İnsan açık kapılardan iyi geçmek isterse eğer, bu kapıların çerçevelerinin sağlam olmasına dikkat etmek zorundadır: Yaşlı profesörün yaşamına hep rehber edinmiş olduğu bu temel ilke, sadece gerçeklik duygusunun bir gereğidir. Ama eğer gerçeklik duygusu diye bir şey varsa -ki böyle bir duygunun varolma gerekçesinden kimse kuşku duymayacaktır-, o zaman olasılık duygusu diye adlandırılabilecek bir şeyin de var olması gerekir.

Bu duyguya sahip olan örneğin şöyle demez: Burada şu veya bu oldu, olacak, olmak zorunda; fakat buluşculuğunu konuşturur: Burada olabilir, olmalıdır, olmak zorundadır; ve ona herhangi bir şeyin nasıl olduğu açıklandığında, o zaman şöyle düşünür: Evet ama, bu herhalde başka türlü de olabilirdi. Bu yüzden olasılık duygusu, olabilecek başka her şeyi de düşünme ve olanı olmayandan daha çok önemsememe yeteneği diye tanımlanabilir. Görüldüğü gibi, bu türden yaratıcı bir yetinin sonuçları dikkate değer olabilir ve ne yazık ki, bu sonuçların insanların hayranlık duydukları şeylerin yanlış, yasakladıklarının ise yapılabilir olduğunu veya ikisinin de bir önem taşımadığını göstermesi ender değildir. Böyle olasılık insanları, hep söylendiği gibi, daha ince bir dokuda, sislerden, hayallerden, rüyalardan ve isteme kiplerinden örülü bir dokuda yaşarlar; bu eğilimde olan çocuklar eğilimlerinden ısrarla uzaklaştırılır ve onların önünde bu türlü insanlar hayalperest, uyanıkken rüya gören, zayıf, çokbilmiş veya her şeye itiraz edenler diye nitelendirilir.

Övülmek istendiklerinde bu kaçıkların idealistler diye adlandırıldıkları da olur, ama görünüşe bakılırsa bütün bunlarla sadece onların gerçekliği kavrayamayan ya da ondan yakınarak kaçan, yani gerçeklik duygusunun olmayışının hakikaten bir eksiklik niteliğini taşıdığı zayıf tutumları dile getirilir. Oysa olasılık yalnızca sinirleri zayıf kişilerin düşlerini değil, fakat tanrının henüz uyanmamış düşlerini kapsar. Olası bir yaşantı veya olası bir hakikat, eşittir gerçek yaşantı ve hakikat eksi onun ‘gerçeklik değer’i demek olmayıp, -en azından yandaşlarının düşüncesine göre-, içinde çok tanrısal bir yan, bir ateş, bir kanatlanma, bir inşa iradesi ve gerçeklikten ürkmeyen, ama gerçekliği bir görev ve yerine getirilecek bir buluş olarak da ele alan, bilinçli bir ütopizmi de içerir. Sonuçta yeryüzü hiç de yaşlı değildir ve görüldüğü kadarıyla barındırdığı koşullar hiçbir zaman bu denli elverişli olmamıştır. 

Sosyal bir varlık olarak, kendi türümüzün oluşturduğu topluluk içinde yaşamaya ihtiyaç duyarız. Bununla beraber, ebeveynlerimizin bize miras bıraktığı genetik özellikler, bu özelliklerin çevreden gelen etkilerle işlenmesi, düşünce ve davranış tarzımız, kendimizi algılayışımız kendimize ait bir benlik algısı yaratır. Fiziksel varoluşumuz, kaygılarımız, korkularımız, sevinçlerimiz, toplum içindeki statümüzle ilişkilerimizi, nihayetinde, sahip olduklarımızla varlığımızı sürdürmeye çalışırız. İçinde bulunduğumuz toplumda varlığımızı sürdürebilmek için, onunla uyum içinde olmak gerekir. Ancak bu uyumluluk, patolojik davranışları dışarıda bırakırsak, kendi benlik algımıza sahip çıkmakla, onu korumakla mümkün olabilir. Bu değerler arasında özsaygımız, özgüvenimiz, girişimciliğimiz, iletişim gücümüz, dünyayı algılayışımız ve birçok faktör gösterilebilir. Peki, bu çerçeveden bakıldığında, “ikna” sadece kendi düşüncelerimizi anlatabilmenin, isteklerimizin yerine gelmesi veya haklılığımızı anlatmak ile çerçevelendirebileceğimiz bir eylem midir?

