Slider[Style1]

Başlık ile ilgili olarak şu soruyu da sormadan geçmeyelim. Yetişkin bir kişi olduğumuzda “bireysellik” veya daha doğru bir ifade ile “birey” olmak, olabilmek birey olmayı istemek bir seçim, bir tercih midir? Bu seçimde irademiz, bilinçli seçimimiz, birey olmayla ilgili farkındalığımız ne derece rol oynamaktadır? Herkes birey olabilir mi? Eğer birey olmak/olabilmek, herhangi bir kişinin fırıncıya, bedelini/parasını verip ekmek almak kadar kolay olsaydı, zaten tartışılması konu yapılmazdı. Eğer öyle olsaydı, birey olmanın neden bir problem ve/veya problematik olduğu değil, neden bu kadar kolay olduğu tartışılırdı. Demek ki birey olmak, her insana (kişi) değil, belli insanlara özgün düşünsel, davranışsal bir yapı olmalı.

O zaman yazımızı baştan, en baştan başlayarak yazalım.

Bilindiği üzere bir bebeğin oluşumu, anne karnındaki dokuz ay on günlük maceradan sonra biter. Artık hukuksal bir kişilik kazanmıştır? Hukuksal olarak kişilik, çocuğun sağ olarak tamamıyla doğduğu anda başlar. Çocuğun sağ olarak anasının vücudundan ayrılmış olması, onun kişilik kazanması için yeterlidir.

Diğer yandan “cenin” hak ehliyetini, sağ doğmak koşuluyla ana rahmine düştüğü andan başlayarak elde eder. Her ne kadar hukuksal olarak şu veya bu şekilde bir kişilik tanımı yapılabilirse de aslında kişiliğin yapısının belirlenimciliğinin ilk argümanları milyonlarca yıl evvelinden bir anlamda biçimlenmiştir bile. Genlerimizden bahsediyoruz. Çünkü kişiliğimizin ilk anahtarları genlerimizdir. Genlerimiz, bebek, anne karnındayken, annenin yediği içtiği, içinde bulunduğu ruh haline göre yani bir anlamda bebeğin dış çevresi anne rahmi olacak şekilde vücut yapısı belirlenmeye başlarken, bebeğin beyin yapısı da belirmeye başlar. Eğer, bebek, anne karnındayken, annenin yaşadığı olaylar nedeniyle strese girer kanındaki kortizol miktarı yükselirse (stres hormonu) bu durum, bebeğin kişiliğini de etkilemeye başlar. İşte bu birkaç argümana baktığımızda, bebeğin kişiliği şekillenmeye, anne karnında başlamıştır bile.

Annenin stresli olup olmamasına bağlı olarak, bebeğin gelecekteki kişiliği belirlenmeye başlıyorsa, bunun anlamı, bebek, gelecekte yetişkin olduğunda nasıl düşünebileceği inceden inceye belli oluyor demektir. Eğer, bu cümleden hareketle, ister anne karnında, annenin ruh halinden, ister genlerden ve ister annenin yediği ve içtiğinden bağımsız olarak, istenilen bir kişilik yapısına sahip olacağımızı ve istediğimiz düşünce sistemine sahip olabileceğimizi düşünmeye başlarsak, ilk yanılgımızı burada kaydediyoruz demektir. Çünkü, artık biliyoruz ki, bebek, anne karnında, kortizol düzeyinden etkilenmekte ve bebeğin, yetişkin olduğunda kişiliğinin bir parçası da anksiyeteye yenik düşmektedir. Benzer şekilde, onlarca örnek verilebilir.

Bebek doğduğu anda beyninde, neredeyse yetişkin bir kişi kadar yani yüz milyar kadar veya biraz fazla nöron yani beyin sinir hücresi vardır. Ancak, yeni doğan bir bebeğin, yetişkin bir kişiye göre bir fazlalığı vardır. Bu fazlalık sinirler arası bağlantılardır. Bu bağlantılara veya daha basit bir tabirle sinir hücreleri bu kablolara, dendrit ve akson adı verilir. Sinir hücreleri arasındaki haberleşmeler bu kablolar vasıtasıyla olur. Açıklamaya devam edelim. Her bir sinir hücresinden diğer sinir hücrelerine üç bin ile on beş bin arasında kablo bağlantısı vardır. Şimdi düşünelim, eğer yetişkin bir insanın beyninde yaklaşık yüz milyar nöron (sinir hücresi) varsa, trilyonlarca kablo (dendrit, akson) var demektir. Şimdi, bebeğe dönelim.Yeni doğan bir bebeğin beyninde ise, yetişkin bir kişinin beynine göre kat be kat fazla kablo (dendrit ve akson) vardır. Yani, bebekteki sinirler arası bağlantı, bir yetişkinden çok daha fazladır.

Bebek doğduktan sonra, çevreden aldığı bilgilerle (bu bilgiler bilinçli değildir) kullanılmayan bağlar budanır yani kopar. Öyle bir zaman gelir ki, bu bağlantıların sayısı yetişkinlerin bağlantı sayısına erişir. Bu şu demektir. Bebek büyüdükçe, çevreden hangi uyarımlar fazla ise o uyarımları işleyen sinir hücreleri arasındaki kablolar kalır hatta zaman içinde bu kablo sayısı artar. Beyin, kullanılmayan bağlantıları yani kabloları budamasının sebebi, beynin, yakıtı olan oksijen ve glikozu tasarruf ederek kullanmasındandır. Başka türlü söylemek gerekirse, beyin, glikoz ve şekeri nerede kullanacaksa enerjiyi (oksijen ve glikoz) o kablolara yönlendirir. Zamanla, dışarıdan gelen uyarılar, belli sinir hücreleri arasında kullanmaya bağlı olarak o bağlantıların sayısı artar. Bu arada, yediğimiz, içtiğimiz şekerin büyük bir çoğunluğunu koşturmacalarımıza bağlı olarak kaslarımız vasıtasıyla harcadığımızı düşünürüz ama tam aksine, vücudun %2’sini oluşturan beynimiz, alınan şekerin neredeyse %20-25’ini harcar.

İşte buradan itibaren konuya biraz da pedagojik açıdan bakalım. Artık biliniyor ki, bir çocuk için duygusal gelişim açısından ne alırsa 3 yaş, 6 yaş ve 10-12 yaş sınırlarında almışlardır. Çok ekstra bir durum yoksa, artık geri dönüşü yoktur. Şunu demek istiyoruz. Artık kişiliğin temelleri oluşmuştur. Gelenek, görenek , örf adet, din gibi temel davranış şekillenmiş olup, bundan sonraki zihinsel formasyon bunun üzerine kurulur. Aslında bahsetmeye çalıştığımız şey, hayata karşı alacağımız yol içindeki prensiplerimizdir. Yani vazgeçmeyeceğimiz prensiplerimizden bahsediyoruz. Bu arada prensip kavramı size nasıl görünüyor bilmiyorum fakat prensip kavramı bir anlamda davranışlarımızı belirleyen dogmatik düşünce kalıplarıdır. Muhafazakar, yeniliğe karşı kişilerin prensipleri olabileceği gibi, yenilikçi, birey dediğimiz kişilerin de prensipleri vardır. Aslında prensip denilen davranış kalıpları, bize önderlik eden içsel mekanizmalardır. İşte, hayata dair temel prensiplerimiz de bu yaşlarda kurulmuştur. Düşünce tarzımız, bu temeller üzerine inşa edilecektir.

Peki bu neden böyledir. Böyledir çünkü, yukarıda bahsi geçen nöronlar arasındaki bağlantılardan kullanılanları kalmış, kullanılmayanları da budanmıştır. Yani prensiplerimiz, ya içinde bulunulan yaşta ya da bir potansiyel olarak kalıp ileriki yaşlarda eyleme dökülecektir. İşte, yine doğuştan gelen kabilyet/yetenek gibi kavramların bu yaşlarda çıkmasının ve eğer bu yeteneklerin farkına varılırsa sonradan iyi bir sanatçı (ressam, besteci, piyano virtüözü vb.) olmasının sebebi budur. Eğer bu yaşlarda fark edilmez veya fark edilse de, bu yetenekleri kullanabilecek imkanlar yaratılmazsa, bu yetenekleri kendi içinde saklayan nöronal ağlar budanır ve böylece bir yetenek heba olur. Veya nöronal bağlantılara yönelik ağlar kısmen budanır ve bu ağlar, ileride ortaya çıkmak üzere potansiyel olarak kalır. Ancak, elbette ki, bu yeteneğin ilk keşfedildiği zamanki kadar bir yetenek gösterme şansı olmayacaktır.

Beynimiz, belli bir yetişkinlikten sonra sinir hücreleri arasındaki bağlar öyle bağlanır ve tanzim edilir ki, bir şeyi düşünme, karar alma, akıl yürütme yöntem ve yollarımız bile neredeyse sabitlenir. İşte bu sabitlenmeye bağlı olarak da sahip olduğumuz bilgi kadar ister cahil olalım ister entelektüel bir kişi, varlığımızı bu bilgiler kadar sürdürmek isteriz. Sahip olduğumuz bilgileri, düşünme yöntemimizi değiştirmeyiz veya değiştirmekte zorlanırız. (Prensiplerimiz) Sahip olduğumuz bilgilere ters düşen bilgileri reddederiz veya kabul etmekte zorlanırız. Daha doğrusu bu, bizim istencimizin dışında, duyguların bir dayatmasıdır. Bir başka deyişle birey her halükarda sahip oldukları bilgi kadar değişmez veya değiştiremediği bir inanç oluşturur. Daha açık ifadeyle bu inanç, iradeden çok, beynin kendi mekanizması tarafından ve büyük çoğunluğu bilincimize bağlı olmadan oluşturulur. İşte bu inanç (kişinin gelenek-görenek de dahil tüm bildikleri ve bilinçaltındakiler) ile kişi var olma ve bu inanç ile kendi varlığını savunmaya çalışır. Beyin, var olan bilgileri kolay kolay değiştiremez. Bilgileri değiştirmek demek, trilyonlarca sinir bağlantılarını koparıp yeniden kurmak demektir. Hele bu bağlantıların kişiliğimizi de oluşturduğunu düşünürsek, daha kolay anlarız. “Akıllar pazara çıkarılmış, herkes yine kendi aklını satın almış” ifadesi ile, cahil de olsak eğitimli de olsak sahip olduğumuz bilgileri nasıl savunduğumuzu ve kişilik yapımızı korumak istediğimizi eskiler çoktan ortaya koymuşlar bile. İşte, yukarıda bahsettiğimiz gibi, kişilik denilen kavram bu aşamada oluşur.

Bu arada kişilik kavramını biraz açalım. Kişilik denilen yapı iki temel argüman üzerine kurulur. Bunlardan biri mizaç/huy diğeri ise karakterdir. Huy veya mizaç denilen şey, bir kişinin davranışlarının genlerinin getirdiği argümanların davranış ve düşüncelerine yansımasıdır. Söz gelimi, kişinin böbrek üstü bezlerinin fazla çalışma talimatı genleriyle geldiğinde bu kişinin, heyecanlı durumlarda ne kadar adrenalin üretip kana karıştıracağı ve ne kadar heyecan göstereceği veya kortizolün (stres hormonu) ne kadar üretilip bir olay karşısında strese gireceğimiz bizim elimizde (irademiz dahilinde) olmayıp, düşüncelerimiz değil, olaylar karşısında bu ve benzer onlarca irade dışı çalışan fonksiyonlar, düşünce davranış ve hayat görüşlerimizi yönlendirecektir.

Kısaca karakteri de tanımlarsak, doğumdan sonraki, dış etkenler vasıtasıyla davranışlarımızın biçimlenmesi karakterimiz olacaktır. Söz gelimi, gelenek ve göreneklere bağlı olarak bir yerde nasıl davranacağına dair kuralları söyleyebiliriz.

İşte bu iki temel etken bizim kişiliğimizi oluşturur.

Düşünülenin aksine, kişilik denilen temel yapı, düşünen beynimizin değil, limbik sistem denilen duygusal beynimizin bir ürünüdür. Eğer kişilik denilen yapı düşünen beynimizde olsaydı, diğer bir deyişle sadece düşünerek yapabilseydik, kendimize ait zaaflarımızı düzeltir hatta olmak istediğimiz, benzemek istediğimiz kişi olurduk. Zaten onun içindir ki büyük bir çoğunluğumuz için istediğimiz tarzda bir kişi olmak, mükemmel olmak sadece planlarımızda, düşüncelerimizde, hayallerimizde vardır. Bu cümleden olmak üzere daha şimdiden, birey olmak veya bireyselleşmek denilen kavramın öyle kolay olmadığı, istemekle birey veya bireyselleşme değişimine giremeyeceğimize dair atfımızı yapalım.

Şunu da ilave edelim ki, günlük hayatta dahi düşünen beynimizle hareket ettiğimiz nadir olup, zamanımızın büyük çoğunluğunda, duygusal beynimizin aldığı kararlarla davranış gösteririz. Gerek nörobiyolojik gerekse bilişsel psikoloji çalışmalarına bağlı makaleler bunu desteklemektedir.

Buradan itibaren biraz da yetişme şeklimizden bahsedelim. Kişi, büyüme esnasında, içinde bulunduğu topluma/kültüre “bağımlı” olarak (bağlı olarak değil) yetiştirilirse, böyle kişilerin, yetişkin oldukça gelenek göreneklere daha fazla sahiplendiği, sorumluluk almadığını, sorumluluğunu, içinde bulunduğu toplumdaki başat/baskın kişilere (anne-baba, lider, ailenin en büyüğü vb) devrederler. Böylece, kendi güvenlik ortamını, başkalarının sağlamasını beklerler. Böyle kişiler, kendi benzerleri ile daha rahat eder ve güvenlik duyarlar. Toplumsal değişiklikleri çok istemezler. İtaat veya benzeri davranışlar karşısında daha uyumludurlar. (Milgram itaat deneyleri ve Asch uyma deneylerini hatırlayalım). Bu kişilerin aidiyet duyguları daha fazladır. Daha evvelki bir yazımızda, aidiyet denilen duygunun akıl düzeyinde yani düşündüğümüz için o ortama uyduğumuz değil bunun beynimizin ortasında bulunan duygusal beynimiz yani limbik sistem tarafından oluşturulduğunu yazmış ve aidiyet duygusunun, grubu bir arada tutan bilincin dışında çalışan bir zihin mekanizması olduğunu paylaşmıştık.

İşte aidiyet duygusu yüksek kişiler, güvenliğini bu grup vasıtasıyla sağlarlar. Böyle kişiler, yabancı bir yere gittiğinde, kendi davranış benzeri olan kişileri bulmak isterler ki buna sosyal psikolojide “benzerlik yasası” adı verilir. Bilinen tabirle buna hemşericilik/hemşehricilik diyoruz.

Buna karşılık kalıtımın da izin verdiği ölçüde bağımlı değil, bağlı yetişen kişilerin, beynin kendi güvenlik yaratma duygusal mekanizmaları gelişmeye başlar. Bu arada bu tür zihinsel mekanizma, davranış ve düşünme tarzı için her zaman nöronal ağları aklımıza getirelim. Çünkü bizi düşüncelerimiz ve duygularımızla şekillendirenin bu bağlar olduğunu biliyoruz.

