar isterse istesin her şeyi düşünemez, istediği gibi davranamaz. Her şeyi düşünemez çünkü, o şeyi düşünecek nöronal bağlantılar yoktur. Bu ilk etapta şaşırtıcı gelebilir ama öyledir. Zaten bir piyano virtüözünün beyninde olan o bağlantılar onda olduğu için o çalabilirken, bizde olmadığı için biz, onun kadar piyano çalamayız.

Tabii ki bu yazının başlığına bağlı olarak yazıyı uzatmak mümkün. Birey olan bireyselleşen bir kişi elbette ki, içinden çıktığı toplulukla çatışacaktır. Birey olan, bireyselleşen bu kişiler ya toplum tarafından dışlanır, yeri geldiğinde yok edilir yeri geldiğinde de bireyin uygun bir strateji gütmesiyle, grubu toplumu peşinden koşturur. Tabii ki bu da ayrı bir tartışma konusu olabilir.

Artık, yazının en başındaki sorumuzu buraya taşıyarak tekrarlayalım. Birey olmak, olabilmek bizim seçimimiz olabilir mi? Birey olmak/olabilmek iradeye, isteğe mi bağlı? İstemekle birey olunabilir mi? İstemekle herkes bireyselleşebilir mi? Bunun cevabını artık biliyorsunuz.

Erol
Hani zaman zaman televizyon tartışmalarında tartışmacılardan birinin diğerine "düşüncelerinize katılmıyorum ama saygı duyuyorum" dediklerini duymuşuzdur. Aslına bakarsanız burada kullanılan saygı ifadesi, gerçek anlamda saygı değil "uyma davranışıdır". Bilmediğiniz bir yere gidersiniz de, çevreye bakınıp, siz de onlar gibi davranmaya çalışırsınız ya, işte kabaca uyma davranışı budur. Uyma davranışı, saygı değildir. 

Uyma davranışında, size uygun gelmese de, çevreyle tezat düşmemek, dışlanmamak adına hatta belki de bize makul gelmeyen bir davranışa uymak, bilerek veya bilmeyerek katlanmak demektir. Söz gelimi, bir köy veya kasabada, davet edildiğiniz bir evde önünüze çıkartılan bir yemeği, gündelik hayatınızda yemeseniz de kendinizi yemeye mecbur hissetmeniz gibi. Keza, şirketlerde belli oranda, çalışanların birbirine, amirine gösterdiği davranış, saygı değil, uyma davranışıdır. Uyma davranışını göstermediğimizde, işimizden olma veya terfi alamama riski vardır. Benzer şekilde, anne babanın çocuğuna "saygılı ol", "saygı göster" ifadeleri ile çocuğun gösterdiği davranış saygı değil, zorlamalı bir davranış yani uyma davranışıdır. Nitekim, Asch'in yaptığı uyma davranışı deneyleri, anlatılanlar için güzel örneklerdir. Saygı ise, içtenlikli bir davranıştır, bir mecburiyet yoktur. Saygı duyulan kişiyle belli oranda bir özdeşleşme (identifikasyon) vardır.

Peki, nedir saygı?

Aslına bakarsanız, saygı dediğimiz kavramın kökeni doğuştan gelir, içinde bulunulan kültürle biçimlenir. Başka türlü söylersek, saygının kökeni genlerle geçer, saygıyı öğrenmeyiz. Öğrendiğimiz şey, doğuştan gelen bu potansiyelin, içinde bulunulan topluma göre davranışlarımızdaki şekillenmedir. Bu nedenle de farklı kültürlerde saygı davranışı farklı olabilir.

Peki SAYGI dediğimiz kavram ne işe yarar? Kendi benlik algımıza dair inanç ve inanışlarımızın kabulü ve onaylanması için kendi varlığımıza yönelen tehditleri azaltmak veya ortadan kaldırmak adına, karşı tarafın davranış ve düşüncelerine uyum göstermektir. Bir başka deyişle, kendi inanç, davranış ve söylemlerimizin ve amaçlarımızın izini ve daha fazlasını karşı tarafta (saygı gösterdiğimiz kişide, grupta, toplumda, düşünce biçiminde vb.) bulmak, kendimizi kabul ettirmek ve Maslow'un tablosundaki KENDİNİ GERÇEKLEŞTİRMEK için, karşı tarafın düşünce ve davranışlarına uyma davranışıdır. Her ne kadar düşünen beynimiz de (alnımızın hemen arkasındaki beyin bölümü, diğer adıyla prefrontal korteks) saygı denilen sürecin bir parçası olsa da, saygı dediğimiz kavramın çıkış yeri, düşünen beyin değil,
DUYGUSAL BEYİN yani LİMBİK SİSTEMDİR. Limbik sistemi, kabaca, beynimizin ortasında bulunan, duygularımızın üretildiği yer olarak isimlendirebiliriz. Bunun anlamı, düşünen beyniniz tıkır tıkır çalışsa da, limbik sistem yoksa, saygı da yoktur. Çünkü böyle bir sisteme beyin değil, yapay zeka adı veriyoruz.