Birey, dünyaya geldikten itibaren korunmaya muhtaçtır. Başlangıçta, ebeveynleri vasıtasıyla, sonra yetişme, yetiştirilme biçimine bağlı olarak kendisini korumaya, varlığını sürdürmeye çalışır. Birey, kendisinin bilmesi gerekip de bilmediklerinden, belirsizliklerden kurtulmaya çalışır. Bilmek, denetlemek, yönetmekle, belirsizliklerden kurtulduğunu hissedecek en azından tehdit unsurlarının ortadan kalktığını/ötelendiğini rasyonalize edene kadar uzun veya kısa vadeli bir uğraş verecektir.
Bay Bunk hastaneden içeri telaşla girdiğinde, sıcaktan gömleği ter içinde kalmıştı ve iyice azalan saçları kafasına yapışmıştı. Hızla resepsiyona doğru ilerlerken, cebinden bir mendil çıkartarak kafasını nispeten de olsa kurulamayı başardı. Profesyonel bir modelin sırıtışını yüzüne yerleştirmiş olan resepsiyoniste korku içinde sordu.

“Karım? Karım nerede? Az önce bir kaza geçirdiğini duydum.”

Resepsiyonist daha onun adını sormaya fırsat bulamadan, omzuna bir el dokundu. Dönüp baktığında kolun kısa boylu, kendisinden daha şişman ve daha kel bir kişiye ait olduğunu gördü. Bu şahsın üstünde, doktor olduğunu belli eden bir beyaz önlük vardı ve eli de antiseptik kokuyordu.

“Bay Bunk değil mi?” diye sordu.“Gelin şöyle gelin, karınızın cüzdanındaki fotoğraftan sizi tanıdım”

“Karım nasıl? Durumu iyi mi?”

“Eşinizin durumu gayet iyi Bay Bunk, ama yine de buyrun odama gelin. Özel olarak konuşmamız gereken bir durum var.”

Bay Bunk korka korka doktorun odasına girdi. Doktorun odası her hastanede bulunan standart bir doktor odasıydı. Steril ve kişiliksiz. Doktor holo-sayarının başına geçti ve Bay Bunk’un yüzüne baktı.

“Bay Bunk, sizle açık konuşacağım. Eşiniz hayati tehlikeyi atlattı. Fakat maalesef sağ kolu çok derinden kesildiği için yerine dikemedik. Mikrop kaptığı için de başka riskler taşıyordu. Mecburen omuz hizasından kesmek zorunda kaldık.”
Toplumda, senin tıpkı başkaları gibi davranacağın beklentisi hakimdir. Biraz farklı davranmaya başladığın zaman bir yabancıya dönüşürsün ve insanlar yabancılardan çok korkar. O yüzden iki insanın bir araya geldiği her yerde; otobüste, trende, ya da otobüs durağında sessiz kalamaz. Çünkü sessiz kaldıkları zaman ikisi de yabancı olarak kalır. Hemen birbiriyle tanışırlar: “Adın ne? Nereye gidiyorsun? Ne iş yaparsın? Nerelisin?” Sadece birkaç soru. Sonra rahatlarlar; sen de tıpkı onlar gibi bir insanmışsın. 

İnsanlar her zaman uyumlu oldukları kalabalıklar içinde olmak ister. Sen farklı davranmaya başladığın an, bütün kalabalık şüphelenmeye başlar; bir şeyin ters gittiğini düşünür. Seni tanıyorlar ve değişimi görebiliyorlar. Seni, gerçek benliğini hiç kabullenmediğin zaman tanımışlardır ve şimdi birden gerçek benliğini kabul ederken görüyorlar. 

Bu toplumda kimse kendini kabullenmez. Herkes kendisini lanetler. Toplumun yaşam tarzı budur: Kendini lanetle. Ve eğer sen kendini lanetlemiyorsan, kendini kabul ediyorsan, o zaman toplumdan ayrı düşmüş olursun. Toplum ise, sürüden ayrılmış olan kimseye tahammül edemez çünkü toplum sayılarla yaşar; buna sayıların politikası denir. Sayı çok olduğu zaman insanlar kendini iyi hisseder. Sayı çok daha büyük olunca ise insanlar haklı olduğunu hisseder; yanılıyor olamazlar, milyonlarca insan onlarla birliktedir. Dışlananların içindeyse şüpheler belirmeye başlar: “Kimse benimle değil. Haklı olduğumun garantisi ne?” O yüzden bana göre bu dünyada en büyük cesaret bir birey olmaktır. 
TÜM DEĞERLERİN KÖKENİ
Değer Kavramının İnsan Zihnindeki Gelişimi Üzerine Antropolojik Bir Deneme

GİRİŞ:

1. Tartışmada Yöntem ve İnsanın Gelişimi
Değer kavramı ekonomiden matematiğe, etikten estetiğe kadar uzanan geniş bir alanda tartışılır. Ve bu bağlamda kimi zaman nesnenin kimi zaman da olayın ya da olgunun niteliği belirlenir.

