İnsanı incelemeye 5 temel duyusundan başlarsak, ortaya koyduğumuz bu teze güçlü dayanaklar elde edebiliriz. Örneğin; insan gözü, yalnızca mor ötesi ve kızıl ötesi dalga boyları arasında kalan ışığı algılayabilir. Doğada bulunan tüm dalga boyları içerisinde, çıplak gözle görebildiklerimizi bir diyagram halinde incelersek, görülebilirler ile görülemezler arasındaki anormal orantıyı daha net anlayabiliriz.
Buradan, bir fenomenin, insanın görsel duyuları tarafından algılanamamasının, o fenomenin var olmadığı sonucunu çıkarmadığını rahatlıkla anlayabiliriz. Büyük Patlama'yı keşfetmemizi sağlayan Doppler Etkisi, Kozmik Arka Plan Işıması gibi fenomenler, çıplak insan gözü tarafından algılanamıyor olsa bile, bilimsel çıkarımlar ve araçlar kullanılarak tespit edilebilmiş ve üzerlerine binlerce bilimsel teori kurulan, sağlam kuramların oluşmasında önemli rol oynamıştır.
Benzer şekilde işitsel duyumuzun yalnızca 20Hz ile 20000Hz arasındaki ses frekanslarını algılayabildiğini, dokunma duyumuzu uzuvlarımızı kaybetmeden yalnızca belli sıcaklık değerleri arasında kullanabildiğimizi de belirtmemiz gerek.
Özetlersek, bugün doğal sağduyumuzun çok ötesine geçen kavramları ve fenomenleri araştırabilmek için bilime başvuruyoruz. Böylelikle işitilemez olanı işitilebilir, görülemez olanı görülebilir, dokunulamaz olanı dokunulabilir hale getirebiliyoruz. Bunları yaparken de insan sağduyusunun algılamakta çok zorlandığı makro ve mikro ölçekte olayları gözlemliyor, ölçüyor, hesaplıyor, değerlendiriyoruz. Bilim geliştikçe, sınırlar da genişliyor. Fakat bu durum, sıradan insanların bilimsel kavramları anlamasını gittikçe zorlaştırıyor. Bilimin kavramsal olarak insan sağduyusunu zorlamaya ve aşmaya başladığı dönemin, yakın zamanda hızla yükselen bilim karşıtı spiritüalist akımlara dolaylı olarak zemin hazırlayan postmodern zamanlarla çakışıyor olması da bir tesadüf değil elbette...
***
Zaman içerisinde bilimle toplum arasında gittikçe derinleşen uçurumu fark edip, arada köprü kurmaya gayret eden bir çok bilim insanı ve filozof oldu. Bunlar zor kavramları sıradan insanların anlayabileceği şekillere sokan kuvvetli analojiler geliştirdiler. Bunların en başında Carl Sagan'ın geliştirdiği Kozmik Takvim fikri gelir. Kozmik Takvim, insanların özellikle din temelli ön yargılarla en çok kaçındığı Kozmoloji gibi bilimsel çalışma alanlarını veya Evrim Teorisi gibi güçlü kuramları daha anlaşılır kılmak adına bulunmuş dahice bir fikirdir. Çünkü her iki alanda da, zaman ölçeği kritik bir önem taşımakta ve bu alanlarda kullanılan zamansal büyüklükler insan sağduyusunun algılayabildiğinin çok ötesine geçmektedir. Sıradan bir insan, sağduyusuyla birkaç yüz yılı, belki bir miktar tarih bilgisiyle birkaç bin yılı zihninde isabetle modelleyebilir. Fakat zamansal büyüklükler jeolojik birim zamanlara, yani milyonlarca, hatta milyarlarca yıla yükseldiğinde, kavramları hayal etmek gittikçe zorlaşır.
