Yaratılış Dogmasının Evriminde Bir Aşama: Akıllı Tasarım Hipotezi

9 Yorum
Ülkemiz yaratılışçıları bir süredir yazılı ve görsel basındaki faaliyetlerini arttırdılar. Yüzlerce milyar liralık reklam ve programlarla, her gün bir yerde boy gösteriyorlar. Şeriatçı gazeteler ise sürekli Darwin’e saldırıyor. Görünen o ki yeni bir kampanya için bir yerlerden düğmeye basılmış. Türkiye’deki yaratılışçı hareket özgün bir oluşum olmayıp, hem para hem de bilgi desteği açısından dışa bağımlı, diğer bir ifadeyle taşeron bir akım olduğundan, düğmenin bulunduğu yerin ABD’deki Hıristiyan Yaratılış Araştırma Enstitüsü olması yüksek ihtimal.

Burada bunlar olurken, Ağustos’un ilk günlerinde ABD’de bu konuyla ilgili dikkat çekici bir gelişme daha meydana geldi. Basından öğrendiğimize göre, Teksas’lı bir grup gazeteci ile yaptığı toplantıda oğul Bush, okullarda evrim kuramıyla birlikte dinsel kökenli “akıllı tasarım” görüşünün de öğretilmesinden yana olduğunu söylemiş. Gerekçesi de öğrencilerin farklı görüşlerle karşılaşmasının iyi olacağıymış!

Kim bilir belki zamanla “farklı görüşler” kervanına astroloji, falcılık, muskacılık vs. de katılır. Şaka bir yana aslında böyle büyük bir para ve silah gücünün başında bu kafada insanların bulunması gerçekten ürkütücü. Son duyduğumuz haber ise bizim yaratılışçıların, aynı ABD’nin bazı tutucu eyaletlerinde olduğu gibi, ülkemizin orta dereceli okullarında da evrim ile yaratılışın eşit sürelerde okutulması yönünde bir kampanya başlatma niyetinde oldukları. Gelişmeler önümüzdeki günlerde bu konuların gündemde daha fazla yer alacağını gösterir nitelikte.

Peki evrim kuramının alternatifi ya da eşdeğeri olarak öğrencilere okutulmak istenen “Akıllı Tasarım” nedir, ne değildir?
 
Yaratılışçılık çeşitleri
Yaratılış dogması binlerce yıl boyunca, dinler içindeki inanç ayrışmalarına benzer şekilde, çeşitlenmeler geçirmiştir. Statik bir inanç sisteminin farklı biçimlerinin olması ilk bakışta bir çelişki gibi gelebilir, fakat zaman içinde insanlığın bilimsel, kültürel ve sosyal yaşamındaki evrime koşut olarak dinsel dogmalarda da, kaçınılmaz uyarlamalar olmuştur. Örneğin günümüzde yaratılışçılığın en az on farklı çeşidi bulunmaktadır. Bunlardan biri olan “Genç-Dünya” yaratılışçılığına göre dünyanın yaşı on bin yıldan daha azdır. Adem-Havva öyküsü de inanışın ekseninde yer almaktadır. Nuh Tufanı bu grup için tarihte gerçekleşmiş bir olaydır ve işlem sırasında tüm dünya sularla kaplanmıştır. Bu nedenle jeolojik olgular, bu olay temel alınarak yorumlanmalıdır.

Buna karşılık “İlerleyici” yaratılışçılık akımında Nuh Tufanı, küresel ölçekte gerçekleşmiş bir afet olarak düşünülmez, o daha çok bölgesel bir olaydır. Bu inanca göre Tanrı canlı çeşitliliğinin temelini oluşturan orijinal türleri en başta yaratmıştır, fakat daha sonra bu türler kendi içlerinde yeni formlara bölünerek çeşitliliği oluşturmuştur. Fakat canlı türlerinin birbirleriyle ya da eski canlılarla arasında bir akrabalık bağı veya genetik ilişki yoktur.

Charles Johnson’ın öncülüğünü yaptığı “Düz dünya” yaratılışçıları, yeryüzünün düz ve üstünün tek parçadan ibaret bir çatı ile kaplı olduğuna inanırlar. Bu inanç sahipleri, İncil’deki “yeryüzünün dört köşesi” vb. ifadelerden esinlenerek bu sonuca varmışlardır.

“Yer merkezci” yaratılışçılar, düz dünyacılardan farklı olarak dünyanın bir küre olduğuna inanırlar, fakat onun Güneş çevresinde döndüğünü ve hareket ettiğini kabul etmezler.

“Yaşlı Dünya” yaratılışçıları dünyanın yaşını saptayan radyometrik tarihlendirme yöntemlerini kabul etseler de, kendi içlerinde alt dallara ayrılırlar. Örneğin “Yaşlı Gün” yaratılışçılığı kutsal kitaplarda aktarılan altı günlük yaratma sürecindeki gün kavramının aslında bildiğimiz yirmi dört saatlik zaman diliminden çok daha uzun bir süreyi ifade ettiğini savunmaktadır.

“Boşluklu” yaratılışçılık kutsal kitaplarda aktarılan iki farklı yaratılış eylemi arasında yüz binlerce yıllık, uzun bir zaman aralığının olduğunu söylemektedir. Görüldüğü gibi tüm bunlarda bilimsel bulgulara, biraz da olsa, uyumlu bir yaklaşım içine girme çabası vardır.