Aidiyet duygusu, topluluğu bir arada tutan, dağılmasını önleyen güçlü bir mekanizmadır. Aidiyet mekanizmasının amacı, neyin doğru neyin yanlış bir davranış olduğunu ortaya koyan düşünceleri desteklemek değil, tam aksine, toplulukta var olan belirsizliği, kaosu, aşağılanmışlığı, düzensizliği kaldırmak, topluluğu bir arada tutacak güdüsel mekanizmayı (sonucu ne olursa olsun) çalıştırmak ve her halükarda var olmayı sürdürmektir. Bir başka deyişle aidiyet duygusu evrimsel süreçte dün ne ise bugün de aynısıdır. Düşünen beynin değil, düşünen beyni paralize edip yöneten limbik sistemin bir ürünüdür. İşte bu nedenlere bağlı olarak kişi kendi güvenliğini sağlayan bu grubun ferdi olarak kendi konforunu oluşturur.

Bir birey belli yaşa kadar ne kadar eğitilebilirse, genetik yapısının izin verdiği ölçüde kişiliği de o oranda oluşur. Eğitimli veya eğitimsiz, beyin belli bir formasyona girdikten sonra bu formu korumak zorundadır. Çünkü her olaya karşı farklı bir kişilik yapısıyla değil, sahip olduğu kişiliğin izin verdiği varyasyonlara bağlı olarak davranır. Aksi halde kendisiyle çelişkiye düşer ve depresyona girerek çevreye uyum sağlayamaz; bunun sonucu olarak da yok olur.

Her beyin, yeniliğe, değişikliğe, yeni bakış açısına, farklı fikirlere vb. kavramlara açık değildir. Bunun kökeninde genetik faktörlerle beraber yetişme, yetiştirilme şeklimiz büyük önem arz etmektedir.

Buna karşılık sadece muhafazakar kişilerden oluşan bir topluluk aynı değerlere sahip olduğu ve bu değerleri korumak, savunmak adına o topluluğun "bir arada" bulunması (aidiyet, mülkiyet vb. temel kavramlar) anlamında devamında çok önemli temel bir argüman oluştururken, değişen çevre şartlarına uyum sağlayamayan, statik düşünce ve bunun getirdiği davranışlarla (gelenek-görenek, örf-adet, inanış vb.) kalıcı olmayan belki de yok olması ile sonuçlanan bir topluluğa da neden olabilir.

İşte bu temel iki nedene bağlı olarak, ortak değerler (gelenek-görenek, örf-adet, inanış vb.) bir topluluğun dağılmadan birliğini sürdürürken, yenilikçiler ve bu dinamik beyin yapısında olanlar, yeri geldiğinde mevcut değerlere de karşı çıkarak değişiklikleri gerçekleştirmeye çalışır. Bu yenilikler bazen yıllar öncesinden fikir sahibinin ortadan kaldırılması (İtalyan filozof ve astronom Giordano Bruno) veya engellenmesi ve bu fikrin doğruluğunun, takipçileri ile zaman içinde anlaşılması şeklinde olabileceği gibi, fikir sahibinin bizzat kendisi (Einstein) zamanında da olabilir.

Özetlersek, doğuştan gelen bu mekanizmanın çevre ve kültürle biçimlenerek ortaya çıkan davranış kalıpları (gelenek-görenek, örf-adet, din, hukuk kuralları vb.) topluluğu bir arada tutan bir fonksiyondur ve bu fonksiyonun ortaya koyduğu bir alt kurala da “benzerlik yasası” dendiğini söylemiştik.

Başkaları bizlere ne kadar benzerse, kendimizi o kadar “güvende” hissederiz. Onun içindir ki yabancı bir ülkeye veya şehre gittiğimizde hemen ”hemşeri/hemşehri” ararız veya bir hemşehrimize rast geldiğimizde daha rahat ederiz. Bunun anlamı, bana benzer olanlar (kişiler), en azından benim bildiklerimi bilmekte, dolayısıyla benim, fazladan yeni bir şey öğrenmeye gerek kalmadan, karşımdaki ile uyum sağlayarak ve kendimi güvende hissederek iletişim kurar, ihtiyaçlarımı giderir ve varlığımı devam ettiririm demektir.

Şimdi gelelim birey olmaya. Bireyin çok geniş bir tanımı yapmadan, kendisi ve grubu adına müstakil düşünme ve davranış gösterme diye özetlersek, bunca sözden sonra her kişinin “birey” olma şansının olmadığını söyleyebiliriz.

Mesela birey olmaya yönelik birkaç özellik sayalım. Söz gelimi öz güven konusu, birey olmaya yatkın kişilerde daha yüksektir. Çünkü, kendi iç referanslarını kullanır. Bu iç referanslara sahip kişinin özgür olmaya, kendisini sınırlayan çevre kuralları (gelenek- görenek vb.) daha fazla sorgular, bu sınırların dışında düşünmeye başlar. Buna karşılık, aidiyet duygusu yüksek kişiler, daha muhafazakar, uymaya ve itaate ve de güven arayışına daha bağlıdırlar. Söz gelimi, korku, kaygı, savunma, bir tehlike anında kaçma, cinsellik, anksiyete gibi davranışlarımızdan sorumlu, limbik sistemin (duygusal beyin) bir parçası olan, beyin tabanında bulunan amigdala isimli beyin organeli ne kadar büyükse böyle kişilerin daha muhafazakar olduğunu biliyoruz. Bu anlamdaki kişiler gelenek, göreneklere daha fazla sahip çıkar, toplumsal değişimleri çok istemezler. Şimdi düşünelim, böyle kişilerden bireyselleşmeyi ne derece bekleyebiliriz? Sorulacak ikinci soru da, amigdalanın bu davranışını eğitimle yenerek bir kişiyi muhafazakar yapısından çıkarıp birey veya bireyselleştirebilir misiniz? Cevabını verelim ki, bu kişiyi bireyselleştirmek demek onun kişiliğini değiştirmek demektir ki işte bu yüzden yukarıda bahsedilen üç, altı ve on-on iki yaşlar çok önemlidir. Buradan da söyleyebiliriz ki, bu kişilerin kolay kolay birey olmayacağını ve bu nedenle de birey olmaya yönelik bu kişileri ikna etmek o kadar mümkün değildir. Onlar, içinde bulundukları, aidiyet duydukları toplulukta güvende duymaktadır. Konfor alanı, kendisinden farklı olanlarla değil, benzerleriyle yaşamaktır. Zaten biz de aidiyet kavramını bu yazıya koymamızın nedeni budur.

Birey olmaya yatkın kişiler daha farklı olma eğilimindedirler. Daha özgürdürler. Uyma davranışları veya itaat konusunda sorgulamaları daha yüksektir. Nitekim, yapılan Asch deneylerinde, deneye uyum göstermeyenlerin bu kişilerden olduğunu, sorguladığını söyleyebiliriz. Öz güvenleri daha yüksektir. Dürtü ve duygularını yönetir, toplumsal olaylara duyarlıdır, eleştiriye açıktır, özgündür, kendisini gerçekleştirmeyi başarmış (Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi) ve düşüncelerini daha doğrudan söyleyen kişilerdir.

Birey olmak, bireyselleşmek; genlerimiz (mizaç/huy), karakterimiz ve bunların daha küçük yaşlarda belirlenmesi ile mümkündür. Çünkü, bütün bu davranışlarımızın, farklılıklarımızı gösterebilme hatta düşünme yöntemlerimizin, nöronal kablolara bağlı olduğunu biliyoruz. Şöyle düşünen bir kişi olabilir ve der ki “Ben, beynimdeki nöronal bağlantılarımdan bağımsız olarak her türlü düşünceyi düşünebilirim” işte zaten bu yazının baştan sona anlatmak istediği budur. Bunun cevabı “hayır”dır. Diğer bir ifadeyle bir kişi ne kadar isterse istesin her şeyi düşünemez, istediği gibi davranamaz. Her şeyi düşünemez çünkü, o şeyi düşünecek nöronal bağlantılar yoktur. Bu ilk etapta şaşırtıcı gelebilir ama öyledir. Zaten bir piyano virtüözünün beyninde olan o bağlantılar onda olduğu için o çalabilirken, bizde olmadığı için biz, onun kadar piyano çalamayız.

Tabii ki bu yazının başlığına bağlı olarak yazıyı uzatmak mümkün. Birey olan bireyselleşen bir kişi elbette ki, içinden çıktığı toplulukla çatışacaktır. Birey olan, bireyselleşen bu kişiler ya toplum tarafından dışlanır, yeri geldiğinde yok edilir yeri geldiğinde de bireyin uygun bir strateji gütmesiyle, grubu toplumu peşinden koşturur. Tabii ki bu da ayrı bir tartışma konusu olabilir.

Artık, yazının en başındaki sorumuzu buraya taşıyarak tekrarlayalım. Birey olmak, olabilmek bizim seçimimiz olabilir mi? Birey olmak/olabilmek iradeye, isteğe mi bağlı? İstemekle birey olunabilir mi? İstemekle herkes bireyselleşebilir mi? Bunun cevabını artık biliyorsunuz.

Erol
Hani zaman zaman televizyon tartışmalarında tartışmacılardan birinin diğerine "düşüncelerinize katılmıyorum ama saygı duyuyorum" dediklerini duymuşuzdur. Aslına bakarsanız burada kullanılan saygı ifadesi, gerçek anlamda saygı değil "uyma davranışıdır". Bilmediğiniz bir yere gidersiniz de, çevreye bakınıp, siz de onlar gibi davranmaya çalışırsınız ya, işte kabaca uyma davranışı budur. Uyma davranışı, saygı değildir. 

Uyma davranışında, size uygun gelmese de, çevreyle tezat düşmemek, dışlanmamak adına hatta belki de bize makul gelmeyen bir davranışa uymak, bilerek veya bilmeyerek katlanmak demektir. Söz gelimi, bir köy veya kasabada, davet edildiğiniz bir evde önünüze çıkartılan bir yemeği, gündelik hayatınızda yemeseniz de kendinizi yemeye mecbur hissetmeniz gibi. Keza, şirketlerde belli oranda, çalışanların birbirine, amirine gösterdiği davranış, saygı değil, uyma davranışıdır. Uyma davranışını göstermediğimizde, işimizden olma veya terfi alamama riski vardır. Benzer şekilde, anne babanın çocuğuna "saygılı ol", "saygı göster" ifadeleri ile çocuğun gösterdiği davranış saygı değil, zorlamalı bir davranış yani uyma davranışıdır. Nitekim, Asch'in yaptığı uyma davranışı deneyleri, anlatılanlar için güzel örneklerdir. Saygı ise, içtenlikli bir davranıştır, bir mecburiyet yoktur. Saygı duyulan kişiyle belli oranda bir özdeşleşme (identifikasyon) vardır.

Peki, nedir saygı?

Aslına bakarsanız, saygı dediğimiz kavramın kökeni doğuştan gelir, içinde bulunulan kültürle biçimlenir. Başka türlü söylersek, saygının kökeni genlerle geçer, saygıyı öğrenmeyiz. Öğrendiğimiz şey, doğuştan gelen bu potansiyelin, içinde bulunulan topluma göre davranışlarımızdaki şekillenmedir. Bu nedenle de farklı kültürlerde saygı davranışı farklı olabilir.

Peki SAYGI dediğimiz kavram ne işe yarar? Kendi benlik algımıza dair inanç ve inanışlarımızın kabulü ve onaylanması için kendi varlığımıza yönelen tehditleri azaltmak veya ortadan kaldırmak adına, karşı tarafın davranış ve düşüncelerine uyum göstermektir. Bir başka deyişle, kendi inanç, davranış ve söylemlerimizin ve amaçlarımızın izini ve daha fazlasını karşı tarafta (saygı gösterdiğimiz kişide, grupta, toplumda, düşünce biçiminde vb.) bulmak, kendimizi kabul ettirmek ve Maslow'un tablosundaki KENDİNİ GERÇEKLEŞTİRMEK için, karşı tarafın düşünce ve davranışlarına uyma davranışıdır. Her ne kadar düşünen beynimiz de (alnımızın hemen arkasındaki beyin bölümü, diğer adıyla prefrontal korteks) saygı denilen sürecin bir parçası olsa da, saygı dediğimiz kavramın çıkış yeri, düşünen beyin değil,
DUYGUSAL BEYİN yani LİMBİK SİSTEMDİR. Limbik sistemi, kabaca, beynimizin ortasında bulunan, duygularımızın üretildiği yer olarak isimlendirebiliriz. Bunun anlamı, düşünen beyniniz tıkır tıkır çalışsa da, limbik sistem yoksa, saygı da yoktur. Çünkü böyle bir sisteme beyin değil, yapay zeka adı veriyoruz.

Büyük bir ihtimalle, limbik sistemin alt sistemleri olarak adlandırabileceğimiz, korku ve kaygılarımız ve cinselliğimizin de merkezi olan, gözlerimizin hizasında, beyin tabanına yakın ve her iki beyin yarı küresinde yer alan AMİGDALA; olumsuz olaylardan kaçınmamızda ve uyumlu davranışlarımızda da rol oynayan, şakaklarımıza yakın, beyin yüzeyinden biraz içeride bulunan İNSULA ve kabaca, vicdanımız diyebileceğimiz (süper ego), davranışlarımızı denetleyen, yine beynimizin her iki yarım küresinde bir birine bakışık olan, yay şeklindeki bir yapı olan ANTERİOR SİNGULAT KORTEKS denilen yerler, SAYGI dediğimiz bu mekanizmanın kökeninde yer alıyor olabilir.

Saygı bir anlamda kendi düşünce ve inanç biçimlerine benzer düşünme ve davranışta benzer kişilere itibar ederek, kendi benlik algımızın, hayatı anlamlandırmadaki kendi hissiyatımızın bizim dışımızdaki referansıdır. Bu referans vasıtasıyla kendi varlığımızın onaylandığını hissederiz. Saygı duyduğumuz kişi de belli bir değere kadar bizim gibi düşünmekte, hissetmektedir. Şu halde saygı kavramının içinde empati ve sempati kavramlarını da görmek mümkündür. 

Saygı duyduğumuz kişinin bir potansiyeli de, sahip olduğumuz düşünce, bakış açısı ve hayatı anlamlandırma argümanları bakımından, bu düşünceleri genişletici, çoğaltıcı, yol gösterici bu potansiyel doğrultusunda bize yeni ufuklar açmasıdır. Bu davranışları da içinde bulunduğumuz grubun, topluluğun  bir üyesinde görebiliriz. Böyle kişiler, lider olarak adlandırılır. 

Saygı mekanizmasının içinde kısmen, o kişiye karşı mükemmeliyetçi bir davranışımız da belli ölçekte devreye girer. Saygı duyduğumuz kişiyle, üslubumuz, diğer kişilerle olan davranışlarımıza göre bir nüans gösterir. Söz gelimi, o kişiye mahcup olmak istemeyiz. Ona karşı olmak, bir anlamda kendi benliğime karşı gelmektir. Çünkü o, benim dışımdaki dünyamda,  benim değerlerimi bana yansıtan bir referanstır. 