İşte Kozmik Takvim fikri de bu açığı kapatabilmek adına mükemmel bir icattır. Kozmik Takvim'e göre, evrenin başlangıcı olarak kabul ettiğimiz Büyük Patlama'dan bugüne kadar geçen zamanı, günlük hayatta kullandığımız bir takvim yılına oranlayarak, evren tarihi boyunca gerçekleşmiş büyük olayları, insanlık tarihiyle ve hatta kendi kişisel tarihimizle kıyaslama şansı buluruz.
Bu ölçeğe göre Büyük Patlama 1 Ocak saat 00:00'da gerçekleşmiştir ve Samanyolu Galaksisi'nin oluşması Mayıs ayını, Güneş Sistemi'nin oluşması ise Eylül ayını bulmuştur. Yalnızca Güneş Sistemi'nin oluşmasına kadar geçen sürenin bile Kozmik Takvim'in 3te 2'sini kapsadığına dikkat etmek gerekiyor.
14 Eylül'e geldiğimizde Dünyamızın oluştuğunu ve bundan 11 gün sonra, 25 Eylül'de Dünya üzerinde ilk canlıların oluştuğunu görmeye başlıyoruz. Mikro organizmalar eşeyli üremeye ilk kez 9 Kasım'da başlarken, 15 Kasım'da ilk ökaryotik hücreler ortaya çıkmaya başlıyor. Bundan sonra 16 Aralık'ta ilk solucanları, 19 Aralık'ta ilk balıkları, 21 Aralık'ta böcekleri, 24 Aralık'ta dinozorları ve 26 Aralık'ta ilk memelileri dünya üzerinde görmeye başlıyoruz. 29 Aralık'ta ilk primatları, 30 Aralık'ta da ilk insansıları gördükten sonra, nihayet Kozmik Yılın son gününde, hem de yılın bitmesine yalnızca bir buçuk saat kala, saat 22:30'da ilk insanları yer yüzünde görmeye başlıyoruz.
Kozmik Takvim'de insanlık tarihine yaklaşabilmemiz için ölçeğimizi büyüterek; aylardan, günlere; günlerden saatlere, hatta dakikalara indirmemiz gerekiyor:
31 Aralık 23:00: İlk taş aletler
31 Aralık 23:46: Ateşin kontrollü olarak kullanılması
31 Aralık 23:56: Son buzul çağının başlangıcı
31 Aralık 23:59: İlk mağara resimleri
Kozmik yılın son gününün, son saatinin, son dakikası içerisindeyiz ve hala yazılı insanlık tarihinden bahsetmeye başlayamadık. Şimdi ölçeğimizi saniyeler boyutuna indirmek zorundayız:
31 Aralık 23:59:20: Tarımın keşfedilmesi
31 Aralık 23:59:35: İlk şehirleşme
31 Aralık 23:59:50: İlk hanedanlıklar
31 Aralık 23:59:51: Alfabenin icadı
31 Aralık 23:59:53: Pusulanın keşfi
31 Aralık 23:59:55: Buda'nın doğumu
31 Aralık 23:59:56: Hz. İsa'nın doğumu
31 Aralık 23:59:57: Hz. Muhammed'in doğumu
31 Aralık 23:59:58: Maya uygarlığı
31 Aralık 23:59:59: Rönesans, Teleskop'un keşfi, Evrim Teorisi, Görelilik Teorisi, Kuantum...
İnsanlık tarihi ile ilgili bildiğimiz hemen her şeyin, Kozmik Yıl'ın son gününün, son dakikası içerisinde gerçekleştiğini görmek, içinde yaşadığımız İslam Kültürü'nün önderi, Hz. Muhammed'in Kozmik Yıl'ın bitimine 3 saniye kala doğduğunu anlamak, yazının başında bahsettiğimiz kritik zaman ölçeğini algılayabilmek açısından sarsıcı bir farkındalık yaratıyor.
