Bu konu özellikle müslümanlar arasında anlatılan yaygın bir hikayedir. Gerçek olup olmaması bir kenara, hikayede çok ciddi mantık hataları vardır. Hataları göstermeden evvel öncelikle hikayeyi islamî kaynaklara göre aktaralım:
Bir grup filozof Mevlana Celaleddin Rumi’ye gelerek birkaç sual sormak istediklerini bildirdiler. Niyetleri, bir şeyler öğrenmek değil, Müslümanları dinleri hakkında şüpheye ve fitneye düşürmekti. Mevlana, adamların halini hiç beğenmedi, onları üstadı Şems-i Tebrizi’ye gönderdi. Bunun üzerine gruptakiler onun yanına gitti.
Şems-i Tebrizi mescitte talebelere ders veriyordu. Konu teyemmüm abdestiydi; talebelere bir kerpiçle teyemmüm abdestinin nasıl alınacağını gösteriyordu. Gelen grup üç sual sormak istediğini belirtti. Şems-i Tebrizi,
“Sorun” dedi. Adamlar içlerinden birini sözcü seçtiler. Adam ilk olarak şunu sordu:
“Siz Müslümanlar Allah var dersiniz, ama Allah'ı göstermezsiniz; varsa gösterin, görelim ki inanalım” dedi. Şems-i Tebrizi,
“Öbür sorunu da sor!” dedi. Filozof,
“Sizler şeytanın ateşten yaratıldığını söylüyor, sonra da onun ahirete cehenneme atılıp ateşle azap edileceğine inanıyorsunuz. Hiç ateş ateşe azap eder, acı verir mi?” diye sordu. Şems-i Tebrizi,
“Peki, diğer sorunu da sor!” dedi. Filozof,
“Sizler ‘Herkes dünyada yaptıklarının cezasını ahirette çekecek, orada mahkeme kurulacak, hesap sorulacak’ diyorsunuz. Bırakın insanları, nasıl isterlerse öyle yaşasınlar, ne istiyorlarsa yapsınlar. Ayrıca mahkemeye ne gerek var?” dedi.
Adam sorularını tamamlamıştı. Şimdi bunların cevabını istiyordu. Kendine göre cevap verilmeyecek sorular sormuştu. Herkes Şems-i Tebrizi'ye bakıyordu. O ise gayet sakindi. Yerinden kalktı, filozofun yanına geldi ve elindeki kerpici adamın başına vurdu. Filozof “Vah başım” diyerek başına sarıldı. Şems-i Tebrizi çok şiddetli vurmamış olsa da adamın canı yanmış ve başı biraz şişmişti. Adam bir sağa bir sola baktı, bu kadar insana birkaç kişi ile yapacağı bir şey yoktu. Hemen dışarı çıktı, başını tutarak o bölgedeki mahkemeye gitti. Şems-i Tebrizi’yi hâkime şikâyet etti.
Hâkim, “Bu nasıl olur” diyerek Şems-i Tebrizi’yi mahkemeye çağırttı. Durumu sordu. Şems-i Tebrizi,
“Ben ona kötülük etmedim, sadece sorduğu sorulara cevap verdim” dedi. Hâkim,
“Bu nasıl cevap vermektir. Adam acı içinde kıvranıyor, senden şikâyetçidir, işin aslı nedir?" diye sordu.
Şems-i Tebrizi şöyle anlattı:
“Efendim, bu adam bana ‘Allah varsa göster, göreyim ki inanayım’ dedi. Ben de buna, ‘Olan her şey baş gözü ile gözükmez, işte misali’ dedim; başına darbe vurup acıttım. Şimdi bu felsefeci, başındaki acıyı göstersin de görelim. Eğer başında bir acı yoksa niçin beni şikâyete geldi? Varsa göstersin!” dedi. Filozof, şaşırarak,
“Başımda acı var ama gösteremem” dedi. Şems-i Tebrizi de, ‘İşte bu acı gibi, Allah Teala da vardır, fakat kafa gözüyle görülmez, O ancak akılla bilinir, kalple tanınır, ruhla sevilir, ahirette nurla görülür” dedi.
Şems-i Tebrizi ikinci soruya verdiği yanıtı şöyle açıkladı:
“Bu adam, sizler ‘Şeytan ateşten yaratıldı, ahirette ateşe atılacak ve ateşle azap görecek’ diyorsunuz; ateş ateşe ne zarar verir ki?’ dedi. Ben de topraktan yaratılan bu insana topraktan yapılmış bir kerpiçle vurdum. Ona, ‘Bak toprak toprağa nasıl acı veriyor, biraz daha hızlı vursaydım öldürürdü, demek ki ateş ateşe azap eder demek istedim’ dedi.
