BANA ÖYLE BİR FİKİR SÖYLEYİNİZ Kİ, İnsana ait hiç bir DUYGU ile bağlantılı olmasın. Böyle bir fikir bulamazsanız, yukarıdaki sözü bir daha sorgulayınız.

Şunu kastediyorum, hangi fikir olursa olsun, eninde sonunda insan beyninin ortaya koyduğu bir DUYGUYA veya bir DUYGU ÇEŞİDİNE bağlanır. Bir başka deyişle bir fikir, bir duygu çeşidi ile nihayetlenir. Çünkü o fikri anlamlandıran, fikrin bizatihi kendisi değildir. O fikrin beynimizde yarattığı duygudur. Çünkü o fikre bakarak seviniriz, üzülürüz, kırılırız, öfkeleniriz, kızarız, nefret ederiz, şaşkına döneriz, kıskanırız. Bizler genelde, fikirlerimizin/düşüncelerimizin çatıştığını düşünürüz. Hâlbuki, çatışan o fikir değil bağlantılı olduğu duygudur. Çünkü çatışma, duygu temellidir. Siz, farklı fikri olan bir kişiyle, kızmadan, öfkelenmeden, hırslanmadan veya bu duygu durumlarının en alt mertebesinden olacak şekilde (o duyguyu daha az hissederek) bile olsa çatışmadığınız bir zamanınızı hatırlıyor musunuz? Farklı fikirde olduğunuz bir kişinin söylediği bir fikrin, öyle değil de böyle olduğuna dair yapacağınız her hamle, her yeni fikir sunumu, kendi varlığınızı ispatlama çabasıdır; kendi doğru bildiğinizi aktarma girişimidir. Bunun da nedeni, kendi fikirlerimizi, karşı tarafa aktararak, bizim ile hemfikir olmasını istemekle aslında kendi güvenliğimizi sağlamaya çalışırız. Amaç, bizimle benzer düşüncede olan kişiler içinde kendimizi güvende hissetme güdüsüdür. Aksi halde, çevremize baktığımızda, birbirimize fikirlerimizi kabul ettirme çabamızın başkaca bir anlamını bulamayız. (İkna etmeye neden ihtiyaç duyarız yazısı bu düşünceye destek verecektir.) Evet, bizde, bu anlamda bir davranışı, bu motivasyonu sağlayan duygularımızdır.

Şu şekilde ifade etmeye çalışalım. Gözlerimizin hizasında, beynimizin ön tarafının biraz gerilerinde bizim motivasyonumuzu sağlayan bir kısım, “nucleus accumbens” vardır. Bu kısım, yeterince çalışmadığında ve dopamin (motivasyon kimyasalı) ile zenginleşmediği müddetçe, içimizden bir şeyler yapmak gelmez. Anlıyoruz ki, bizi harekete geçiren önemli merkezlerden biridir. Nucleus accumbens; her iki beyin yarı küresinde birer tane olmak üzere iki adet bulunur. Bu kısımla ilgili daha fazla bilgiyi Beynimiz ve Biz - 8 (Nucleus Accumbens / Ödül Merkezimiz 1-2’ de bulabilirsiniz.) Diğer taraftan, beynimizin tabanında ve her iki yarıkürede “amigdala” olarak isimlendirilen iki kısım bulunur. Bu kısımlar, bizi tehlikelerden korur. Biz, daha tehlikede olup olmadığımızı anlayana kadar bu kısım, bizi çoktan uyararak tehlikeden kaçmamızı sağlar. Diğer taraftan, şakağımıza denk gelen beyin bölgesinin biraz derinlerinde “insula” olarak isimlendirilen bir yer vardır. Bu kısım, bizim elimiz bir yere sıkıştığında “acı” duyduğumuz, keza âşık olduğumuzdaki acı hissini yaratan, tiksinmemizi, bizi üzen olaylardan kaçınmamızı sağlayan yerlerden biri de burasıdır. Beynimizin her iki yarı küresinde birer tane olmak üzere iki adet insula bulunur. Peki, bir kişi bizim hasmımız olduğunda, bunun karar yeri neresidir derseniz, amigdala ve insula böyle durumlarda devreye girerler ve karşımızdakine dair duyduğumuz hasmane hissiyatı yaratırlar. Ancak, önemli olan şu ki, burada saydığımız beyin bölümleri, BİLİNCİMİZİN DIŞINDA ÇALIŞIRLAR ve bilincimizi yönetirler. Daha da açık söylersek, bu kısımların aldığı kararlar, bilincimizi yani bizi yönetir. Bilincimizle, bu kısımları yönetmek o kadar da kolay değildir. Onun içindir ki, bir kişiye öfkelendiğimiz zaman, bilincimizle dahi olsa, bu kısımların faaliyetlerini kolay kolay bastıramayız. Ve yine onun içindir ki, bir kişi ile tartışmaya girdiğimizde, kendimizi haklı da görsek, haksız da görsek tartışmadan genellikle kaçmayız, sen haklısın diye bitirmeyiz; tartışmalardan mağlup çıkmayı istemeyiz. TVlerdeki tartışma programlarına bakarak, "Yenilen güreşçi, güreşe doymazmış" sözü, anlatmak istediğimizi biraz daha iyi anlatacaktır. Birilerine bir şey izah etmek istediğimizde, karşı tarafın, dediğimizi anlamadığı ve bundan dolayı öfkelenmeye başladığımız, bu duyguyu bize hissettiren Amigdala ve insuladır. İşin ilginç tarafı, karşı tarafa duyduğumuz o kızgınlık, aslında “kendimize” duyduğumuz kızgınlıktır. Çünkü beynimiz (yani insan) var olmak ve varlığını devam ettirmek üzere kurgulandığından, sorunun/problemin, kendisinde değil, karşısındakinde olduğuna inandıracak şekilde mekanize edilmiştir. Bunlara, psikolojide “savunma mekanizmaları” dendiğini biliyoruz. Bir kişiye kendimizi anlatamıyorsak, artık bu kişi, bizim için bir hasımdır. Bunun nedeni, iletişim kurulamayan bir ortamda, karşıdaki kişinin davranışlarının, benim için bir tehdit olup olmadığına dair “belirsizliktir”. Belirsizlik ise, beynimiz için bir tehdittir. Bu durumda, amigdala, insula ve benzer görevdeki diğer yerler, yeni fikir ve düşünceler üretsin diye ve karşı tarafı, sizin fikrinizi kabul edilebilir hale getirmek için düşünen beyni devreye sokar. Diğer bir ifadeyle, düşünen beynimize talimat verirler. Amaç, karşı tarafın bilgilerinin “doğru olmadığı” bizimkinin doğru olduğunu gösterme çabasıdır. Yukarıda da ifade edildiği gibi, gerek amigdala gerekse insula bizim düşünen beynimizin değil, “limbik sistem” denilen duygusal beynimizin parçalarıdır. Şu halde diyebiliriz ki, karşı tarafa fikirlerimizle kendimizi ispatlama/anlatma çabasının temeli/başlangıcı her hâlükârda duygularımızdır. İşte onun içindir ki, farklı bir fikri olan kişiyle karşılaşıp da, onun fikrinin bizimkine uymaması sonucunda karşımızdaki için az veya çok hasmane hissiyatımızın nedeni olarak duygusal beynimiz (limbik sistem) devreye girer. Diğer bir ifade ile hasmane duyguyu yaratan, fikirler değil duygularımızdır. Hatta farklı bir fikri olan kişiye sakin sakin ve sabırla bir şeyleri anlatma gayreti içinde olduğunuzu düşünseniz, “sabır” diye adlandırdığımız bu hal, yine bir duygu çeşididir. Eğer sakin sakin, karşı tarafın fikrini dinliyor ve onun öyle olmadığını uygun ve nazik “üslubunuzla” anlatıyor dahi olsanız, sizi buna iten, yetişme şeklinize ve kalıtımınıza bağlı olarak yönlendiren yine, duygusal beynimizin bir parçası olan ANTEIOR SINGULAT KORTEKSTİR. Burası bizim, basit anlamda ahlak, vicdan denen hissiyatı şekillendiren kısımdır. (Beynimiz ve Biz-1 Tren İkilemi ve Ahlak isimli yazıyı okuyabilirsiniz). Bunun da anlamı; ahlak/vicdan ilgili olup da duygularımızla bağlantılı olmayan bir olay/konunun mevcut olmadığıdır. Sonuç olarak, karşı tarafı incitmeden, fikrimizi “üslup” denen bir bakış açısı ile aktarmak bile duygu içeriklidir. Üslup, karşı tarafın duygularını, sizi anlayacak moda getirmek için empati mekanizmanızı kullanarak regüle etmek demektir. “Nazik” olmak bile duygu temellidir. (Empati mekanizmasının kökeni de duygudur. İlgilenenler, “ayna nöronlar/mirror neurons” kavramlarına bakabilirler).

