Aslında bizde sevgi duygusu yok —bunu fark etmek ne kadar korkunç!
Aslında bizde sevgi yok; duyarlık var, duygusallık, kösnüllük, cinsellik var; sevgi olduğunu sandığımız bir şeylere ilişkin anılarımız var. Ancak aslında sevgi yok. Çünkü, sevgi sahibi olmak demek, şiddete, korkuya, rekabete, tutkuya yer vermemek demektir.
Sevgi duygusuna sahip olsaydınız, asla "Bu benim ailem." demezdiniz. Bir aileniz olabilir ve onlara elinizden geleni veriyor olabilirsiniz, ama onlar sizin aileniz olmayacaktır, bu durum dünyaya karşıdır.
Seviyorsanız, sevgi varsa, barış vardır.
Sevseydiniz, çocuğunuzu bir milliyetçi olacak biçimde, yalnızca bir iş sahibi olup küçük başarılar peşinde koşacak biçimde yetiştirmezdiniz; uyruğunuz olmazdı. Sevseydiniz, din ayrımları da olmazdı. Ama bütün bunlar bu çirkin dünyada gerçekten —varsayımda değil, acı bir biçimde gerçekten— var olduğuna göre, bu sizde sevgi duygusunun bulunmadığını gösterir.
Annenin çocuğuna duyduğu sevgi bile sevgi değildir. Anne çocuğunu gerçekten sevseydi, dünya böyle olur muydu dersiniz? O zaman çocuğunun doğru yiyeceği yediğini, doğru eğitimi aldığını, duyarlı olduğunu, güzelliğin değerini bildiğini, tutkulu, açgözlü ve kıskanç olmadığını görürdü. Demek ki anne, kendisi her ne kadar sevdiğini sansa da, çocuğunu sevmez.
Bunun için bizde sevgi duygusu yoktur.
Jiddu Krishnamurti,
Varanasi, 28 Kasım 1964
''yalnızca bir iş sahibi olup küçük başarılar peşinde koşacak biçimde yetiştirmezdiniz'' derken neyi kast ediyor?
YanıtlaSilSayın Adsız,
SilKrishnamurti'nin bu cümle ile kastettiği kimseler, hayatı sadece para kazanma ve daha lüks yaşama odaklı olarak görenlerdir. Dünyaya veya hayata veya hakikata ilişkin herhangi bir şeyin özünü merak etmeden ve dolayısıyla araştırmadan, sadece maddiyat odaklı düşünen ve daha çok para sahibi olmanın "başarı" olarak nitelendirildiği bir ortamı ve topluluğu eleştiriyor burada.
Saygılarımla.
Merhabalar,
YanıtlaSilSayın Hayyam’ın bu yazıyı bloga koymasından ve ilk okumamdan sonra, önce yazı ile ilgili sezgisel, daha sonra ise düşünce alanıma dökülen birçok fikirler oldu. Yazıyı, değişik zamanlarda ve birkaç kere okuyunca, yazarın, son derece barışçıl ve iyi niyetini eksiltmeyecek şekilde, kullandığı metaforlar da dahil olmak üzere, doğanın/evrenin oluşturduğu beynin çalışma sistematiği yani bilimin bize özellikle 1990lardan itibaren kattığı bilgiler çerçevesinde bir daha gözden geçirmek istedim.
Tekrar etmek gerekirse, bu gözden geçirmenin sebebi, yazarın anlatmaya çalıştığı barışçıl ve insanca yaşamaya yönelik bir dünya umudunu göz ardı etmek değildir. Kaldı ki, bugünden, yazarın, o zamanki bilgisi ile yazdıklarını, bugünün bilgisi ile eleştirmenin doğru olmadığını, haksızlık olduğunu elbette ki biliyorum.
İşimizi kolaylaştırmak için, yazarımıza ve kazandırdığı değerlere saygımızı eksiltmeden İsmini, şimdilik hak ettiği düşündüğünüz saygın yere emanet ederek, blogdaki yazıyı sanki bugünkü bir kalemden çıkmışçasına irdelemeye çalışalım.
Yazıdan alıntılar yaparak yorumlamaya çalışalım.
“Aslında bizde sevgi duygusu yok —bunu fark etmek ne kadar korkunç!
Aslında bizde sevgi yok; duyarlık var, duygusallık, kösnüllük, cinsellik var; sevgi olduğunu sandığımız bir şeylere ilişkin anılarımız var.
Ancak aslında sevgi yok.”
SEVMEK NE DEMEK?
Bu cümleyi değerlendirelim. Bir kişiyi sevmek demek, aslında kendimizi sevmek demektir. Çünkü, tüm eylemlerimiz kendi varlığımız ve varlığımızın devamı içindir. Söz gelimi dilenciye para veriyor olmamızın sebebi, aslında o kişiye yardım etmekten öte, benzer konumda (zor durumda) kendimizi görmeyi ortadan kaldırma çabasıdır. Bunlar, günümüzün kültürü değil, evrimsel süreçlerle gelen eylemlerdir. Nitekim, hasta olan yarasaların, diğer grupla beraber avlanmaya çıkmadığı zamanlarda, diğer yarasalar, dönüşte hasta yarasaya da yiyecek getirerek paylaşırlar. Ve hasta yarasa iyileştiği zaman benzer davranışta bulunur. Yani yardım etmemizin sebebi, benzer konumda kalabileceğimiz ihtimalini evrimsel sürecin yaşama dahil etmesidir. Dolayısıyla bu tür eylemler insanlar için de bilinçli bir eylem değil, duygusal beynimizin, bizi yapmaya zorladığı (ki biz buna vicdan veya sorumluluk diyoruz, yine bu blogdaki Ziegarnik Etkisi adlı yazıyı hatırlayalım) ve yine singulat korteksle, frontal lobun biraz altında bulunan bölümlerin bilinçten bağımsız görevlerindendir.
Buradan şunu söyleyebiliriz.” Seni seviyorum, çünkü benim varlığımın devamı için sana ihtiyacım var. Yani seni, senin için değil, kendim için seviyorum” demek istemekteyiz. Biraz daha keskin çizgilerle ifade edersek, nasıl ki karnım acıktığında varlığımın devamı için yiyeceğe, üşüdüğümde giyeceğe ihtiyacım varsa seni sevmeye de kendim için ihtiyacım var demektir. Bir başka deyişle, “seni severek, aslında seni değil, kendimi umursuyorum, çünkü benim varlığım için bana lazımsın” ifadesi bunun tam tercümesidir. Çünkü, “sevgi” mekanizmasında evrimsel süreç, bu işlevi biz mutlu olalım diye değil, türümüzün devamı için işlevlerinden biri haline getirmiş olmalıdır. Sevmenin getirdiği mutluluk aslında yan üründür, ana amaç, türün hayatta kalmasıdır. Söz gelimi, üremek için cinsel organların birbirlerine teması, ve dolayışıyla erkeğin, dişinin içine boşalmasına ilave olarak bunu haz veren bir süreçle eşleştirmeseydi, yani, üreme mekanizmaları sağlıklı çalışsa da, bu mekanizmaya cinsel haz eklenmeseydi, cinsel birleşme görevi yerine getirilmez ve türün devamı mümkün olmazdı. Kaldı ki, günümüzden birkaç yüz bin yıl evvel düşünen beynimizin olmadığı bir zamanda üreme işi haz mekanizması ve diğer işlevlerle (annelik duygusu vb.) yerine getirilmiş ve bugüne kadar gelmiştir. Dolayısıyla, “sevgi” denen duyguyu da, fantastik veya metafizik ve de ahlaki bir görüşle değil, beynin, evrimsel süreçle türün varlığının devamında, aynen, cinsellik, annelik içgüdüsü, yeme içme iç güdüsü olarak bir işlev olarak düşünürsek, yazının gerçek amacı daha bir yerine varacaktır.
(Devam)
YanıtlaSilYazıdan yaptığımız, “Çünkü, sevgi sahibi olmak demek, şiddete, korkuya, rekabete, tutkuya yer vermemek demektir.” alıntısını da dikkate alarak beyin fizyolojisi üzerinden ne demek istediğimizi biraz daha açıklama çalışalım.
Yukarıdaki bilgiyi tekrar edersek “sevgi” dediğimiz işlev, türü ayakta tutma mekanizmalarından biridir. Yoksa, sadece sevelim ve o güzel hazzı tadalım diye doğanın bize bir hediyesi değildir. Buna göre eğer bir kişi, birisini seviyorsa bu arkadaşça da olabilir, anne, baba, kardeş sevgisi de olabilir aşk sevgisi de olabilir.