Böylesine geniş bir düşünce alanında yer edinen değer kavramına dair elbette ki ortak ve net bir tanım yapmak oldukça zordur. Çünkü “değer”, “değer alanı”, “değerler sistemi”, “kullanım değeri” ve en önemlisi de “değer yargıları” gibi kavramlar, günlük dilde ve hatta kimi filozoflar tarafından da birbirinin yerine kullanılır. Bu durum değer konusunda çok ciddi kavram karmaşasına yol açar. Fakat sorunun böylesine ciddi bir karmaşaya yol açması doğaldır. Zira bu kavramlar birbirleriyle ilintili ve çoğunlukla da içiçe geçmiştir.

Örneğin altın bir yüzüğün kullanım değeri, ekonomik değeri, yarar değeri ve anı değeri aynı anlamı ifade etmez. Bu sebeple nesnenin ya da olayın değer kapsamında tartışılması güçleşir.

Bu makalede, değer kavramının insan zihnindeki ilkel yapılarına ve bu yapıların insan gelişiminin hangi aşamasında ortaya çıktıklarına dair düşünce tarihinden çeşitli karşılaştırmalarla kapsamlı bir tartışma amaçlanmaktadır.

1.1) İdealizm-Materyalizm Çatışkısı
Alman düşünür Wilhelm Windelband'a göre felsefe, başlı başına bir değer felsefesidir ve tarih felsefesinde, daima insansal değerler söz konusudur. Windelband'a göre her yeni çağ, bir önceki çağın değerlerinden kurtulmak için yapılan bir mücadeledir (Hançerlioğlu, 2006, s.56). Elbette bu düşünce çok farklı alanlarda tartışılabilinir. Fakat ortaya çıkardığı soru, tartışılabilirliğinden daha önemlidir. Değerlerin insana kendi tarihinin başlangıcında tanrı tarafından mı verildiği, yoksa toplumsal ilişkileri sebeiyle mi ortaya çıktığı sorusu, aslında çoğunlukla felsefe tarihini başlı başına iki düşünce ekolüne indirgememize olanak veren materyalizm-idealizm çatışkısını gündeme getirir.

Antik Yunan felsefesinden, hatta onu önceleyen doğu inanış ve düşünüşlerinden başlayarak her geçen dönem daha da keskinleşen bu çatışkı, açıklayıcılığı açısından değer ve onu kapsayan değer felsefesi alanında büyük önem taşır. Çünkü bu çatışkıda bakılacak çerçeveye göre yapılacak olan araştırmanın kapsamı değişir, açıklamalar bilimselliğe yaklaşır ya da uzaklaşır.

Örneğin metafizik değer kavramlarına göre değer, tanrının bağışıdır, kimi insana verilmiş kimine verilmemiştir. Tam da bu sebeple Max Scheler'e göre esşitsizlik tanrısaldır ve eşitlik ahlaka aykırıdır. Hatta bu değerler kendi aralarında da bir hiyerarşiye sahiptir. Biri öbüründen üstün olarak şöyle sıralanır : Kutsal değerler, geist değerler, vital değerler, duyusal değerler (Hançerlioğlu, 2006, s.56-57). Elbette ki bu ve benzeri fikirler, nesnel düzeyde ve olguya dayanan herhangi bir yapıda değildir. Bu sebeple yapılacak tartışma antropolojik veriler üzerine yükselmeli, bilimsel bir bakış açısıyla konu irdelenmelidir.

1.2) İnsanın Biyolojik ve Kültürel Evrimine Genel Bakış
İnsanın “düşünen hayvan” olarak tanımlanmasından “alet yapabilen hayvan” olarak kabul görüşüne kadar düşünce alanında çok çeşitli değişimler hatta devrimler yaşanmıştır. Felsefe dalı içinde yapılmaya çalışılan insanın kökeni ve bu kökene dair gelişen seyri, modern bilimde başlıbaşına antropolojinin konusudur ve bu alanda insan türünün biyolojik ve kültürel evriminin aydınlatılmasına dair önemli mesafe katedilmiştir.