Büyük bir ihtimalle, limbik sistemin alt sistemleri olarak adlandırabileceğimiz, korku ve kaygılarımız ve cinselliğimizin de merkezi olan, gözlerimizin hizasında, beyin tabanına yakın ve her iki beyin yarı küresinde yer alan AMİGDALA; olumsuz olaylardan kaçınmamızda ve uyumlu davranışlarımızda da rol oynayan, şakaklarımıza yakın, beyin yüzeyinden biraz içeride bulunan İNSULA ve kabaca, vicdanımız diyebileceğimiz (süper ego), davranışlarımızı denetleyen, yine beynimizin her iki yarım küresinde bir birine bakışık olan, yay şeklindeki bir yapı olan ANTERİOR SİNGULAT KORTEKS denilen yerler, SAYGI dediğimiz bu mekanizmanın kökeninde yer alıyor olabilir.

Saygı bir anlamda kendi düşünce ve inanç biçimlerine benzer düşünme ve davranışta benzer kişilere itibar ederek, kendi benlik algımızın, hayatı anlamlandırmadaki kendi hissiyatımızın bizim dışımızdaki referansıdır. Bu referans vasıtasıyla kendi varlığımızın onaylandığını hissederiz. Saygı duyduğumuz kişi de belli bir değere kadar bizim gibi düşünmekte, hissetmektedir. Şu halde saygı kavramının içinde empati ve sempati kavramlarını da görmek mümkündür. 

Saygı duyduğumuz kişinin bir potansiyeli de, sahip olduğumuz düşünce, bakış açısı ve hayatı anlamlandırma argümanları bakımından, bu düşünceleri genişletici, çoğaltıcı, yol gösterici bu potansiyel doğrultusunda bize yeni ufuklar açmasıdır. Bu davranışları da içinde bulunduğumuz grubun, topluluğun  bir üyesinde görebiliriz. Böyle kişiler, lider olarak adlandırılır. 

Saygı mekanizmasının içinde kısmen, o kişiye karşı mükemmeliyetçi bir davranışımız da belli ölçekte devreye girer. Saygı duyduğumuz kişiyle, üslubumuz, diğer kişilerle olan davranışlarımıza göre bir nüans gösterir. Söz gelimi, o kişiye mahcup olmak istemeyiz. Ona karşı olmak, bir anlamda kendi benliğime karşı gelmektir. Çünkü o, benim dışımdaki dünyamda,  benim değerlerimi bana yansıtan bir referanstır. 

Saygı, sadece insanlarda gördüğümüz bir davranış biçimi değildir. Primatlarda (şempanze, bonobo, goril vb.) alfa erkeği olarak tabir edilen baskın erkek yani grup yöneticisine, keza aslan gruplarında lidere itaat gibi davranışların altında aynı kavramı arayabiliriz. Primatlarda da görüldüğü üzere itaat ve uzantısı uyumluluk ve de saygı, liderle işbirliğini ve dolayısıyla kendi varlığının kabulünü de beraberinde getirmektedir.

Ancak şunu da ilave edelim ki, insanda, hayvanlardan farklı olarak sahip olduğu bilincin varlığını da düşünürsek, saygı, itaat demek değildir. İtaatte, bireyin, karşı tarafın istemlerine koşulsuz uyma davranışı vardır. Bir bakıma, itaat, kendi kararlarımızı, benlik algımıza ait değerleri karşı tarafa emanet etmek, teslim etmek demektir. Halbuki saygıda, benlik algımız ve değerlerimizden taviz vermeyiz. Zaten saygının önemli bir argümanı da, karşı tarafın (saygı duyduğumuz kişinin) düşünce, davranış ve hissiyatını sorgulama inisiyatifini kaybetmeden bu davranışı göstermektir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi zorlama yoktur, kendiliğindenlik ve içtenlik vardır. Yeri geldiğinde, kendi prensiplerimize uymadığında, karşımızdakine olan saygımızı kaybedebiliriz. Elbette ki, her normal davranış gibi, saygının da patolojiye çevrilmiş (hastalıklı) durumlarından bahsedebiliriz. Böyle bir durumda, saygının, beyninin bilinçli kısmı olan prefrontal korteksten kopmuş, diğer bir ifadeyle sorgulama mekanizmasını yitirmiş haliyle saygının sadece duygusal yani limbik sistem tarafından yönetildiği haller de olabilir.