Eğer yazımızın bu kısmından sonraki beyin işlevlerine bakarsak, yazıda ortaya konan, duygular (sevgi, cinsellik, korku, şiddet, kösnüllük, rekabet vb.) arasındaki bağlantılar ile beynin fizyolojisi arasındaki farklılığı daha iyi ortaya koyabiliriz. Daha doğrusu duygular arasındaki bağlantıdan çok, biri olmazsa diğeri olmaz demeye getireceğiz.
Sevgi adını verdiğimiz duygusal faaliyet, beyin sistemlerinden şiddet, rekabet, tutku vb. sistemlerle bağlantılıdır. Diğer bir deyişle sevgi dediğimiz kavram tek başına bir modül değildir. Aslında duygularımız her biri müstakil çalışan modüller değildir. Sadece, bizlere olan nihai görüntüleri bize o şekilde hissettirir. Şöyle açıklamaya çalışalım, sevgi dediğimiz işlevi iyi bir davranış olarak görüp sevgiyi daha fazla ortaya çıkarmak için, korku, şiddet, kıskançlık, rekabet dediğimiz işlevleri ortadan kaldırır veya bu işlevleri azaltırsak, “sevgi”ye ne olacağına bakalım.
Sevginin olması için, kıskançlık, rekabet ve benzer negatif (!) duygular olmalıdır. Çünkü birey, sevdiği kişi korunmaya muhtaç bir durumda olduğunda, duygusal beynimizin bir kısmı olan amigdala devreye girer. Amigdala şiddetin, cinselliğin, rekabetin, sahiplenmenin, mülkiyetçiliğin vb. duyguların merkezidir. Ve yine sevginin olması için “rekabet” olmalıdır ki bu yine ifade edildiği gibi, amigdalanın görevlerindendir. Çünkü, sevginin bir kısmı rekabetle bağlantılıdır. Daha doğrusu rekabet, bizatihi sevginin bir parçasıdır. Kişi, karşısındakini sevdiği kadar (az veya çok) sevilmeyi (diğerlerinden farklı kılınmayı ve dolayısıyla benliğininin farklı olduğunun gösterilmesine) ister. Bunun anlamı, bizi seven kaynak her kim ise (annemiz, babamız, sevgilimiz, arkadaşımız, öğretmenimiz vb.) bizi, diğerlerin farklı sevmeye hatta biraz da üstün tutmaya yöneltmelidir. Aksi halde, sevgi denen mekanizma çalışmaz. Çünkü, nötr bir duyguya beyinde karşı gelip herhangi bir algı kodunu çözecek bir sistem yoktur. Yazının bu kısmında hatırlatmak gerekir ki, sevgi ve diğer duygularla ilişkisini, günlük lisandaki bir sevgi olarak değil, beynin evrimsel ve bir işe yarasın diye genlerimizle beynimizde devamlılığını sağlayan bir süreç olarak bakarak değerlendirmekte yarar var
Söz gelimi, bize şiddeti, korkuyu, cinselliği sağlayan mekanizmalardan yine amigdala ve rekabet için nucleus accumbens ve keza bir miktar da insula devreye girer (yakın zamanda televizyonda, insula bozukluklarına bakarak, sigara bağımlılarının merkezi olduğuna dair kanaatlerin daha da yükseldiğini haber etmişlerdir).
Bir an düşünelim. Eğer, korku, rekabet, tutku olmasaydı ne olurdu? Böyle bir düşünce demek, amigdalayı ortadan kaldırmak demektir. Varsayalım ki amigdalayı ortadan kaldırdık. (Kaza veya doğuştan gelen bir araz veya sonradan oluşan beyin tümörleri veya benzeri nedenlerle amigdala ameliyatla alınmış olsa) böyle kişiler, olabildiğince korkusuz ve duyarsız olurlar. Çünkü, yaptıklarının veya maruz kaldığı davranışların korku, tutku, cinsellik, koruma veya sakınma, rekabet ve benzeri duygusal süreçleri denetleyen devreler yoktur. Bunun anlamı, korkusuzluk yani cesaret değil, korkuyu, “korku” olarak anlamlandıracak devreler yok olmuştur. Böyle bir kişiye korkuyu anlatmak, renk körü için kırmızı ile yeşilin farklı renkler olduğunu anlatmak gibidir. Böyle bir durumda sevgi denilen süreç de baltalanmıştır. Çünkü daha evvel de dediğimiz gibi, duygularımız modül modül değildir. Birinin zarar görmesi, diğer duygulara da hasar verir. Daha doğrusu bu duyguyu ortadan kaldırmaya başlar.
(Devam)
YanıtlaSilYani, kendimizce, negatif olarak değerlendirdiğimiz duyguları beyinden çekip aldıkça, bize lazım olan sevgi, saygı vb gibi duygular ortaya daha fazla çıkmazlar. Bunun için yine bu blogdaki (Beyin yargılanıyor başlıklı/Charles Whitman) adlı yazıyı hatırlayalım. Bu yazıda, Charles Whitman adlı kişide, amigdalaya yapılan baskı neticesinde, “düşünen beyni sağlıklı olduğu halde”, duygularını kontrol edemeyen kişiden bahsedilmişti. Nitekim, ilgili yazıda da ifade edildiği üzere, bu kişi kendi bıraktığı mektupta karısını çok sevdiğini yazmış ve kendisinin neden böyle bir durumda olduğunu anlayamadığını yazmıştır. Halbuki bu kişi karısını çok sevmektedir. Ve de polisin sonraki incelemeleri, kişiyi zeki olarak göstermiştir. Yani düşünen beyninde (frontal lobda bir hasar yoktur). Bunun anlamı şudur, düşünen beynimiz ne kadar düşünse de, bizler sevme mekanizması harekete geçtiği için sever, amigdala devreye girdiği için kızarız. Eğer, düşünen beyin bu kadar etkin olsaydı, kişi Amigdalasına yapılan baskıya rağmen karısını öldürmezdi. Her ne kadar, Charles Whitman örneği üzerinden gidiyorsak da amigdala beynin çok araştırılan bir yeri olup, yüzlerce kaynak amigdalanın görevlerini hemen hemen belirlemiştir.
Yazıda da belirtildiği gibi, “kişi, neden olduğunu bilmediği halde, beyninde bir araz olabileceğini mektuba yazmıştır. Halbuki bunu düşünebilen bir kişi, karısını öldürmemeyi de düşünebilirdi. Ancak diğer yazılarda da ifade ettiğim gibi, beş duyumuz vasıtasıyla gelen sinirler, öncelikle düşünen beynimize değil duygusal beynimize geldiği ve evrimsel süreçte, duygusal beyinden düşünen beyne giden sinir uzantılarının kalınlık ve çokluğu, düşünen beyinden duygusal beyne gelen sinirlerden daha kuvvetli ve baskın sinyal gönderdiği için, düşünen beyni baskılar. Bizler ne kadar, düşünürsek ve iradeye sahip olursak olalım bunu başaramayız. Her hâlükârda irademize sahip olabiliriz şeklindeki düşünce dört silindirli bir arabayı modifiye etmeden sekiz silindirli turbo bir motor verimini beklemek kadar hayaldir. Çünkü beyin mekanizması böyledir. Ve onun içindir ki, kavgalar, savaşlar, küskünlükler vb. çıkar. Bunun başka şansı yoktur.
Yukarıda da ifade ettiğim gibi, ola ki bir kişinin amigdalası doğuştan arızalı veya yetişkinliğinde herhangi bir hastalık veya bir kaza neticesinde alınmış olsun, artık bu kişi korku, kaygı, rekabet, kıskançlık vb. gibi duyguları hissetmeyecektir. Çünkü, korku, kaygı vb kodları çözecek devreler yoktur. Buna karşılık bu kişinin düşünen beyni yerinde olup son derece sağlıklı çalışır. Eğer isterseniz, integral, türev alıp, uzaya roket gönderecek şekilde yetiştirebilirsiniz. Ancak, amigdalası alınan kişi, sokakta, sevdiği kişi ile beraber giderken, sevdiği kişiye başka biri kötü bir davranışta bulunsa, amigdalası hasar gören kişi duyarsız kalacaktır. Çünkü, koruma, savaşma, sahip olma, rekabet etme, cinsellik veya benzeri duygular çalışmamaktadır. Halbuki sevgi denilen duygu kendi başına bir devre olsaydı, hemen devreye girer, amigdalası alınsa veya hasar görse de kişi sevdiğini korurdu. Dolayısıyla sevgi dediğimiz duygunun bileşenleri bizzat, kıskançlık, rekabet, sahiplenme, kaygı ve benzeri duygu argümanları da dahil olmak üzere meydana gelir. Yani sevgi denilen duygu tek başına masum bir duygu değildir.