Basit darbelerle kenarları yassıtılan çakıl taşları, insanın atalarının yaptığı ilk ilkel taş aletler olarak görülebilir. İki milyon yıl önce Australopithecus'un bu ilkel icadı, daha sonra kullanılmak üzere çakıl taşlarının hazırlanması ve bir köşeye konmasıyla da somutlanan amaçlı davranıştı (Bronowski, 2009, s.30-31). Bu ilkel aletin yapımındaki amaç, yiyeceğini kesmek ve parçalamaktı.

Böyle ilkel aletlerle başlayan süreç, sonraki bir milyon yıl için pek bir değişiklik getirmedi. Fakat son bir milyon yıl içinde insan, aletlerin niteliğinde çeşitli değişiklikler yaptı. Bu değişiklikler, elbette beyindeki bazı biyolojik gelişimlerin olduğunun da işaretidir (Bronowski, 2009, s.32). Özellikle de avcı-toplayıcılıktan yerleşik hayata geçişle yaşadığı tarım devrimi ve 18. yüzyılda kendini gösteren büyük sanayi devrimi, insanoğlunun zamandaki serüveninde çok önemli başarılar olarak görülebilir.

Homo Erectus'un bir milyon yıl önce ateşi evcilleştirmesi, aşölyen tarzda el baltaları yapması ve kullanması, insanın gerek biyolojik gerekse kültürel evriminde önemli aşamalar katettiğinin göstergesidir. Çünkü avlanmak, hayatta kalabilmek için yaratılan aletleri yapabilmekle mümkündür. Bununla birlikte avlanmak, özel silahları olduğu kadar, dil aracılığıyla da bilinçli bir planlamanın ve eşgüdümün sağlanmasını gerektirir (Bronowski, 2009, s.35)

Avcı-toplayıcı toplumda avlanma, toplumsal bir yükümlülüktür ve avcılık belli bir yerde sürekli artan bir nüfusu besleyemez. Bu sebeple göçler zorunludur.

Modern insanın ataları bu sebeple bir milyon yıl önce Kuzey Afrika'daydılar. Yediyüzbin yıl önce Java'da, dörtyüzbin yıl önce de bir yelpaze gibi açılarak kuzeye yöneldiler. Doğuda Çin'e, batıda avrupaya ulaştılar. Göçlerin bu inanılmaz yayılışı, insanı en yaygın tür haline getirdi (Bronowski, 2009, s.35).

Sürekli göçlerle tüm dünyaya yayılan avcı-toplayıcılar da ne bir iş bölümü vardı ne de özel mülkiyet algısı vardı (Zerzan, 2009, s.88). Elbette avcının, avlanmak için kullandığı biricik aleti/silahı, “mülk”ün ilk örnekleri olarak görülebilir. Fakat bu görüş, düşünce dünyasındaki bilimin anlamıyla başlı başına “özel mülkiyet” kavramını karşılamaz. Toprağın evcilleştirilişiyle birlikte yerleşik hayata geçilmesi ve insanların artık çok daha kalabalık bir nüfusla göç etmeden yaşama zorunluluğu, özel müliyeti doğurmuştur. Bu bağlamda özel mülkiyet, yerleşik hayatla ilintili, kalıcı ve sürekli bir mülkiyet tarzını ifade eder.

Göçebe yaşamın sona ermesiyle birlikte, toplumsal düzen, Zerzan'ın ifadesiyle “yeni bir uzamsallaştırma olan sabit mülkiyet üzerine inşa edilmiştir” (Zerzan, 2009, s.49).

Bu noktada Marx, insanın yerleşik hayata geçtikten sonra ilk olarak mülk edindiği toprak hakkında şunları söyler;

“İnsana, ihtiyaç duyduğu şeyleri ve yaşama araçlarını hazır olarak sunan bakir toprak (ve bu ekonoik anlamda suyu da içerir) insanda bağımsız olarak vardır ve insan emeğinin evrensel nesnesidir.” (Marx, 2006, s.95)

Marx'ın, “insan emeğinin evrensel nesnesi” olarak tanımladığı toprak, zamanla insanın üzerinde yerleşik olarak yaşadığı, çeşitli iş bölümleri yarattığı, sınıflara ayrıldığı bir tür fetiş hale gelmiş ve bu bağlamda uygarlığın doğuşuna dair “toprak ana” inanışı ortaya çıkmıştır. Bu inanış, aynı zamanda toprağın insanın kültürel evrimine dair bir ilerlemeyi ifade eder. Çünkü insanın yaşama gereksinimlerinin karşılanmasına dair yegane nesnesidir.