Şunu da söylemek gerekir ki, saygı duyduğumuz kişi ve ya düşünce sisteminin mutlak doğru bilgilerle donanmış olması da gerekmez. Önemli olan, yanlış da olsa doğru da olsa, gerek saygı duyanın gerekse saygı duyulanın aynı bilgiye sahip olup, bunun doğru olduğuna dair inancı taşıyor olmasıdır. Söz gelimi, Güneş'in, Dünya'nın etrafında döndüğüne inanıldığı zamanlar, her iki taraf da aynı yanlış bilgiye sahip olsa da beyin, mevcut bilginin doğruluğuna inandığı müddetçe, karşı tarafa saygı duyar. Görülüyor ki saygı, doğru bilgiden bağımsız çalışan bir mekanizmadır. Bunun da diğer anlamı, saygının kökeninin öğrenme değil, doğuştan geldiğidir.

Özetle, karşı tarafa gösterdiğimiz saygının nedeni, kendi varlığımızın kabulu , onaylanması bir başka deyişle kendimize gösterilmesini istediğimiz saygıyı var olma hissiyatının (duyuşunun) başkasını  (kişi, toplum, düşünce, inanış vb) kullanarak tesis etme KAYGISIDIR. Saygı kavramını, yukarıdaki bilgileri dışarıda bırakmadan daha da basitleştirerek söylemek gerekirse, başkası (karşımızdaki) üzerinden kendi varlığımızı, saygınlığımızı, toplumsal liyakatimizi, varoluşumuzu, karşımdaki ile hemen hemen aynı inanç ve amaç birliğinde olduğumu hissetmektir. Kendi hissiyatımızın, düşüncelerimizin, inanç biçiminin benimle beraber aynı olan olan kişi tarafından ve hatta bana yol gösteren, ondan öğrendiklerimle  kendimi onayladığım, onaylandığımı hissettiğim bir davranıştır. Yani aslında karşımızdakine gösterdiğimizi sandığımız saygı, karşımızdakinin bizimle benzer değerlerini kullanarak kendimizdeki onaylanmış öz saygımızdır.



Erol
Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi NASA, Güneş sistemi dışındaki yaşanabilir gezegenleri aramak için tasarlanan uzay aracı TESS'i yörüngesine fırlattı.

Space X firmasının Falcon 9 roketiyle Florida'dan uzaya gönderilen TESS, uzay aracı Kepler'den 400 kat daha büyük bir görüş alanını gözlemleyebilecek.

TESS'in 200 bin yıldız görebileceği tahmin ediliyor.

NASA, TESS'in Dünya büyüklüğünde 50'den fazla gezegeni, Dünya'nın iki katından daha fazla büyüklüğe sahip en az 500 gezegenin de dahil olduğu 20 bin gezegeni bulabileceğini açıklamıştı.

337 milyon Dolar'a mal oldu

TESS uzay aracının maliyetinin yaklaşık 337 milyon Dolar olduğu açıklandı. NASA'nın TESS'te görevli bilim insanı Elisa Quintana, "Araştırmalar sayesinde önümüzdeki birkaç yıl içinde, çıplak gözle bile görülebilen yıldızların yörüngelerini belirleyebileceğiz" dedi.

Görevdeki ilk 2 yılında on binlerce yıldızı incelemesi planlanan TESS’in diğer görevleri arasında çeşitli gök cisimlerini incelemek, büyük kara delikleri ve yıldızları tanımlamaya katkı sağlamak da var.

Kaynak
Türkiye'de gençlerin deizme kaydıkları yönünde bir üniversitede yapılan çalıştayın sonuçları Türkiye'nin yanı sıra dünyada da ses getirdi. New York merkezli Uluslararası Ateist İttifakı, "Türkiye'de gençlerin dinden uzaklaştığı konusu sıcaklığını koruyor. Bu dogmacı şahsiyetlerin kalbinde bir ürperti uyandırabilir ancak biz bu durumu hoşnutlukla karşılıyoruz." açıklamasını yaptı.

Anadolu şehri olan Konya'daki öğrencileri takdir ettiklerini belirten Ateist İttifakı, "İslam'dan uzaklaşma yönündeki bu durumu sağlıklı bir gelişme olarak görüyoruz. Bu durumun insanların dünyada, dini görüşlerini oluştururken eleştirel düşünce ve delillere dayanacakları bir döneme evrilmesini umuyoruz." denildi.

Ebeveynlerin inançlarını çocuklarına zorla kabul ettirmenin yanlış olduğunu belirtilen açıklamada "Türkiye'de bir üniversitede yapılan rapor Türk gençlerinin İslam'dan uzaklaşarak bunun yerine yeryüzüne müdahale etmeyen bir yaratıcının varlığına inanan deizme kaydıklarına dikkat çekiyor. Bu durum dini kesimleri şaşırtmakla beraber Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı da rahatsız etmişe benziyor. Ki Erdoğan bir konuşmasında podyuma eğitim bakanını çağırarak ona "böyle bir şey yok" dedi." ifadeleri kullanıldı.