(Devam)
YanıtlaSilŞöyle bir benzetme yapalım. Pirinci sevgi ve henüz ayıklanmamış pirincin içindeki taşları da kıskançlık rekabet vb. gibi olumsuz duygular olarak değerlendirirsek, pilav yapmak amacıyla, bir çuvalın içinden birkaç kepçe pirinç alıp sonra da bu pirincin içinden taşları ayıklamaya çalışırsak sevgi de yok olur. Yukarıda da ifade edildiği gibi, duygular modül modül değildir. Pirincin içinden taşı ayıklamaya başladığınız anda, sevginin temel unsurlarından olan kıskançlık, rekabet, şiddeti ayıklıyor yani sevgiyi yok ediyorsunuz demektir. Çünkü, sevgi denilen unsur, olumlu olumsuz bir çok duygunun bileşkesidir. Onun içindir ki, tek başına bir modül değildir derken onu kastediyoruz. Bu anlamda yukarıdaki pilav örneğinde olduğu gibi, eğer sevgiyi de içerecek şekilde pilavı yemek istiyorsak, içindeki taşları dişlerimize denk getirmemeye çalışarak (ve bu taşları da yutarak) bu pilavı yemek gibidir.
Başka bir örnek vermeye çalışalım. Ne derece uygun örnek olur bilmiyorum ama, bildiğimiz deniz tuzu sodyum klorürü (NaCl) meydana getiren sodyum ve klorür her biri insan için son derece tehlikeli ve ölümcüldür. Küçük parça sodyumu yuttuğumuzda midemizi parçalarken veya bir sodyum buharı ciğerlerimizi kullanılmaz hale getirir ve klor gazı bizi zehirlerken, ikisinin bileşimi vücudumuz için olmazsa olmaz bir konuma gelmiş ve zarar bir yana (fazlası tabii ki zarar) faydalı vücut yapıtaşını oluşturmuştur. Dolayısıyla, korku, rekabet, kaygı, tutku vb. duyguların balansı ile sevgi meydana gelmiştir. Hatta ve hatta sevginin içinde korku da olmalıdır. Çünkü sevginin bir kısmı da sevdiğini kaybetmekten korkmaktır ki, yine amigdala, insula ve benzeri yerler çalışır. Çünkü korku yoksa sevgi de yoktur. Korku, sevgiyi kuşatarak ve beyin tarafından uygun bir balansla sevgiyi var eder. Yani korku, sevginin varlığını sağlar. Korku yoksa, sevgiyi kaybetmek veya sevilmemek denen şey beyin için bir anlam taşımaz.
Mesela dokuz sayısı büyük müdür? Diye bir soru sorulsa, buna verilecek cevap “neye göre, hangi sayıya göre?” şeklinde bir soru ile karşılaşırız. Buradan çıkan anlam, tüm duygular birbirine ihtiyaç duyup bir sistem oluşturur demektir. Yani sevginin, sevgi olduğunu anlamak için, diğer duygularla mukayesesinin varlığı olmadan söz konusu olamaz. Yani, sevgiyi, sevgi olmayan duygularla mukayese ederek varlığını ve farklılığını anlayabiliriz. Keza, sevgi, rekabet duygusu ile de kuşatılmıştır, Söz gelimi kalabalık ailelerde, daha küçükken (akıl alanı henüz tam gelişmemişken) annenin, çocuklara sevgisini dağıtmasında yetersiz kalması durumunda, çocuğun içindeki sevilme isteği eksik kalır. Ve sonraki zamanda bu, ya kadınlara karşı daha duyarsız veya hoyrat veya tam aksine yetişkinliğinden itibaren değişen zamanlarda değişen kişiler aşık olma, sevgisini tek kişide toplayamama veya çocuğu olduğunda ya aşırı sevme ya da ortalama beklenen dozdan daha az sevgi gösterir ihtimali yükselir. Ve kişi, bunun farkında olmadığı gibi yaptığı davranışı doğru bir davranış olarak düşünür. Böyle düşünmezse depresyona girer. Görülüyor ki sevgi denilen sistem rekabeti de içermektedir.
Görülüyor ki, buraya konu ettiğim yazıyı bugünkü tarih itibariyle bir kişi kaleme alsa, duygularımızı birer metafor olarak kullansa, metaforları kullanma mantığı doğru olmayacaktır.
Bunu, felsefecilerde John Locke’nin Tabula Rasa ifadesine benzetebiliriz. Johne Locke zamanında çocuk doğduğunda beyninin boş olduğuna inanılırdı. Ancak artık biliyoruz ki, çocuk doğduğu zamandan çok önce, ana rahmime düştüğü anda genlerle geçen bilgilere sahiptir. Yani çocuk doğduğu zaman beyni boş değil değildir. Bunu, fabrikadan çıkan bir bilgisayarın işletim sistemine benzetebiliriz.
(Devam)
YanıtlaSilEğer, devreleri olup da (CPU, anakart , hard disk vb.) eğer ilk temek bilgiler yüklenmemişse, o bilgisayar çalıştırılamaz. Çünkü hangi bilgiyi nereye koyacağına dair, dışarıdan gelen bilgileri denetleyecek ve işleyecek bilgi yoktur. Kaldı ki, bilgisayarın sistemleri bile bizatihi bilgidir. Yani yeni doğan çocukta dahi, beyinde, hangi beyin sinir hücreleri nereye bağlanacağına dair genlerle gelen bilgilerle işlenir. Hatta, beyin oluşurken, beyin hücreleri kendi yerlerine ulaşabilmek için beyin içinde “göç” ederler. Beyin hücreleri göç ederlerken olabilecek yanlış bağlantı, arızalı beyin demektir. Bu bağlantı ve göçler için bile genlerle gelen bilgiye ihtiyaç gösterir. Yani, madem bilgisayardan örnek verdik. Bilgisayarın fabrika çıkışında içine hiçbir bilgi konmadığını düşünsek bile, beyin misali, bizzat cpu, anakart, ve daha bir çok donanım aygıtının bizati kendisi bilgi sistemini taşımaktadır.
Tekrar edecek olursak, İnsanlarda ve hayvanlardaki duygular olan sevgi, korku, üzüntü, kıskanma, öfke vb duygular aslında beyinde modül modül bulunmazlar. Sevginin içinde, gizil olarak kıskanma, tutku, rekabet ve sahip olma duygusu vardır. Eğer, ola ki, teknik olarak sevgi denilen kavramın içinden gizil olarak bulunan kıskançlık, sahip olma duyguları çekilip alınsa, kişi tam bir patoloji yani hastalıklı bir kişi olur çıkar.
Yazıdaki “Sevgi duygusuna sahip olsaydınız, asla "Bu benim ailem." demezdiniz. Bir aileniz olabilir ve onlara elinizden geleni veriyor olabilirsiniz, ama onlar sizin aileniz olmayacaktır, bu durum dünyaya karşıdır.” İfadesindeki, duygular arasındaki bağlantılar da yanlıştır. Çünkü, sevinin içinde beyim mekanizması gereği, mülkiyetçilik bizzat vardır. Onu çekip alın, sevgi diye bir unsur kalmaz, hastalıklı bir duygu olur.
Birey, karşı cinsi sahiplenir, çocukları olur, ailesini sahiplenir. Bu sahiplenme esnasında, korku ve kaygı vardır. Demek ki amigdala çalışır. Neden dolayı amigdala çalışır. Çünkü, sevdiğini hem korumalıdır em de, kendisine saklamak için rekabet etmelidir. İşte bu nedenle de “kıskançlık” denilen mekanizma beyinde faaliyet gösterir. Sevgisinin devamı için, korku, kaygı, sahiplenme, ve rekabet vardır. Çünkü bu duygularla kuşatılmış (tabii ki normal bir balanstan bahsediyoruz) bir sevgi, ancak sevgi olduğunun farkına varılır. Bizler, biz kişiyi sevdiğimizi, aslında bir tehdit olmadığı müddetçe içinde sahiplenmek, vb gibi duyguların farkına varmayız. Halbuki sevginin içinde gizil olarak vardır. Nitekim, kişinin özgüvenine bağlı olarak aşk denilen mekanizmada da sahiplenme, rekabet duygusu vb. duygular devreye girer.