Friedrich Engels, “Aklın, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı eserinde, insanın tarihsel evrimine dair Morgan'ın sınıflandırmasını şöyle özetler;

1- Yabanıllık: Doğa ürünlerinden, onları hiç değiştirmeden yararlanmanın ağır bastığı dönem. İnsan eliyle yapılan üretimin, her şeyden önce bu yararlanmayı kolaylaştıran aletlerin üretimidir.

2- Barbarlık: Hayvan yetiştirme, tarım ve insanın faaliyeti sayesinde doğal ürünlerin üretimini arttırmayı sağlayan yöntemlerin öğrenilmesi dönemi.

3- Uygarlık: İnsanın doğal ürünleri ham madde olarak kullanmayı öğrendiği dönem, asıl anlamda sanayi ve ustalık dönemi (Engels, 2009, s.32)

İnsanın kültürel ve biyolojik evrimine dair kısa bir giriş niteliği taşıyan bu verilerden sonra sorulması gereken soru; insanın, bu gelişim sürecinin hangi aşamasında nesnelere ve olaylara ayırt edici ve özelleyici bir nitelik olarak “değer” atfetmiş ve değerlendirmeye başlamış olmasıdır.

2. İnsanda Değer Kavramının Kökeni Üzerine
Değerler ve onların bir tür dile getirilişleri olan değer yargıları konusunda genel söylem toplumlara dairdir. Bu konuda yapılan tartışmalar ise genellikle uygarlık aşamasına geçmiş, yerleşik düzen içinde yaşayan toplumlarla ilintili olarak yapılır. Elbette sınıflara ayrılmış, kendi iş bölümünü yaratmış ve aynı kültürün içinde yoğrulmuş yerleşik insan topluluklarına dair değer ve yargı tartışmaları doğaldır. Fakat gözden kaçırılan konu, insan hayatı için “değerli” olan şeyin, sadece uygar toplum aşamasına geçmiş topluluklar ya da uluslara dair olmadığıdır. Değerler sistemi ve bu sisteme dair şekillenen değer yargıları, elbette ki bir tür ahlaki konsensusla toplumları bir arada tutmaya yarar. Fakat değer kavramının kökenini ve ilkel biçimlerini anlamadan yapılan tartışmalar, toplumlardaki bireyleri bir arada tutan normları ve ahlaki yargıları kavramamızı zorlaştırır.

A.B.D'li sosyal eleştirmen Zerzan'ın da ifade ettiği gibi yaklaşık onbin yıl önce ortaya çıkan tarım toplumları öncesindeki yaşam, uzunca bir süre çirkin, kısa ve hayvani bir varoluş olarak görülmüştür (Zerzan, 2009, s.46). İlkel insanın dünyasında yaşam, doğayla iç içe ve küçük topluluklar halinde olduğundan daha kısadır. Bununla birlikte zorunlu göçebelik, insanın doğayla savaşımını da olumsuz yönde etkilemiştir. Fakat bu durum, avcı-toplayıcı insanın zihin dünyasında, değer kavramını önceleyen arkaik “iyi” ve “kötü” kavramlarının oluşmasına yetecek bilinç ve zeka düzeyine erişemediği anlamına gelmez.

Comte'un “üç hal yasası” olarak bilinen teorisine göre insanın ve dolayısıyla düşüncesinin gelişimi, sırayla üç evrede gerçekleşir; teolojik, metafizik ve pozitivist evreler (Cevizci, 2009, s.906)

Bu evrelerden ilki, teolojik evredir ve kendi içinde üç alt bölüme ayrılır. Bunlardan ilki, her nesnenin kendine ait bir iradeye sahip olduğunun düşünüldüğü animizm veya fetişizm evresidir. Bu evrede nesneler, duyguları ve amaçları olan canlı varlıklar olarak değerlendirilirler (Cevizci, 2009, s.907). Edward Tylor'ın 19. yüzyılda gündeme getirdiği (Hançerlioğlu, 2006, s.40) ve Freud'un da Totem ve Tabu adlı eserinin üçüncü kısmında işlediği animizme göre ilkel insan , gelişiminin ilk etabında fiziksel nesneleri duyguları, amaçları ve daha net bir ifadeyle ruhları olan canlı varlıklar olarak tasavvur eder. Çünkü ilkel insanın doğaya bakış açısı antropomorfiktir. Nesnelere anlam vermeye kendinden yola çıkarak başlar. Bu noktada ilkel fetişizmi, yaşam istencinin/enerjisinin belirli bir nesneye karşı yoğun bir yönelimi olarak tanımladığımızda, ilkel insanın nesnelere ve olaylara karşı kendinden yola çıkarak anlamlandırma sürecini daha iyi kavrayabiliriz.