"İnkar etmek bir işe yaramaz"

Bu durumu inkar etmenin bir işe yaramayacağını belirten Ateist İttifakı, bildirisinde, Marmara Üniversitesi tarafından 2015'te yapılan ve Türkiye'de batı değerlerinin etkisinde kalan yeni neslin artık dini konulara daha az ilgi duyduğunu gösteren bir rapora atıf yapılarak, "Bu araştırmalar Türkiye'nin dindarlaşmadığını, aslında dinden uzaklaştığını gösteriyor." denildi.

Açıklamada ayrıca şu sözlere yer verildi: "Ne Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın eğitim bakanına verdiği gözdağı ne de Milliyetçi Hareket Partisi liderinin deizmi ateizmin bir durak öncesi olarak tanımlaması ve deizm ile ilgili sert sözleri bu gelişmenin önüne geçebilir."

1991 yılında kurulan New York merkezli Uluslararası Ateist İttifakı, dünya genelinde faaliyet gösteren ateist grupların çatı derneği olarak işlev görüyor.

MHP lideri Devlet Bahçeli, Türkiye'de gençlerin deizme kaydıkları yönündeki çalışmayı, 'ayıplı ve ahlaksız bir komplo' olarak nitelemişti.

Siyasilerden gelen eleştiriler üzerine Konya Üniversitesi tarafından yapılan çalıştay yayınlandığı siteden kaldırılmıştı.

Savaş psikolojik anlamda bir cinayet fermanıdır. Mutluluğumuz ve refahımız tehdit edilince, beslediğimiz umutlara meydan okununca cinayet bile işleyebilecek hiddete kapılırız; daha doğrusu bazılarımız kapılır. Bu tahrikler devletler için söz konusu olduğunda, onlar da çoğunlukla iktidar ya da kişisel hırsla hareket edenlerin körüklemeleriyle cinayet işleme hiddetine kapılıyorlar. Cinayet teknolojisi ve savaşla verilen ceza biçimleri şiddetlendikçe çok kalabalık insan yığınlarının hep birden cinayet turnikesine koşulduğu görülüyor.

Kitle iletişim araçları genellikle devletin elinde bulunduğundan bunun düzenlenmesi kolay oluyor. (Nükleer savaşta durum değişiktir; çünkü çok az sayıda kişinin başlatabileceği bir savaştır). Bu noktada hırslı yanımızla varlığımızın iyi yanı diye adlandırdığımız yanı arasında bir çatışmaya tanık oluyoruz; buna beynimizin iç bölümündeki sürüngenlik döneminden kalma ve cinayete varan hiddetlerin yatağı r-kompleksi bölümüyle daha yakın tarihlerde gelişen beynimizin memeli ve insansı dönemi bölümlerinin, yani limbik sistemle beyin kabuğu arasındaki çatışma da diyebiliriz.

İnsanlar küçük topluluklar halinde yaşarlarken ve silahlarımız ilkelken, müthiş hiddete kapılan bir savaşçının bile öldürebileceği insan sayısı birkaç kişiydi. Teknolojimiz geliştikçe savaş araç gereçlerimiz de gelişti. Aynı kısa dönemde biz de geliştik. Hiddetimizi, düş kırıklıklarımızı ve umutsuzluğa kapılışımızı akılla yonttuk. Düne dek çok yaygın olan gezegen çapındaki adaletsizlikleri azalttık. Ne var ki şimdi elimizdeki silahlar milyarlarca insanı bir anda öldürebiliyor. Çok mu çabuk geliştik dersiniz? Akla yeterince yer verebiliyor muyuz?

Savaşların nedenlerini cesaretle inceleyebildik mi? Nükleer savaştan caydırma stratejisi dediğimiz durumun henüz insanlaşmamış atalarımızda görülen davranışa dayandırılarak sürdürülmesi ilginçtir. Çağımızın politikacılarından olan Henry Kissinger şöyle diyor bir kitabında: "Caydırma, her şeyden önce psikolojik ölçütlere dayanır. Caydırma amacıyla kullanılan bir blöfün ciddiye alınması, ciddi bir tehdidin blöf olarak kabul edilmesinden daha yararlıdır."