Saygı, sadece insanlarda gördüğümüz bir davranış biçimi değildir. Primatlarda (şempanze, bonobo, goril vb.) alfa erkeği olarak tabir edilen baskın erkek yani grup yöneticisine, keza aslan gruplarında lidere itaat gibi davranışların altında aynı kavramı arayabiliriz. Primatlarda da görüldüğü üzere itaat ve uzantısı uyumluluk ve de saygı, liderle işbirliğini ve dolayısıyla kendi varlığının kabulünü de beraberinde getirmektedir.

Ancak şunu da ilave edelim ki, insanda, hayvanlardan farklı olarak sahip olduğu bilincin varlığını da düşünürsek, saygı, itaat demek değildir. İtaatte, bireyin, karşı tarafın istemlerine koşulsuz uyma davranışı vardır. Bir bakıma, itaat, kendi kararlarımızı, benlik algımıza ait değerleri karşı tarafa emanet etmek, teslim etmek demektir. Halbuki saygıda, benlik algımız ve değerlerimizden taviz vermeyiz. Zaten saygının önemli bir argümanı da, karşı tarafın (saygı duyduğumuz kişinin) düşünce, davranış ve hissiyatını sorgulama inisiyatifini kaybetmeden bu davranışı göstermektir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi zorlama yoktur, kendiliğindenlik ve içtenlik vardır. Yeri geldiğinde, kendi prensiplerimize uymadığında, karşımızdakine olan saygımızı kaybedebiliriz. Elbette ki, her normal davranış gibi, saygının da patolojiye çevrilmiş (hastalıklı) durumlarından bahsedebiliriz. Böyle bir durumda, saygının, beyninin bilinçli kısmı olan prefrontal korteksten kopmuş, diğer bir ifadeyle sorgulama mekanizmasını yitirmiş haliyle saygının sadece duygusal yani limbik sistem tarafından yönetildiği haller de olabilir.

Şunu da söylemek gerekir ki, saygı duyduğumuz kişi ve ya düşünce sisteminin mutlak doğru bilgilerle donanmış olması da gerekmez. Önemli olan, yanlış da olsa doğru da olsa, gerek saygı duyanın gerekse saygı duyulanın aynı bilgiye sahip olup, bunun doğru olduğuna dair inancı taşıyor olmasıdır. Söz gelimi, Güneş'in, Dünya'nın etrafında döndüğüne inanıldığı zamanlar, her iki taraf da aynı yanlış bilgiye sahip olsa da beyin, mevcut bilginin doğruluğuna inandığı müddetçe, karşı tarafa saygı duyar. Görülüyor ki saygı, doğru bilgiden bağımsız çalışan bir mekanizmadır. Bunun da diğer anlamı, saygının kökeninin öğrenme değil, doğuştan geldiğidir.

Özetle, karşı tarafa gösterdiğimiz saygının nedeni, kendi varlığımızın kabulu , onaylanması bir başka deyişle kendimize gösterilmesini istediğimiz saygıyı var olma hissiyatının (duyuşunun) başkasını  (kişi, toplum, düşünce, inanış vb) kullanarak tesis etme KAYGISIDIR. Saygı kavramını, yukarıdaki bilgileri dışarıda bırakmadan daha da basitleştirerek söylemek gerekirse, başkası (karşımızdaki) üzerinden kendi varlığımızı, saygınlığımızı, toplumsal liyakatimizi, varoluşumuzu, karşımdaki ile hemen hemen aynı inanç ve amaç birliğinde olduğumu hissetmektir. Kendi hissiyatımızın, düşüncelerimizin, inanç biçiminin benimle beraber aynı olan olan kişi tarafından ve hatta bana yol gösteren, ondan öğrendiklerimle  kendimi onayladığım, onaylandığımı hissettiğim bir davranıştır. Yani aslında karşımızdakine gösterdiğimizi sandığımız saygı, karşımızdakinin bizimle benzer değerlerini kullanarak kendimizdeki onaylanmış öz saygımızdır.



Erol
Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi NASA, Güneş sistemi dışındaki yaşanabilir gezegenleri aramak için tasarlanan uzay aracı TESS'i yörüngesine fırlattı.

Space X firmasının Falcon 9 roketiyle Florida'dan uzaya gönderilen TESS, uzay aracı Kepler'den 400 kat daha büyük bir görüş alanını gözlemleyebilecek.

TESS'in 200 bin yıldız görebileceği tahmin ediliyor.

NASA, TESS'in Dünya büyüklüğünde 50'den fazla gezegeni, Dünya'nın iki katından daha fazla büyüklüğe sahip en az 500 gezegenin de dahil olduğu 20 bin gezegeni bulabileceğini açıklamıştı.

337 milyon Dolar'a mal oldu

TESS uzay aracının maliyetinin yaklaşık 337 milyon Dolar olduğu açıklandı. NASA'nın TESS'te görevli bilim insanı Elisa Quintana, "Araştırmalar sayesinde önümüzdeki birkaç yıl içinde, çıplak gözle bile görülebilen yıldızların yörüngelerini belirleyebileceğiz" dedi.

Görevdeki ilk 2 yılında on binlerce yıldızı incelemesi planlanan TESS’in diğer görevleri arasında çeşitli gök cisimlerini incelemek, büyük kara delikleri ve yıldızları tanımlamaya katkı sağlamak da var.

Kaynak
Türkiye'de gençlerin deizme kaydıkları yönünde bir üniversitede yapılan çalıştayın sonuçları Türkiye'nin yanı sıra dünyada da ses getirdi. New York merkezli Uluslararası Ateist İttifakı, "Türkiye'de gençlerin dinden uzaklaştığı konusu sıcaklığını koruyor. Bu dogmacı şahsiyetlerin kalbinde bir ürperti uyandırabilir ancak biz bu durumu hoşnutlukla karşılıyoruz." açıklamasını yaptı.

Anadolu şehri olan Konya'daki öğrencileri takdir ettiklerini belirten Ateist İttifakı, "İslam'dan uzaklaşma yönündeki bu durumu sağlıklı bir gelişme olarak görüyoruz. Bu durumun insanların dünyada, dini görüşlerini oluştururken eleştirel düşünce ve delillere dayanacakları bir döneme evrilmesini umuyoruz." denildi.

Ebeveynlerin inançlarını çocuklarına zorla kabul ettirmenin yanlış olduğunu belirtilen açıklamada "Türkiye'de bir üniversitede yapılan rapor Türk gençlerinin İslam'dan uzaklaşarak bunun yerine yeryüzüne müdahale etmeyen bir yaratıcının varlığına inanan deizme kaydıklarına dikkat çekiyor. Bu durum dini kesimleri şaşırtmakla beraber Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı da rahatsız etmişe benziyor. Ki Erdoğan bir konuşmasında podyuma eğitim bakanını çağırarak ona "böyle bir şey yok" dedi." ifadeleri kullanıldı.

"İnkar etmek bir işe yaramaz"

Bu durumu inkar etmenin bir işe yaramayacağını belirten Ateist İttifakı, bildirisinde, Marmara Üniversitesi tarafından 2015'te yapılan ve Türkiye'de batı değerlerinin etkisinde kalan yeni neslin artık dini konulara daha az ilgi duyduğunu gösteren bir rapora atıf yapılarak, "Bu araştırmalar Türkiye'nin dindarlaşmadığını, aslında dinden uzaklaştığını gösteriyor." denildi.

Açıklamada ayrıca şu sözlere yer verildi: "Ne Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın eğitim bakanına verdiği gözdağı ne de Milliyetçi Hareket Partisi liderinin deizmi ateizmin bir durak öncesi olarak tanımlaması ve deizm ile ilgili sert sözleri bu gelişmenin önüne geçebilir."

1991 yılında kurulan New York merkezli Uluslararası Ateist İttifakı, dünya genelinde faaliyet gösteren ateist grupların çatı derneği olarak işlev görüyor.

MHP lideri Devlet Bahçeli, Türkiye'de gençlerin deizme kaydıkları yönündeki çalışmayı, 'ayıplı ve ahlaksız bir komplo' olarak nitelemişti.

Siyasilerden gelen eleştiriler üzerine Konya Üniversitesi tarafından yapılan çalıştay yayınlandığı siteden kaldırılmıştı.

Savaş psikolojik anlamda bir cinayet fermanıdır. Mutluluğumuz ve refahımız tehdit edilince, beslediğimiz umutlara meydan okununca cinayet bile işleyebilecek hiddete kapılırız; daha doğrusu bazılarımız kapılır. Bu tahrikler devletler için söz konusu olduğunda, onlar da çoğunlukla iktidar ya da kişisel hırsla hareket edenlerin körüklemeleriyle cinayet işleme hiddetine kapılıyorlar. Cinayet teknolojisi ve savaşla verilen ceza biçimleri şiddetlendikçe çok kalabalık insan yığınlarının hep birden cinayet turnikesine koşulduğu görülüyor.

Kitle iletişim araçları genellikle devletin elinde bulunduğundan bunun düzenlenmesi kolay oluyor. (Nükleer savaşta durum değişiktir; çünkü çok az sayıda kişinin başlatabileceği bir savaştır). Bu noktada hırslı yanımızla varlığımızın iyi yanı diye adlandırdığımız yanı arasında bir çatışmaya tanık oluyoruz; buna beynimizin iç bölümündeki sürüngenlik döneminden kalma ve cinayete varan hiddetlerin yatağı r-kompleksi bölümüyle daha yakın tarihlerde gelişen beynimizin memeli ve insansı dönemi bölümlerinin, yani limbik sistemle beyin kabuğu arasındaki çatışma da diyebiliriz.

İnsanlar küçük topluluklar halinde yaşarlarken ve silahlarımız ilkelken, müthiş hiddete kapılan bir savaşçının bile öldürebileceği insan sayısı birkaç kişiydi. Teknolojimiz geliştikçe savaş araç gereçlerimiz de gelişti. Aynı kısa dönemde biz de geliştik. Hiddetimizi, düş kırıklıklarımızı ve umutsuzluğa kapılışımızı akılla yonttuk. Düne dek çok yaygın olan gezegen çapındaki adaletsizlikleri azalttık. Ne var ki şimdi elimizdeki silahlar milyarlarca insanı bir anda öldürebiliyor. Çok mu çabuk geliştik dersiniz? Akla yeterince yer verebiliyor muyuz?

Savaşların nedenlerini cesaretle inceleyebildik mi? Nükleer savaştan caydırma stratejisi dediğimiz durumun henüz insanlaşmamış atalarımızda görülen davranışa dayandırılarak sürdürülmesi ilginçtir. Çağımızın politikacılarından olan Henry Kissinger şöyle diyor bir kitabında: "Caydırma, her şeyden önce psikolojik ölçütlere dayanır. Caydırma amacıyla kullanılan bir blöfün ciddiye alınması, ciddi bir tehdidin blöf olarak kabul edilmesinden daha yararlıdır."

Gerçekten etkili bir nükleer blöfün içinde mantıkdışı tutumlar da yer alır ki, karşı tarafı nükleer savaşın dehşetinden uzaklaştırsın. Bunun üzerine olası düşman mantıkdışı davranışların varmış gibi sunulduğu topyekün bir çatışmaya girişmektense bazı noktalarda geri adım atmaya razı olur. Mantıkdışı davranışınızın inandırıcılığının en büyük tehlikesi, inandırıcı görünmek için rolünüzü çok iyi oynamanız gerektiğidir. Bir süre sonra bu inandırıcılığa siz de alışırsınız ve artık rol olmaktan çıkıverir.

ABD'yle Rusya'nın önderliğindeki topyekün dehşet dengesi, yerküremiz insanlarını rehin tutmaktadır. Her iki taraf da karşı tarafa, hangi davranışı yapmasının mümkün olduğuna ilişkin sınırları çizmektedir. Olası düşman o sınır aşıldığında nükleer savaşın başlayacağına inanır duruma getirilmiştir. Ne var ki sınırın tanımlanışı zaman zaman değişiyor. Taraflardan her biri, karşı tarafın yeni sınırları kavradığından emin olmalıdır. Her iki taraf kendi askeri avantajını artırma eğilimindedir. Ama bunu yaparken karşı tarafı da fazla telaşlandırmamaya özen gösterir. Her iki taraf da karşı tarafın tahammül sınırlarını sürekli olarak keşfe çalışır: Küba'daki füze bunalımında, uydu imha edici silahların denenmesinde, kuzey kutbunda nükleer bomba taşıyan uçakların uçuşlarında, Vietnam ve Afganistan savaşlarında olduğu gibi; bunlar uzun ve hazin listeden birkaç seçmedir.

Yerküremizdeki topyekün dehşet dengesi, korunması çok zor ve nazik bir dengedir. Herhangi bir hata yapılmamasına, ilişkilerin bozulmamasına, sürüngen yanımızın ihtiraslarının ciddi biçimde dürtülmemesine bağlıdır.

Her büyük devlet kitlesel imha silahları yapımı ve istifçiliği için geniş reklam kampanyalarına dayanan haklı nedenler ilan eder. Bu arada olası düşmanların sürüngenlikten kalma yapısını hatırlatırcasına onların kişilik ve kültür noksanlıklarından, dünyayı ele geçirme niyetlerinden söz açarak kendi niyetinden hiç söz etmez. Her devletin yasakladığı sınırlar çizilmiştir. Bu sınırın ötesindeki konularda yurttaşlarının kafa yormasına izin vermez. Rusya'da bu konular kapitalizm, tanrı ve ulusal egemenliğin yitirilmemesidir. Amerika'daysa sosyalizm, dinsizlik ve ulusal egemenliğin yitirilmemesidir. Dünyanın her yerinde hep aynı şey.

Matematikten neden korkarız, Matematiği sevmekten neden kaçınırız? Matematiği anlayamamamızın, sevmememizin bir nedeni var mı? Bunun nedeni veya nedenleri olmalı.

Uzun bir yazıyla başlığımızı irdelemeye çalışacağız. Ancak okurken göreceksiniz ki, yazının çok büyük bir kısmında, başlığa dair doğrudan verilmiş çok az bilgi bulacaksınız. Birçok paragrafta, konu başlığıyla ilgisiz gibi görünen bilgilerin, sona gidildikçe, kademe kademe, başlıktaki sorgulamaya temel oluşturacak kavramları kapsadığını ve bu kavramlara dayanarak varmak istediğimiz sonucu, yazının sonunda paylaşacağımızı okurumuza şimdiden hatırlatalım.

Ancak, cevabı hemen duymak isteyenlerdenseniz söyleyelim ki, beynimizin birkaç milyon yıllık evrimine bağlı olarak önce beyin sapı, sonra duygusal beyin yani limbik sistem ve sonra da düşünen beyin yani prefrontal korteksin oluşumu esnasında, atalarımızın bir araç olarak kullanma kabiliyetinin yokluğu nedeniyle matematiği fayda haline getirecek deneyimlerinin olmamasıdır. Deneyim olmaması demek, beyinde o şeyi anlamlandıracak şemaların diğer bir ifade ile bu şema veya temel örüntü bilgiyi taşıyacak sinir ağlarının (nöronal ağlar) gelişmemesidir. Nihayetinde beyin, anlamlandıramadığı deneyimler için korkar, kaygı duyar. Matematik de bunlardan biridir. 