Özetle, hangi fikir olursa olsun, onu anlamlandıran duygularımızdır. Çünkü, gerek evrimsel nedenle gerek anne karnındaki beyin gelişimine baktığımızda bunu görürüz. Daha açık söylemek gerekirse, o fikirleri düşünen, prefrontal korteks kendi başına bir bölüm değildir. Düşünen beynimiz (prefrontal korteks), duygusal beynimizin sinir uzantılarından meydana gelmiştir. Bunun anlamı, hangi fikir olursa olsun, mantıksal değerlendirmeler de dâhil, fikirlerin üretildiği yer olan prefrontal korteks, çıktılarını (fikirleri) nihai değerlendirme için duygusal beynimize (limbik sistem) gönderecek ve bu fikirler duygularımız tarafından değerlendirilecek demektir. 

Peki, bu niye böyle diye sorabilirsiniz. Karşı tarafın fikirleri ile bizim fikirlerimizin uyuşmadığını bize gösteren yer alnımızın hemen arkasında bulunan beyin bölümümüz olan prefrontal korteksimiz yani düşünen beynimizdir. İşte, fikirler daha düşünen beynimizde iken ve karşı tarafın fikirlerine uymadığı zaman, karşı tarafla “çatışma” halimiz bu kısımda iken başlamaz. Bir başka deyişle, düşünen beyin (prefrontal korteks) sizin fikrinizle, karşı tarafın fikri arasında bir uyuşmazlık/çelişki gördüğü zaman, bu fikre karşı çıkıp çıkmama (çatışma) işine karışmaz; ya ne yapar? Uyuşmayan fikirlere ait sinyali (fikrin tamamını değil) limbik sisteme gönderir ve görevini tamamlar. Diğer bir deyişle, biz beynimizin bu kısmı (prefrontal kısmı) ile "çatışmayız" veya karşımızdaki ile aynı fikirde isek beynimizin yine bu kısmı ile "hem fikir" olmayız. Ne zaman ki, düşünen beynimizdeki uyuşma veya çelişki/uyuşmama haline ait bilgiler (sinyaller), duygusal beyin (limbik sistem) denilen kısma gelir, işte o zaman bu sinyaller anlam kazanır. Duygusal beyin, gelen bilgilerin (sinyaller) ne olup (doğru mu, yanlış mı?) olmadığına (içeriğine) bakmaz, ya ne yapar? Gelen sinyal olumsuzsa (çelişki sinyali) bu durumda karşı taraf bir “hasım” olarak algılanır ve kızgınlık/saldırganlık/kırgınlık/öfke/aşağılanma ve benzeri duygulardan birine bağlanır. (Amigdala, insula). Eğer gelen sinyal, fikirler arasında uyumluluk sinyali şeklinde ise bu defa motivasyonel eylemler devreye girer (nucleus accumbens/dopamin vb.) Görülüyor ki, benimle aynı fikirde olmamak demek, benim için “tehdittir”, benim “benlik algıma bir saldırıdır”. Varsayalım ki, bir öğretmensiniz ve ders esnasında sizin anlattıklarınızdan farklı bir fikre sahip olan bir öğrenciye denk gelirseniz, öğrenciye "kızarsınız". Eğer, derseniz ki, "güzel ama, onun görevi, benim anlattığımı dinlemektir" bu söz dahi "otoriteyi" ve "benlik algınızın" ön plana çıktığını gösterir ki bunlar, temelde duygusal kavramlardır. Bırakınız öğrencinin sizinle farklı fikirde oluşunu, o öğrencinin “görevinin” sizin söylediklerinizi dinlemek olduğunu düşünmeniz bile duygu temellidir. Çünkü öğrencinin o görevsel davranışı, o topluma, otoriteye (öğretmene) uyma davranışı bile ahlak dediğimiz mekanizma eşliğinde çalışır ve bunların hepsi duygu temellidir. Böyle durumlarda duygusal beynimizin amigdala, insula ve buna benzer görev yapan yerler devreye girer. Devreye giren bu kısımlar, prefrontal kısma, yeni fikirler üretip, karşı tarafa söylemesini ve kişinin kendisini "HAKLI" çıkarma döngüsü içine sokar. Garip gelecektir ama, HAKLI ÇIKMAK mantıksal değil DUYGUSAL bir süreçtir. Çünkü haklı çıkmak, benim benlik algımın onaylanması, varlığımın tehdit altında olmama halidir ve bunlar duygu temellidir. Eğer kişi benimle aynı fikirde ise, bu defa ben de sevinirim ve nucleus accumbens devreye girer oksitosin ve dopamin salgılar. Yani duygularımızla ilişkilidir. 

Bu kısmı özetlersek şunu diyebiliriz. Karşı tarafın fikirleri önce benim düşünen beynime gelir. Daha sonra düşünen beynim, eskiden kayıtlı olan diğer bilgileri, belleğimden çağırır. Beynimizin ön tarafının bir görevi de, düşünme esnasında, belleğimdeki, yerleşik bilgileri geri çağırmaktır. Belleğimdeki bu bilgiler, benim anılarım, inandıklarım, entelektüel bilgim olabileceği gibi dünya görüşüm de olabilir. (Beynimin ön tarafının belleğimdeki bilgileri geri çağırması konusunda fazla bilgi için Beynimiz ve Biz -22 Konfabulasyon/Masallama makalesine bakılabilir). Gerek karşı tarafın bilgisi gerekse beynimizin ön tarafı ile belleğimden çağrılan eski bilgiler karşılaştırılır. Bilgiler arasında tutarlılık da olsa, çelişki de olsa, sinyali duygusal beynimize gönderir. Gelen sinyalde, karşı tarafın fikri bilgisi ile benim bilgim arasında bir tutarlılık varsa, duygusal beynim, o kişiyle duygudaşlık olacak bir düzeneği çalıştırır. Düşünen beynimden gelen sinyal, çelişkiyi işaret ediyorsa, bu durumda, duygusal beynim karşımdaki kişiyi bir hasım (tehdit) olarak görür. Bu durumda, duygusal beynim, kızgınlık, hayal kırıklığı, öfke, aşağılanma veya bir strateji güderek empati kurmaya, karşı tarafı anlamaya, sabırlı olmaya, nazik bir üslup kullanma moduna girer. Ancak, süreci bitirmez. Duygusal beyin, karşı taraf ile olan tartışmayı devam ettirebilmek için yeni fikirler üretmek üzere tekrar bizi yani düşünen beynimizi görevlendirir. Ve bu süreç pinpon topu gibi düşünen beyin ile duygusal beyin arasında gider, gelir. Tartışmanın bu anlamda devam etmesinin sebebi, var olan benlik algımızın mağlup olmaması, yapabiliyorsa kazanma (HAKLI OLMA) savaşıdır.