Gerçekten etkili bir nükleer blöfün içinde mantıkdışı tutumlar da yer alır ki, karşı tarafı nükleer savaşın dehşetinden uzaklaştırsın. Bunun üzerine olası düşman mantıkdışı davranışların varmış gibi sunulduğu topyekün bir çatışmaya girişmektense bazı noktalarda geri adım atmaya razı olur. Mantıkdışı davranışınızın inandırıcılığının en büyük tehlikesi, inandırıcı görünmek için rolünüzü çok iyi oynamanız gerektiğidir. Bir süre sonra bu inandırıcılığa siz de alışırsınız ve artık rol olmaktan çıkıverir.

ABD'yle Rusya'nın önderliğindeki topyekün dehşet dengesi, yerküremiz insanlarını rehin tutmaktadır. Her iki taraf da karşı tarafa, hangi davranışı yapmasının mümkün olduğuna ilişkin sınırları çizmektedir. Olası düşman o sınır aşıldığında nükleer savaşın başlayacağına inanır duruma getirilmiştir. Ne var ki sınırın tanımlanışı zaman zaman değişiyor. Taraflardan her biri, karşı tarafın yeni sınırları kavradığından emin olmalıdır. Her iki taraf kendi askeri avantajını artırma eğilimindedir. Ama bunu yaparken karşı tarafı da fazla telaşlandırmamaya özen gösterir. Her iki taraf da karşı tarafın tahammül sınırlarını sürekli olarak keşfe çalışır: Küba'daki füze bunalımında, uydu imha edici silahların denenmesinde, kuzey kutbunda nükleer bomba taşıyan uçakların uçuşlarında, Vietnam ve Afganistan savaşlarında olduğu gibi; bunlar uzun ve hazin listeden birkaç seçmedir.

Yerküremizdeki topyekün dehşet dengesi, korunması çok zor ve nazik bir dengedir. Herhangi bir hata yapılmamasına, ilişkilerin bozulmamasına, sürüngen yanımızın ihtiraslarının ciddi biçimde dürtülmemesine bağlıdır.

Her büyük devlet kitlesel imha silahları yapımı ve istifçiliği için geniş reklam kampanyalarına dayanan haklı nedenler ilan eder. Bu arada olası düşmanların sürüngenlikten kalma yapısını hatırlatırcasına onların kişilik ve kültür noksanlıklarından, dünyayı ele geçirme niyetlerinden söz açarak kendi niyetinden hiç söz etmez. Her devletin yasakladığı sınırlar çizilmiştir. Bu sınırın ötesindeki konularda yurttaşlarının kafa yormasına izin vermez. Rusya'da bu konular kapitalizm, tanrı ve ulusal egemenliğin yitirilmemesidir. Amerika'daysa sosyalizm, dinsizlik ve ulusal egemenliğin yitirilmemesidir. Dünyanın her yerinde hep aynı şey.

Kervanlar bugün dinlenmeye koyulmuştu. Her biri Hicaz’ ın farklı yerlerinden gelen hac kafileleri Ay Tanrısı El İlah’ın kızları Lat, Menat ve Uzza adına kesilen kurbanlardan yerken Kabe’de asılı bulunan şiirleri okuyup keyifleniyordu.

“Buyur Allah’ım, buyur! Buyur, senin ortağın yoktur. Bir ortağın varsa o da sana aittir; sen ona ve onun sahip olduğuna da maliksin.”                                                                     
“Lat, Uzzâ ve üçüncüleri Menât’a yemin ederiz; onlar yüce turnalardır,  onların şefaatine elbette ümit bağlanabilir.”

Bölgede bilinen ne kadar kutsal mekan varsa hepsini gezmiş, sonunda da dinlerin siyasette çıkar, cenazede cemaat, savaşlarda sürü toplamaya yarayan biricik araç olmasından başka bir işe yaradığını görememiş olan Zeyd Bin Amr insanların hala neden putlara taptığına anlam veremeyerek düşünceli bir tavırla ilerledi.

Yarı çıplak putperestlerin Kebe’yi tavaf ettikleri yöne doğru yürüdüğü sırada arkasından orta boylu, dalgalı saçlı, yüzü hafif kızıla çalan, siyah gözlü bir gencin ona doğru:

Uzza adına kestiğimiz kurbandan yemez misin ya Zeyd?” dediğini duydu.

Abdulmuttalip’in torunu Muhammed’di bu. Uzaktan akraba sayılırdı. Birkaç kez dini konularda sohbet etmiş, Muhammet onu daima dinlemiş ama hiçbir şekilde fikrini söylememişti.  Zeyd ona doğru yürüdü: "Allah’ın adı dışında bir şeye kesilmiş hiçbir etten yemem ya Muhammed." dedi ve yanı başlarına oturdu.

Bu bölgede Zeyd Bin Amr’ın şiirleri de meşhurdu.