Darwin'e göre ancak yaşama istenci üstün olanlar ve bu istencin sonucu olarak yaşanılan çevreye en iyi uyum gösterebilen canlılar hayatta kalırlar ve türlerini sürdürürler (Hançerlioğlu, 2006, s.13). Yaşama, yani hayatta kalabilme istenci ise tüm canlılar için ortak bir istençtir. Bu açıdan bakıldığında ilkel insanın kendisini hayatta tutmaya yarayan nesnelere yönelik yarattığı yoğun duygulanım, bu nesnelere, onları diğerlerinden ayıran farklı bir nitelik/özellik kazandırır. Avcı-toplayıcı bir topluluktaki avcı için avı ve onu avlamaya yarayan aleti, bir tür fetiştir. Çünkü hayatta kalabilme istencinin, yaşamın enerjisinin yoğun bir şekilde yöneldiği nesne, artık onun için diğer nesnelerden ayrı ve biricik bir özellik taşır.

Yaşambilimsel evrimden insansal tarihe geçiş “emek”le başlar ve insansal emeği hayvansal “çaba”dan ayıran yegane özellik, emeğin “bilinçli” ve “amaçlı” oluşudur (Hançerlioğlu, 2006, s.15) (Bronowski, 2009, s.30). İnsanın kullanmak ve dolayısıyla hayatta kalabilmek adına yaptığı aletler, artık kendisi için bir “kullanım ve yararlılık değeri” taşır. Kısacası nesnelere yönelik atfedilen değerin kökeni, ilkel insanın fetişist duygulanımında aranmalıdır. Değer alanına dair ilksel yapılar, insanın varoluşunun erken tarihlerinde mevcuttur.

Bu noktada vurgulanması gereken konu yararlılıktır. Çünkü insan, ilk olarak kendisini hayatta tutmaya yarayan nesnelere değer vermiş ve onları fetişleştirmiştir. Örneğin İspanya'nın doğusunda, Valtorta Geçidi'nde bulunan ve Los Caballos adı verilen barınağın duvarlarına işlenen resimler, bir ren geyiği avını temsil eder. Bu mağara resminde dikkat çeken şey av ve avcının elindeki ok ve yaylardır. Çünkü ilkel insanın özellikle de avı ve av aletleri, yaşamda kalabilmesinin en temel nesneleridir (Bronowski, 2009, s.41).

3. Kant ve Nietzsche'de İnsanın Değeri ve Amacı
3.1) Değer Kavramı ve Güç İstenci
“Tanrının ölümü” düşüncesiyle tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesi gerektiğini dile getiren 19.yüzyılın önemli filozoflarından Friedrich Nietzsche, değerler ve değer yargıları konusunda düşünce tarihinde ses getirmiş bir eleştiriye sahiptir. Kendinden sonraki yüzyılda bıraktığı etkiler göz önünde bulundurulduğunda, değer felsefesi alanındaki eleştiri ve fikirlerini yok saymak, değerlerin kökeni hususundaki bir tartışmanın sağlıklı yürümesini engeller. Çünkü Nietzsche'nin bir çok yorumcu tarafından düşüncelerinin ağırlık merkezi olarak görülen “Tanrı'nın Ölümü” düşüncesi, eski değer yargılarının yozlaşmasının ve bu yozlaşının insanı nihilizme sürükleyeceğinin bir ifadesidir. Bu bağlamda Nietzsche, nihilizmi insan varlığına büyük bir tehlike olarak görür.