Şems-i Tebrizi üçüncü sorunun cevabını şöyle açıkladı:
“Bu adam bana, ‘Bırakın insanları dünyada herkes istediğini yapsın, niçin ahirette mahkeme, hesap ve ceza var?’ dedi. Ben de onun başını vurmak istedim ve vurdum. O niçin hemen mahkemeye koştu? Ben ona şunu demek istedim:
“Bu dünya da herkes istediğini yaparsa âlemi zulüm kaplar. Kendisine zulüm yapılan çok insan var ki zayıftır, zalimden hakkını alamaz. Herkes mahkeme bulamaz. İşte Allah ahirette mahkeme kurup herkese yaptığının hesabını soracak, zalimden mazlumun hakkını alacak, gereken cezayı verecek ve adalet yerini bulacak” dedim.
Felsefeci bu güzel cevaplar karşısında hayret etti, mahcup oldu söz söyleyemez hale düştü. Hâkime dönüp,
“Ben sorduğum soruların cevaplarını şimdi anladım” dedi.
Hikaye genel hatlarıyla bundan ibarettir. Peki burada yanlış olan nedir? 3 ana başlık halinde inceleyelim;
1. Allah'ın görünmezliği ile acının görünmezliği özdeş sayılmıştır.
2. Şeytan'ın ateşle canının yanmasıyla, insanın toprakla canının yanması özdeş sayılmıştır.
3. Filozofların öbür dünya adaleti olmasın iddiası geçerli bir idda değildir.
Şimdi daha geniş olarak konuyu ele alalım.
1. Acı, vücutta meydana gelen bir etkiye karşılık oluşan tepkidir. Beyin sinir hücrelerinde yani nöronlarda vücudun zarar gören kısmını alarma geçirmek ve o zarar gören kısımdaki değişiklik neticesinde meydana gelen elektro-kimyasal bir tepkimedir. Diğer bir deyişle, acı gözle görülmese dahi beyinde sinir hücrelerinin detaylı incelemesinde ortaya çıkan sinyallerdir. Bu elektro-kimyasal sinyaller günümüz tıp alanında "belirlenebilmektedir".
Filozoflar, elbetteki müslüman kesimin isteğine göre konuşturulmuştur. Yani filozofların dediği "Allah'ı görmüyoruz, o halde yok." ifadesindeki görmek ve inanmak ilişkisi, bilgi felsefesi bakımından zaten hiçbir gerçek filozofun ölçütü değildir. Çünkü gerçeklik sadece gözle görülenle kıyaslanamaz. Örneğin sesi de göremeyiz ancak vardır. İşte acı da nöronlardaki tepkinin ölçümüyle bulunan bir gerçektir. Bu sebeple gerçek bir filozof zaten "göster de inanalım" demez.
Acının (aynı ses gibi) gösterilebilir değil de belirlenebilir olduğunu belirttikten sonra özdeşimin diğer tarafındaki iddiaya bakalım. Peki Allah, gösterilmeyi bir kenara bırakalım, belirlenebilir midir? Allah'ın belirlenebilir olmadığı zaten aşikardır denebilir. Bir çok inançlı, "doğadaki veya evrendeki veya insan vücudundaki sanata bak, Allah'ı görürsün" der. Ancak tabii ki doğada, evrende veya insan vücudunda sanattan bahsetmek mümkün değildir. Dolayısıyla bir Allah yansımasından da bahsetmek mümkün değildir.
Bunu bir kenara bırakırsak, Allah'ı ölçemeyeceğimiz, duyamayacağımız, bilemeyeceğimiz, göremeyeceğimiz ortadadır. En fazla Allah'a inanabiliriz veya O'nu hissedebiliriz. Anck tabii ki inanç veya hissediş asla kesin bir sonuç vermez bize. Örneğin, siz bir elmanın armut olduğuna inansanız dahi, o elmadır. İnançlar gerçeklerden bağımsız varsayımlardır. Aynı şekilde içinizde kötü bir şey olacağına dair bir his olabilir ama kötü bir şey olmak zorunda değildir. Bu his de insanın duygusal durumu veya çeşitli değişkenler sonucunda oluşan kanaatidir.