Bu arada, buradaki konumuz, matematik korkusuna sahip, en azından matematikten hoşlanmayan çoğunluğa dair çalışmadır. Matematiği sevmeyenlere karşılık, bazılarımızın matematiği neden sevdiği, ilgi duyduğu konusu ise, çoğunluğumuzda olmayan farklı nöronal ağların (şemaların) bu kişilerde bulunmasıdır. Artık burada, baskın olarak genler, zeka ve tabii ki yetenek denilen faktörler devreye girer.

DIŞ DÜNYA BİLGİLERİ, BEYNİMİZDE İLK NEREYE GİDER?
Pek çoğumuz gördüğümüz, duyduğumuz, okuduğumuz tüm bilgilerin öncelikle düşünen beynimizde ve irademizin, bilincimizin kontrolünde değerlendirdiğimizi, yorumladığımızı, akıl yürütüp karar verdiğimizi düşünür.


Dış dünyaya ait bilgilerimiz, söz gelimi yemeye niyetlendiğimiz bir elmayı gördüğümüzde, elmaya ait bu bilgiler veya karşımızdaki bir kişinin söylediği bir cümleye, kelimeye ait mesaj, doğrudan beynimizin düşünen kısmına gitmez. Başka türlü söylersek, dış dünyaya ait her türlü bilginin öncelikli değerlendirildiği yer, düşünen beynimiz değildir. Bu bilgilerin ilk uğradığı yer, beynimizin ilkel kısmı, limbik sistemin bir parçası olan talamus adı verilen yerdir. Çünkü, gözden ve kulaktan gelen sinirler doğrudan düşünen beynimize değil talamusa gider. Talamus, adına limbik sistem denilen, beynimizin ortasında bulunan, duygularımızın üretildiği sistemin bir parçasıdır.

Limbik sistem, talamusu da kapsayacak şekilde bizim korkularımızın, kaygılarımızın, sevgimizin, aşkımızın ortaya çıktığı, ayrıca dilenciye para verdiren, fedakârlık ve benzer eylemlerimizi yaptıran, insana ait duygusal fonksiyonlarımızın ortaya çıktığı yerdir. Bu kısım, büyük ölçüde bilincimizden bağımsız çalışır. Bunun anlamı, ilk seçimler bilinçli beynimiz tarafından değil, duygular ve bu duygulara bağlı yerleşik şemalar tarafından yapılıyor demektir.

Artık,  bu bilgiden sonra net olarak söyleyebiliriz ki, kendi mantığımızla ve iradi olarak yaptığımızı sandığımız bir çok seçimler, bilincimizden çok önce burada seçilmiştir bile. Bu durumda “ben elmayı severim, çünkü rengi güzel, tadı güzel veya ben sarışınlardan hoşlanırım, çünkü çok çekiciler” gibi cümleler kurmadan evvel, beynimizdeki mevcut şemalara göre bu seçimlerin çoktan yapılmış olabileceğini ve bu “beğenilere” ait söylemleri bilincinizle söylediğinizden öte, limbik sistem tarafından düşünen beynimize söylettirilmiş olabileceğini bir kere daha düşünmenizi öneririz. 

Tekrar edersek, beynimizin düşünen kısmına gelen bilgiler, dış dünyaya ait bilgilerin, beynimizin orta yerinde yer alan ve limbik sistem (talamus) denen yerde denetlendikten sonra gelen bilgilerdir. Başka türlü söylemek gerekirse bizim, beğenilerimiz (elmanın tadı, sarışınların çekiciliği, kaslı erkeklerin çekiciliği vb.) üzerine olan düşüncelerimiz, limbik sistemin, bilincimden önce yaptığı düşüncelerimizdir. Bu bilgiler, bilinçli düşüncemden çok önce beynimizin ilkel kısmı tarafından düşünülen, “benim beğenilerim” dediğim kavramlar, ilkel düşüncelerim üzerine bilinçli düşüncelerimdir. Bir anlamda, düşüncenin düşüncesi gibi de denilebilir.

Burası, limbik sistem, mevcut bilgilerin bizim için tehdit olup olmadığına bakar. Diğer bir ifade ile yararlı olup olmadığına bakar. Daha sonra düşünen beyne göndererek diğer süreçleri çalıştırır. Buradaki “yarar/fayda” kavramını; bireyin önce fiziksel varlığının korunması, bu sağlandıktan sonra da toplum içinde kalıcılığını ve kabul edilebilirlik süreçlerini sağlayan her şey olarak tanımlayabiliriz. Yani önce varlığımıza ait fiziksel ihtiyaçlarımız giderilmeli ki, ondan sonra bir topluluğun içinde yaşayabilmek, kendimizi kabul ettirebilmek için isteklerimizi, davranışlarımızı düzenleriz. Bunu açıklayan güzel bir şema Maslow ihtiyaçlar hiyerarşisidir. Nitekim, şemaya baktığımızda, insanın, tabandan yukarıya doğru önce güvenlik arayışının tatmin olması, en tepeye doğru, akıl yürütme (prefrontal korteksin devreye girdiği) ve problem çözme gibi safhaların yer aldığını görürüz. Tabloyu kabaca yorumlarsak, tablonun alt kısmındaki faaliyetler ilkel beynimiz olan duygusal beynimizin (limbik sistem) görevleri arasındayken, yukarıya çıkıldıkça düşünen beynin (prefrontal korteks) devreye girdiği görülür.

Peki bu neden böyle? "Dış dünyaya ait bilgiler, neden doğrudan düşünen beynimize değil de, talamus ve dolayısıyla limbik sistem yani duygusal beynimiz tarafından denetlendikten sonra düşünen beynimize geliyor?" diye sorulabilir. Bunun nedeni, aslında çok basittir. Bundan bir kaç milyon yıl evvel düşünen beynimizin (prefrontal korteks) henüz oluşmadığı zamanda, limbik sistemimiz vardı. Bir başka deyişle, o zamanki atalarımızın gördükleri ve duyduklarının ilk değerlendirildiği yer limbik sistemdi. Çünkü duyu organlarımızdan (göz, kulak vb.) çıkan sinirler buraya bağlıydı. Dolayısıyla, limbik sistem, düşünen beynin henüz olmadığı o zamanlar için, dış dünyaya ait bilgilerin değerlendirildiği yer olup bu bilgilerin eşliğinde atalarımızı tehlikelerden uzak tutmak, hayatta kalmak, cinsellik, avlanmak ve daha yüzlerce seçimlerini yapmak üzere beyin sapımızın üzerinde yapılanmıştı.  

Tabii ki, bugünün modern insanının düşünen beyninin oluşması ile, beynimizde, dış dünyaya ait bilgileri taşıyan sinir yolları değişmedi, aynı kaldı. Yani bugün hala ilk bilgiler limbik sisteme gelip değerlendirildikten sonra düşünen beyne gönderilir. Bunun anlamı, güncel hayatta bizim için bir çok seçimlerin, yukarıda da ifade edildiği gibi, bilincimizden çok önce limbik sistem tarafından yapıldığı ve bu seçimleri sanki bilincimizle seçiyor gibi görünmemiz, bir illüzyon olduğudur. 

Şu düşünülebilir. "Ben istersem severim." Buna verilecek cevap: Bir kaç şey zorlanarak sevilebilir. Aslında, zorlayarak ve iradenizle sevebileceğiniz şey, sizin zaten şemalarınızın kıyısında köşesindeki bilgi olup, henüz farkında olmadığınız potansiyelinizdir. Ancak, sevmediğiniz her şey ama her şeyi sevmeye kendinizi zorlarsanız, özellikle sınırlarınıza dayandığınızı görürsünüz. İşte, bilinciniz ile, beynin mekanizmalarınızı daha fazla esnetemediğiniz ve bilincin mevcut şemalarımızı değil, mevcut şemaların bizi yani bilincimizi yönettiği sınırlara geliriz. Aksi halde kendimizi dolayısıyla kişiliğimizi, benlik algımızı reddeder duruma gelir depresyona gireriz. Yani kendi varlığımızı tehdit etmek üzere kendimizin yok edici düşmanı oluruz. Bu bir bakıma intihar mekanizmasını çalıştırmak gibidir.

Artık,  bu bilgiler çerçevesinde, neden ona değil de buna aşık olduğumuzu, neden patates yemeğini değil de kuru fasulyeyi daha çok sevdiğimizi kendimize daha iyi açıklayabiliriz. Bizlerin, patates yemeğini kuru fasulyeye tercih ettiğimize dair bilinçli beynimizle getirdiğimiz tüm açıklamalar, aslında, limbik sistemim bizden (bilincimizden) bağımsız olarak yaptığı tercihe uygun, düşünen beynimizin yakıştırmalar yapma çabasıdır. Bilincin buradaki görevi, başka bir mekanizmanın yaptığı seçime, sanki kendisi seçmiş gibi açıklama getirmesidir. Psikolojide buna, rasyonalizasyon (mantığa uygun hale getirme, mantığa büründürme) adını veririz.

Eğer bu türden açıklamalar getirmeseydik, strese girerdik. Çünkü beyin daima bir anlam arayışı içindedir. Kaldı ki, bu anlam arayışına getirdiği açıklamanın her zaman doğru olması da gerekmez. Yeter ki, beyin, onun doğru olduğuna inansın. Bu inanç, onu rahatlatacaktır. Bir an için, Dünya'nın düz olduğuna veya Güneş’in, Dünya'nın etrafında döndüğüne inanılan bir zamanda, sizin de bu inançta bir kişi olduğunuzu ve karşınıza da Galileo’nun çıkıp,  bunun aksini savunduğunu düşününüz. Galileo’ya karşı tutumunuz ne olurdu? Eğer, o zamanda bile Galileo’nun anlattıklarını doğru bulup inanacak bir kişi olduğunuzu düşünürseniz, bunun, konuyu bugünkü bilginiz ile muhakeme ediyor olmanızdandır. Aksi halde, Galileo’ya, o zamanki çoğunluğun karşı çıkışını açıklayamayız. Diğer bir ifade ile, çok büyük bir çoğunluğumuz, Galileo’ya karşı çıkanlardan olacaktık.

Şimdi, konumuza yardımcı olmak üzere beynimizin üç mekanizmasına değinelim.

NUCLEUS ACCUMBENS
Aldığımız bir ödülden dolayı mutlu olduğumuz yer, nucleus accumbens denilen yerdir. Bu kısım, bizim haz merkezlerimizden biridir.

Nucleus accumbens, beynimizin her iki yarım küresinde, gözlerimizin hizasında bulunan sinir düğümleridir. 

Bir ödül aldığımızda ya da bir grup içinde övüldüğümüzde bizi sevindiren, “sevgilimiz gelecek mi?” diye bizi yağmur altında bekleten, “maaşımız artacak mı?” veya “iyi not aldık mı?” diye beklentiye sokan yer burasıdır. Garip gelecek ama, bir kişiden öç almak, intikam almak da, kişi için bir ödüldür. Kişi, intikam veya öç aldığında haz duyar.  Böyle durumlarda da beynin bu kısmı faaldir. Karşı cinsle ilgili cinsel süreçleri tetikleyen, cinsel doyum sağlatan yerlerden biri yine burasıdır. 
Nucleus accumbensin yakıtı dopamin denilen kimyasaldır. Dopamin, nucleus accumbense hücum ettikçe, bizi mutlu edecek şeye doğru beklentimiz artar.

İNSULA
İnsula, şakaklarımızın derinlerinde bulunan, aslında beynimizin mevcut kıvrımlarından, beynimizin yüzeyinden derinlerine doğru yaptığı kıvrımlardan biridir. 

Eğer bir şey acı verecekse, bu aşk acısı da olsa, elimiz bir yere sıkışsa da bu acıyı hissettiren yer burasıdır. Keza öğretmenim beni azarlayacaksa bundan kaçınmam gerektiğini söyleyen(!) yer, beynimizin insula diye isimlendirilen bu yeridir. Bu kısımlar düşünen beynimize ait değildir. Keza bir şeyden “tiksinmeyi” sağlayan yer de insuladır.

AMİGDALA
Amigdala, beynimizin her iki yarıküresinde bulunan, gözlerimizin hizasında ancak nucleus accumbense göre daha gerilerde, badem şekli ve büyüklüğünde oluşumlardır. Zaten amigdala, latince badem demektir. Amigdala aynı zamanda, limbik sistemi meydana getiren önemli bileşenlerdendir. 
Amigdala bizim tehdit altında olup olmadığımızı algılayan, eğer tehdidin üstesinden gelecekse bizi saldırtan (elmayı, bilinçli sevmediğimiz kısmı hatırlayınız), tehlike veya tehdidin üstesinden gelemeyeceksek, kaçmamız doğrultusunda bize talimat veren, cinselliğimizle ilgili süreçlerde önemli rol oynayan faktörlerden biridir.

Gelen tehdidin illaki fiziksel (birisinin bizi dövmek istemesi, bir aslanın saldırısı gibi) olması gerekmez. Kişinin benlik algısına karşı yönelik bir tehditte de duygusal beynin (limbik sistemin bir parçası olan amigdala devreye girer. Tehdit altında olan amigdala, gelen bilginin doğruluğuna yanlışlığına bakmaz (fevri hareket etmemizin, bir olayı analiz etmeden davranmamızın önemli nedenlerinden biri amigdaladır); birey, gelen tepki karşısında yapabiliyorsa öncelikle saldırır (fiziksel veya sözel, en azından pasif agresif bir davranış sergiler). Birey, saldırıdan mağlup çıkacağını hissederse, bu defa kaçar. 

Öğrenci üzerinden bir örnek vermek gerekirse, bir öğrencinin, öğretmeni tarafından, diğer öğrencilerin arasında azarlanması durumunda, öğrencinin amigdalası, öğretmenin bu davranışını benlik algısına bir saldırı olarak görür ve öğretmene karşı tepki verir veya pasif agresif bir davranış gösterir, sakin görünür fakat öğretmene karşı husumet besler. Ya da öğretmenin davranışına bağlı olarak “utanır”. Bunları düzenleyen yer limbik sistem ve bağlı mekanizmalardır. 

Eğer ortamda bir tehdit yoksa, aksine, bireyin karşılaştığı şeyler güzel bir yiyecek, içecek, cinsellik; aidiyet duygusu uyandıracak bir rozet, ödül, yeni alınacak rütbe veya terfi, öğrencinin öğretmeni tarafından arkadaşlarının içinde övülmek, beklenen iyi bir sınav notu vb. davranışlar ise, bu defa birey o şeye yaklaşır. Artık genel tabiriyle “haz” mekanizmaları çalışmaya başlamıştır. Böyle durumlarda nucleus accumbens devrede demektir. Bu mekanizmalar bilince ait değildir. Buna karar veren yer yine limbik sistemdir.

Artık yukarıdaki açıklamalar dahilinde cümlemizi, daha evvel ifade ettiğimiz gibi, dış dünya bilgilerinin önce limbik sistemde (talamus) değerlendirildikten sonra düşünen beyne (prefrontal korteks) gittiği şeklinde bağlayabiliriz.  Zaten, aksi olsaydı, dış dünya bilgileri öncelikle düşünen beyne gidip, bilgiler analiz edilip, sonradan duygusal tepki gösterseydik, belki de bu kadar çatışma ve yanlış anlamalar olmayacaktı.