Aslında yazıya (özdeyişe) baktığımızda eksiklik kendisini göstermektedir. Şu sorulabilir. İnsanları ayıran faktör (uyaran) olarak fikirleri gösterebiliyorsak, duyguların birleştirici gücü olarak da fikirleri gösteremez miyiz? Yani, kalıtımsal etkenler haricinde (içgüdü vb.) duygular kendi başına buyruk olarak mı (hiç bir neden yokken) "birleştiricilik" mekanizmasını çalıştırmaktadır?

Şu halde, özdeyişi ;
Olumlu dış uyaran (olumlu fikir, olumlu davranış vb.)→Birleştirici duygular (Hemfikir/duygudaşlık)
Olumsuz dış uyaran (olumsuz fikir, olumsuz davranış vb.) → Ayıran duygular (Hasmane duygular)
şeklinde yeniden modelleyebiliriz.

Kaldı ki, bir kişinin kendi fikirlerinin arasındaki uyumsuzluk, kararsızlık kendisini bir huzursuzluk bir sıkıntı olarak gösterir. Bu durumun uzun vadeli devam eden hali ise bir iç çatışmadır ve depresyona giden yolun başlangıcı olup, yine duygu temellidir.

Sonuç olarak, ister aynı fikirde olalım, ister farklı fikirde, hepsi duygularımızla sonuçlanır. Bir başka deyişle, bizi birleştiren de duygularımızdır, ayıran da duygularımızdır. Dolayısıyla, yukarıdaki özdeyişin, bugünkü nörobilim (neuroscience) bilgilerimize bakarak, tarihsel değerinin dışında, geçersiz olduğunu söyleyebiliriz.

Yeryüzünde, en küçüğünden en büyüğüne kadar olan kavga ve savaşımlarımızın nedeni farklı fikirlerimiz değil hasmane duygularımızdır. Yine bizleri bir araya getiren de benzer fikirlerimiz değil, sevecen duygularımızdır. 

Günümüz koşullandırma/eğitim argümanlarıyla düşünürsek bu yazının içeriği ilk etapta makul görünmeyebilir. Beynimiz, bizleri çatışmaya götüren ana unsurun fikirlerimiz olduğunu söylese de, çatışmalarımız duygu tabanlıdır. Çünkü beynimizin yapısı bu şekildedir. Bu düşünceyi şu şekilde açıklamaya çalışalım. İnsanoğlunun ortaya çıktığı ilk zamanı (Dawkins’e göre ilk insan hiçbir zaman olmadı) düşünürsek, bu kişiler(!) daha konuşmayı bile bilmedikleri, birbirleriyle, vücut dili, mimikler ve çıkardıkları sesler ile anlaşabildikleri, yiyecek paylaşımı vb. nedenlerle ortaya çıkan anlaşma veya çatışmalarla başlar. Amaçları, çevreye uymak ve hayatta kalmaktır. Dolayısıyla kendisinin varlığını ortadan kaldıracak her etken bir tehdit, varlığında yardımcı olacak her etken de bir dost olacaktır. İşte, daha düşünen beynimizin gelişmediği zamanlarda bizleri hayatta tutan, evrimsel süreçteki içgüdüler ve duygulardır. Eğer bu modeli bizim de içinde olduğumuz diğer primatlara yöneltecek olursak, şempanzeler arasındaki itiş kakışları yönlendiren de onların içgüdüleri ve duygularıdır. Hatta bu anlaşma/uyum, savaş ve barış hallerinde genlerin bile etkisi vardır. Söz gelimi, primatların bir türü olan bonobolar, şempanzelere göre daha barışçıldır. Şu halde diyebiliriz ki, düşünen beyinlerimizin gelişmesi, dış dünyaya ait algılarımızın ve değerlendirmelerimizin çeşitlenmesi/zenginleşmesi ve gelişen dilimiz aslında duygularımızın uzantısı olan fikir dediğimiz kavramı ortaya çıkartmıştır. Bu çeşitlilik, çatışmalarımızın veya birleştirici unsurların nedeninin duygularımız değil, fikirlerimiz olduğu yönünde bizi koşullandırmış (yönlendirmiş) görünmektedir.

Ve yine varoluşumuzun duygu temelli olduğunu en güzel gösteren şema Maslow’un “İhtiyaçlar Hiyerarşisi” tablosudur. Bu tablonun hiçbir kademesinde “fikir” içerikli bir yaklaşım bulamazsınız. Tabloda vurgulanan tek şey, bir insanın “var olmasının” ve "varlığının devamı"na ait en temel  argümanlar yani gerek içgüdülerinin gerekse duygularının tatminsellik derecesidir. En temelinden en tepeye kadar.

Erol
Bugün müslümanlar arasındaki yaygın kanı, Muhammed peygamberin yüzünün açıkça göründüğü resimlerin veya tasvirlerin yasak/haram/günah olduğu yönündedir. Diğer bir deyişle, Muhammed'in yüzünün resmedilmesi dinen yanlış olmakla birlikte, İslam alemine bir hakaret ve saldırı da içermektedir. Muhammed Peygamber Tarih Boyunca Nasıl Tasvir Edildi? adlı konuda, bu yaygın kanıya paralel veya bu kanıyla çelişen düşüncelere sahip kimselerin olduğu ve onların kendi görüşlerini savunma biçimleri özet bir şekilde sunulmuştu daha önce.

Ancak, bu tartışma veya ayrık düşmelerin yanısıra, Ortaçağ müslüman sanatçılarının, Muhammed peygamberin yüzünü açık bir şekilde resmedip tasvirledikleri, bunun da aslında gayet bilinen bir durum olduğunu unutmamak gerekiyor. Aşağıda, Muhammed peygamberin yüzünün resmedildiği sanat çalışmalarından ufak bir derleme göreceksiniz. Özellikle, İslam sanatçılarının Muhammed peygamberi resmederken her dönemde yüzünün boş bırakıldığını sanısının aşılması adına önemli olan bu örnekler, Muhammed peygamberin yüzünün açık bir biçimde gösterildiği ve bunun da ne dinen yasak ne de toplumsal bir kitleye hakaret veya saldırı amacı taşımadan, tam tersine, bir sanat olarak sunulduğunu ortaya koyması açısından da önemlidir.

Her çalışmanın ayrıntılı açıklaması ve incelemesi için, en alttaki kaynak linkini ziyaret etmeniz tavsiye edilir.