Bu veriler ışığında Allah'ın belirlenebilirliği ile acının veya dünyevi bir şeyin belirlenebilirliğini aynı kefeye koymanın doğru olmadığını rahatça görebiliriz. Çünkü Allah her bireyin mutlak olarak ulaştığı bir sonuç değildir. Örneğin her insanın kolunu kırarsanız canı yanar ve acı çeker, ama her insan içinde Allah'ı hissetmez.
2. İkinci iddia şeytana ateş ile acı vermenin mümkün olmadığı iddiasına dayanmaktadır. İddialar geliştikçe "filozof" diye konuşturulan kişilerin de aslında gerçek filozof değil sadece varsayımsal düşünür olduğu, daha çok kafir grubunu temsilen ortaya çıkarıldığı belli oluyor. Çünkü şeytanın ateş ile acı çekmesi, böylesi basit bir düşünce değildir. Zira şeytanın aynı insan gibi bir sinir sistemi olduğu varsayımına dayanır. Ancak tabii ki (varsa) şeytanın veya onun acı çekme mekanizmasını bilemeyiz. Bu sebeple böyle bir varsayım zaten saçmadır.
Bununla birlikte, bu doğru bile olsa, Tebrizi'nin karşılık olarak sunduğu iddia çok daha sığdır. Şöyle ki; Tebrizi filozoflardan birinin kafasına kerpiçle vuruyor ve "İnsan da topraktan yaratıldı, kerpiç te topraktan yapıldı, o halde senin niye canın acıdı?" şeklinde bir ifade kullanıyor. Oysa buradan gözden kaçan nokta şudur; insanın topraktan yaratıldığı varsayımı sadece inançlılara özgüdür, inançlılar insanın topraktan yaratıldığını söyler. Bizler topraktan yaratılmadığımızı, evrilerek insan (homo saipens sapiens) olduğumuzu bilimsel veriler ışığında biliyoruz. Hal böyleyken zaten ileri sürülen iddia yersizdir. İnsan topraktan yaratılmadığı için, topraktan yapılan kerpiç pekala insana zarar verebilir.
Bunu da bir kenara bırakırsak, insana insan vurduğunda bile canı yanıyor. Aynı metaryalden evrilmemize rağmen madde niteliği taşıyan her şey, yeterince kuvvetli vurulduğu takdirde zaten canımızı yakar. Dolayısıyla hem baştaki filozofların iddiası, hem de Tebrizi'nin sunduğu iddia anlamsız ve göz boyamaya yöneliktir.
3. Filozofların baştan beri gördüğümüz kadarıyla gerçek filozof olmadıkları ortadadır. Bu hikayeyi uyduran kimse tamamen sığ bilgisiyle felsefeyi ele almış ve kendince cevaplar ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Üçüncü iddiada "filozoflar isteyen istediğini yapsın, ceza veya mahkeme olmasın" şeklinde bir sezenişte bulunmuşlardır. Bu elbetteki felsefî temeli olan bir düşünce değildir. Böyle düşünen insanlar varolsa bile bu kesinlikle felsefeye veya filozoflara aktarılabilecek bir düşünce olamaz.
Zaten bu düşünce de kendi içinde tutarsızdır. Şöyle ki; her isteyen istediğini yaparsa toplumda tamamen kaos oluşur ve insanlık yok olma derecesine gelir. Bununla birlikte her isteyen istediğini yaparsa, o zaman isteyen de ceza verme yetkisine sahip olur ve mahkeme kurabilir. Eğer mutlak bir özgürlükten bahsediyorsak buna da karışamayız. Hal böyle olunca aslında başladığımız noktaya geri döneriz ve ortaya koyduğumuz iddianın hiçbir anlamı ve geçerliliği kalmaz.
- - - - - Sonuç - - - - -
Sonuç olarak bu hikayenin tamamen çürük ve sığ bir düşünceye dayandığı ortadadır. Bununla birlikte çok da yanlış olan bir "alt düşünceye" sahiptir. Filozofları temsilen ortaya koyulan adamlar kesinlikle felsefe bilgisinden uzaktır ve hikayeyi ortaya çıkaran kişinin bilgi dağarcığıyla yoğrulmuş karakterlerdir.
Elbetteki son olarak hikayenin islamî kesimin isteğine yönelik oluşturulduğu ve sözde inanmayanlara "tokat gibi cevap" niteliği taşıdğı düşünülen bu hikayenin çürük olduğu apaçık ortadadır diyebiliriz.
Hayyam