Tanrı Var Mı? olarak 2012'nin Aralık ayında Kozmik Takvim ile ilgili bir makale yayınlamıştık. Daha detaylı bilgi edinmek, hatta kozmik takvim'i Carl Sagan'ın anlatımıyla izlemek için buraya tıklayabilirsiniz. Ayrıca Evrim Ağacı sitesi'nin Türkçeleştirdiği şu diyagramda Kozmik Takvim'in daha detaylandırılmış halini inceleyebilirsiniz.
***
Zaman kavramını kendi bakış açısından, farklı metaforlarla anlatan başka bilim insanları ve filozoflar da var. Bunlardan bir diğeri, çağdaş felsefenin önemli isimlerinden Daniel Dennett de evrimin çok uzun zamanlara yayılan dinamiklerini daha anlaşılır kılabilmek için ''Aklın Türleri'' isimli kitabından şu harika analojiyi yapıyor:
Evrimsel değişim şablonları o kadar yavaş oluşur ki, bunları normal bilgi kavrayış hızımızla görmek mümkün değildir, bu yüzden onların yönelmişlik yorumunu gözden kaçırmak ya da salt mizah veya metafor sayıp bertaraf etmek kolaydır. Bizim normal hızımızı kollayan bu eğilime ''zaman ölçeği şovenizmi'' denebilir. Tanıdığınız en zeki, en çabuk kavrayışlı kişiyi düşünün ve onu hareket halindeyken ultra ağır çekimde -söz gelimi saniyede 30000 karelik bir hızla- (standart TV filmleri genelde saniyede 24-30 kare civarındadır) filme alıp, bu filmi saniyede 30 karelik normal bir hızla oynattığınızı hayal edin. Yıldırım hızıyla verilmiş tek bir zekice cevap, ''tek bir vuruşu bile atlanmaksızın'' sunulmış nükteli bir söz, filme alınan kişinin ağzından, şimdi adeta bir buzul hızıyla, en sabırlı film izleyicisini bile sıkıntıdan çatlatacak kadar yavaş çıkacaktır. Bu kişinin normal hızda yadsınamayacak biçimde ortaya koyduğu zekayı artık kim fark edebilir?''Zaman ölçeği şovenizmi'' ne zekice bir tanımlama değil mi? Bir başka örnek, jeoloji alanından; Dana Desonie, ''Kozmik Çarpışmalar'' isimli kitabında, dinozorlar ve insanların dünyaya hükmettikleri süreleri kıyaslarken şöyle bir analoji kullanıyor:
Dünya'nın, 4,5 milyar yıllık tarihini 24 saatlik bir güne sıkıştırsaydık, modern insanların ortaya çıkmasından bu yana geçen süre 7,7 saniyeye karşılık gelirdi. Bunun yanısıra dinozorların 160 milyon yıllık hükümdarlığı 51 dakikaya eşit olurdu.
***
Sırf kuramın sıkı sınamalardan nasıl başarıyla çıkabildiğini göstermek amacıyla size son sayıları vereceğim: deneyler, Dirac'ın sayısı için 1,00115965221 (en sondaki rakam için 4 kadar belirsizlikle) değerini gösterirken, kuram bunu 1,00115965246 (belirsizlik 20 kadar) olarak hesaplamakta. Bu sayıların keskinliğini daha iyi hissetmeniz için size şu benzetmeyi yapacağım: Eğer Los Angeles ile New York arasındaki uzaklıkla kıyaslanırsa, belirsizlik payı bir saç teli kalınlığı kadardır.
Bu makalede göstereceğimiz son analoji, atomun yapısına ilişkin olacak: Bir atomun, kendi çekirdeğine olan hacimsel oranı, bir futbol stadyumunun santra noktasında duran bir miskete oranı kadardır. Peki bu misketin, yani atom çekirdeğinin ''yoğunluğu'' ne kadardır dersiniz? 6,3 milyar adet otomobilin tek bir kargo kutusuna sıkıştırıldığını hayal edebilirseniz, işte tam olarak o kadardır...
Unutmayın; bir şeyi algılayamıyor olmamız, onun var olamayacağı anlamına gelmez..
keytarist
0 yorum:
Yorum Gönder