Eğer bu yazıya sadece “ahlaksal bir kavramın” içinden bakılırsa, eleştiriye açık açık bir çok yanı var gibi görülür. Ancak, beynin çalışması, o ahlak bakış açısıyla hiçbir mantıksal tutarlılığı yoktur. Kaldı ki, böyle bir konuya, ahlak açısından bakmayı, sevgiyi yüceltme gibi bakış açısı da yine limbik sistemin yani duygusal beynin kişinin üzerindeki egemenliğini göstermesi, onu yönetsel olarak egemenliği altına alması demektir. Zaten, gelenek, görenek inanç sistemlerimize mantık yürütmeden (beynin çalışması açısından) sahiplenilmesinin nedeni de budur. Beyin, açıklamayı, kendi iç dinamiklerine göre değil, eksiğiyle fazlasıyla dış olaylara bakarak açıklama yapmasını isteyecek şekilde donatılmıştır. Yani, dış olaylara bakarak açıklama getirmemizi ister. Halbuki beynin içinde bir çok algı yanılsamalarını beyin kendisine göstermez. Aksi halde depresyona giererdi.
Peki, beynin bu evrimsel yapısına rağmen, buraya konu ettiğimiz ve iyi niyetini içeren bir insanlar topluluğu oluşturmak mümkün değil midir? Bunun cevabı ideal anlamda bir mümkün değildir. Ancak küçüklükten itibaren eğitimle ve duygusal olgunlukla yetiştirilmek kaydıyla, “kısmen” olabilir. Çünkü hiçbir birey diğerinin kopyası değildir. Tek yumurta ikizi bile olsa, çevre faktörü kişileri farklı bireyler haline getirir.
(Devam)
YanıtlaSilKaldı ki, kişiler birbirlerine birebir benzediği ideal bir durumu düşünsek bile, beyin yapısı, muhakkak bir fark yaratmak isteyecektir. Çünkü, geçmiş dönemden, hayatta kalabilmek üzere en azından evrimsel olarak bu çeşitlenmeye ihtiyaç duymuştur. Aksi halde, birbirine benzer bir tür, en ufak bir iklim ve çevre değişikliğinde toptan yok olur giderdi. Şu anda bir imkan olsa, bizden tüm anılarımız, hayallerimiz, boyumuz, boşumuz, kilomuz, ideallerimiz, meziyet ve hayata bakış açışımız vb. bire bir kopyamız yapılmış dahi olsa, bir müddet sonra, farklı bilgilerle donanmaya başladığımızda, beynimizde başka başka nöral ağlar oluşacaktır. Bu da, bir müddet sonra bizim kendi kopyamızla, diğerleri kadar olmasa da düşünce farklılıkları yaşıyor olmaya başlayacağız demektir. Bu bir bakıma, fabrikadan aynı zamanda çıkan aynı model ve özelliklere sahip bilgisayarlara aynı işletim sistemi yüklense bile zaman içindeki bilgilerin farklı olması gibi olacaktır. Ola ki bu bilgisayarlar duyguları olup karşılıklı gelseler fikir ayrılıklarına düşeceklerdi.
Yazıdan alıntıya devam edersek “Sevseydiniz, çocuğunuzu bir milliyetçi olacak biçimde, yalnızca bir iş sahibi olup küçük başarılar peşinde koşacak biçimde yetiştirmezdiniz; uyruğunuz olmazdı. Sevseydiniz, din ayrımları da olmazdı. Ama bütün bunlar bu çirkin dünyada gerçekten —varsayımda değil, acı bir biçimde gerçekten— var olduğuna göre, bu sizde sevgi duygusunun bulunmadığını gösterir.” En azından bu cümledeki başarı kavramını ele alıp yorumlayalım.
Eğer küçük veya büyük, “başarı” duygusunu engellediğiniz anda, nucleus accumbensi ve bunun yakıtı dopamini devre dışı bırakmışsınız demektir ki, böyle bir topluluk depresif hale gelir. Çünkü, hani yaşama sevinci denilen şeyin bizatihi kaynağı beynin bu kısımlarıdır. Ve yine sevginin temel kaynaklarından birini daha ortadan kaldırmış olurduk. Keza, yaratıcılığı, ortaya bir yenilik çıkarma gibi süreçler bloke olurdu. Hiçbir insan belli bir düzeyden sonra diğerine benzemek istemez. Daha doğrusu bu istemez ifadesi aklın değil, evrimsel çeşitlemenin bir zorlamasıdır. Bunu engellemeye çalıştığınız anda, bunalımlı bir toplum olur. Zaten bu farklılıklara bizler “kişilik” diyoruz. Bu farklılıklar yoksa kişilik denen kavram olmadığı gibi, insanda bu anlamda ileri düzeyde bir beyin için ihtiyaç olmayan trilyonlarca sinir bağlantılarına ihtiyaç kalmaz bildiğimiz daha alt seviye primatlara dönerdik.
Dolayısıyla, duyguları da içerecek şekilde bir yorum yaparken, bunların birbirlerini destekleme, kaynak oluşturma, hangi duygunun hangisini ne derece kullandığı gibi bilgilerle beraber olan söylemler tutarlı olacaktır.
Bütün mesele, bireyleri olabildiğince (ama daha fazla değil) ortak duygusal ve maddi çıkarlar doğrultusunda davranış eğitimi kazandırabilmektir. Ancak robot yapma şansı yoktur. Yapılamaya başlandığı anda sağlıksız bir beyin sistemi elde ederiz. Birbirlerini anlayan bireyler ve dolayısıyla bir toplum, o birey için, eşik değerden aşağıya düşmeyen kaynaklarla mümkündür. Eğer bu eşik değerin altına düşen bir kaynak söz konusu ise (cinsellik de dahil), başka kişileri de ve aileleri de düşünen bir birey, bu defa kaynak yetersizliği nedeniyle başka aileleri değil, kendi ailesini koruma altına alacaktır. Yani, düşünen beyin, eğitimli de olsa bir müddet tahammül edip, düşünsel işlevlerini, duygusal yani ilkel beyne bırakmaya başlayacaktır. Bazı filmlerde, Dünya savaşı veya benzeri kaynak yokluğu nedeniyle ortaya çıkan ve birbirleriyle savaşan grupların olduğu senaryolar aslında gerçeklikten çok da öte değildir.
Şurası bir gerçek ki, Maslow’un hiyerarşik tablosunda en tepeden itibaren, kaynaklarını kaybeden bir birey, aşağıya doğru bu üçgendeki ihtiyaçları birer birer yitirmeye başlayınca, kaçınılmaz olarak (orta veya uzun vadede) insan hırçınlaşmaya başlar. Çünkü beyin yapısı kaçınılmaz olarak bu davranışa iter. Canlının tek bir amacı vardır. Varolmak ve varlığını sürdürmek.
(Devam)
YanıtlaSil“Annenin çocuğuna duyduğu sevgi bile sevgi değildir. Anne çocuğunu gerçekten sevseydi, dünya böyle olur muydu dersiniz? O zaman çocuğunun doğru yiyeceği yediğini, doğru eğitimi aldığını, duyarlı olduğunu, güzelliğin değerini bildiğini, tutkulu, açgözlü ve kıskanç olmadığını görürdü. Demek ki anne, kendisi her ne kadar sevdiğini sansa da, çocuğunu sevmez.”
Bu paragrafta da yine iyiniyetli ancak doğru olmayan metaforlarla bağlantı yapılmıştır.
Özetle, kendi çağında son derece iyi niyetle ve barışçıl arak ortaya konan bu cümleler, duyguların beyin yapısının evrimsel sürecine bağlı olarak iyi niyetli ancak doğru fonksiyonel bir yapıyı ifade etmeyen söylem olarak görebiliriz.
Yine dediğim gibi, okuyucu, bu yazıya tamamen ahlaki bir yapı içindeki bir değerlendirme de iyi niyetli olarak bir eleştiri getirirken, beynin mekanizması gerektiği bu eleştirilerin doğru olmadığını ortaya koyduğu gibi, neden böyle bir ahlaki eleştiri getirdiği konusunda da yine beynin, kendi savunma mekanizmalarını çalıştırarak birey adına onu koruyucu bir fonksiyonu çalıştırarak bir ironi yapacaktır. Yani, bu yazıya ahlaki bir eleştiri getirmek de, yine beynin, kendisini koruma mekanizmalarından (ancak birey bundan haberdar olmayacaktır) biri olarak görülecektir.