Dış dünya bilgilerinin ilk defa limbik sistemde değerlendirilmesinin diğer bir sebebi de, limbik sistemin bir tehlike veya tehdit karşısındaki karar verme hızının, düşünen beyinden (prefrontal korteks) daha hızlı olmasıdır. Bu aynısıyla, gözümüze gelmekte olan bir taşın, bilincimizden çok daha önce, gözümüzü taştan korumak üzere göz kapağımızı kapatma talimatının beyin sapımızdan gelmesi gibidir. Dolayısıyla, bilinçli beynimiz (düşünen beyin), gözümüze doğru gelmekte olan bir taşı görüp de, gözümü kapatayım mı, kapatmayayım mı, taş belki gözüme gelmez de sıyırır geçer mi? diye düşünüp, karar verene kadar, taşın gözümüze verebileceği zararı bertaraf etmek için, beyin sapı, bu görevi anlık olarak düşünen beyinden alır ve göz kapaklarını kapatır. Bu eylem de (refleks), düşünen beynin oluşmasından bir kaç milyon yıl evvel beynimizde oluşmuş ve genlerimizle geçen bir bilgidir. Keza, yakın tarihli, prefrontal korteksi gelişmiş atalarımızın avlanma esnasında, "çalıların arasındaki aslan mıdır, değil midir?" diye bu analizin görevini düşünen beyne bırakmak yerine, limbik sistem, düşünen beyinden daha hızlı karar vererek, oradan kaçmasını ve dolayısıyla hayatta kalmasını sağlamıştır.

İşte bu örnekte olduğu gibi, limbik sistemin aldığı kararlar bazen düşünen beyne göre daha hızlıdır.

Artık diyebiliriz ki, kişinin öncelikli olarak hayatta kalmasına yönelik fiziksel ve aynı zamanda kişinin benlik algısına yönelik tehditler (öğretmenin öğrencisine bağırması, onu, diğer öğrenciler içinde utandırması vb.) yoksa, ortam bu tür tehditlerden arınmışsa, işte bundan sonra dış dünya bilgileri işlenmek üzere düşünen beyne gider. Düşünen beyin, gelen bilgileri, birey, kendi davranışlarını, düşüncelerini zenginleştirmek üzere, bu bilgilerle yeni ilişkilendirmeler ve yeni çıkarsamalar yapmak (yeni fikirler üretmek) üzere kullanmaya başlar

Özetle, eğer ortamda kişiye yönelik tehditler yerine, kişinin hoşuna gidecek davranış veya beklentiler varsa, limbik sistemin süzgecinden geçen dış dünya bilgileri (söz gelimi öğrencinin matematik dersinde öğrendikleri) işlem görmek üzere düşünen beyne (prefrontal korteks) gider. İşte, artık bundan sonra öğrenme süreci başlar. 

ANLAM KAZANMAK VE ÇEVREYE UYUM SAĞLAMAK
Düşünen beyin olarak adlandırılan prefrontal korteks yani alın lobumuz, kendisinin kapasitesi çerçevesinde, matematik dahil ilişkilendirme yapma, karar verme, düşünme, analiz etme, akıl yürütme, strateji gütme, program yapma vb. süreçlerimizin alanıdır. 

Ancak buna karşılık matematiksel çözüm veya çözüm arayışı dahil, bu bilgilerin ne işe yarayacağı bu kısmın o kadar da umurunda değildir. Bir başka deyişle yukarıdaki türden işlem sonucu olan çıktılar, alın lobu için hiçbir anlam üretmez. Ne zaman ki buna dair bilgiler, nucleus accumbens, amigdala, singulat korteks ve bağlantılı mekanizmalarla beraber ilişkili anıları da içine katarak değerlendirilirse o zaman anlam kazanır. Bunun nedeni, biz ne yaparsak yapalım, ister bir çocuğun başını okşayalım, ister tv’de bir dizi veya haber izleyelim veya bir matematik problemi çözelim veya sakız çiğneyelim aklınıza gelecek her türlü davranış için, beynin “haz” alması gerekir. Aksi halde, beyin öylesine bir davranışta bulunmaz.

Kaldı ki beynimizin en ilkel sistemi olan beyin sapı, bilincimizin haberi dahi olmadan, göze doğru gelmekte olan bir taş nedeniyle göz kapaklarımızı kapattırıyor yani beynin bütünlüğünü ve ona yol gösteren kanalları (gözler) korumak adına, bilinçten bağımsız olarak buna karar veriyor. Tekrar edecek olursak, beyin, kendi varlığı için bir davranışa zorlar. Çünkü, bir şeye anlam veren temel kaynak, duygularımız ve benzer ilkel mekanizmalardır. İşte bu nedenle, matematik dahi olsa, o şeyin anlam üretip üretmediği, fayda sağlayıp sağlamadığı vb. Son değerlendirmeler, düşünen beyin değil, limbik sistem ve bağlı mekanizmalar tarafından yapılır.
Anlam kazanmak için, yeni bilgilerin, zihnimdeki eski bilgileri referans alıp doğru veya yanlış olarak değerlendirmesi gerekir. Anlam kazanmak derken, tüm süreçlerimizle zihnin bilinçli veya bilinçsiz olarak ortaya koyduğu argümanları araç olarak kullanmayı (matematik dâhil) ve çevremize uyum sağlamak için yaptığımız çıkarımın doğruluğu konusunda, düşüncelerimizi rasyonalize etmeyi, “duygularımızı” da katarak, kendimizi o konuda “haklı çıkarma” çabası kastedilmektedir.

Anlamını henüz oluşturmadığımız bir şey, bizim için belirsiz olup bir tehdittir. Ve anlamlandıramadığım o şeyi, çevreme uyum sağlamamda araç olarak kullanamam. Bilmediğim bir şeyi yönetemem, korkarım.

Duygu olmadan anlam da olmaz. Ve biz, limbik sistemin, bizim duygu fonksiyonlarının temeli olduğunu biliyoruz. Çünkü, ancak bu bilgilerin bize sağladığı “emin olma duygusu” ile bir sonraki hamlemize (düşünce, davranış) hazır hale geliriz.

Söz gelimi, problem çözerken dahi, problemin bir safhasını çözdüğümüzden emin olduktan sonra, bir sonraki safhaya geçeriz. Kaldı ki, emin olma duygusu, problemin o safhasının “doğru” çözüldüğü anlamına gelmez. Onun içindir ki, sonraki safhalardan birinde bir yanlış varsa, emin olduğumuzu sandığımız önceki safhalara geri döneriz. (Zaman zaman, bu geri dönüşlerimize sezgiler de sebep olur). Biraz evvel doğruluğundan emin olduğumuz safha, bizim için yeniden belirsiz olmuştur, tekrar irdelenmeye ihtiyacı vardır. İşte, problemin her bir safhası bizim için bir anlam üretmeli ki sonraki safhaya geçebilelim.

Bilgilerin, nihai olarak değerlendirmelerinin limbik sistem tarafından yapılacağı, “tilkinin dönüp dolaşacağı yer yine kürkçü dükkanıdır” (günümüzde hayvan hakları anlamında kötü bir örnek) misalinde olduğu gibi, evrimsel sürece bağlı olarak beynimizin yapısı nedeniyle, dış dünya bilgilerinin, düşünen beyinden çok yıllar evvel oluşan limbik sistem tarafından değerlendirileceğini hatırlayalım. 

ANLAMAMAK, ANLAMLANDIRAMAMAK BEYİN İÇİN, BENLİK ALGISINA YÖNELİK BİR TEHDİTTİR.
Evet, anlamadığımız, sevmediğimiz şey bizim için tehdittir. Tehdit ise, bizim, önce fiziksel varlığımızı sürdürmede, sonra da çevremizle uyum sağlamak için bir engeldir. Tehdit olan şey, bireyin varlığını devam ettirmez yani fayda sağlamaz. Eğer bir grup insan, o şeyden anlıyor (varsayalım matematik) ama bir kişi anlamıyorsa o kişinin limbik sistemdeki aidiyet duygusu (sosyal normları kabul edecek mekanizma) anlayanları tehdit olarak görür ve aidiyet duygusu oluşmaz. 

Matematiği seven bir kişiyi düşünürsek, sahip olduğu bu değer, grubun bir ferdi olarak aidiyetinin oluşmasına, bu kişinin matematiği önemseyen gruplar içinde kalmaya, giderek grupta kalıcılığını nihayetinde kendisini gerçekleştirmek için “araç” olarak kullanır. Bu, ona fayda sağlar. Duygusal beyin (limbik sistemin) ve diğer bağlantıların buradaki görevi, ortak değerler üretip (bu değerlerin illaki doğru olması gerekmez, yeter ki grup o normlara uysun) kişileri bir arada tutması ve bunun da sürekliliği sağlamasıdır. İşte, matematiği sevenler dolayısıyla matematikten anlayanlardan biri olmak, aidiyet duygusu için bir araç olup, kişiye, kendi varlığını hissettirmesi açısından bir fayda sağlar.

Bu bilgiler çerçevesinde diyebiliriz ki, bir şey bizim işimize yaramıyor ise, onu sevmeyiz. Daha doğru bir ifade ile “sevmek” dediğimiz eylemin, düşündüğümüzün aksine “iradi” bir eylem olduğu yanlışını hatırlarsak, bu talimat yani o şeyi sevme yönergesi, limbik sistemden gelir. Daha da açık söylemek gerekirse “seni seviyorum” ifadesi, bilincimizin ”doğrudan” ürettiği bir çıktı değil, duygusal beyinde (limbik sistemde) üretilen duygusal bir çıktının, düşünen beyne söylettirilmesidir. Söylediğimiz bu bilgiyi desteklemek için düşünen beyin yani prefrontal korteksin, duygusal beyin (limbik sistemin) bir uzantısı olduğunu ve hayatımıza dair temel şemaların burada (limbik sistem vasıtasıyla) kurulduğunu tekrar hatırlayalım. Çünkü, limbik sistemsiz bir düşünen beynin (prefrontal korteksin),  ne kadar mükemmel çalışırsa çalışsın, bir anlamda bildiğimiz bir bilgisayar olduğunu kabaca da olsa söyleyebiliriz. 

Sonuç olarak, bize fayda sağlayanı severiz, sayarız, yüceltiriz. Bizim algı dünyamızı beslediği, doyuma ulaştırdığı için severiz, ilgileniriz. Algılarımızı anlamlandıran yer, düşünen beynimiz değil, limbik sistemimizdir.

Matematikte çözdüğümüz bir problem ve bundan dolayı duyduğunuz haz dahi duygusal beynimizdedir. 2 + 2 = 4 ettiğine dair bulduğumuz sonucun doğruluğuna ait başarının hissini nucleus accumbens ve bağlantılı diğer yerler sağlar. Kısaca söylemek gerekirse, limbik sistem yoksa düşünen beyin yani prefrontal korteks, yukarıda da ifade edildiği gibi bilgisayardan öte değildir. Bilgisayar sadece “bilgi” üretir. Beyin ise “anlam” üretir yani bir şeyi anlamlandırır. Anlamlandırma eyleminin içinde “duygu” vardır. Duygu yoksa anlamlandırma da yoktur. 

Anlamlandırma, beyin için çok önemli bir mekanizmadır. Çünkü, anlamlandırma veya anlam arayışı, beynin dolayısıyla kişinin neden var olduğunu, evrendeki konumunu arama biçimidir. Nitekim, “hayatın anlamı” gibi soruları sorduğumuzda bu sorunun sahibi düşünen beyin değil, duygusal beyindir. 

Düşünen beynin görevi, dış dünyaya ait bilgileri toplamak, ilişkilendirmek, muhakeme etmek (tabii ki, o kişinin beyninin sınırları dahilinde) ve bunların sonucunda elde ettiği çıktıları yorum katmadan duygusal beyne göndermektir. Düşünen beynin gönderdiği bu bilgileri araç olarak kullanarak nihai yargıya varan yer, yukarıda da ifade edildiği gibi, limbik sistemdir. 

Eğer, yine de, “bütün bunları ben  bizzat irademle, bilinçli farkındalığımla düşünüyor, değerlendiriyor ve anlamlandırıyorum” diye bir düşünceye sahipseniz, tekrarlayalım ki anlam üreten yer limbik sistemdir. Limbik sistem yoksa, duygular yoktur, dolayısıyla limbik sistemin yani duyguların olmadığı bir yerde hala anlamı siz, salt düşüncenizle ürettiğinizi söylemekte ısrarcı olursanız, bir şeye verdiğiniz anlam, bir bilgisayarın verdiği anlam kadardır.

O halde diyebiliriz ki, düşünen beynin ortaya çıkardığı 2 + 2 = 4, bilgisayarın hissettiği (!) kadardır. Ta ki, bilgisayarlara da duygusal işlevlerin aktarılabileceği gün gelene kadar. 

Özetle, beynimizin mekanizması, bize faydalı olmayan şeyi zaten sevdirtmez. 

FAYDA VE TATMİN
Öğrenciler, matematik için, “bu, benim ne işime yarayacak?” diye neden sorar? Bunun bir nedeni olmalı.

Öğrenci, öğrendiği şeyin işe yarar olduğunu görürse sever, işe yaramazsa sevmez. Ancak sevmek veya sevmemek, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi  bilince ait değildir. O halde, işe yaramak (fayda) kavramının daha ötesindeki mekanizmaları da araştırmak gerekir. Belki de esas mesele öğrencinin sormak istediğinden daha derin olabilir.

Bir şeyleri işe yaradıkları için değil, bunun bizde yarattığı tatmin nedeniyle severiz. Her ne kadar farklı mekanizmalar (zihinsel devreler) olsalar da, aşk, sevgi, sahip olmak (mülkiyet), cinsellik, hatta öç alma, intikam gibi zihinsel fonksiyonlar birer fayda sağlıyor gibi görünürken, derinlerde tatmin sağlar.

Bu başlığın altında fayda (yarar) kavramını biraz daha irdeleyelim. 
Gerek dış dünyaya ait bilgileri, gerekse zihnimizin bu argümanlar karşısında ürettiklerini (fikirleri, düşünceleri vb.), çevremize uyum sağlamak için “araç” olarak kullanırız. Yani onlardan fayda sağlarız.

Söz gelimi, çalışma masamızdaki bir sevdiğimizin fotoğrafı, tuttuğumuz takımın bayrağı bize bir fayda sağlar. Fotoğrafın sahibi, takımının taraftarları veya futbolcuları o anda yanımızda olmasa da, bizim varoluşumuzda, yalnızlığımızı unutturan, aidiyet duygumuzu (ailenin bir üyesi, takımın bir taraftarı) hatırlatan önemli bir etken ve sembol olan fotoğraf, bayrak vb. hafızamızı taze tutarak, duygusal benzerlerimizin (ailemizin, sevdiklerimizin, taraftarlarımızın) bizimle beraber olduğunu düşündürür. Böylece kendimizi yalnız olmayan bir birey olarak güvende hisseder, mutlu oluruz. İşte, bizi mutlu edip, güvenlikte hissetmemizi sağlayan bu ve bunun gibi tanımlar birer faydadır. Fotoğrafın kendisi ise bir araçtır. Başka türlü söylersek, fotoğraf burada, faydayı sağlayan bir araçtır, faydanın kaynağıdır. Demek ki fayda, o şeyin (fotoğraf) bizzat kendisi değil, onun bende istediğim yönde bıraktığı olumlu etkidir. Zaten, onun için de faydayı sağlayan şey (kaynak), bir araçtır. O şeye yani beklenilen bazen da beklenmeyen şeye aracı olmuştur. Ve tabii ki fotoğrafın sayılabilen faydalarına karşılık, aşağıda, biraz daha açıklama getireceğimiz üzere bu faydaların, duygusal beynin süzgecinden sonraki son işlevi tatmindir.