Bir an için, yeryüzünde HİÇ ama HİÇ KİMSENİN yalan söylemediğini düşünelim, ne olurdu? Yalan; etik/ahlak olarak istemediğimiz bir davranış olduğu halde, yeryüzündeki kaç kişinin, hayatında hiç yalan söylemediğini düşünüyorsunuz? (Bu kavramla henüz tanışmamış çocuklar hariç). Eğer hiç kimse yalan söylemiyor olsaydı “kaos” olurdu diye düşünenlerdenseniz, “yalan”; toplumsal olarak bir işe yarıyor olmalı diye de düşünüyor olabilirsiniz? Evet, yalan, BİREYİN, TOPLUMSAL UYMA/İTAAT ETME davranışının bir argümanıdır. “Patolojik” olmadığı müddetçe (Mitomani), birey, kendisini zor duruma karşı korumak ve içinde bulunduğu topluluğun dışlanmayacak bir parçası olmak üzere yalan söyler. Uygun yalanlar, toplumsal regülasyonu da sağlar. Yalan, “bilerek” doğruyu söylememek olduğuna göre (bu tanım yeterli değildir), pembe, beyaz, kırmızı yalan gibi tabirler, söylenenin “yalan” olmadığını değil, söylediğimiz yalanın rasyonalize edilerek (akla uygun hale getirilerek) meşrulaştırmak ve ahlak anlayışımızın bizde yarattığı rahatsızlık boyutundan kurtulma düşüncesidir. (Psikolojik savunma mekanizmaları).

Diğer taraftan yalanlar; ikna, strateji, politika, propaganda ve benzeri manipülasyon kanalları içine de dahil edilebilir. Tabii ki yalan kavramı hemen her davranış ve düşüncelerimizde olduğu gibi mutlak değil duruma ve zamana göre “izafi” bir kavramdır. Söz gelimi, esir düşülen bir savaşta, gizli bir bilginin, olmadığı gibi söylenmesini yalan olarak değerlendirmeyiz. (Tabii ki, düşman için yalandır). Keza, o an söylediğimiz bir yalanı, muhatabımız, farkına varır ve o yalandan dolayı bize tepki gösterirken (söz gelimi, kızgınlık göstermesi), zamanla, muhatabın algısının değişmesi nedeniyle, neden sonra farkına vardığı o yalan için tepki göstermeyebilir. Ayrıca, kalıtımsal bilgiler de dahil olmak üzere, içinde bulunduğumuz kültür ve coğrafyanın yapısına bağlı olarak da, aynı yalan, farklı bireyleri farklı olarak etkiler veya etkilemez.

Peki beyinde neler oluyor? Yalan söyleme esnasında kendimizde bir rahatsızlık hissediyorsak, başka bağlantılı yerlerle beraber, beynimizin iki yarıküresinin arasında ve birbirine bakışımlı konumdaki, yaya benzer, şerit biçimli bir tümsek (gyrus) olan ANTERİOR SİNGULAT KORTEKS devreye girer. Burası, bizim, LİMBİK SİSTEM denilen ve duygularımızın merkezi olan bölgenin bir parçasıdır. Bu kısım BİLİNCİMİZİN DIŞINDA çalışır. Anterior singulat korteks, bizim, vicdan da diyebileceğimiz bir kısımdır. Frued’un SÜPER EGO diye ifade ettiği eylemlerin çıkış noktasını bu kısma atfedebiliriz. Anterior singulat korteks, yalan söyleme esnasında rahatsız olur. Çünkü burasının görevi bilincimizin dışında olmak üzere, yerleşik ahlaksal bilgilerimiz ile o an yaptıklarımız arasındaki “çelişkileri” göstermesi ve bunu bize “rahatsızlık” olarak farkındalığımıza sunması açısından önemlidir. (Bu blogdaki, TREN İKİLEMİ VE AHLAK kısmından hatırlayacağımız üzere). YALAN SÖYLEME esnasında ayrıca prefrontal korteks de (alnımızın hemen arkasına gelen beyin kısmı), olduğundan daha fazla çalışır.  Daha fazla enerji tüketir. Çünkü, var olan bir şeyi, söz gelimi, gördüklerimizi anlatırken prefrontal korteks daha az enerji (glikoz ve oksijen) tüketirken, zihnimizden, olmayan bir şeyi kurgulamak, ortaya koymak, düşünen beynin daha fazla enerji tüketmesine neden olur. Onun içindir ki, bir şeyi okumak nispeten daha kolay iken, okuduklarınızdan yorum yaparak yeni çıkarsamalar yapmak hatta özet çıkarmak daha zordur.

Buna karşılık, birisinin bize YALAN söylediği durumda bunu, AYNA NÖRONLAR vasıtasıyla (vücut dili, ses tonu vb.) hissederiz. Buna bağlı olarak bizde İNSULA ve AMİGDALA devreye girer. İnsula, yalanın tespiti halinde rahatsızlık hissi yaratır, o kişiden kaçınma davranışı gösterir. Yine Amigdala, bizim, tehditler karşısında bizi koruyan, DUYGUSAL BEYNİMİZİN bir parçasıdır. Aynı zamanda, yalana maruz kalan kişide, GÜVEN davranışında önemli bir faktör olan OKSİTOSİN kimyasalı (nörotransmitter) azalır. Böylece, karşı tarafa güvenimiz azalır veya yok olur. 

O zaman şu soruyu soralım. Hiç yalan söylenmeyen bir dünya mümkün olur muydu? Eğer bu soruya cevap bulduğunuzu düşünüyorsanız, yazının başındaki kaosun da nasıl kaldırılacağını biliyorsunuz demektir. Eğer soruya cevap bulduğunuzu düşünüyorsanız, güzel/yakışıklı olmayan bir arkadaşınız, size sorduğunda, onu güzel/yakışıklı olarak görmediğinizi söylediğinizde onun üzülmeyeceğine; üçüncü defa işe geç kaldığınızda söyleyeceğiniz doğru ile, yöneticinizin sizi azarlamayacağına; bir işi eksik yaptığınızda, bunun sizden kaynaklandığını yöneticinize söyleyebileceğinizi, bu durumda yöneticinizin, aynı işi sizden daha iyi yapan birisini sizin yerinize getirmeyeceğine, dolayısıyla işinizden olmayacağınıza; saygı duyduğunuz birisinin yanında, onun fikrine hiç katılmadığınızı söylediğinizde, onun, sizin davranışınızı saygısızlık olarak görmeyeceğine; tuttuğunuz takım veya partinin bazı düşüncelerine katılmadığınız durumda, düşüncenizi söylediğinizde, yöneticinin sizi dışlamayacağına ve daha binlerce örneğe  çözüm getirmişsiniz demektir. Elbette ki, bunu sizin gibi, diğer herkesin yapması da gerekmektedir. Aksi halde kaos, yalanı, sadece sizin söylememenizle ortadan kalkmayacaktır. Diğer bir deyişle "ben görevimi yaptım, doğruyu söyledim" demek kaosu ortadan kaldırmayacaktır. Zaten soru da yalan söylenmeyen bir dünyanın olup olmayacağıdır. Tabii ki işin diğer cephesi de, diğer kişilerin sizler hakkındaki düşüncelerini düşündükleri gibi söylemesi de bu kaosun ortadan kalkması demektir. Sizce yalanın olmadığı bir dünya mümkün mü?

Elbette ki yazının içeriği; yalan mekanizmasının toplumun yanlış veya doğru değerlerini göstermesi/ulaşmasını amaçlamamakta, amaç; yalan mekanizmasının, birey/toplumsal uyum için davranışsal bir SUPAP olarak gösterilmesi olup, bu mekanizmanın, insanın doğasında olduğunu ifade etmektir.