Saygılarımla
Merhabalar Sayın Erol,
YanıtlaSilAçıkçası Krishnamurti, Osho veya bunlarla aynı minvalde olan, barışçıl ve yapıcı bir duruş sergileyen, dünyadaki değişimin insanın içinde başlayacak bir "aydınlanma" ile gerçekleşebileceğini savunan, özetle iyi insan olmamızı ve bu bakımdan toplumun oluşturduğu başta dincilik ve milliyetçilik gibi kavramlardan, aynı şekilde fanatik veya radikal tutumlardan uzak durulmasının salık veren kişilere ve bu doğrultuda olan fikirlere sempati beslemekteyim.
Bunun bir sonucu olarak, insanın doğa ve evren ile zihinsel bir bağ kurması, bu bağın neticesinde kendisini "yaratılmışların en şereflisi" şeklinde değil ve fakat tam tersi biçimde, var olan her şey ile eşit görmenin hoş olduğu kanaatindeyim.
Samimiyetle şunu ifade edebilirim ki, deyim yerindeyse, bu bilimsel karşı çıkışınız, tüm bunlara rağmen, çok hoşuma gitti. Elbette sizi tanımamın ve daha da önemlisi savunduğunuz yaklaşımı artık sindirmiş olmamın bunda payı büyük. Burada, öne sürdüğünüz açıdan, daha açık bir anlatımla, evrimsel, biyolojik ve genetik açıdan, insanın yazıdaki gibi belki de çelişkili bir biçimde davranamayacağı makul görünüyor.
Diğer bir deyişle, en kaba tabirle, duygular birbirine muhtaç veya ortak kaynaktan çıktığı için biri diğerinden bağımsız biçimde yok sayılamaz.
Ancak izninizle, hafif bir biçimde dahi olsa, Krishnamurti'nin ileri sürdüğü görüşü savunmak isterim. En azından birçok yazısını okuduğum için, bütünsel bir yaklaşım sergileyebileceğimi, sadece bu yazıyla bağlı kalmaksızın, onun görüşlerinin neye dayandığını veya neyi kastettiğini açıklamam uygun düşer kanısındayım.
Krishnamurti, en başta, insanın tanrı tarafından yaratılmadığını ve evrimsel süreçle insan olduğumuzu kabul etmektedir. Elbette ki, işin bilimsel yanına ne kadar hakim olduğu su götürür bir biçimdedir. Ancak, "hakikat" arayışı içerisinde, metafiziksel bir temele değil, tam tersine, materyalistik bir temele dayandığını ileri sürmek sanırım yanlış olmaz.
Beynin işlevlerinden muhtemelen habersiz olmakla birlikte, aslında bir psikolog ve sosyolog edasıyla bireysel ve toplumsal sorunlara yaklaşır, özellikle takipçileri tarafından "bilge" olarak varsayılır.
Krishnamurti, şu açılardan bilge sayılabilir: Öncelikle, barışçıl bir yaklaşımı gerçekçi bir biçimde benimsemiştir. Bireyi sıkıntıya sokan ve toplumları açmazlara sürükleyen, savaşın ve sömürünün kaynağı birçok kurum ve oluşumu reddeder. Aynı şekilde, insanın içine saplandığı birçok güncel sorundan kurtulmasını ister.
Peki bu nasıl olacaktır?
YanıtlaSilBunun temel yolu, insanın kendisini "aydınlanma" yoluna sürüklemesidir. Bu da, doğayla, varlıkla, yani her şeyle bir olmak, bir ağacı ya da böceği bile anlamakla mümkündür.
Hiç kuşkusuz, katı bilimsel bir anlayışla olaya yaklaşırsak, bir ağacı anlamak, daha açık olmak gerekirse, açık bir gökyüzünde, hafif güneş altında bir ağacı izlerken "huşu" dolmak çeşitli beyin fonksiyonlarının bir ürünü haline indirilebilir. Buradan yola çıkılarak, bunun kaynak bölgesi ve dolayısıyla, bu duygu ile bağlantılı diğer duyguların dökümü ortaya konulabilir.
Ancak Krishnamurti'nin temel iddiası, ki yanılıp yanılmadığını şu aşamada tartışmıyorum, doğa ve varlık ile bütünleşmek ve kendimizi anlamak, bizleri hakikate götürecektir. Bu "hakikat" denilen şey de, bizleri daha anlayışlı, daha sabırlı, daha barışsever, daha iyi insanlar haline getirecektir.
Bu da beraberinde, para hırsından uzaklaşmayı, din veya devlet sevdası uğruna fanatik tepkiler göstermeyi, ırklar arası kutuplaşmayı azaltmayı getirecektir.
Hiç kuşkusuz, evrimsel sürecimiz bizleri "iyi" olmaya yönelik biçimde gerçekleşmemiştir. Hala da çoğu durumda beynin "ilkel" çalışma mekanizmasına bağlı bir biçimde benliğimizi oluşturuyoruz. Ancak inanıyorum ki, toplum tarafından önümüze konulan birçok değer ve anlayışı sorgulayacak ve onları kabul etmezsek daha "iyi" bir insan olmayı da başaracak hale gelebiliriz.
Şöyle bir örnek vereyim: Beynimiz, "biz" ve "onlar" ayrımını yapmaya, bizi bir gruba dahil etmeye meyillidir diyebiliriz sanırım. Bu, evrimsel açıdan da gayet uygun bir tavırdır. Bu "ilkel" düşünce, bizleri bir anlamda "ırkçılığa" kadar götürebilmektedir. Peki bu noktada, beynin evrimsel süreci bizleri böyle bir yola saptırdı diye bunu kabul etmek durumunda mıyız?
Daha açık bir anlatımla, biz-onlar ayrımını yaparak insan olduysak bile, bu ayrımı "beynimizden" değilse bile "zihnimizden" silmek namümkün müdür?
Aslında "medeniyet" denilen şey, aynı şekilde "insan hakları" vb. birçok argüman, bizim kendi "doğamıza" karşı alınan önlemler ve yapılan hamleler değil midir?
İşte bu noktada, Krishnamurti, bizleri bir anlamda mücadeleye çağırır. Belki de "sevgi" diyerek yanlış bir tanım kullanmıştır; ancak asıl amaçladığı şey, artık bilinçli varlıklar olduğumuza göre, kendi değer yargılarımızı toplumdan bağımsız bir biçimde, kendi içimizde, saf haliyle oluşturmamızdır.
Bu noktada, Krishnamurti'nin cömert olmadığını da belirtmeliyim. Bununla ne kastediyorum? Bir insanın "gerçekten" çok nadiren değişebileceğini ifade eder kendisi. Dünyada tek bir insan bile değişebilirse, tüm dünyanın değişeceğini ileri sürer. Kendisinin bile hakikatı tam kavramadığını, sadece bazen ona yaklaştığını söyler.
Aslında bir bakıma, belki de, Krishnamurti evrimsel bir sıçramayı işaret etmektedir. Bu noktadan sonrası bilim kurgu alanına girecek belki, ancak insan evriminin bilinçte ciddi bir sapma ile farklı noktalara gidip gitmeyeceğini bazen düşünmemek elde değil. Zira, artık salt doğa durumunda yaşamıyoruz. Doğal seçilim, oldukça yapay bir biçimde ilerliyor. Örneğin, çirkin ve aptal ve hatta birçok bakımdan olumsuz özellik taşıyan biri, sırf parası olduğu için yani zengin olduğu için soyunu devam ettirebiliyor. Oysa güçlü ve zeki biri ise bu bakımdan sıkıntı yaşayabiliyor. Aynı mantıkla, birçok medeni aile yapılanmasında 2 çocuktan fazlası tercih edilmezken, başka durumdaki ailelerde bu sayı 10'a kadar ulaşabiliyor.
Bu durum göz önüne alındığında, sizce evrimimiz nereye doğru gidecek? Doğal seçilimin tahtı sallanıyor bir bakıma diyebilir miyiz?