Birinde: "Kıyamet gününde hesap vermekten kurtuluş yoktur." derken diğerinde de: "Allah onlara, gidin zulümkar olan Firavun’u Allah’a davet edin ve ona deyin ki, sen mi bu gökleri direksiz yaratıp bu hale getirmişsin? Ona, sen mi bu göklerin ortasında aydınlatıcı cisimler yerleştirmişsin diye sorun dedi." diyordu.

Muhammed bu şiirleri bilirdi. Kimi zaman tıpkı Zeyd gibi Hira Dağı’na çıkıp uzun uzun tefekkür ettiği de olurdu. Zaten Hira o dönemde düşünenler için bir nevi kendini dinleme yeriydi.

İnsanlar, neye ne için inandıklarını bilmiyorlar.” dedi Zeyd. “Sadece inanıyorlar. İnanç onlar için bir kurtuluş ümidi, daha iyi bir dünyada yaşamak için yaşadıkları dünyayı berbat hale getiren, bilmedikleri şeyleri Tanrı’ya yorarak kendini teselli etme ümidi.” Etrafındaki kalabalıktan hafif homurtular yükseldi. Zeyd aldırmadı fakat daha fazla da konuşmadı.

Muhammed ise susuyordu. “Bu mübarek günde bari böyle konuşma ya Zeyd.” dediler sustu. “Seninle birlikte çarpılmaktan korkarız.” dediler, yine sustu.

“Acaba kim haklı?” diye kendi kendine sordu. Allah’a ulaşmak için putları da ilah kabul eden halk mı, yoksa putları silip de sadece Allah’a inanan Zeyd bin Amr mı? Kabilelerin gitgide putlardan uzaklaşmaya başlayıp tek bir yaratıcıya inanmaya eğilim göstermesinin Zeyd’i haklı gösterdiğini düşündü.

Dışardan sakindi ama içinde bitmek bilmez bir yenilik ve hakim olma fikri yatıyordu. Bir adımı atmadan önce tanımak ve bilmek gerektiğini de biliyordu. İnsanlara kimi zaman zaaflarını ve tepkilerini kontrol eden bir avcı, kimi zaman da sıcaklığını koruyarak kendini sevdiren fakat mesafeden ödün vermeyen bir lider rolüne girerek bakıyordu.

İçinde bulunduğu kalabalık ile birlikte Muhammed de kalktı. Abdest alıp Kabe’yi tavaf ederek hac görevlerini yerine getireceklerdi.

Yaklaşık bin yıl önce inşa edilen Kabe kurulduğu zamandan itibaren put evi görevi üstlenmişti. Kuzeydoğu tarafında bulunan Hacer’ül Esved Taşı da insanların ilgisini çeken tipik bir göktaşı olmasına rağmen bilgisizliğin verdiği gizemle El İlah’ın gücünü gösteren bir sembol halini almıştı.

Muhammed: "Lebbeyk allahümme lebbeyk. La şerike leke illa şerikun huve lek. Temlikuhu ve ma-melek." (Buyruğundayım. Ulu Tanrım buyruğundayım! Buyruğun başım üstüne Ortağın yoktur senin. Yalnızca tek ortağın var. O da senin.  Nesi varsa hepsi senindir Tanrım.) diyerek Kabe’yi yedi kere dönüp Hacer ül Esved’i öptükten sonra yanındakilerle vedalaşıp oradan ayrıldı.

İçinde bulunduğu toplumun inandığı dinlerin farklı olması onu sürekli düşündürüyordu. Meydana gelen bu dini parçalanmışlığın ciddi bir siyasal güç oluşturmanın da önüne geçtiğini inancını taşıyordu.

Takdir edilecek en büyük yanlarından biri öğrenmeye açık oluşuydu. Eşi Hatice’nin kuzeni olan Varaka’dan Meryem’in bakire olarak İsa’yı doğurmasından tutun da  Firavun’dan kaçan Musa’nın asasıyla koskoca Kızıldeniz’i ortadan ikiye ayırmasına ve Yunus peygamberin balığın karnında saklanmasına kadar Hristiyanlık başta olmak üzere o coğrafyada yer alan pek çok dinsel öğretiyi öğrenmişti.

Kökeni Sümer, Mısır ve Akadlar’a dayanıp içinde bulunduğu kültüre göre şekilden şekle giren mitolojileri inkar etmeyi günah sayıyordu. Aslında mitoloji olduğunu bilmiyordu. 

Meryem’in İsa’yı bir erkeğe ihtiyaç duymadan doğurma kıssası; Mısır Mitolojisinde yer alan Isis’in oğlu Horus’u doğurma kıssasıyla aynıydı mesela. Horus’da İsa gibi 25 Aralık’da doğmuş, ölüleri diriltmiş, suyun üzerinde yürümüş ve çarmıha gerildikten üç gün sonra tekrar dirilmişti.  