Erol
Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo'ya yönelik saldırının üzerinden dokuz gün geçti. Ancak hem olayın etkileri hem de yarattığı tartışmalar sürüyor. Üstelik derginin yeni sayısında Muhammed Peygamber'i hicvetmese de resmeden bir çizim basması, bu tartışmaları daha da alevlendirdi. Peki Muhammed Peygamber'in yüzünün resmedilmesi dinen yasak mı? Bu yasağa ilişkin referanslar neler? Bu soruların yanı sıra bir başka soru: Muhammed Peygamber tarih boyunca nasıl tasvir edildi? Yüzü hiç tasvir edilmedi mi?

İslam sanatı tarihinde peygamberin yüzünün gösterildiği az, yüzünün gizlendiği ama bedeninin temsili olarak resmedildiği çok sayıda minyatür var. Klasik resim sanatı anlamında örnekler olmasa da, 13. yüzyılın başlarından itibaren özellikle Muhammed Peygamber'in gökyüzüne yükseldiğine inanılan Miraç'ı betimleyen pek çok eser bulunuyor. Bunların varlığını nasıl açıklamalı? Önce ilahiyatçıların görüşleriyle başlayalım.

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Prof. Dr. İlhami Güler, böyle bir yasağa ilişkin Kur'an-ı Kerim'de bir ayet olmadığını söylüyor. Bunun yanında bir hadis ile ilgili "sadece rivayetler" bulunduğunu belirtiyor. Ancak İslam'ın ilk dönemlerinde putperestliğe geri dönüş tehlikesine karşı bir tutum olduğunu belirtiyor:

"Bununla ilgili ayet yok, hadis yok. Sünni usule göre bir şeyin haram edilebilmesi için o şey ile ilgili Kuran'da bir ayet ya da hadis olması lazım. Kur'an'da yok ama hadiste resmin yasak edildiğine dair rivayetler var. Genel olarak alimlerin izahatına göre tekrar puta tapmaya geri dönmemek için Hz. Muhammed erken dönemde bunu söylemiş olabilir."
Gençlerin çoğunun Tanrı inancını yitirdiği ve bunu vaktiyle atalarının Tanrı’ya inandığı gibi, yani niye olduğunu bilmeden yaptığı bir zamanda doğdum. Ve insan ruhu düşünmek yerine hissettiğinden, bundan dolayı da doğal olarak eleştiriye yöneldiğinden, bu gençlerin çoğu Tanrı’nın yerine İnsanlığı koydu. Ben ne olursa olsun ait olduğu ortamın hep kıyısında duran ve yalnızca bir parçası olduğu kalabalığı değil, aynı zamanda yanı başındaki büyük boşlukları da görebilenlerdenim. İşte bu nedenle Tanrı’yı onlar gibi büsbütün terk etmedim, ama İnsanlık düşüncesini de kabullenmiş değildim kesinlikle. Düşük bir ihtimal de olsa Tanrı var olabilirdi, bu durumda ona tapmak da gerekebilirdi; İnsanlık ise, adına insan denen bir hayvan türünü ifade eden, basit, biyolojik bir kavram olmaktan öteye gitmiyor, bu nedenle de herhangi bir hayvan soyundan daha fazla hak etmiyordu tapınılmayı. İnsanlık kültü, Özgürlük ve Eşitlik gibi kutsal kavramlarıyla hayvanların tanrı sayıldığı, tanrıların da hayvan kafalı olduğu antik dinlerin dirilmiş hali gibi gelmiştir bana hep.

Tanrı’ya inanmadığımı biliyordum, fakat düpedüz bir hayvan sürüsüne de inanamazdım; böylece ben de bazı insanlar gibi kalabalıkların sınırında, yani halk arasında Çöküş diye tabir edilen o her şeye uzak noktada kaldım. Çöküş, bilinçaltının tamamen yitirilmesi demektir, çünkü bilinçaltı yaşamın temelidir. Kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi.

Yaşamayı bilmeden yaşayan bizlere (benim ender benzerlerime ve bana), her şeyi reddetmekten başka hayat tarzı, dünyayı seyretmekten başka yazgı kalıyor muydu? Dinle yaşamanın ne olduğunu bilemiyorduk, inanca akıl yoluyla ulaşılamayacağına göre bilemezdik de; insanın bir kenara atılabileceğine inanamıyor, bu açıdan düşününce kendimizi nereye koyacağımızı da bilemiyorduk; bu durumda sahip olduğumuz ruh, hayatı estetiğin gözüyle seyretmekte işe yarayabilirdi ancak. Böylece, dünyaların cafcaflı görüntüsüne yabancı, ilahî olana ilgisiz, insanı hor gören bireyler olarak, kendimizi, boşu boşuna, beyin sinirlerimize uygun düşen karmaşık bir Epikürosçuluğun bağrında serpilmiş amaçsız duygulara bıraktık.
2006 yılında Özgür Suudi Liberaller adıyla bir internet sitesi kuran Raif Badawi, otoriteye ve dini liderlere karşı eleştirel yazılar yazarak tartışmalar açıyordu. İslamın polisleşmesinden ve üniversitelerde yaygınlaştırılan fikirlerin tehlikelerinden bahsediyor, New York'taki İkiz Kuleler’in yıkıldığı yere Müslümanların cami yapmak istemelerini eleştiriyor, Sevgililer Günü’nün yasaklanmasını sorguluyordu.

Dinin özgürleşmesinden ve kamusal alandaki baskısının azaltılmasından yana tavır sergileyen Badawi, ilk birkaç yıl boyunca Suudi Arabistan'daki otoriteler tarafından herhangi cezai bir yaptırıma tabii tutulmamıştı. Ancak Arap Baharı'nın ardından 2012 yılında tutuklanmış ve önce idam cezasını gerektiren dinden çıkma suçuyla yargılanması istense de daha sonra suçun mahiyeti asayişi bozmak, İslami değerleri küçümsemek, dini liderleri gülünç duruma getirmek olarak değerlendirilmiş ve görülen bu davanın sonucunda Badawi 7 yıl hapis ve 600 kırbaç cezasına mahkum edilmişti. Cezaya itiraz edilmesinin ardından davanın yeniden görülmesine karar verilmiş ve yeniden görülen davada Badawi’nin cezası artırılarak toplam 10 yıl hapis, 1000 kırbaç ve 266.000 dolar para cezasına çevrilmişti.

2012'den bu yana hapiste olan Badawi'nin 1000 kırbaçlık cezası ise 20 hafta boyunca her Cuma günü cuma namazının ardından 50 kırbaç vurularak tamamlanacak. İlk 50 kırbaçlık ceza 9 Ocak 2015 tarihinde gerçekleştirildi.

Uluslararası Af Örgütü, mahkemenin bu kararını "kabul edilemez" olarak yorumladı ve yetkilileri kararı bozmaya çağırdı. Uluslararası Af Örgütü'nün açıklamasında "Sayın Badawi, Suudi Arabistan'da acımasızca devam eden barışçıl aktivistleri susturma eğiliminin son kurbanı olmuştur." dendi. Ayrıca Uluslararası Af Örgütü, geçen haftadan itibaren Badawi'nin serbest kalması amacıyla “Blog yazarlığı sırtınıza iyi gelmeyebilir!” sloganı altında bir kampanya da başlattı.

