İnşirah Suresi

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adı yüce
Kafirlerin ahvali: “Devlere karşı cüce.”

Kıvranan ruhlarının hatırı için dinle.
Semanın ötesinden, arştan gelen bu dinle.

Bütün ayetlerimi göğsüne indiririm.
Böylelikle derdini acını dindiririm.

Biz öyle bir makamdan sesleniriz ki sana.
Dağlar taşlar dayanmaz, arz dayanmaz ki buna.

Hani bir dem, ümitsiz ve çaresiz kalmıştın.
Kendini ıstırabın denizine salmıştın.

Biz, korkma, dedik sana, o dem inşirah buldun.
İşte o dem huzurla mutluluk ile doldun.

Sana sormuştu onlar: "Yaratıcı nerede?
Hangi gizli mabette, hangi saklı derede?

Vahyettik de kalbine mana hazinesini.
Bu şekilde onlara verdin edeb dersini.

Dedin o kafirlere: "Hak apaçık aslında.
Gözünün önündeki perdenin arkasında."

Onlar bu cevap ile tatmin olmamışlardı.
Zira kalplerinde de kalın bir perde vardı.
Cehennem Suresi

Ey insan bilir misin sen ne idin evvela?
Bilir misin ben yoksam varlığın sonsuz bela.

Sen atılmış bir sıvı, bir meniydin o demler.
Şimdi inatçı düşman, içinde de matemler!

Ben sizin Rabb'inizim hem de Habib'inizim.
Sizi yaratan benim, gönül Tabib'inizim.

Fakat inkâr edenler, hep cahil cühelâdır.
Bir tanısan onları, tek bildikleri "lâ"dır.

Oysa senden önce de nebiler göndermiştim.
Onlara da sen gibi mucizeler vermiştim.

Onlar da kalplerinin marazına uydular.
Onlar da işkembeden ham sözler uydurdular.

Onlar da biliyordu Hakk'ın ayeti açık.
Öyle ise yüz çevir, aralarından da çık.

Muhammed'i tanımaz hakaret edersiniz.
Yalancının tekidir, masalcıdır dersiniz.

Oysaki şanım için, son nebidir o gerçek.
Yakında bunu herkes hem de herkes bilecek.

Ufukta belirince kızıl kıyamet o gün!
O gün bitecek şenlik ve bitecek bu düğün!
Çoğumuz günlük hayatta sayısız duyguya kapılabiliriz; mutlu olabiliriz, sinirlenebiliriz, aşık olabiliriz, sıkılabiliriz… Bunları genel bir kategoriye koyarsak halk arasında “ruh hali” olarak tanımlıyoruz. Birçok güncel cümlenin içerisinde bunu kullanabiliyoruz; örneğin, “Ruh halim çok berbat.” gibi. Peki, gerçekten bunlar bizim ‘ruh halimiz’ mi ki bu şekilde tanımlamalar getiriliyor? Bu gibi durumlarda kastedilen “ruh” nedir?

Halk arasında çok yaygın olan sanrılardan biri de bizim duygularımızı asıl ortaya koyan şeyin, bizim ruhumuz olduğudur. Bu bilginin kaynağına bakacak olursak, çok eski çağlara gitmemiz gerekir. Önceki çağlarda başlayan ruhun olduğuna dair ilk inançları, öldükten sonra dirileceklerine inanıp mezarlarını oda şeklinde yapan, atlarıyla veya değerli eşyalarıyla gömülen uygarlıkları kanıt niteliğinde ortaya sürebiliriz. Din ile bağdaşmış olan bu ruh kavramı, başlarda sadece insanlarda değil, doğanın her yerinde olabileceğini ortaya koyuyordu. Güneş tanrıları, su tanrıları, bereket tanrıları insanların bu fikirlerinin gerçek olduğunu düşünerek ortaya çıkmışlardır. Yanardağın bile bir ruhu olduğunu düşünen bu insanlar çok uzun yıllar içerisinde bunun ruhla bir alakası olmayıp, doğanın bir düzeni olduğunu ve onları tanrı olarak gördükleri nedenlerin arkasında sadece doğal nedenler yattığını gördüklerinde, doğaya ait şeylerin bir ruhu olmadığını anlamışlar ve zamanla kabul etmişlerdir.
Yok, efendim insanın aklı her şeye ermezmiş. Hadi be!

İnsan sorumlu olduğu şeylere akıl erdiremeyecek bir yetersizlik içinde ise, dini anlamdaki mesuliyeti nasıl sırtlanabilir? Sonuçta bütün dinler, muhatap olarak "akl"ı ön plana çıkarıp ona seslenirler değil mi? Hele ki "son semavi din" olarak takdim edilen İslam, bir akıl dini olarak gösterilir daima.

Ama aklını dini dogmaların garip mantığına hapseden dindar insanlar bu konuda da "akıl almaz" bir tezat içine düşmekten kendilerini kurtaramazlar. Çünkü bir taraftan, "bu din akıl dinidir" derken öte yandan zorda kalınca "insan aklı her şeye ermez" diyorlar.

Esasında bunu yalnızca kendileri değil, örnek aldıkları peygamberleri de yapmıştı çoğu kez. Örneğin, Hazret-i Muhammed, bir seferinde kendisine sorulan "kader" konusundaki açmazı şu sözleriyle çözüme kavuşturur:

"Bu mesele, insan aklının kavrayamayacağı bir meseledir, üzerinde fazla düşünmeyin."
Şu, hikmetinden sual olunmaz cümlesi, bütün dini muammaların ve açmazların üstüne örtülen kalın bir perdedir benim nazarımda.