Gündelik olaylar üzerinde düşünüp Hira’da inziva çekileceği vakit bir şeyin kendisine doğru seslendiği zannına vardı. O zamanlar peygamberlik iddiasında bulunan insan sayısı oldukça fazlaydı. Ve bundan ötürü peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkanların akli dengesinin bozuk olduğu pek düşünülmüyordu.

Olayı bir türlü çözümleyemedi, eşi Hatice ve onun kuzeni olan Varaka’ya konuyu açtı. Bu durum Muhammed kadar Hatice ve Varaka’yı da heyecanlandırdı. Eşi peygamber olan bir Hatice toplumda daha zengin ve daha saygın bir yer edinebilir, Varaka ise çeşitli dinlere dair bilgilerini yeni Peygambere aktararak onu besleyip yönlendirebilirdi.

Muhammed peygamberliğini ilan edip sağda solda dillendirirken kimse ona inanmamıştı. Çünkü söyledikleri insanların daha önce duyduklarından farklı değildi. Öyle ki Velid B. Mugire Muhammed’e bakıp:

“Bunlar eskilerin masallarıdır.” diye çıkıştı. (Kalem 15)

Bunun üzerine Muhammet çok kızınca Allah ona:

“Biz yakında onun burnunu sürtecek, onu zelil ve rezil edeceğiz.” diyerek teselli etti. (Kelam 16)

İnsanların tepkisinden korkan Muhammed onların dini inançlarına zıtlık oluşturacak şeyler söylemekten çekiniyordu. Düşüncelerini ileri sürerken bulunulan konuma göre hareket edip kimi
zaman:

“Şüphesiz, inananlar, Yahudi olanlar, Hristiyanlar ve Sabilerden Allah'a ve ahiret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri/mükâfatları Rablerinin katındadır. Onlar için artık korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de." (Bakara, 2/62) Deyip insanları kendi fikirlerine yakın tutmaya çalışırken kimi zaman da:

"Doğrusu Allah indinde tek geçerli din, İslâm'dır. Ancak, kendilerine kitap verilenler kendilerine ilim geldikten sonra, ihtirastan dolayı ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın ayetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki Allah, çabuk hesap görücüdür."(Al İmran19)

"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan asla kabul olunmaz. Ve o, ahirette en büyük zarara uğrayanlardandır. "(Al İmran85) diyerek kendi düşüncelerine inanmaya mecbur bırakıyordu.

Taraftar kazanıp güçlenmek amacıyla ezilmişten kurtulmak için yenilik isteyen kesime yakın davranıyor, siyasi çıkar ilişkilerini güçlü tutarak taraftar toplamaya devam ediyordu.

Hicaz çevresinde yer alan siyasi boşluktan, dini hoşgörüden faydalanarak kısa sürede büyüdü. Artık, Müslümanlık dışında herhangi bir dini kabul eden birinin cehennemlik olacağını öne sürmenin yanında bir zamanlar etrafında dönüp uğruna kurbanlar kestiği putları da yok etmişti.

Üstelik kendisine inanıp da vazgeçmenin cezası ölümdü. Öyle ki fikirlerini kabul ettirmek için ölümü meşru yol sayan Allah, fikirlere inanmamanın cezası olarak ölümü en meşru yol saymıştı.

Gittiği yerlerde elde ettiği kadınları cariye yapıyor, köle olarak kullanıyordu. Onun için savaşan askerlere de aynı talimatı vermişti. Elde ettikleri her kadın onlar için eğlenceli bir ganimetten ibaretti.

Gücüne güç katarken eş sayısında da bir hayli artış meydana geldi. Geceyi hangisinin yanında geçireceği konusunda anlaşılamaması üzerine onları sıraya koydu, sırayı bozup da kendi koyduğu kurala uymayınca da devreye Allah girdi, Allah ona:

“Ey Muhammed! Bunlardan (hanımlarından) dilediğini geri bırakırsın, dilediğini yanına alırsın. Uzak durduklarından dilediklerini yanına almanda da sana bir günah yoktur. Bu onların gözlerinin aydın olması, üzülmemeleri ve hepsinin de kendilerine verdiğine razı olmaları için daha uygundur. Allah, kalplerinizdekini bilir. Allah, hakkıyla bilendir, halîmdir. (Hemen cezalandırmaz, mühlet verir.)” dedi.(Azhab 51)

Muhammed eşe doymayıp evlatlığının karısına dahi göz koyarak eş sayısını sürekli artırınca: "Bundan sonra, güzellikleri hoşuna gitse bile başka kadınlarla evlenmek, eşlerini boşayıp başka eşler almak sana helâl değildir. Ancak sahip olduğun cariyeler başka. Şüphesiz Allah, her şeyi gözetleyendir."  diye ekledi.(Azhab 52)

Bütün bu olanlar altı yaşında nikâhlanıp dokuz yaşında birlikte olan eşi Aişe’nin tuhafına gitti. Muhammed’e dönerek:

"Görüyorum ki, senin Allah'ın yalnız senin şeyinin keyfi için koşturuyor." dedi. Sesi sitemkar olmanın ötesinde şüpheciydi.