Badawi'nin eşi Ensaf Haider, 10 (kızı Najwa), 9 (oğlu Tirad) ve 6 (kızı Miriam) yaşında olan üç çocuğunu da alarak Kanada'ya kaçmış ve eşinin serbest kalması için çaba gösterirken, Badawi'nin avukatı Waleed Abu al-Khair'i de hapse atılmıştı. “Krala itaatsizlikten ve uluslararası organizasyonları krala düşman ettirmeye sebebiyet vermek” suçlamasıyla avukat için de 15 yıla kadar hapis cezası isteniyor.

Hayyam
Sadakat anlayışının kökeninde daha evvelki yazılarımızda  bahsi geçen aynı hormon var; OKSİTOSİN. Oksitosinin bir başka adı da “KUCAKLAMA HORMONU”. Eğer, bir kişi (bu kişi siz de olabilirsiniz) sizi veya bir başkasını candan kucaklıyorsa, biliniz ki o kişinin beynindeki oksitosin hormonu ve bunu algılayan reseptörler (oksitosini algılayıp da beynin devrelerine dahil eden hücreler) daha fazladır.

Oksitosinin beyindeki rolü ile ilgili çığır açıcı çalışma o sırada Maryland Üniversitesi’nde görevli olan C. Sue Carter tarafından gerçekleştirildi. Carter, birbirlerine çok yakın olup, öncelikle üreme açısından farklılıklar sergileyen iki fare türünü- “tarla faresi” ile “dağ faresini” araştırdı. Tarla fareleri üremek için eşleri ile uzun süreli ilişkiler kurarken, dağ fareleri önlerine gelenle çiftleşmekteydiler ve babalar (erkek dağ fareleri) yavruların büyütülmesine katkıda bulunmuyorlardı.

Carter bu iki türün farklı davranışlar sergilemesine yol açan asıl nedenin oksitosin olduğunu keşfetti. Dişi tarla farelerinin beyinlerindeki haz merkezlerinde çok sayıda oksitosin alıcısı varken, erkeklerde bol miktarda oksitosinin yanı sıra, onunla yakından ilintili olan vasopressin alıcısı da bulunmaktaydı. Oysa dağ farelerinde hem oksitosin, hem de vasopressin alıcılarının sayısı çok daha düşüktü.

Tarla farelerinde bu alıcıların işlevi önlendiğinde, normal çiftleşme süreci gerçekleşemiyordu. Diğer bir ifade ile erkek tarla farelerinin beynine zerk edilen kimyasallar ile, oksitosini algılayarak çiftleşmeyi ve de aynı zamanda erkek tarla faresinin dişisinin yanında kalarak sadakat gösterme süreci de sekteye uğruyordu. O halde, erkek tarla faresinin eşine sadık kalarak daha iyi (!) bir fare olmasının nedeni, bir “kimyasal”dı. Nasıl? Erkek tarla faresini dağ faresine göre takdir etmiştiniz ama bu sadakati sağlayanın aslında oksitosin olduğunu anlayınca, erkek tarla faresinin bu sorumlu anlayışı da sizin nezdinizde değer kaybetti değil mi?

Görülüyor ki, normal yaşantılarında, erkek tarla fareleri, erkek dağ farelerine göre eşlerine daha sadıklar. O halde, sadakat denen bu olguda düşüncelerimize hiç yer yok mu? (Çünkü tarla faresindeki bu sadakat eylemi, düşüncesinin bir sonucu değil. Öyle olsaydı, onların da düşündüğünü söylerdik).

Peki, konuyu insanlara getirdiğimizde “sadakat” ile ilgili sorumluluğu kime yüklemeyi düşünüyorsunuz? Düşünen beyninize mi yoksa oksitosine mi? Oksitosin ve onu algılayacak reseptörler az ise ve eşiniz de çapkın çıkarsa sorumlusu kendisi mi yoksa onu sadakat konusunda düşünme(me)ye iten oksitosinin azlığı mı? Suçlu veya sorumlu kim? Düşünceniz nedir?

Erol

Kaynaklar:
  • Cumhuriyet Bilim Teknik, 12.09.2008
  • Churcland, Patricia S., Güvenen Beyin, Alfa Yayınları (2013)

İsterseniz, konuya girmeden evvel, yazıda kullanacağımız bir-iki kavramdan kısaca bahsedelim. Birçok literatüre göre beynimizde, 100 milyar sinir hücresi (nöron) bulunduğu söylenir. Son yapılan bir çalışma, bu sayısının 86 milyar kadar olduğudur. Peki, beynimiz sadece bu nöronlardan mı ibaret? Öncelikle yandaki şekle bakalım ve üzerinde konuşalım. Şekil, yukarıdan aşağıya doğru ve her iki yarıküresini ortaya çıkartacak şekilde beynin bir kesitini göstermektedir. Şekle dikkat edilirse, daha koyu renkli bir kısım, beyin kıvrımlarına paralel olacak şekilde bir şerit meydana getirmiştir ve gri renklidir. Beyin yarı kürelerinin ortalarına doğru olan kısım ise beyaz renklidir. Renklerinden dolayı beynin bu kısımları boz (gri) madde ve ak (beyaz) madde olarak isimlendirilmiştir. Aslına bakarsanız boz madde diye isimlendirilen kısım, beynimizin, zihinsel işlerini üstlenen ve nöron yani sinir hücrelerinden meydana gelen kısımdır. Ak madde diye isimlendirilen kısım ise, beynimize (boz madde kısmına) destek veren diğer adıyla glia olarak isimlendirilen hücre yığınlarıdır. Glia, Yunanca “balçık, çamur” anlamına gelmektedir. Burada şunu da hatırlatalım ki, beynimizde “100 milyar sinir hücresi vardır” diye tabir edilirken, kastedilen, sadece boz (gri) maddedir. Daha da açık söylemek gerekirse bizzat, zihin faaliyetlerinde etken olan kısımdır. Eğer hem nöronları hem de glia hücrelerini hesaba katarsanız çok daha fazla miktarda hücrenin beyinde yer aldığını söylememiz gerekir. Yaklaşık olarak, beynimizin %10 kadarı nöronlardan, kalanı (%90) glia hücrelerinden meydana gelmiştir. Sadece nöronların sayısı 100 milyar ise, nöronlar ve glia hücreleriyle beraber toplam hücre sayısını varın siz hesap ediniz. Ayrıca, glia denen hücreler de tek çeşit değildirler. Glia hücreleri farklı isimler verilen farklı hücrelerden meydana gelmiş olup “glia” ismi bu hücrelerin toptan adıdır. Yukarıda da söylediğimiz ve şekilde de görüldüğü gibi, nöron (sinir hücreleri) daha çok beyin yarı kürelerinin kenarlarına doğru yığılmışlardır. Diğer bir deyişle çokça bahsedilen bu nöronların (glia hücreleri değil) neredeyse %70-80 kadarı beyin kabuğuna daha yakın dağılmışlardır. Bunun da anlamı, zihin diye adlandırdığımız her türlü sürecin, beyin yarıkürelerinin ortalarında değil, daha çok, beynimizin dışına doğru olan hücrelerinde meydana geldiğidir.

Bu arada, beynimizin ürünü olan ve “zihin” olarak isimlendirdiğimiz kavramı kabaca, tüm beyin faaliyeti olarak tanımlayabiliriz. Peki, bu faaliyetler nelerdir diye soracak olursak, bunlar; zeka, düşünme, rüya, akıl, bilinç, bilinçaltı, farkındalık, sezgi, algı, duygularımız, merak ve beyinle ilgili aklınıza gelebilecek tüm bu faaliyetlerin hepsine birden “zihin” adını veriyoruz. 