Bir şeyin, bize olan (genelde olumlu) etkisini fayda olarak tanımladığımızı söylemiştik. Burada o aracın, bize faydalarını dilimizi, cümlelerimizi, kelimeleri kullanarak, bizde yaptığı (genelde olumlu) değişiklikleri tek tek sayabilir, anlamlandırabiliriz. Ancak fayda sonucundaki tatmini kelimelerle tanımlayamayız.

Açıklamaya çalışalım. Bir şeyin faydası dediğimizde, o şeye ait nasıl ve neden faydalı olduğuna dair onlarca, belki yüzlerce şey söyleyebiliriz. (Bir otomobilin bize olan faydaları gibi.) Fayda adına söylenen bunca neden ve nasıl açıklamalarını, düşünen beynimiz yani prefrontal kortekste üretiriz. Ancak, faydanın sağladığı tatmin için "tatmin oldum" demekten öte bir şey diyemeyiz. Çünkü, tatmin dediğimiz mekanizma, beynin derinlerinde, nörobiyolojisini aşağı yukarı bildiğimiz ancak neden öyle “hissettiğimizi”  henüz tanımlayamadığımız hissiyatlar mertebesinde bir beyin sürecidir. 

Söz gelimi, otomobilin her türlü faydası sözel olarak kalem kalem söylenebilirken, yani kelime ve cümlelere dökülebilirken,  fayda olarak tanımladığımız bu kavramların tatmin süreci (az veya çok tatmin oldum ifadesi dışında) kelimelere dökülemez.

Açıklamaya devam edelim. Tatmin demekle, beynin ilgili mekanizmalarındaki fonksiyonlara bağlı işlem (beklenti) gerçekleşmiştir. Gerçekleşmiştir gerçekleşmesine ancak bu safhalar fayda kavramı gibi kelimelerle açıklanacak düzeyden çok, sinir hücrelerindeki elektrik akımları veya sinir hücrelerinin bir biri ile bağlantılı olduğu yerlerdeki (sinaps) kimyasalların faaliyetleriyle açıklanabilir hale gelmiştir. Söz gelimi, arabamızın gazına bastığımızda 0 kilometreden 100 kilometreye çıkması, bizim istediğimiz bir zaman aralığında gerçekleşiyorsa ve bu bize bir fayda sağlıyorsa, bu faydanın beyinde nucleus accumbens adı verilen sinir kümelerine dopamin kimyasallarının bombardımanı ile olduğundandır. İşte bu süreç bizde “tatmin” hissi uyandırır. Artık bu safhada, faydayı anlatabileceğimiz kelimeler değil, elektriksel ve kimyasalların katıldığı süreçler vardır.

Bu bilgiden hareketle, bir şey sizi tatmin etmişse, sizi neyin tatmin ettiğine dair saydığınızı düşündüğünüz gerekçeler, tatminin değil, faydanın karşılığını gösteren sebeplerdir. Çünkü, sizin fayda olarak “sebep-sonuç” ilişkileri ile belirlediğiniz argümanlar, düşünen beynin yani prefrontal korteksin ürünü veya çıktılarıdır. Hâlbuki, tatmin, düşünen beyinden (prefrontal korteks) başka yerde bulunan beyin organelleri (nucleus accumbens vb.) tarafından ortaya konan bir süreçtir. Tatmin bir histir

Bir şeyin faydasına dair sayabildiğimiz yüzlerce nedene karşılık, diğer bir deyişle faydanın belirlenmesinde bilince ihtiyaç varken, tatmin mekanizmasının bilince ihtiyaç göstermiyor olmasını ifade etmenin bir yolu olarak, yine birkaç milyon yıl evvel geriye gidelim. Bu cümlenin gelişinden de anladığınız üzere, milyon yıllar evvel atalarımızın ister cinselliği olsun, ister yediği bir şey olsun, isterse avının başarılı geçmesi durumunda duyduğu hissiyat “tatmin” iken, yaptığı bu eylemlerin faydalarını sayacak, cümleye dökecek ne bilinci diğer bir deyişle düşünen beyni (prefrontal korteks) ne de dili mevcuttu. Ancak, tatmin duyacağı limbik sistemi vardı.

Sonuç olarak tatmin, fayda gibi dış dünya bilgilerine benzer tanımlarla açıklayamayacağımız, fiziksel ve kimyasal süreçlere indirgeyebileceğimiz nörobiyolojik olaylardır. Şu sorulabilir. Peki, nihayetinde düşünme de beyinde olduğuna göre, karar verme, muhakeme etme, problem çözme de nörobiyolojik süreçlere indirgenemez mi? Elbette ki bu süreçler de nörobiyolojiktir, ancak, bilinç, henüz mekanizmasını bilmediğimiz ve dış dünyayı, dil veya benzeri yapılarla tanımlamaya, anlamlandırmada öncü olan daha zengin ve karmaşık bir mekanizma olarak karşımıza çıkıyor ve biz, henüz bunu çözebilmiş değiliz. Nihayetinde, fiziki olan herhangi bir şeyin (bir malın veya hizmetin faydası), bir davranışın faydası, bir düşüncenin faydasının bir sonraki aşaması tatmindir.

Fayda, bilincin yani düşünen beynin (prefrontal korteks) işlevi iken, tatmin, duygusal beyin (limbik sistem) ve bağlantılı diğer sistemlerin işlevidir.

BENİM NE İŞİME YARAYACAK?
İşte tam da burada öğrencinin “matematik, benim ne işime yarayacak?” sorusunu getirebiliriz. Bunu sorduran beynimizin milyonlarca yıl evvelki kopyasının büyük bir kısmını (atalarımızın yaşadığı hissi) düşünürsek, öğrencinin temel de sorduğu şey, matematiği kastederek, “bu karışık, benim için bir anlam ifade etmeyen ve sizin matematik adını verdiğiniz bu şekiller ve bağlantılar benim hangi ihtiyacımın tatmininde kullanılacaktır?”  Burada siz bir öğretmen olarak öğrenciye dönerek “matematik; binaların yapımında, bilgisayarların yapımında, uzaya uzay gemisi göndermede, izlediğin televizyonu yapmada kullanılır” demekle, çocuk tam olarak “tatmin” olmayacaktır. Dikkat ederseniz, bir evvelki cümlemizde “tatmin olmak” kavramını kullandık, halbuki matematiğin nerelerde kullanıldığına dair örnekler “fayda”dır. Biz biliyoruz ki, fayda, daha çok düşünen beyne hitap ederken, tatmin daha derinlerde beynimizin duygu alanlarına hitap etmektedir.

İşte, çocuğun da sorduğu sorunun altında bulunan ve kendisinin de fark etmediği ancak, dili vasıtasıyla söyleyebildiği, söylemek istediği şey, matematiği kastederek "bu şey, bende istediğim tatmini yaratmadığı müddetçe, benim bunu (matematiği) öğrenmemi zorla neden benden istiyorsun?” Şeklindeki mesajdır. Çocuk bunu söylemekte haklıdır. Çünkü siz, verilen örnekleri öne sürüp ne kadar söyleseniz de, verdiğiniz örnekler fayda olup tatmin değildir. Çünkü, matematiğin faydaya çevrilmiş mesaj örneklerinin tatmin düzeyinde nörobiyolojik faaliyet oluşturacak süreçler başka türlü söylersek, nörobiyolojik (tatmin) düzeydeki bilgi şemaları mevcut değildir. Faydaya dair bilgiler üst düzeyde yani düşünen beyin seviyesinde kalmış, derinlere, esas lazım olan düzeye ulaşmamıştır. Çünkü, öğrenci bunu deneyimlememiştir.

Şöyle bir örnek verelim. Bir ip cambazının eğitimine katıldığınızı düşünelim. Bu profesyonelden, ip cambazlığına dair her türlü teorik (sözel) bilgiyi aldığınız bir eğitimden geçtikten sonra aralarında 50 metre mesafe bulunan 10 metre yükseklikte iki kazık arasına gerilen bir ipte, edindiğiniz bilgilerle, ipte yürüyebilir misiniz? Büyük bir ihtimalle, ilk denemelerde ipin altına gerilmiş ağa düşeceksinizdir. Çünkü, profesyonel cambazın anlattıkları, düşünen beyninize (prefrontal kortekse) hitap ederken, beynimizin, ip cambazlığı ile ilgili, beyin sapına bağlı beyincik (serebellum) ile kol, bacak hareketlerimizi kontrol ettiğimiz beynimizin üst kısmına denk gelen motor ve duyusal korteksin haberi bile yoktur. Çünkü, vücudun denge sistemi ile de sorumlu olan bu kısımlar, yer çekimin neden olduğu denge veya dengesizliği henüz deneyimlememiştir. Bu deneyime ait şemalar oluşmamıştır. İşte bu nedenle,  denge veya dengesizliğe neden olan teorik bilgi, deneyimlenmediği müddetçe, bu bilgiden habersiz olan ve bizi ipin üzerinde tutacak beyincik ve motor korteks için bir anlam ifade etmez.

Şu sorulabilir. Mademki deneyimleyerek beyincik ve motor korteks vasıtasıyla ipin üzerinde yürüyebilecek nöronal ağlar (şemalar) beyinde oluşturulabiliyorsa, matematik öğrenimi için de aynı şekilde şemalar oluşturulamaz mı? İp cambazlığını deneyimlemek ile, matematik öğrenimi arasındaki nöronal ağ oluşumu farklıdır. Çünkü, gündelik hayatımızda ip cambazlığı yapmasak da, ağaçlardan ağaçlara atlayan atalarımızın beyinlerinde bu şemalar zaten vardı. Dolayısıyla bizde de potansiyel olarak mevcuttur. Ancak, matematik anlamda, atalarımızdan bize aktarılan böyle potansiyel şemalar mevcut değildir. Bu aynısıyla, doğar doğmaz konuşamasak da, beynimizin sol tarafında bulunan ve adına Broca alanı denilen, uygun yaşa gelince konuşmamızı sağlayacak potansiyel alan (şemayla) doğmak gibidir. Bu alan (hazır şema), bize atalarımızdan (evrimleşerek) gelmiştir. Dolayısıyla, cambazın önce teorik olarak anlatarak sonra da deneyimlememizi sağlayarak bize kazandırdığı bu denge, bizde zaten var olan bir potansiyelin aktive edilmesidir.

Tatmin olmak demek, kişinin varlığını, var olduğunu hatırlatan bir  haz mekanizmasını çalıştırmak demektir.   Yani kişi, faydanın (daha doğrusu faydalar toplamının) sonucundaki tatmin ile kendi varlığını ve bu varlığının devamını hissettiren, bir dizi zihinsel mekanizmalara tabi olur. 

Tatmin süreci ile elde edilen bu hazzın bilinç düzeyindeki sözel karşılığı ise “başarı”dır. İşte bizler, beynin birçok mekanizmasını bir araya getirerek, bütün bu süreçlerin tümüne birden bilinç düzeyinde yarattığımız beklentiye (ulaşmak istediğimiz şey) “amaç” adını veriyoruz. 

Aslında amaç dediğimiz bu eylem, beynimizin bizi "beklentiye" sokmasıdır. Bunun beyinsel karşılığını dopamin (bir çeşit kimyasal) eşliğinde ödül merkezimiz olan nucleus accumbens denilen kısım yapar.

Bunun anlamı, dopamin ve/veya nucleus accumbens yoksa tatmin de yoktur. Tatmin yoksa fayda veya işe yararlık anlamında bir anlam mekanizmasını da beyin üretemez. Üretemeyince böyle bir zihinsel algıdan bilinç haberdar olmaz. Yani işe yararlıktan bahsedemeyiz. Daha basit olarak, limbik sistem ve dolayısıyla tatmin dediğimiz haz mekanizmalarını oluşturan sistemi beyinden uzaklaştırsak ve bilinç sistemi (prefrontal korteks) kendi başına çalıştığını varsaysak da, bilinç, faydanın farkına varamaz ve tanımlayamazdı. Zaten böyle bir mekanizmaya bizler bilgisayar diyoruz. Daha da açarsak, nucleus accumbens yoksa ödül mekanizmamız yoktur. 

Dolayısıyla yaptığımız şeyin, düşündüğümüz şeyin veya her ne tür bir şeyse ve sonucu ne olursa olsun, ödül dediğimiz anlam artık bu beyin için yoktur. Buna örnek olarak, depresyondaki kişilerin serotonin eksikliği nedeniyle hayattan zevk almamasını gösterebiliriz. Serotonin yoksa, ne kadar düşünürseniz düşününüz, bilincinize, iradenize ne kadar hakim olursanız olunuz mutlu olamaz, zevk alamazsınız.  Halbuki, bu kişinin prefrontal korteksi (düşünen beyni) sağlamdır. Demek ki, bu iş, sadece düşünerek istemekle olan bir mekanizma değil. 

Tabii ki böyle bir düşüncenin, insanlar için (bilinç) olduğunu, hayvanlar için olmadığını (hayvanlarda, faydayı bilinç seviyesinde dillendirecek prefrontal korteks yok) söylemeyi unutmayalım.

AİDİYET
Elbette ki, aidiyet mekanizması da duygusal beynin (limbik sistemin) bir eseridir. Öğrenci, anlamadığı bir konu olduğunda hele yanında anlayan birkaç arkadaşı varsa, kendisini o gruptan hissetmez. Limbik sistemin aidiyet mekanizması çalışmaz. Bu, bir anlamda ilginizin ve bilginizin tamamen dışında bir meslek grubunun verdiği bir kokteylde bir vesile ile bulunmak gibidir. Kişiler, kendi aralarında o meslek grubu hakkında konuşurken, sizin suskun kalmanız, öğrenmek isteseniz de hangi soruyu nasıl soracağınızı bilmemeniz dolayısıyla sorduğunuzda da, sorunuzun garip karşılanıp karşılanmayacağını buna bağlı olarak da “cahilliğinizin” ortaya çıkmasından çekinmek gibidir. Kaldı ki, o kokteylde sizin en fazla bir sefer bulunup, bir daha o kişilerle karşılaşmama durumunuza karşılık, öğrenci, kendisini o sınıfta bulunmaya mecbur hissetmesi nedeniyle strese girer. Kendisini o (matematikten anlayan) gruptan hissetmez. Anlayanların yanında, anlamayan bir kişi olarak kendisini aptal ve aciz “hisseder”.