Muhammet Aişe’ye baktı, onun bu kadar şüpheci olması hoşuna gitmiyor değildi, yaşı küçük olduğu için cahil cesaretine sahip diye düşündü ve hiçbir şey demeden sustu.

Ayşe aynı zamanda güzeldi de, öyle ki Muhammed’in cennetle müjdelediği Talha bin Ubeydullah: 

"Eğer Muhammed bir gün ölürse, ben Aişe’yi eş olarak alırım." dedikten sonra Muhammed’in bunu duyması üzerine Allah bir ayet daha indirdi. Bu ayette de özetle: "Peygamberin evinde yemek yiyince dağılmaları, peygamberin eşlerinden bir istekleri olduğunda perde arkasından istemeleri gerektiği ve peygamber ölünce eşlerinin hiçbiriyle evlenmenin ebediyen caiz olmadığı, evlendikleri takdirde ağır bir günah işleyecekleri söyleniyordu." (Azhab 53)

Muhammed’e özel eşler tahsis eden Allah, bu eşleri yine Muhammed’e özel olmak üzere ebediyen dul bırakma kararı almıştı. 

Günler böyle akıp gitti. Bir zamanlar Kabe’yi dönerken: "Lebbeyk Allahümme lebbeyk. La şerike leke illa şerikun huve lek. Temlikuhu ve ma-melek." (Buyruğundayım. Ulu Tanrım buyruğundayım! Buyruğun başım üstüne Ortağın yoktur senin. Yalnızca tek ortağın var. O da senin.  Nesi varsa hepsi senindir Tanrım.) diye dua eden Muhammed ufak bir değişiklik yaparak:  "Lebbeyk Allahümme lebbeyk. Lebbeyk la şerike leke lebbeyk. İnne'l-hamde ve'inni'mete leke. Ve'l-mülk, la şerike leke." (Allah'ım! Davetine uydum. Emrine boyun eğdim. Senin hiçbir ortağın yoktur. Davetine icabet ederek huzuruna geldim. Hamd sana mahsustur. Nimet ve mülk senindir. Senin hiçbir ortağın yoktur.) dedi.

Allah: “Kadınlar sizin tarlanızdır, insanların kimi kiminden üstün kılınmıştır, onları dövebilirsiniz.” (Bakara223, Nisa-34) derken: “Erkek ile kadın eşit haklara sahiptir, anlaşamadığınız noktalarda şiddete başvurmayın, kadınlar istemediği zaman onlara yanaşmayın, kimseyi bu konularda zorlamaya hakkınız yoktur. ” demedi.

Yıllar yılı anlatılagelen hikâyeleri tekrar tekrar söylerken; sorgulamanın, araştırmanın, eleştirmenin insanı bilinçli bir birey yapan kavramlar olduğuna değinmedi.

Yeri geldi dünyayı ve göğü altı günde var etti (Araf-54). Yeri geldi Âdem’i çamurdan (Hicr, 15/26), Havva’yı da onun kaburga kemiğinden yarattı fakat dünyanın dört buçuk milyar yıl önce oluşmaya başlaması ve bütün canlıların milyonlarca yıldır evrilerek bu hale gelmesi konusunda kesinlik kazanan bilimsel bulgulardan bahsetmedi.     

Muhammed’in hangi kadınla evlenmesi gerektiğinden tutun da yatak odasından kadar anlattı fakat karadeliklerden, dinozorlardan,  kutuplardan haber vermedi.

“Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile, kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak Allah yolunda harcayan kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olur mu? Hamd Allah’a mahsustur, fakat onların çoğu bilmezler.” (Nahl 75) bu vb. pek çok ayetle kölelik ve cariyeliği meşru kıldı ama, "Hiç kimsenin kimseden üstünlüğü yoktur, kimse köle ya da cariye olarak alınıp satılamaz." deyip de bu insanlık suçlarını ortadan kaldırmadı.

Herkesin kendine göre yorumladığı bir din, savaşlar ve ölümlerle dolu coğrafya, şiddeti kutsama derecesinde makul gören toplum, her türlü bilimsel gelişmeyi engellemeye çalışan; engelleyemese bile kendi kalıbına uydurup bilim olmaktan çıkaran ilkel bir düşünce yığını bıraktı. Hala daha aramızda dolaşmaya devam ediyor.

Saygılarımla, esenlikler dilerim.

Demir