GENLERİMİZ VE GRİ MADDE
Yukarıda da ifade edildiği gibi, gri madde diye isimlendirdiğimiz kısım, aslında, beynimizin zihinsel faaliyetlerinin çok büyük bir bölümünün olduğu kısımdır. Peki, gri madde miktarının kalıtımla, diğer bir deyişle genlerimizle bir bağlantısı var mıdır? Evet vardır. Zihnimizin bir alt işlevi olan zekâmız, gri maddenin bir fonksiyonu olduğuna göre, genlerimizin gri maddeyle bağlantısının olduğunu söylemek demek, aynı zamanda, zekâmızın genlerimizle de bağlantısının olduğunu söylemek demektir.

Bu makaledeki çalışma için Manyetik Rezonans Görüntüleme (MRI) olarak isimlendirilen görüntüleme cihazları kullanılmıştır. Fazla detaya girmeden, kısaca MRI olarak adlandırılan bu cihaz ile beynimizin yapısına dair görüntüleri elde ettiğimizi, dolayısıyla makaledeki şekillerin bu tür çalışmalarla oluşturulduğunu söyleyelim. MRI görüntülerinden elde edilen veri yığınları ile istatistiki modeller hazırlanmış, bu modellere bağlı olarak da beyin haritaları elde edilmiştir. 

Peki, bu MRI çalışmaları kimlerin üzerinde yapılmıştır? Elbette ki en sağlıklı sonuçlar, birbirleriyle genetik bağlantıları ön plana çıkmış kişiler, çalışma için daha uygun olacaktır. Bunun nedeni de, benzer gen havuzuna sahip kişilerin benzer, en azından birbirlerine yakın zekâya sahip olup olmadıklarını görmek için “genlerin” ne derece önemli olduğunu ortaya koyma çabasıdır. Bunun için de, ya birbirleriyle genetik bağları olduğu belirlenen geniş aile bireyleri ya da daha etkili olan, ikizlerin bu çalışmalar için kullanılmasıdır. Genlerin beyin yapısı üzerindeki etkilerini anlamanın en iyi yolu tek yumurta ikizleri (monozigot /MZ) ve çift yumurta ikizlerindeki (dizygotic /DZ) bölgesel gri madde miktarları ile ilgili korelasyona (ilişkiye) bakmak yeterli olacaktır.

İsterseniz, öncelikle gri maddenin beyin üzerindeki dağılımına bir bakalım. Şekilde dört adet beyin görüntüsü verilmiştir. Soldaki iki görüntü tek yumurta ikizlerine ait bir beynin sol taraftan (üstteki) ve sağ taraftan (alttaki) görüntüsüdür. Sağdaki iki görüntü ise çift yumurta ikizlerine ait aynı beynin sol taraftan (üstteki) ve sağ taraftan (alttaki) görüntüleridir. Eğer tek yumurta ikizlerini alıp, gri madde miktarının beyin üzerinde nasıl dağıldığına bakılırsa (soldaki görüntüler), büyük boyutta benzerlik olduğu görülür. Şöyle bir örnek verelim. Tek yumurta ikizlerinden birinin beyninde ve belli bir yerindeki bir birim hacmindeki (varsayalım 1 santimetreküp) gri madde miktarını MRI görüntüleme cihazı ile belirler ve aynı işlemi diğer ikiz üzerinde yaparsak, belirlenen gri madde miktarının birbirine çok yakın olduğu görülecektir. Nihayetinde tek yumurta ikizinin beyinlerinin tamamı gri madde miktarı açısından incelendiğinde bu benzerliğin yüksek bir seviyeye çıktığı belirlenecektir. Şekilde, soldaki iki beyin görüntüsünde de görüldüğü gibi, kırmızı olan yerler, tek yumurta ikizinin beyinlerindeki gri madde miktarının birbirlerine çok yakın olduğu yerleri gösterirken, mavi olan yerlerdeki gri madde miktarının birbirleri ile benzemediğini, gri madde miktar değerlerinin birbirinden uzaklaştığını göstermektedir. Şu halde, gri madde miktarlarının benzerliği ölçüsünde, tek yumurta ikizlerinin de zekâ derecelerinin birbirlerine yakın olması beklenmelidir. Buna karşılık, çift yumurta ikizlerinin incelendiği sağdaki iki beyin görüntüsüne baktığımızda, beyinlerin aynı yerlerine ait gri madde miktarının benzerliğinin daha az olduğu (kırmızı yerlerin azlığı) görülmektedir. Buradan çıkacak anlam da, çift yumurta ikizlerinin zekâ derecelerinin benzerliği konusunda tek yumurta ikizleri gibi aynı şeyi söyleyemeyecek olduğumuzdur. 

Şu halde, bilgilerimizi yandaki şekil üzerinde toplar, sonra da beynin büyüklüğü (hacmi), beyindeki gri madde miktarı, genler ve zekâ arasındaki ilişkileri değerleri ile beraber bir şekil üzerinde göstermeye çalışırsak şunları söyleyebiliriz.
Şekilde ve soldaki beyin kesitinde (yeşil olarak gösterilen) gri madde miktarının belirleyicisinin kalıtımsal yani genlerimiz olduğunu artık biliyoruz. Hatta beynimizin ortasındaki (lacivert olarak gösterilen) beyin/omurilik sıvısının miktarı bile genlerimiz tarafından belirlenmektedir. Yapılan istatistiki çalışmalara bakarak şunları söyleyebiliriz. 

  • Genlerimiz, beynimizin büyüklüğünü % 85 derecesinde belirlemektedir.
  • Genlerimizin, zekâmıza etkisi %40-80 arasında değişmektedir.
  • Gri madde miktarı ile zekamız arasında 0,25’lik bir korelasyon (ilişki) bulunmaktadır. (Artan gri madde miktarı ile zekâ artmaktadır)
  • Beyin hacmi ile zekâ arasında 0,33’lük bir korelasyon (ilişki) vardır. Beyin hacmi arttıkça, zekâ artmaktadır. (Tabii ki buradaki korelasyon oranı aynı kalmaktadır. Diğer bir deyişle, beyin hacminin artmasına karşılık zekâ artıyor bile olsa, korelasyon değeri değişmemektedir).
Beynimizin iki yarıküreden meydana geldiğini biliyoruz. Şu soru sorulabilir. Beynimizin her iki yarıküresindeki gri madde miktarı bir birine eşit midir? Değildir. Çünkü, yapılan çalışmalar, özellikle beynimizin her iki yarıküresinin ön ve üst tarafına denk gelen kısımlardaki (dorsolateral prefrontal korteks) gri madde miktarının ne olacağını, yüksek dereceden, genlerin etkisiyle belirlendiğini göstermiştir. Bir başka deyişle bu da zekâmızın önemli kısmının ebeveyn ve dolayısıyla atalarımızdan bize miras kaldığıdır.