Teoloji ile ilgili konularda konuşan hemen her insan (buna kallavi alimler de dahil) karşılaştığı ilk açmazda "hikmetinden sual olunmaz" cümlesinin rahatlığına sırtını yaslamayı bir erdem ve dini bir vecibe olarak görüyor. Tabi bu cümlenin destekleyicisi olan "bizim aklımız sınırlıdır, her şeyi aklımızla algılayamayız" cümlelerini de dile getirmeden geçmeyelim.

Ben, hikmetinden sual olunmaz, cümlesine bir soru yöneltmek istiyorum bu yazımda:

Kafirlerin sınırlı ve sonlu bir yaşamda (dünya hayatı) yaptıklarına mukabil sınırsız ve sonsuz bir ceza (ahiret hayatı) almaları, hangi hikmet, hangi adalet ve hangi merhamet ile açıklanabilir?

Gerçi Risale-i Nur adlı kaynakta, Said-i Nursi bu soruyu yanıtlamaya çalışıyor; ancak verdiği yanıt kişiyi tatmin etmekten çok uzak olduğu gibi yaptığı benzetme de oldukça kifayetsiz.

Said-i Nursi mealen şöyle diyor:

"Dünyada bir kişiyi öldüren biri, 20-30 yıl ceza çeker. Bir saniyede işlenen bir suç, trilyonlarca saniyeye tekabül ediyorsa, kâfirin cezası da bu nispette çok olmalı. Kaldı ki kâfir, inkârıyla yalnızca bir kişiyi değil 'her şeyi' öldürüyor. Zira evrendeki bütün nesnelerin, Yaratıcısı ile irtibatını koparıp onları sahipsiz görerek manen öldürmüş oluyor. Yine bu nesnelerde tecelli eden ilâhî isimleri reddettiği için onlara hakaret etmiş (yani manen öldürmüş) oluyor.

Öyleyse ortalama 60 yıl yaşayan bir kâfir sonsuz bir cezayı hak ediyor."
Dini paradigmaya sahip olan bireyler, şüphesiz ki bu soruyu abes bulacak ve en iyi olasılıkla soruyu yanıtlama cesareti gösterip: "Evet, peygamberler masumdur; çünkü onların "ismet" sıfatları var." diyeceklerdir.

Hatta, bazı mezhepler (mesela İslam'da Şia) sırf peygamberlerin değil, peygamberin yakın çevresi olarak bilinen sahabelerin veya havarilerin de ismetli olduklarını iddia ederler.

Onlara: "İyi de bizim de "İsmet"imiz var; ama hiç masum değil." şeklinde karşılık vermek yerine "örnek olay" yöntemini kullanmak daha makul bir davranış biçimi olacaktır. Şöyle ki:

Sahih kaynakların anlattığına göre, Peygamberin büyük mucizelerinden biri şöyledir:

Hazret-i Muhammed, bir çocuğun sol eliyle yemek yediğini görünce, o çocuğu uyarmış: "Evladım sol elle yemek günahtır, sağ elini kullan." demiş.

Çocuk, ama ben sağ elimi kullanamıyorum, deyince Hazret-i Muhammed, çocuğa beddua etmiş:

"Allah'ım, bu çocuk artık sol elini kullanamasın."
Din, insanların mantığını dumura uğratır ve muhakeme yetilerine set çeker; çünkü dini inanışlar, akıldan ziyade kalbe ve mantıktan ziyade hayale hitap eder.

İşin garip tarafı, din alimleri de bunun böyle olduğunu itiraf eder ve hemen hepsi şu tespitte bulunur:

"Allah, yalnızca akılla bulunamaz; hatta akıl tek başına kaldığında tek kanatlı kuşa benzer. Ve tek kanatlı kuşun uçma olasılığı da yoktur. Allah insanların kalbinde saklıdır."

Bu ortak kanaati, bir hadis-i kutsi şöyle ifade eder:

"Men ne güncem der semavat u zemin. Ez aceb güncem be kalb-i müminin."

Bu Farsça ifade şunu anlatır:

"Ben, gökyüzüne ve yeryüzüne sığmadığım halde gariptir ki mümin kulumun kalbine sığdım."
Ölüm korkusunun, saçma sapan inanışları doğurduğu bugün bilinen bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. İnsanoğlu, maalesef sırf daha uzun yaşayabilmek adına veya öldükten sonra da yaşayacağını düşünerek kendini rahatlatmak adına birçok hurafe ve safsata uydurmuş ve buna ilkin kendisi inanmıştır.

Daha doğrusu inanmak zorunda kalmıştır. Çünkü hiçbir mistik inanç, kişinin kendi özgür iradesi ile seçtiği bir seçim değildir. Ya toplumun mahalle baskısı ya da kendi içindeki duyguların rahatlama arzusu sebep olmuştur bu inanca.

Kısaca, bütün mistik ve metafizik inançların temelinde, "korku" vardır demek, pek de abartılı bir düşünce olmaz. Oysaki "ölüm korkusu"yla baş edebilmek ve sonsuza dek yaşama arzusunu dindirebilmek için "safsata ve hurafe" yolunu tercih etmeye hiç de gerek yoktur.

Çünkü, ölüm korkusunu bastırmak veya sonsuza dek yaşama arzusunu tatmin etmek amacıyla uydurulan hurafeler, daha vahim ve önü alınamaz korkular doğuruyor. İnsan bu noktada, adeta yağmurdan kaçarken doluya tutuluyor.