BEYNİMİZDEKİ ŞEMALAR 
Yazımızın başında da bahsetmiştik, elmayı neden sevdiğimiz, kime aşık olacağımıza dair gerek doğuştan yani genlerimizle gelen, gerekse kültürle biçimlenen bilgi örüntüleri yüklü  nöronal ağlar yani beynimizde şemalar  oluştururlar. Bu şemalar, bir anlamda bizim kaderimiz gibidirler. Bu şemalara uygun bilgileri kabul ederken, şemalara uymayan bilgiler zaten kabul edilmezler. 

Beyninizdeki şemaların, yeni bilgiyi kabul etmemesinin iki nedeni vardır. Birincisi, birey, kendisine denileni anlasa da, mevcut şemalara uymadığı için bu bilgiler birey tarafından daha doğrusu onun bilinçaltı mekanizmaları tarafından kabul edilmezler. Söz gelimi, A mezhebinden olan bir kişi, B mezhebinin kural ve mekanizmalarını bilse, anlasa dahi, B mezhebine geçmez, onu benimsemez. (Tabii ki, istisnaları dışarıda bırakıp, yazının başında da ifade ettiğimiz gibi geneli konuştuğumuzu hatırlatalım). Bu şemalar, duygu derinlikli şemalardır. Diğer bir ifade ile, belleğimize yerleşirken duygularımızla bağlantı kurarak yerleşirler.

İkinci olarak, birey, yeni bilgiyi anlayamaz. Anlayamamasının nedeni, beyinde yeni bilgiyi karşılayacak, yorumlayacak bilgi örüntülerinin olmamasıdır. Bu ise, yeni bilgiyi, kalıcı olarak uzun vadeli belleğe atacak nöronal sistemlerin yani şemaların olmamasıdır. Bu tür bilgiler ve süreçler, eğer çok mecbur kalınırsa “ezber şeklinde” hafızamıza kaydedilir. Buna verilecek en güzel örnek matematik formüllerdir.

Milyonlarca yılda en ilkel halinden itibaren uzun bir maceradan sonra bugünkü son halini (!) aldığını düşünürsek, kendisini hayatta kalıcılığa göre evrimleştirmiş olan beynimiz, öncelikle tatmin sonra da düşünen beynin gelişimiyle beraber faydayı görecek şekilde yapılanmıştır. Başka türlü söylersek, insanların çok büyük bir çoğunluğunun matematiği anlama kabiliyetindeki yetersizliğe bakarsak,  matematik, bugünkü beynimiz için bile bir lükstür. Buna göre, modern beynin dahi matematiğe hazır olduğunu düşünmek ve öğrencileri mevcut matematik kapasiteleri üzerinde zorlamak, bilinçli bir davranış olmayacaktır. Çünkü, birkaç temel aritmetik işlem veya geometrik şekil dışında,  birkaç yüz bin yıl evvel bugünkü modern yapısına eriştiğini düşündüğümüz beynimiz, o günden bugüne matematiği tarih, coğrafya gibi kolay anlamamızı sağlayacak şablonlara gereğinden fazla ihtiyaç duymamış ve bunlarla ilgili sinir devrelerini (nöronal ağlarını) üretmemiştir. Halbuki insan davranışları, göç ettikçe çevreyi (coğrafya), yeri geldiğinde başka gruplarla savaşmayı (tarih) vb. görmüş, bunlara ait bilgiler küçüklükten itibaren mitler ve menkıbeler şeklinde anlatılarak şemalar oluşturulmuştur. Halbuki şemalar açısından matematik için aynı şey ve aynı yoğunlukla söylenemez.

Lise düzeyinde bir sınıfta, sadece bir yarı sömestr çerçevesinde okutulan matematik bilgisinin son bir iki bin yılda elde edilen bilgilerden oluştuğunu düşünürsek, birkaç bin yılda elde edilen gelişimi, üç-dört ayda (yarım sömestr) ortalama bir beyne yerleştirmeye çalışmak kolay olmasa gerek. 

Matematiğin, sadece bugün için değil beş bin yıl evvelki atalarımız için de kolay bir algı olmadığını çünkü beynimizde buna uygun şemaların olmadığını daha iyi anlarız. 

Buna karşılık çelişki gibi görünen bir muhakemeden bahsedebiliriz. Bir düşünce deneyi çerçevesinde, ola ki, beş bin yıl evvel doğmuş bir bebeği bugüne getirsek, yetiştirsek, matematik bilgisi, kendi çağındakilerden ileride olur muydu? Bunun  cevabı evettir. Beş bin yıl evvelki insanlar da beyin yapısı ve kapasitesi açısından bizden daha az zeki değillerdi. Çünkü bugünkü modern beyin aynısıyla onlarda da vardı. Şu halde, matematik, hemen hemen bilgi bazında kuşaktan kuşağa biriktirilerek aktarılan yapılandırılmış, ilişkilendirilmiş yığınlardır. Matematiği beynimizde şemalar olarak taşıyacak hazır yapılar yoktur. Bir anlamda matematik soğuk bilgilerdir.

Buna karşılık masalları, tarihi, coğrafyayı anlamlandıracak duygular, doğuştan gelir. Duygularla tarih, coğrafya, sosyoloji gibi dersleri sevmesek de anlaması matematiğe göre daha kolaydır.

Ola ki, başka bir düşünce deneyinde, daha küçük yaştan itibaren teknolojiden uzak ortamlarda yetişmiş küçük çocukları alıp, tüm teknolojiden ve diğer insanlardan izole edilmiş ancak en minimum düzeyde dahi olsa beslenme ve güvenlikleri sağlanmış bir ortama konsa, muhtemeldir ki, bu kişiler yıllar içinde yetişkin olup çoğalsalar, belli bir süre sonra kendi menkıbelerini mitlerini birbirlerini anlatır hale gelirken, matematik çok sonraki kuşakların yavaş yavaş elde ettikleri bağıntı olabilir. Diğer bir deyişle matematik, beyin için diğer anlamlandırmalara göre geç keşfedilen işlevlerden olacaktır.

Bildiğimiz üzere, düşünce sistemi prefrontal kortekstedir. Bilgileri ilişkilendirmek, muhakeme etmek belleklerden çağıran yer de prefrontal kortekstir. Prefrontal korteks gerekirse duyguları da çağırır. Tarih, coğrafya gibi derslerde duygusal bellekteki bilgiler de kullanıp anlamlandırılır. Söz gelimi, gündelik hayatında karşılıklı olarak iki grubun kavgasına, kavga esnasında yaralananları görmüş, oradakilerin acılarını empati ile deneyimlemiştir. Çünkü, empati dediğimiz mekanizmaya ait şemalar (ayna nöronlar) doğuştan gelmektedir. Dolayısıyla, tarih dersindeki bir çocuk filanca savaş ile ilgili bilgileri analoji yapıp anlamlandıracak şemalar mevcuttur. Buna karşılık, matematiği daha iyi anlamlandırabilmek için prefrontal korteksin duygusal bellekten çağırabileceği bir bilgi bir şema mevcut değildir. Bunun anlamı prefrontal kortekse çok fazla yük düşüyor demektir ki, beyin, belli bir kapasitenin dışında matematiği (o anda matematiğin hangi seviyesinde ve ne tür bir işlem yapılıyorsa) anlayamaz.

Nitekim, ortalama zeka kapasitesinde bir öğrenciye matematik dersi ve tarih dersi versek ve bunu fonksiyonel manyetik rezonans (fMRI) beyin görüntüleme cihazının altında görüntülemeye çalışsak, matematik dersi esnasında öğrencinin prefrontal korteksinin çok fazla çalıştığı (yük düştüğü) görülür. Tekrarlamakta yarar var ki, matematiği anlamaya çalışacak şemaları barındıracak yer olan son bir kaç yüz bin yıldır mevcut. Şu halde, ortalama ve daha aşağı zekâlı bir çoğunluğu oluşturacak büyük yığınlardan, sadece evrimsel nedene bağlı olarak bile, matematiği, tarih coğrafya gibi anlamasını beklemek anlamsızdır. 

Beyinde, matematiği o problem için düşünmeye iten nöronal ağlar yoksa yapacak fazla bir şey de yoktur. Ancak öğrenme dediğimiz yolla bu nöronal ağlar kısmen kurulabilir. Bazılarımızın beyin yapısı için matematik, belli düzeyden öte düşünebilme kapasitesine sahip olmayabilir. Matematikle hiç ilgilenmemiş ve orta yaşı çoktan geçmiş bir kişiye, matematiği hangi seviyeye kadar öğretebilirsiniz? Öğretme şansı pek yoktur. Çünkü nöronlar (sinir hücreleri) arasındaki bağlar o kişiyi kendi dünya görüşü dahilinde düşünmeye, akıl yürütmeye itecek şekilde çoktan kurulmuştur. Artık yeni bilgilere açık değildir. Tekrar etmekte yarar var “yeni bilgilere açık değildir” derken bu yeni bilgileri algılatacak şemaların bulunduğu nöronal sistem olmadığı içindir.

Şöyle düşünelim. Elinizdeki FM radyosunun frekans algılayıcı kısmı 80 ile 90 arasında olacak şekilde fabrika çıkışı yapılmışsa, yayın yapan yer, 85 ile 100 arasındaki yayın yapıyorsa, elinizdeki radyo ile 85 ile 90 arasındaki yayınları dinleyebilirken, 90 ile 100 arasındaki yayınları isteseniz de dinleyemezsiniz demektir. Bu aynısıyla, gözlerindeki retinada renk pigmentleri olmayan bir renk körünün, renkleri algılayamaması gibidir. Bizler genellikle, beynimiz olduğu müddetçe her şeyi düşünebileceğimizi ve anlayabileceğimizi sanırız. Halbuki, ilgili beyin devreleri olmadığı müddetçe bu mümkün görünmez. Zaten mesele de, matematiği anlayamıyor olmamızın nedeni, beynimizin bu devrelerden (şemalar) olan yoksunluğudur. Tabii ki bu şemaların da olduğu azınlıkları ayrı tuttuğumuzu baştan söylemiştik.

Beyin plastisitesinden (beyin sinir hücreleri arasındaki iletişimin, gerektiğinde, çevreye yeniden uyum sağlamak üzere kendi kendisini düzenlemesi) bahsedilebilir. Ancak belli bir yaştan sonra nöronlar arası bağlantılar kurulma sıklığı azalır. Hatta zayıflar. Zaten bundan dolayı hatırlamamız güçleşir. Hatırlamanın güçleşmesi demek o problemi çözmek için çağrılacak argümanların çağrılamaması demektir. Bir problemi çözmek için prefrontal korteks kullanıldığı gibi, problemin  çözümünde yardımcı olacak. değişkenleri, parametreleri, bağlantıları, formülleri, teoremleri vb.  ilgili belleklerden (kayıtlı olduğu yerlerden) çağıran kısım, yine  prefrontal kortekstir. Bahsi geçen bağlar (sinir hücleri arasındaki bağlar) yaşa bağlı olarak budanmışsa (bağlar kopmuşsa), problemi çözmek içi  çağrılacak olan bilgiler ya çağrılamaz ya da eksik çağrılır. Böylece problemin çözümü sekteye uğrar.

Eğer matematik tarihi ile ilgilendiyseniz matematiğe dair buluşların sayısının (frekans), matematikçilerin doğum ve ölüm yaşları arasına bakıldığında, buluşlarının yoğun olarak, 18-30 yaş arasında olduğunu görürsünüz.  Diğer bir ifade ile usta bir matematikçinin dahi ortaya koyduğu buluşlar yaşlandıkça azalır. Bizim de kastettiğimiz budur. Eğer beynin nöronal ağları, matematikçinin ölümüne kadar, buluş yaptığı zamanlardaki dinamizmi  göstermiş olsaydı, matematik ustalarının buluşları belli yaş aralığına toplanmaz, üretkenliğinin başladığı yaştan, ölümüne kadar geçen her yaş dilimine, aşağı yukarı istatistik/olasılık anlamında eşit miktarda buluş düşerdi. (Tüm matematikçilerin buluşlarının hepsinin bir arada incelendiği bir grafik olarak düşününüz). Halbuki, buluşlar belli yaş aralığında yoğunlaşmış görünüyor.

Tabii ki burada, belli bir yaşın üzerindeki buluş sahibi olan matematikçiler gösterilebilir. Ancak bizim buradaki hipotezimiz özel durumlu birkaç beyne sahip az sayıdaki matematikçiler üzerine değil, yukarıda da ifade edildiği gibi, yüzlerce matematik dehasının buluşlarına bakarak, beynin, “matematiğe yatkın” nöronal ağlarla kurulu olduğu belli bir zamanın olduğunu göstermektir. 

Tarih, matematiğe göre niye daha kolaydır? Sevmesek bile, bir öğretmen tarihi veya matematiği anlattığında, neden tarihi daha kolay anlarız? O zaman küçüklüğümüze gidelim. 

Büyüklerimiz, bize masal anlattığında çoğumuzun hoşuna gitmiştir. Çünkü doğduğumuzdan itibaren (ki çoğu irademiz dışında) çevredeki olaylar ile beynimizde insan ilişkileri ile ilgili şemalar çoktan kurulmaya başlamıştır bile. Kaldı ki bu şemaların büyük bir çoğunluğu sevgi, saygı, kaygı, korku, kahramanlık, acı vb. duygusaldır. İşte masallar bu şemaları destekler mahiyettedir. Diğer bir deyişle bu şemalar ve bu şemalara bağlı anılarımız, duygular eşliğinde kaydedilir. 

Duygusal demek, limbik sistemle bağlantı kurmak demektir. İşte, tarih anlatılırken matematiğe göre daha kolay anlarız. Çünkü tarih, küçüklüğümüzde anlatılan vb. kurgu mahiyetinde olan masala göre, gerçekçi ve disipline edilmiş bilgilerle donatılmış, hayata dair, toplumun kendisi veya diğer toplumlarla olan ilişkilerinin, dinamizminin veya olay örgülerinin kronolojik anlatımıdır. Yani, tarihle ilgili bir anlatımda düşünme sistemine yani prefrontal kortekse çok fazla yük düşmez. Çünkü şemalar hazırdır.

Ancak matematik için bu türden şemalar neredeyse yoktur. Tarihi anlamak için duygularımız (limbik sistem) devrede iken, matematiği anlamlandırmak için duygularla bağlanacak şemalar (duygu içerikli nöronal ağlar) yoktur. Beyin bunu yani şemaları becerebildiği ölçüde, matematiği öğrendiği anda oluşturmaya, belleğe yerleştirmeye çalışır. Bu ise, düşünen beyne (prefrontal kortekse) olduğundan fazla yük bindirir. Beyin, belli bir yükün limitine gelince (anlamamaya başladığında), kendisini korumak anlamında öğrenmeden kaçınır. 

Garip gelecektir ama, beyin bu kaçınma işlemini, bilincimizin dışında ve yine kendisini (beyni) korumak, varlığını sürdürmek için yapar. Çünkü bu işlem, beynin sadece matematikle karşılaştığı nadir kaçınma görevlerinden biri değildir. Aslında bu görev, beynin ilkel kısmında (şema olarak) her daim vardı. Anlamadığın bir şeyi yönetemezsin, çevreye uyum sağlayamazsın o halde ondan uzak dur. Çünkü, matematiği matematik olarak gören yer düşünen beyindir.