Peki, küçüklüğünden itibaren, ayrı aileler tarafından evlat edinilerek yetiştirilen tek yumurta ikizlerinin zekâ benzerlikleri var mıdır? 48 tek yumurta ikizi üzerinde yapılan böyle bir çalışmada ikizler arasında sözel korelasyon açısından 0,64’lük, zihinsel kabiliyetleri açısından da 0,78’lik yüksek korelasyon bulunmuştur. Bu da, kalıtım ve zekâ arasındaki göstergeler için önemli bir çalışma olarak öne çıkmaktadır. Tek yumurta ikizlerinin beraber ve ayrı yetişmelerine bağlı olarak ortaya çıkan bu fark, bulundukları çevrenin de zekâ üzerindeki etkisini açıklar niteliktedir. Yapılan diğer bir araştırma ile, daha cenin aşamasında iken, zekânın, çevre tarafından etkilendiği tespit edilmiştir. Bu araştırmaya göre, cenin aşamasındaki tek yumurta ikizlerine ait zekanın çevre şartlarından %20 mertebesinde etkilendiği, aynı rahmi paylaşan ancak ikiz olmayan (aynı anneden farklı tarihlerde doğan) kardeşlerin zekasının çevrelerinden etkilenme miktarı olarak da % 5 gösterilmiştir. Ayrıca, bebekliklerinden itibaren beraber yetiştirilmiş tek yumurta ikizleri arasında 0,7’lik yüksek bir korelasyon bulunmuştur

AKIŞKAN ZEKÂ (Gf ) VE KRİSTALİZE ZEKÂ (Gc)
Zekâdan bahsediyoruz ancak, zekânın da genel anlamda ne olduğundan kısaca bahsedelim. Beynimizin ön tarafında (alnımızın arkasında) bulunan kısım frontal lob olarak bilinir. Beynimiz iki yarıküreden meydana geldiğine göre, frontal lobumuz da iki parçalıdır. Bu kısım, karar verme, soyutlama, ilişkilendirme, sebep sonuç ilişkisi kurma, yeni problemlerin çözümü ve analizinde etkilidir. Bu türden dinamik zekâya Akışkan Zekâ (Gf) adı verilir. Ayrıca, Kristalize Zekâ (Gc) adı verilen bir zekâ türü daha vardır ki bu zekâ türü de öğrenilmiş yetenekler ve statik bilgiyi kapsar. Bu zekâ türü ile tecrübelerimizi gösterebiliriz. Söz gelimi, ilk defa karşılaşıp idrak ettiğimiz bir problemi akışkan zekâ ile çözerken, geçmiş dönemde çözdüğümüz ve bilgisine zaten sahip olduğumuz bir problemin bir başka varyasyonunu çözerken kristalize zekâdan faydalanırız. Çünkü bunu daha evvel deneyimlemişizdir (tecrübe). Dolayısıyla, deneyimlediğimiz bu sürece ilişkin “şema”, benzer problemleri çözmek için beynimize yerleşmiştir. Ancak, ifade ettiğimiz gibi, yeni bir problemle karşılaştığımızda ve bunu çözmek için gerekli şema beynimizde mevcut değilse, yani kristal zekâya ait kayıtlar içinde yoksa, bu defa beynin ön tarafı yani akıcı zekâ devreye girecektir. Bunun da anlamı şudur ki, beynimizin frontal lobu (alın lobu) herhangi bir nedenle hasar görürse, kristalize zekâya ait işlevleri yerine getirebilirken, akışkan zekâya ait işlevlerin üstesinden gelinemeyecektir. Diyebiliriz ki, frontal lob hasarı olan bireylerin IQ’su kristal zekadan dolayı genelde normaldir. Çünkü, kristalize zekaya ait bilgiler henüz hasarlanmamıştır. Akıcı zeka ile kristalize zeka arasındaki farkı biraz daha ortaya koymak için şu örneği verebiliriz. Eğer bir problem biri kişi tarafından ilk defa görülüyor ve bu kişinin bu problemi çözmesi isteniyorsa, kişi araştırma yapar, kitapları karıştırır verileri birleştirir ve nihayetinde problemi çözer (veya çözemez) İşte burada kullanılan zeka akıcı zekadır (Frontal lob). Buna karşılık, başka bir kişi söz konusu olan problemin daha evvel başka veya yakın bir versiyonunu çözmüş ise, o kişinin kafasında bu tür problemler için bir şablon oluşmuş yani kafasında kristalize olmuştur. (Buradaki kristalize olma ifadesi bir benzetmedir. Edinilen bilginin birbiriyle bağlantılı olarak beyne yerleşmesi kastediliyor). İşte bu kişi, birinci kişinin akıcı zeka ile çözdüğü problemi, ikinci kişi kristalize zeka (tecrübesi) sayesinde çözmüştür.

SOSYOEKONOMİK DURUM, EBEVENYLERİN TUTUMLARININ ZEKÂYA ETKİSİ
1960’larda doğmuş 320 İkize, 7 yaşlarına geldiğinde IQ testleri uygulanmıştır. Yapılan testler, çevrenin bireyler üzerinde en etkili olduğu dönemin, çocukluk dönemi olduğunu ortaya koymuştur. Zengin ailelerin yanında yetişen çocukların IQ’ları yüksek iken, fakir ailelerin yanında yetişen çocukların IQ’ları daha düşüktür. Zengin ailelerin yanında yetişen çocukların, olanaklar çerçevesinde, karşı karşıya oldukları bilgi yığını (eğitim, kitap, çevre, ilişkilerdeki zenginlik vb.) daha fazla problem çözmeye, çevreye daha fazla uymak için daha fazla ilişkiler varyasyonuna maruz kalmakta bu da, nöronlar arasındaki bağlantı sayısını arttırarak hem akışkan zekâyı (Gf) hem de kristalize zekâyı (Gc) olumlu yönde etkilemektedir. 

Anne babanın uyuşturucu ve alkol kullanımı ile çevresel toksinlere maruz kalması (kurşun gibi), bu anne babalardan doğacak çocukların zekâsını olumsuz yönde etkilemesi ise, beklenen bir gerçekliktir. Buna karşılık, annenin çocuklarını emzirmesi ise emzirmeyen annelere göre çocukların zekâ puanına 2-5 arasında etki ettiği söylenmektedir.
Sağlıksız bir ortamda yetişen çocukların kalıtım ile IQ’su arasında 0,1’lik bir bağlantı varken buna karşılık sağlıklı ailelerde yetişen ailelerde bu oran 0,72’ye çıkıyor. Bunun da anlamı, yeterli beslenme ve eğitim, sağlıklı ilişkiler oluşturulmadığı durumlarda, kalıtımın potansiyel olarak ortaya koyduğu zekâ, geri dönüşümsüz olarak yok olmaktadır

KALITIMIN ZEKÂYA ETKİSİNİN YAŞLA BERABER ORTAYA ÇIKIŞI
Kalıtımın zekâ üzerindeki etkisinin, yaşla beraber ortaya daha fazla çıktığı bilinmektedir. Bazı genler, bizler ergen veya yetişkin oluncaya kadar aktive olmamaktadırlar. İlk etapta, yaşla beraber zekayı etkileyecek genlerin henüz aktive olmadıkları düşüncesi makul gelmeyebilir. Ancak, dişilerin belli bir yaşa geldiğinde yumurtlama dönemine geçmesi örneğinde olduğu gibi, yaşa bağlı olarak zekayı etkiyecek genler zaman içinde aktive olması düşüncesi de makuldür. Kalıtım, yaşa bağlı olarak bu değişimdeki gen-çevre korelasyonu da olabilir. Ferdi seçimler veya yaratılan çevre, genetik eğilimlerinizi hayat boyu etkiler.

Erol

Kaynaklar:
  • Gray, Jeremy R., Thomson, Paul M., Neurobiology of Intelligence: Science And Ethics, Reviews, Volume 5, June 2004, Page 471-482
  • Koob, Andrew, Düşüncenin Kökeni, Alfa Yayınları (2011)