Son olarak, bu yazının bir karşı çıkış değil, sadece bir dipnot düşüş olarak değerlendirilmesini isterim. Zira yazıyı bloga ben taşıdım ve aslında belki de bir blok halindeki yazıdan belli birkaç paragrafı seçip koymam çok sağlıklı bir seçim de değildi. O sebeple de, böyle bir girişimle görüşlerimi aktarayım istedim.
Bir de şu açıdan olayı ele alarak durumu noktalayayım:
YanıtlaSilMesela siz, varsayımsal olarak konuşalım, çocuğunuzun ırkçı olmasını ister miydiniz? Çocuğunu seven bir ebeveyn, şayet ırkçılığın kötü bir şey olduğunu biliyorsa, çocuğunu ondan uzaklaştırmaz mı? Hatta daha da ileri gidersek, çocuğunu "gerçek sevgi" ile seven biri, bu dünyadaki en temel doğruları keşfedip, bunu çocuğuna aktarmak için çırpınmaz mı?
Açıkçası, ben çocuğunu seven, ama çok fazla umursamayan birçok aile ile karşılaştım. Çocuğa asgari ilgiden fazlasını göstermeyen, onun gelişiminde rol almaktan ciddi bir biçimde kaçınan birçok anne ve baba gördüm. Krishnamurti, belki de biraz romantik bir biçimde, buna işaret etmektedir. Samimi bir biçimde düşünecek olursak, bazen sırf canımız istemediği için çocuğumuzdan uzaklaştığımız olmaz mı?
Burada, böyle olması gene biyolojik açıdan normal olabilir, ancak Krishnamurti, bunun ötesinde bir şeyler olduğuna inanmakta. Bu inanış belki doğru, belki yanlış. Yıllardır beni az çok tanıdınız, materyalist olmayan açıklamalara sarılmam mümkün değil, ancak insan beynininin, bilincinin veya zihninin derinlerinde bizleri "olumsuz" duygulardan sıyıracak, daha "olgun" ve "yetkin" kılacak bir irade olduğu fikri hoşuma gidiyor.
Zen budizmine ve insanın kendini anlaması ve duygu ve düşüncelerinin ayrıntılı ve gerçekçi bir haritasını çıkarabilme ihtimaline sempati beslediğimi de belirtmeliyim.
Yani çok kaba bir anlatımla, beynin çalışma prensibine hakim olarak, kendini tanıyarak, doğru ve yanlışı düşünerek yeni baştan karakteri şekillendirebilme fikrini hoş buluyorum. Elbette ki sizin, duygusal beyin ile söylediklerinizi de aklımdan çıkarmıyorum. :)
Bu bağlamda, zen ustalarının yaşamı, onların hayata bakış açısı ve olayları değerlendirişi oldukça ilginç görünüyor. Ancak böyle şeyleri deneyimleme şansım olmadığı için, belki de sadece davulun sesi uzaktan geliyor ve ben de sadece romantik bir anlayışla kadim bir felsefenin tınısına boyun eğmiş oluyorum. Kim bilir!
İyi ki fikrinizi belirttiniz, ben de böylelikle birkaç kelam edebildim bu konuda.
Esen kalmanız dileğiyle.
Merhabalar Sayın Hayyam,
SilBu şekilde yazışınca, aklıma, bu bloğun bir ferdi olmadan önceki zamandaki uzun (uzunluk daha çok bana ait) ve hummalı yazışmalarımız geldi. O zamanlar iyi ki yazmışım ki, dediğim gibi bu bloğun, kendimce okuduklarımı derleyip paylaşan bir ortamı bana sağladınız. Ve gerçekten teşekkür ederim.
Öncelikle, yazdıklarınızın ilk iki paragrafına son noktasına kadar katılıyorum. Zaten bu düşüncede bir kişiyim. Hatta, sizin yazdığınız bu iki paragrafı aynısıyla ben yazsaydım, sizin, ikinci paragrafın sonundaki “kanaatindeyim” kelimesini, kanaatten öte “inanıyorum” şeklinde değiştirirdim. (Sizin de öyle düşündüğünüzü biliyor ve ikinci paragraftaki inanışınızı iddia şeklinde değil, biraz yumuşatmak adına bir incelik göstermek için “kanaatindeyim” diye yazdığınızı düşünüyorum hatta biliyorum dersem, bu düşüncemi ukalalık olarak almayacağınızı da biliyorum.)
Yazıyı yazarken özellikle dikkat ettiğimi düşündüğüm bir kısmı, izninizle burada tekrarlamakta yarar görüyorum. Yazdığım yazının Krishnamurti’in şahsına olarak düşünülmemesi için iki şey yapmaya “bilinçli olarak” özellikle “itina” ettim. Birincisi, yazıyı sahibinden ayırmaya çalışarak sahibine saygı duyduğumu ve ayrıca yazıyı başka bir kalemden ve sanki bugün yazılmış gibi düşünülmesini özellikle belirtmeye çalıştım. Böylece yazıyı, sahibinden kısa süreliğine ayırmak ve yazıya “objektif” bakabilmek içindi.
Krishnamurti, sevdiğim düşünürlerdendir. Barışçıldır, insanca bir dünyayı amaçlamıştır. Hatta, şu satırları yazarken, oturduğum yerden kütüphanemde gözüme ilişen kitaplarından biri olan “İlişki üzerine” nin tesadüfen açtığım 24. Sayfasında, geçmişte kitabı okurken altını çizdiğim satırları tekrar baktığımda “güç arayışı” ve buna bağlı insan düşüncesini belirttiğini tekrar hatırladım.
Eğer ben, ilk iki paragrafınıza aynısıyla katıldığımı ifade etmişsem, burada bunun aksini söylemek kendimle çelişmek olurdu.
Ayrıca, yazının özü, temeli, ne demek istediği konusundaki anlamlandırmayı ayrı tuttum. Çünkü, hangi dayanaktan çıkarsa çıksın( dayanak yanlış bile osa), Krishnamurti’in, yazıdaki “demek istediği”; İnsanın, insanca yaşadığı, barışçıl ve her birey için ayrımcılığın olmayacağı bir ortamın dile getirilişi idi. Sanırım, buraya kadar atladığım önemli noktalar olmamıştır. Ve Krishnamuti’in bu düşüncelerine aynısıyla katılıyorum.
Ancak, Krishnamurti’nin, iyi bir dünya özlemini destekleyen düşüncelerinin çıkış dayanaklarının, “bugünkü bilgilerimiz” anlamında geçerli olmadığını ifade etmeye çalıştım. Bu geçersizliği ortaya koyarken de, Krishnamurti’nin dayanakları yani çıkış noktaları yanlış bile olsa, varmak istediği, söylemek istediğinin de yanlış olduğunu söylemek “istemediğimi”, yazımızın başındaki bu ayrımla ve “özenle” yapmaya çalıştım.
Şimdi, şöyle düşünelim. Varsayalım ki, Krishnamurti günümüze kadar sağlıklı bir zihinle geldi ve beyindeki gelişmeleri, blogdaki, alıntısını yaptığınız yazının içindeki “dayanakların “ yanlış olduğunu anladı. Ola ki, bir panelde, bir seminerde karşı karşıya geldiniz ve siz de beyinle ilgili bu gelişmelerden haberdarsınız. Seminer esnasında, kendisine, blogdaki bu alıntı ile ilgili sorular sordunuz. Krishnamurti’ye geçmiş dönemde yazdığı (bloga alıntı yapılan yazı) yazıyı aynısıyla savunur muydu? Sanırım şöyle derdi. “Evet o zamanki bilgiler, bugünkü kadar gelişmiş olmadığı için, o gün gereği, bunları veri olarak kullandım. Bugün aynı yazıyı yazacak olsaydım, o yazıyı başka verilere dayandırırım yani düzeltirdim” derdi. Ve arkasından da şöyle devam ederdi “ Ancak, o yazımda değişmeyen şey yani anlatmak istediğim değişmezdi ve hala da o amaca (barışçıl bir dünya) inanıyorum derdi.
(Devam)
SilGörülüyor ki, benim de amacım, yazının “özünde” söylemek istediği değil, “dayanakların” bugün için doğru olmadığıdır.