“Güç İstenci” adlı eserinin başında nihilizmi “en büyük değerlerin, kendi öz değerlerini düşürmesi (Nietzsche, 2010, s.27)” olarak tanımlayan Nietzsche, bu tartışmanın da bel kemiği olan değer yargılarının kökeni konusunda da şunları söyler :

“Değer takdirlerimizin ve manevi çizelgelerimizin gerçek değeri nedir? Kuralların bize sağladığı sonuç nedir? Kimin için? Neyle ilgili? Cevap: Yaşam için. Ya yaşam nedir? Benim formülüm şöyle der: Yaşam, güç istencidir (Nietzsche, 2010, s.254)”

Daha önce de belirttiğimiz üzere Darwin, yaşamın canlılar açısından temel istencini “hayatta kalabilmek” olarak algıladığına değinmiştir. Günümüzde de biyoloji kapsamında yapılan felsefi tartışmalarda bu görüşün türevleri mevcuttur. Örneğin “Gen Bencildir” adlı eseriyle büyük tartışma yaratan Dawkins, insanı “genler adıyla bilien bencil moleküllerini körü körüne korumak için programlanmış yaşam-kalım makineleri” olarak tanımlar (Dawkins, 2004, s.5). Fakat Friedrich Nietzsche, Darwin'in canlıları kapsayan yaşam istenci açıklamasının yerine “Güç İstenci”ni koyar ve bunu evrenin en temel istenci olarak görür. Nietsche'ye göre yaşam gücün dışavurumundan başka bir şey değildir.

Nietzsche'ye göre insanın evrimi iki aşamada gerçekleşir :

1) İnsan doğa üzerine güç kazanıp ve ek olarak kendi üzerinde de belirli bir güç kazanmıştır.

2) Doğa üzerine güç kazandıktan sonra, insan bu gücü kendini özgürce geliştirmek için kullanmıştır (Nietzsche, 2010, s.271).

Değerler kapsamında ahlaklılık, Nietzsche'ye göre insanın doğa ve vahşi hayvanlara karşı ayakta kalabilmesi için gerekli olmuştur. Yani doğayla savaşım halinde olan insanın bazı eylemleri “iyi” bazılarını ise “kötü” olarak nitelendirir. Fakat Nietzsche'ye göre bu niteleme, sırf yaşamda kalabilmesi adına bir yararlılıktan doğmaz. Tersine, ilkel insanın doğayla savaşımının temelinde, doğa üzerine güç kazanmak ve “kendini gerçekleştirebilmek” amacı vardır.

İyi ve kötü olarak nitelenen değer yargılarının kökenine dair eleştirilerini sunduğu “Ahlakın Soykütüğü Üzerine” adlı eserinde Nietzsche “bencil olmayan eylemlerin onaylanması” ve “yararlılık” açısından onlara iyi denmesi fikrine karşı çıkar (Nietzsche, 2004, s.36). Nietzsche'ye göre “iyi” olan eylemi “soylu ve güçlü olanlar” belirler. Bu sebeple de değerleri yaratanlar “efendiler”dir. İlkin değerler yaratma hakkını kazanan ve sonrasında yarattıkları değerlere ad koyan “yüksek ruhlu” insanlar, ad verdikleri her şeyin sahibidirler (Nietzsche, 2004, s.37).

3.2) Antagonizm ve İnsanın Toplumdışı Toplumsallığı
Immanuel Kant, insan yeteneklerinin gerçekleşmesi için doğanın kullandığı aracı antagonizm, yani “uyuşmazlık” olarak belirler. Bu bağlamda antagonizm, “yaşamın form kazanmasını sağlayan bir uyuşmazlık” anlamında kullanılmıştır (Veysal, 2006, s.185).

Kant'a göre bu uyuşmazlık şeref, güçlülük ve mülkiyet arzusuyla harekete geçer ve insanı tahammül edemediği ama yine de vazgeçemediği diğer insanlar arasında bir mevki elde etmeye yöneltir. Bu yönelim Kant'a göre barbarlıktan insanın asıl toplum değerini oluşturan kültüre doğru ilk gerçek adımıdır (Veysal, 2006, s.185).

Bu bağlamda insanları bir arada tutan şey, bir nevi toplumdışı toplumsallıklarıdır. Antropoloji biliminin verilerine göre insanın yerleşik hayata geçmesi günümüzden onikibin yıl önceye uzanır. Fakat Homo Sapiens'in kökeni, yaklaşık olarak yüzdoksan bin yıl önceye kadar uzanır. Bu demektir ki insan, yerleşik hayata geçmeden onbinlerce yıl boyunca, küçük topluluklar halinde, göçebe ve avcı-toplayıcı olarak yaşamışlardır. Bu tarih, bize insanın toplumdışı bir doğası olduğunu gösterir. Fakat insan bu toplumdışılığını törpüleyerek barbarlıktan uygarlık aşamasına geçmiştir.