Matematiğin, beynimizdeki nörobiyolojik anlamdaki sinyalleri, bizim varlığımızın nedeni olan limbik sisteme ulaştığı anda, limbik sistem, bu sinyallerin matematiğe mi ait olduğunu anlamaz. Matematiğe ait bu nörobiyolojik sinyaller, duygusal beynin (limbik sistemin) bilmediği bir dildir. Limbik sistemin yegane görevi bireyin tehlike içinde veya tehdit altında olup olmadığı (amigdala), tehlike içinde değilse, haz mekanizmalarını çalıştırmak üzere görevlendirilmiştir. Bir de bu görevi, milyonlarca yıldır yaptığını düşünürseniz, çok temel birkaç işlem dışında matematik, onun görevleri arasında hiç olmamıştır. Eğer olmuş olsaydı, bugün, düşünen beyni olmayan primatlar, (bonobo, şempanze, orangutan, goriller vb.) integral çözüyor olurdu. Tam da  burada “Akıllı At Hans”ın hikayesine ait bilgiyi ilgili linkten edinmenizi öneririz.

https://yalansavar.org/2015/07/31/akilli-hans/

Görülüyor ki bir öğrenci, tarih, coğrafya gibi derslere hatta fizik derslerinde gördüğü bilgilerden çok,  matematik derslerinde gördüğü karışık formüller için öğretmenine “bu formüller benim ne işime yarayacak?” diye sorması boşuna değildir. Çünkü, öğrencinin beyninde, matematiği; tarih, coğrafya vb. dersleri anlamlandırdığı gibi şablonlar; analoji yapacak, metafor olarak kullanabileceği kayıtlar yoktur. Durup bir düşünelim, öğrenci daha bilinç seviyesinde “bunun bana ne faydası olacak?” diye soruyorsa, faydayı anlamlandıramayan bir beyin için, beynin derinliklerinde faydanın karşılığı, nihai süreci olan tatmin mekanizması hiç yoktur demektir. Yukarıdaki bilgilerimizden biliyoruz ki, beyin çevreye uyum sağlamak için bir şeyi araç olarak kullanmalıdır. Ve bu aracın kullanımından tatmin duymalıdır. Tatmin duymayacağını gördüğü bir araca yönelmeyeceğimizi aksine, ondan uzaklaşacağımızı yukarıda söylemiştik. 

Peki, mademki matematiğe dair bu şemalar yok, öğretmen anlattığında da bu şemalar oluşmaz mı? Bu şemaların karşılığı önce beynin, gerek genetikten getirdiği nöronal ağ oluşturma kapasitesi gerekse öğretme yöntemi uygun olmadıkça bu şemalar kolay kolay oluşmaz. Çünkü, tatmin düzeyine bağlanmayan şemaları beyin reddeder. Beynin, konuya yönelik ilgisini çekecek güvenlik ortamının yaratılması gerekir. Bunu da öğrencisiyle sıcak bir diyalog kurması gereken öğretmen yapmalıdır. Görülüyor ki, dersi sevdirmenin birincil şartının yine limbik sistemden geçtiğini anlıyoruz.

Yine yukarıda ve birçok yazılarımızda bahsettiğimiz üzere, beyin, öncelikle kendi varlığını korumak ister. Araç olarak kullanamayacağı matematiği, anlamadığı için, beynin duygusal sistemi, kendisini aşağılanmış hisseder. Çünkü beynimiz, ister matematik olsun ister başka şey osun anlamlandıramadığı şeylerden uzaklaşmak üzere kurgulanmıştır. (Psikolojik savunma mekanizmaları)

Matematiğin kolay bir algı olmadığına dair temel örneklerden birinin, lise düzeyinde ve yarım sömestrde görülen matematik bağıntılarının birkaç bin yılda bulunduğunu düşünürsek, bu zorluğu biraz daha iyi anlarız. Topluluklar, binlerce yıl içinde kil tabletlere, taşlara, deri veya papirüslere birçok menkıbe, mit ve din gibi olayları yazıya dökebilecek kabiliyette iken, aynı yoğunluklu olmak üzere bu becerilerini matematik bağıntıları bulmakta kullanamamışlardır. Demek ki, tarihsel süreçlerin anlaşılması, matematiğe göre daha kolaydır. Bir anlamda, binlerce yılda bulunan bu bağıntıların, klasik öğretimle, ortalama beyne sahip bir lise öğrencisinden yarım sömestrde anlamasını beklemek, zorlayıcı bir unsur gibi görünmektedir.

KISA SÜRELİ BELLEK
Matematik aynı zamanda bir çok argümanı bir arada kısa süreli belleğe getirip bunlar arasında ilişki kurabilme becerisidir. Nasıl ki belli sayıdan sonra zihnimizde verileri (harf, sayı, şekil, kelime vb.) tutmada zorlanırsak, karışık bir cebir işlemi için bir çok parametreyi, değişkeni aynı anda zihnimizde tutmak, ilişkilendirmek kolay değildir. Bu işlemler, özellikle prefrontal korteksi, günlük işlevlerine göre daha fazla yorar. Bu da matematiği zor kılan beyin işlevlerindendir.

Bunun bir örneği olarak zihnimizden, bir Rubik küpünün yüzlerini hatırlamayı deneyiniz. Tabii ki, bunu sadece bir seferlik ve aynı parametreler ve değişkenlerle değil, çoğunlukla, karşımıza yeni çıkan bağıntı ve kavramlarla yapmaya kalktığımızda, düşünen beyin, kendisini korumak üzere problem ortamından kaçınmaya başlar (baş ağrısı, düşüncenin bulanıklaşması, kafa karışıklığı)

SINAVDAKİ ÖĞRENCİ
Ve yine onun içindir ki, bir sınav kağıdındaki sorulara bakıp da tüm soruları bildiğini düşünen ve sınav esnasında soruları cevaplamaya başlayan bir öğrencinin başına, ola ki sınav gözcüsü veya öğretmeni gelip, öğrencinin yazdıklarına göz ucuyla bakarsa (veya öğrenci öyle düşünürse), öğrencinin soruları cevaplama yetisinin geçici olarak durması bundandır. 

Öğrenci tüm soruları biliyor dahi olsa, denetlendiğini hisseden limbik sistem, tehdidin derecesini anlamak için öğrencinin birincil görevi olan soruları cevaplama görevini düşünen beyinden (prefrontal korteksten) alır. Limbik sistem, düşünen beyne bilgi taşıyıcı sistemi (sinir yollarını) paralize eder. (Aşkta da benzer bir mekanizma çalışır). Diğer bir ifade ile düşünen beyin, yetkinliğinin, düşünebilme kapasitesinin ve dolayısıyla kendini yönetebilme kabiliyetini duygusal beyne (limbik sisteme) bırakır. Bu durumda, beyni yöneten düşünen beyin değil, duygusal beyindir. (Onun için de “aşkın gözü kördür” ifadesi bu anlamda yerini bulmuştur.) Artık, birey için öncelik, sınavdaki sorulara cevap vermek değil, varlığını, benlik algısını korumaktır. Sınav bilgileri önemini yitirmiş, bireyin varlığı öne çıkmıştır. Şöyle bir düşünürsek, prefrontal korteks sağlamdır ve sınavla ilgili bilgiler çocuğun belleğindedir. Ancak, limbik sistem, bu bilgilere ulaşma imkanını kısıtlamaktadır. İşte bunun nedeni yine yukarıda açıkladığımız gibi, dış dünya bilgilerinin öncelikle limbik sisteme gelecek şekilde yapılanmasındandır. Daha açık bir ifade ile, ilk denetim, düşünen beynin değil, limbik sistemindir.

Sadece bu örneğe bakarak bile diyebiliriz ki, duygusal beyin için matematik ilk önceliği değildir. İlk önceliği, kendi varlığının korunması ön plandadır. (İllaki fiziksel varlık kastedilmiyor, kişinin, benlik algısının korunması yani çevresindekiler tarafından aşağılanmaması/utandırılmaması da varlığının korunması anlamındadır.) Bu örneğe de bakarak, her halükarda matematiği anlayabilmek için, önce limbik sistemin, kendi varlığının  garanti altında olduğu, ona hissettirilmelidir.

DERSİN BİTMESİNİ BEKLEYEN ÖĞRENCİ
Verilebilecek başka bir örnek de, öğrencinin anlamadığı dersin, bir an evvel bitmesini beklemesidir. Eğer bir çocuk matematikten anlamıyor ve dersin hemen bitmesini istiyorsa, aslında matematik dersi çocuğa yönelik bir tehdit olduğu içindir. Yani, bireysel varlığı için bir yarar olmadığını düşündüğü(!) içindir. Tabii ki kullanılan son fiil olan “düşünmek” yanlıştır. Çünkü, yukarıda bir çok açıklamalarda gördüğümüz gibi, bu süreç düşünen beynin süreci değildir, dolayısıyla öğrenci, böyle düşündüğünün farkında bile değildir. Bu tehdit, düşünen beyin tarafından değil insula, amigdala tarafından yaratılmakta, düşünen beyni mevcut düşünme potansiyelinden alıkoymakta, stres hormonu kortizol kan damarlarında artmaktadır. Bu örnekte de görülüyor ki, matematiğin bir tehdit olduğunun esas kaynağı düşünen beyinden çok, duygusal beyin (limbik sistem) ve diğer bağlantılı mekanizmaların fonksiyonlarındadır..

Tehdit olan şey onun varlığı için fayda sağlamayan şeydir. Kendisine fayda sağlamayan bir argümanla, doğaya, çevresine uyum sağlayamayacağı için, bu uyumu sağlayacak argümana yani kendisini çevresiyle uyum sağlatacak, rahat edecek ortama/ortamlara yönelecek böylece ödül mekanizmasını (nucleus accumbens) çalıştıracaktır. Bu örneğimizdeki kaçış yönelimi yani ödül mekanizması zilin çalmasıdır.  Dolayısıyla, benlik algısını korumak için, dersin bitmesi, öğretmenin onu derse kaldırıp da soru sormaması onun için bir “ödüldür”. (Nucleus accumbens, biran evvel dersin bitmesi için çocuğu beklentiye sokar).

TEHTİDİN ORTADAN KALKMASI
Eğer çocuk, matematik dahil, kendisini tehdit etmeyen bir mekanizmanın bir parçası olduğunu hissetmeye başlarsa (hala bilinç devrede değil) ve duygusal beyin (limbik sistem) vasıtasıyla kanıksama sürecine girerse, bir tehdit, giderek amigdala devreden çıkar; korku, kaygı yok olur, insula, bireyi kaçınma davranışına sokmaktan vazgeçer. İşte o zaman, ödül mekanizması nucleus accumbens devreye girer. İlginçtir ki, ancak bundan sonra çocuk matematik veya benzeri şeylere ilgi göstermeye başlar. Bunun için de, öğretmenin çocuğa yaklaşımında gerekli güven ve ilgi ortamını oluşturması gerekir.

Beyinde nucleus accumbens ve benzer yerler sevgi, saygı, beklenti gibi başkaca dürtüleri ve sistemleri harekete geçirir. Artık, kendisine fayda sağlayan o argümanı, kendisini kabul ettirme, statü kazanma, özetle, çevreye uyum sağlamak için “araç” olarak kullanır. Bunun karşılığını gördükçe, benlik algısını (limbik sistem) doyurur. Bu döngü bu şekilde devam eder. 

Şunu söyleyebiliriz. Kendimize problemleri çözebilme becerimiz, duygusal beynimizin ve düşünen beynimizin bize verdiği imkanlar, yani onları kullanabileceğimiz sınırlara kadardır. Daha fazla değil. Görüldüğü gibi, çevreye uyum için, çoğunlukla aklımızla düşündüğümüzü zannederiz. Eğer bu aklımızla düşündüğümüz kadar kolay olsaydı, bunca problemimiz olmazdı.

SONUÇ
Yukarıdaki bilgiler eşliğinde matematikten korkuyor olmamızın nedenlerini küçük tekrarlar yaparak şu şekilde bir özet açıklama haline getirebiliriz.

Beynimizin yapısı gereği, dış dünyaya ait bilgiler öncelikle duygusal beynimize gelir. Buraya gelen bilgiler bireyin tehlike, tehdit, risk vb. durumlar altında olup olmadığına bakar. Bu tehditlerin içinde, beynin anlamlandıramadığı bilgiler de vardır. O bilgiyi anlamlandıramamasının nedeni, beynimizin özellikle soyut olarak isimlendirilen bilgilerin ne olduğunu ve nasıl anlamlandıracağına dair şemaların olmayışıdır. Bunun da nedeni, evrimsel sürecin, bir kaç temel aritmetik işlem dışında, bilinç düzeyinde, beynin, bu türden şemaları hayati bir ihtiyaç olarak öngörmemesidir. Beynin temel kurgusu, o bilgiyi düşünen beynin de yardımıyla anlamlandırarak ve kendisi için bir tehdit olmadığını duygusal (güvenlikli olup olmadığı) olarak teyit ettikten sonra bunu faydaya çevirip, bu faydadan tatmin duymak ister. Anlamlandıramaması durumunda amigdala ve insula devreye girer. Bu kısımlar, bizlerin aynı zamanda öfkelenme (bir problemi çözemediğinizde öfkelendiğinizi bazen de çözmekten vazgeçtiğinizi hatırlayınız), kaygı duyma, utanmaya yönelik hislerimizi devreye sokar. Bunlar ise benlik algımıza birer saldırı olup, bu durum, bizim için zorunlu değilse ondan kurtulmak, uzaklaşmak; eğer o durumun kaçınamayacağımız parçası isek, ertelemek beynin görevleri arasındadır. Beynin temel mekanizması haz almak üzere yapılanmışken matematik gibi soyut bir düşünce tarzı, benliğimize bir saldırıdır.

Hepimiz biliyoruz ki, başarısızlık hissini, başka türlü söylersek elde edemediğimiz bir şeye yönelik tatminsizlik hissini yaşamak istemeyiz. Aslında burada "istemeyiz" ifadesi yerine, duygusal beyin tarafından "istememek"  üzere o şeyden kaçınmaya yönlendiriliriz demek daha doğru olur. İşte, anlamadığımız ve her defasında yaşamak istemediğimiz bu başarısızlık hissi nedeniyle savunma mekanizmalarımız, kişiliğimize saldırı olarak algılanan bu kavramdan (matematik) bizi, uzak tutmaya çalışır. Dolayısıyla bu korku sadece matematik için değil, benzer durumlar için de yaşanır.

Ayrıca, matematikten anlayanlar arasında, kendimiz, matematikten anlamıyorsak, o gruba aidiyet duygusu duymayacağımız için, beynimizde, matematikten uzaklaşmak için bir mekanizma daha çalışmış olur. Çünkü, kendimizi ait hissetmediğimiz, yabancı hissettiğimiz bir ortamı (öğretmen ve öğrenciler) benimsemeyiz. Hatta o ortama ait argümanlara karşı olumsuz yargılarımız ve buna bağlı tepkilerimiz oluşur.

Onun içindir ki, öğretmenin öğrenciye güven ortamı yaratarak sevgi ile yaklaşması önemli bir faktör olup, sadece matematik için değil, diğer derslerin sevilmesi ve anlaşılması açısından da etkilidir.



Erol