Söz gelimi, yine daha evvelki yazımda da belirttiğim üzere, John Locke gibi bir düşünürü sevenlerden günümüzdeki ve beyin ile ilgilenen bir kişiyi düşünelim. Bu kişi, John Locke’yi sevdiği için bugün için geçersiz olan Tabula Rasa (boş levha) düşüncesini de aynısıyla kabul etmek durumunda mı olur? Tabula rasa anlayışının doğru olmadığı, sinirbilimdeki gelişmelerle çok zaman önce terkedildi. Ancak John Locke tarihi değeri ve diğer fikirleri kıymetten düşmedi. Ve keza, “Atom bölünemez” diyen Democritus’un değerini, düşüncesi yanlış olduğu halde tarihsel kıymetini düşürmemiştir. Ancak, bugünkü bilgilerimize bakarak kendi zamanlarındaki düşünceleri için haklılar, ama bugün için de haklılar diyebilir miyiz?
Başka bir örnek olarak, yine bu blogda paylaştığım ve Gothe’ye ait olan “İnsanları birleştiren duygular, ayıran ise fikirlerdir” yazısını ele aldığımızda, bu düşüncenin yanlış olduğunu bugünkü bilgilerimizle biliyoruz. Çünkü, insanları, ayıran da duygular, birleştiren de duygulardır. Ve bu Gothe’nin değerini düşürmez. Ve daha niceleri gösterilebilir.
Görülüyor ki, hangi düşünür olursa olsun, düşüncelerinden bugüne kadar gelip de geçerli olanları bizler doğru, bugün için geçersiz olanları ise değersizleştirmiyoruz ancak ve ancak tarihi değere sahip olduğunu düşünüyoruz ve o zamanın bilgi birikimiyle eriştikleri bu bilgileri nedeniyle saygı duyuyoruz.
Tekrar etmem gerekirse, Krishnamurti’yi , özlemini duyduğu “barış ve sevgi” gibi kavramlara varırken, bunun için kullandığı dayanakları, bugünkü bilgi çerçevesinden eleştirmiyorum.
Aksi halde, bir düşünürü çok seviyor dahi olsak, onu eleştirilemez durumda olur ve yanlışlarını bugüne taşırsak, bu dogma olurdu.
Buna göre, düşünür dahi olsa, sözlemindeki yani özündeki neyi demek istediğine bugünkü doğrularla erişebilmektir. Erişmek istediği bir hedef vardır ama, dayanakları yanlıştır ve güncellenmeye ihtiyaç vardır. İşte ben de, okuyan için, eleştiriye neden olmamak için, yazıyı Krishnamurti’den bu anlamda ayırdım ve yazıda ne demek istediğini de anladığımı, yazımın ilk paragraflarında yazmaya çalıştım.
O halde meramımı anlatacağını düşündüğüm son cümle olarak, benim eleştirim; Krishnamurti’nin sözündeki “öz”e değil, bu öze ulaşmak için, bugün tarihsel bir değer olarak kalan ancak bugün için geçerli olmayan dayanaklar yani verilerdir.
Her zaman olduğu gibi, esenlik dileklerimle.
kampuswebden önce çıkmanıza sevindim ve orada reklam olmamasına
YanıtlaSilSevgili arkadaşlar merhaba,
YanıtlaSilPaylaşımlarınız ve irdelemeleriniz için çok tşk. 57 yaşında bir anne olarak çimdeki ses JK'yı onayla diyor. Belki yanılıyor / değil? Beynimizin çalışma biçimi vs günümüz itibarıyla %? gerçek anlamda anlaşılabildi? Bir de acaba değişik bir bakış açısı getirebilir mi diye karmaşık bir bozukluğu sizlerle paylaşmak istedim: https://www.facebook.com/Tourette_Syndrome_Turet_Sendromu-1418717421690985/timeline/ Sorularınız olursa memnun olurum.
Saygı ve sevgiler..
Sayın Şükran Demiralp, merhabalar,
SilEğer, yakın zamandaki başka bir yorumcunun düşüncesini sizinki ile karıştırmıyorsam, yine burada, aynı sendrom ile ilgili atıfta bulunmuştunuz.
Tourette Sendromu ile ilgili düşünce ve yorumlarımızı, burada yorum olarak yazabilirsiniz.
Hatta, Sendroma ait sahip olduğunuz bilgi ve derlemenizi, bir makale haline getirir, makalenizi, sorulabilecek muhtemel sorularla da zenginleştirerek Sayın Hayyam'a gönderirseniz, makalenizin, blog kurallarına uygunluğu çerçevesinde, Beynimiz ve Biz yazı dizisi içinde yayınlanması beni mutlu eder.
Saygılarımla
Yıllardır hep aynı şey. cinsellik pis,sevgi temiz. Sevgi ve nefret konusunda uzun uzun yazardımda,geçiyorum. Kısaca şunu diyeyim ki sevgi diye bir şey yok. Nefret diye bir şeyde yok.
YanıtlaSilSevgi demek,nefrete temel demek. Sevgi ekmek,nefret biçmek demek.
Barış,sevgi adı altında kirli oyunların zemini atılıyor. İslam mantığı bu. devletlerde aynı şeyi yapıyor. Ad islam,soyad katliam. Yada adı sevgi,soyadı nefret. Olmayan şey üzerinden insanlar birbirini yiyor. Ya sevgi yanlış anlatılıyor,yada sevgi ayrıştırılıyor. Tevhid/birlik derken herşeyin bir olması anlamı düşünülürken,saptırıp ayrı zihniyetin bir çatıda toplanması gibi bir anlam çıkarılıyor. Bu düşünceyle,türk kürt laz çerkez zihniyet bir oldurmaya çalışıyor,laik ilahiyat teist ile ateisti “dinen nikahın sayılamayacığını düşünemiyor” evlendiriyor,vs…..
Yurtta sulh cihanda sulh diye söz söyleniyor. Bu hem savaş hem seviş demekten başka brşey değil. Hem ayrol hem birol diyor. Yurtta birlik,dünyada birlik diyor.
Dinde diyor ki,allahta birlik,muhammedde birlik. Birlik,bir olan şeyde birliktir.
Sevgi kör ediyor. Sevgi kafir ediyor,müşrik ediyor,mürted ediyor.
Işid de aşağı yukarı bunları biliyor. Ve bu tür kişilere kafir,mürted,müşrik,tağut vs diyor.
Nefret kör ediyor. Nefret katil ediyor,maktul ediyor,….
Sevişerek mutlu olunmadığı gibi,savaşarakta mutlu olunmaz.
Işid mutluluğu savaşta görüyor. Işid sevgi işini çözmüş gibi,savaşta tıkanmış. Durum bu galiba.
Sıkıntının sonunda ortaya çıkan şey de mutluluk değildir.
Mutluluk için,zorlu yol yada kolay yol diye bir şeyde olmaz.
Maddiyat ile mutlu olunamayacağı gbi,maneviyat ile de mutlu olunmaz.
İmanla yada bilgiylede mutlu olunmaz.
Eğer mutluluk varsa/mümkünse,bunu ancak aydınlığa kavuştuğumuzda anlayabiliriz.
En çok; şiddi “şiddet”,cinni “öldürücü”,şeytani ”bu kelimenin tüm anlamaları”,pahalı,süslü,bölücü,masraflı,israflı,geçişmiş,aç bırakan,zehirleyen,küfürlü,peygamberci,kibirli,kitabı bilinmeyen,mensubu bilgisiz,pis,hasta eden,ölçüyü aşan,haksız,adil olmayan, …….. olan din,galiba islam.
Hastalıktan lezzet alan din,islam. Temizlik imandan deyip pis etmemeyi öğrenmeyen din,islam.
Ölümü neredeyse hiç konuşmayan,eleştirmeyen din,belkide yine islam. Hıristiyan islama terörist,islam hristiyana kafir diyor. Böylelikle islam,yaşamcıya öldürücü tepki olan bir din oluyor.
Bir de saygı diye birşeyden sözediyorlar,anlayış diyorlar,elit olmak diyorlar,…….
İşte tüm bu kargaşanın sebebi,adı islam/sevgi,soyadı nefret konan sistemdir. Hem kahhar hem rahman olan allahtır.