Alfred Adler'e göre insanların faaliyetlerini yöneten hedef, üstünlük, güç ve “diğerlerini aşma” dır (Adler, 2004, s.171). Bu düşünceye paralel şekilde Kant güçlülük ve mülkiyet arzusuyla harekete geçen insanın, toplumdışılığını toplumsallıkla birlikte gerçekleştirmeye çalıştığını ifade eder. Kant'a göre bu uyuşmazlık (antagonizm) doğanın, insan yeteneklerini gerçekleştirmesi için kullandığı bir araçtır.

Kant, “Dünya Yurttaşlığına Yönelik Genel Bir Tarih Düşüncesi” adlı çalışmasının 4. önermesinde bu konuya değinir. Kant'a göre insan, toplumlaşma eğilimine sahip olmakla birlikte, toplumla çatışarak toplum dışına kaçma eğilimini de taşır (Bıçak, 1995). Bu eğilimler, bizzat insanın doğasında vardır.

Kant'ın düşüncesinde, doğanın insan için belirlediği amaç ve varılması gereken ilk hedef evrensel adalet ve yaptırımını uygulayacak bir yurttaşlar toplumuna ulaşmaktır; doğa insan türünü bunun çözümüne doğru zorlamaktadır (Bıçak, 1995).

Kısacası Kant'a göre doğanın insana dair ortaya koyduğu vazife, herşeyden önce özgürlük ve gücün birleştiği toplum düzeni, tam adaletli bir yurttaşlar anayasasının yapılmasıdır.

SONUÇ:
Sigmund Freud, insanın doğasında bulunduğunu düşündüğü saldırganlık ve cinsellik dürtülerinin toplum tarafından baskılandığını ifade eder. Freud'a göre hayvani dürtülerle güdülenen insanın aynı zamanda uygar bir varlık olmaya çalışması trajik bir durumdur. Çünkü insan türünün gelecekteki kaderini belirleyecek olan soru, uygarlığın gelişiminin, birlikte yaşamın insanların saldırganlık ve öz yıkım dürtüleri tarafından bozulmasına hakim olmayı başarıp başaramayacağıdır (Freud, 1999, s.98).

İnsanın kültürel ve biyolojik evrimine Freudyen bir çerçeveden bakıldığında, yerleşik hayata geçmesiyle birlikte toplumsallığını pekiştirmek adına insanoğlunun yarattığı ahlaki değer sistemlerinin, kendisi için yararlı olmadığı, tersine uygarlık aşamasına geçen toplumlarda büyük huzursuzluklar yarattığı söylenebilir.

Her geçen dönem nesneleri ve olayları birbirinden ayırabilmek için onlara verdiğimiz adlar ve yüklediğimiz anlamlar arttıkça, kendi yaşamımızı kolaylaştıracak aletlere ve onları yapabilen aletlere daha fazla sahip olmaktayız. Fakat isim ve dolayısıyla anlam dağarcığımızın artması, değerler ve değer yargıları anlamında tam bir kargaşaya yol açmaktadır. Nietzsche'nin vurguladığı üzere tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesi gerektiği ,insanın gelecekteki kaderini belirleyecek önemli basamaklardan biridir.
Dua: Günah çıkararak değersiz olduğunu itiraf etmiş tek bir kişi için, evrenin kanunlarının geçersiz kılınmasını istemek.
- Ambrose Bierce

İnsan tanrıları kendi suretinde yaratmıştır. Sadece görünüşlerini değil, hayata bakış açılarını da.
- Aristoteles

Tanrı'nın ne yapmalarını istediğini çok iyi bilen insanlara pek güvenmem, çünkü bu isteğin her zaman kendi arzularıyla aynı doğrultuda olduğunu fark etmişimdir.
- Susan B. Anthony

Herkes Tanrı'nın yanında olduğunu düşünür. Zengin ve güçlü olanlarsa bunu bilirler.
- Jean Anouilh

Kendi insafsızlıklarımızı meşru kılmak istediğimizde Tanrı’yı suç ortağımız haline getiriyoruz. Her katliam bir ilahi eşliğinde kutsal hale getiriliyor ve rahip sınıfı, zaferle sonuçlanan bu alçaklıkların şükran duaları okunurken asla eksik kalmıyor.
- Henri Frederic Amiel

Vatikan taşıyıcı anneliğe karşı çıkıyor. İyi ki İsa'nın doğduğu tarihte böyle bir kuralları yoktu.
- Elayne Boosler

Kaynak