Ne demiş metin üstübdağ ; bu düzen değil,bu düzülen değişmeli.
https://tr.wikiquote.org/wiki/Metin_%C3%9Cst%C3%BCnda%C4%9F
Birde; iyilikten,sevgiden,şefkatten şu doğar bu doğar…. demiş atalar.
http://justpaste.it/trmovie
http://vidto.me/3h9tspl8egpl.html
https://twitter.com/search?q=islamdevleti
https://twitter.com/search?q=darulhilafe
https://www.youtube.com/watch?v=r7PDyIFvrjo
Işidin türk üyesinden “hüküm yalnız allahındır” videosu vardı,silmişler.diğer videoların benzerini söylüyor,ama sert söylüyor.Sert söylem etkiliyor. Ruhsuz,künt,dehşi söylemler etkilemiyor ki devletin laikliği bu kadar sürdü.
https://www.youtube.com/results?search_query=hüküm+yalnız+allahındır
https://www.youtube.com/watch?v=RNZWTnocTtY
https://www.youtube.com/watch?v=TG49D32EpCc
https://en.wikipedia.org/wiki/Islamic_extremism
https://en.wikipedia.org/wiki/Islamic_terrorism
http://rationalwiki.org/wiki/IslamicAwakening.com
http://www.haber7.com/polisiye-vakalar/haber/1644713-kopek-tartismasindan-cinayet-cikti
http://www.liveleak.com/view?i=b58_1446897528
http://www.liveleak.com/view?i=e24_1425590391
http://www.muslims-us.org/pages/revealer-tv.html
http://www.zaman.com.tr/dunya_unicef-yemende-her-gun-8-cocuk-olduruluyor_2311479.html
http://www.mynet.com/haber/guncel/kenan-sofuoglunun-oglu-hamza-topraga-verildi-1937777-1
Dip:Belki seks mutluluktur,ama seviş/sevgi değildir.
Hıristiyanlar, islamın şiddet ve cinayet dini olduğunu öğreniyor zaten. Mohammedanism diyorlar arada. İsevizm/isanizm diye bir şey yok. İslam ölümle/savaşla geldi, ölümle/savaşla gidiyor diyorlar.
SilK t ve l kuranda öyle çok var ki. ama meallerde çevirisi hiç ölüm değil neredeyse. savaş diyor, nankör diyor bilmem ne diyor. Kelimenin kökünün hiç alakası olmayan çeviriler.
kuranda;
“kaf+te” 99 ayette geçiyor.
“kaf+te+lam” 34 ayette geçiyor.
”katli” 4 ayette geçiyor.
daha taktilu, tuktilu, yuktilu, yaktulu, katelu, kıtalu…… var.
Galiba en çok ölüm/ktl geçen kurandan başka kitap yoktur.
Bir insanı öldürmek bütün in…. ayeti bile cinayet etkeni. Bu ayet cımbızlanıyor evet, cımbızlansada cımbızlanmasada can alıyor. Cımbızlandığı söylenip gerçek ayeti anlayan kişi gidip adam öldürüyor olabilir.
Işid e bu ayeter öldür diye çevriliyor ki öldürüyor, yoksa ışid bunları nasıl yapsın.
http://www.darulhilafe.news/video-izle/esir-pesmergelerin-ailelerine-bir-mesaj-tr-altyazi-h983.html
Her lisanda başka kuran, her insanda başka kuran.
Sevgide, nefrette, korkuda, aşkta, …. kör eder. Allah a aşık olan “ışid” yaptığına vahşet demez, yaptığından tiksinmez, yaptığından ürkmez. Allah için boğazda deler, kalpte deler, herşeyi deler. Bunlar ona ulaşmanın yoludur. Bu kuranda yazıyor, ama türkiye bilmiyor.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilSayın Şefika,
SilBizler, sadece doğru gördüğümüz bilgileri veya kendi dünya bakış açımıza uygun düşen şeyleri paylaşıyoruz. Bir çözüm haritası sunmak veya insanlığı belli bir şekile getirme amacında değiliz. Herhangi bir politik veya ideolojik misyonumuz yok. Bu bakımdan, insanlar arası ilişkilerin nasıl sınıflandırılması gerektiğini ifade edemeyiz.
Aynı şekilde, insanlığın ifade ettiğimiz, dile getirdiğimiz ve bloga taşıdığımız düşüncelerin altından kalkıp kalkamayacağı tartışma konusu olamaz. Zira insanlığı kurtarma gibi bir amacımız yok, tıpkı onları yok etme amacımız olmadığı gibi.
Blogu intihar eğilimi olan kimselerin okuduğuna dair elimizde bir veri yok. Birçok farklı görüş açısından oldukça farklı kişilerden geri bildirimler aldık. İntihar eğilimli veya melankolik kimselerin bu blogda bir cevap bulabileceğini düşünmesi aslında pek uygun olmaz. Blog, adı üzerinde bir yargıya varmış olmaktan ziyade, bir yol izlemekte: "Tanrı Var Mı?"
Tüm bu bakımlardan, okuyucunun blogu okuduktan sonra edineceği izlenimleri hesap etmemiz ve her kesimden insanı memnun etmemiz mümkün değildir. Bana sorarsanız, blogun içeriğindeki bilgiler insanı tamamen ümitsizliğe sürüklenmesini sağlayacak şeyler değil, tam tersine insanı araştırmaya iten şeylerdir. Zaten bir amacımız varsa, o da insanları araştırmaya teşvik etmek olduğunu söyleyebiliriz; bir cevap sunmak değil.
Saygılarımla.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
Sil"Günümüzdeki düşünen kesimin gerçekleştirdiği intihar vs. vakalarının büyük çoğunluğu insanların bu tarz sitelerden kendi düşüncelerine çözüm arayıp bulamamalarından ötürü gerçekleşmekte."
SilSen iyi değilsin. Ya da şaka yapıyorsun.
“İntihar eğilimli veya melankolik kimselerin bu blogda bir cevap bulabileceğini düşünmesi aslında pek uygun olmaz.”
Silİntihar sorusunun hiç bir yerde cevabı yok.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
SilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilSayın Şefika,
SilBenim kişisel ve özel hayatımda neler yaptığım, neleri dert edindiğim veya nelere kızdığım, ya da başka bir deyişle ne için mücadele ettiğim veya etmediğim, akıl ve duygu arasındaki ilişkiyi nasıl tuttuğum başka bir mesele, blogun içeriği ve ilerlemeyi seçtiği yol başka bir mesele.
Neden mi?
Birincisi, blog kişiliğimden bağımsızdır, çünkü benim dışımda başka yazarlar da vardır ve her birimizin görüşleri taban tabana zıt olmasa bile farklılıklar barındırmaktadır. Nitekim burası da kişisel bir blog olmadığı gibi, tüm Dünya'nın beklentilerini karşılama gayesinde de değildir.
İkincisi, blogun amacı zaten insanları araştırmaya sevk etmek yönündedir. Dogmatik inançlara bağlı kalmamayı, insanı ve evreni anlama ve araştırmaya dayalı işler yapıyoruz. Blogu bu denli karamsar bulmanıza da açıkçası çok anlam veremiyorum. Kaldı ki, şahsi görüşüm, blogun özellikle Türkiye'de bir şeylerin gelişmesi ve iyileşmesi bakımından önemli adımlar atmış olduğu yönündedir.
Şayet umduğunuz şey, sadece "iyi düşünelim, güzelliklere bakalım, motive olup huzur bulalım vb." gibi şeyler ise, blogun bu çizgiye yönelmeyeceğini açıklıkla ifade edebilirim. Bizler, bir "sonuç" ve "varış noktası" sunmuyor, sadece elimizdekileri paylaşıyoruz. Bu bilgilerin insanlarda yaratacağı etkiyi hesap edebilmemiz mümkün değildir ve bunu duygusuzluk olarak değerlendirmek acımasızlık olur.
Saygılarımla.
Aşk dye bir şey yok, o cinsellik “maddi” derler.
SilSevgi diye bir şey, o da yemek “maddi”.
Sevgi diye bir şey yok, o da yemek “maddi”. diyecektim.
SilBu yorum yazar tarafından silindi.
SilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilYukarıdaki geçmişte silmiş olduğum yorumları görünce yaklaşık 5 yıla yakın bir süredir blogunuzu takip ettiğimi farkettim.
YanıtlaSilVe alttaki İslami araştırmalarla ve dünyayı kurtarmakla kafayı bozmuş olduğum ergenliğimin son demlerinde yazmış bulunduğum yorumları gördüm.
Halbuki bu yazıyı öylesine açmıştım ve yorumları sıkılmadan öylesine okuyordum. :)
Sadece herhangi bir açıklamaya gerek görmeden ,amacınız bu olmasa da ve siz de paylaşımlarınızla tatlı bir fayda sağlamış olsanız da, sizlere Türkiye adına teşekkür etmek istedim blogunuzun varlığı için.
Son olarak şahsi görüşüm, ortak amaçlar altında toplanıp tekrar canlılık vermeliyiz bu bloğa..