Yaşlı dünyacıların en son versiyonlarından biri de “Akıllı Tasarım” yaratılışçılığıdır. 

Aslında bu akımın kuramsal kökleri 17. yüzyıl teologlarından John Ray, Robert Boyle ve ardılları William Paley’e dayanır. Bu tip yaratılışçılar Tanrı’nın varlığının, onun yarattıklarının incelenmesi ile kanıtlanabileceğine inanırlar. Bu görüş şu anda Amerikalı, zengin, tutucu, Hıristiyan Protestanlar tarafından en çok para yatırılan ve propagandası yapılan akımlardan biridir ve yazımızın bundan sonraki aşamalarında ayrıntılı olarak ele alınacaktır.

Yaratılışçılığın daha yeni versiyonlarından biri “Sürekli Yaratılış” inancıdır. Bunlar Tanrı’nın, yarattığı canlıların evriminde etkin bir şekilde rol aldığına inanırlar.

“Tektanrıcı” yaratılışçılık, canlıların Tanrı tarafından fakat evrimleşme yoluyla yaratıldığını savunur. Bu grup için Nuh Tufanı, tarihte gerçekleşmiş bir olaydan daha çok, Tanrı’ya boyun eğmenin önemini vurgulamak için kullanılan bir mecaz olarak algılanmaktadır. Bazı tektanrıcı yaratılışçılar Tanrı’nın evreni yaratıp, onun çalışma yasalarını ortaya koyduktan sonra, gelişen sürece müdahale etmediğini düşünürler. Bunlar Deistik yani “Yaradancı” bir inanca daha yakın tavır sergilemektedir. Tektanrıcı yaratılışçılığın resmi destekçisi Katolik Kilisesidir. 

Papa II. Jean Paul 1996 yılında yaptığı bir açıklamada, Tanrısal yaratılış sonrasında evrimin meydana geldiğini ve insanın daha ilkel bir formdan evrimleşmiş olabileceğini kabul etmiş, fakat insan ruhunun ancak Tanrısal bir yaratım ile oluşabileceğini vurgulamıştır.

“Evrimsel” yaratılışçılık teolojik anlamda tektanrıcı yaratılışçılardan farklı bir yaklaşım sergiler örneğin, “Adem” biyolojik anlamda ilk insan değildir fakat o ruhsal anlamda kendi bilincinin farkında olan ilk insandır.

Görüldüğü gibi tektanrılı göksel dinlerin kutsal kitaplarında dile getirilen yaratılış dogmasının, zaman içinde, farklı algılanış biçimleri ortaya çıkmıştır. Bu çeşitlenmede en belirleyici etmen, özellikle astronomi, jeoloji ve biyolojideki bilimsel ilerlemeler olmuştur. Ayrıca 17. yüzyıldan, 20. yüzyılın başına kadar olan dönemde bilimsel evrim kuramının temelini oluşturan bulguların ortaya konulmasında birçok din adamının bulunması dikkat çekicidir.

Bu açıdan bakıldığında canlıların dünyamızdaki tarihi konusu, kendisini dogmadan, inançtan ayıramayan din-bilim adamlarıyla, elde ettiği gözlem ve deney sonuçları inançlarıyla çeliştiğinde seçimini cesurca, akıl ve bilimden yana kullanan din-bilim adamları arasındaki bir mücadele olarak da kabul edilebilir.

"Bilinçli Tasarım"cıların öncülleri
Bu iki tip din ve bilim adamına John Ray ve Charles Darwin örnek olarak verilebilir. Her ikisi de İngiliz ve Cambridge Üniversitesi’ndendir. Fakat aralarında iki yüzyıllık önemli bir zaman farkı vardır.

John Ray 17. yüzyılın önemli felsefeci, teolog ve doğa bilginlerinden biridir. Tanrı’nın bilgelik ve gücünü anlayabilmenin en iyi yolunun yarattığı doğayı incelemek olduğunu söyleyerek teolojinin felsefi boyutuna, bilimsel bir boyut daha eklemek istemiştir. Başkaları tarafından yazılmış kitaplardaki bilgileri ya da doktrinleri körü körüne kabullenmeyi doğru bulmayan Ray, mutlaka kendi öğrenme ve araştırma çabamızın da devrede olması gerektiğini vurgulayarak dinbilime önemli bir katkı yapmıştır. 

Hem kendi çağdaşı hem de daha sonra gelen teologların önemli bir bölümünün, doğal ya da maddi dünyanın, insanın kötülüklerden arınma mücadelesinde onun aklını karıştırıp, çelen bir etmen olduğunu ve ondan uzak durulması gerektiğini söylediği bir dünyada, John Ray’in yaklaşımı daha iyi anlaşılır.

Ray, canlıların yaşam ortamlarına uyumu ile bedensel yapıları ve işlevleri arasındaki ilişkileri aydınlatmanın çok önemli olduğunu söyler, çünkü o bunlarda Tanrısal tasarımın izlerinin bulunduğu inancındadır. Canlıları fizyolojilerine, işlevlerine ve davranışlarına göre sınıflandırarak ilahi yaratılışın düzenini, mantığını anlamayı dener (onun bu yaklaşımı daha sonra büyük İsveçli sistematikçi ve yaratılışçı Linnaeus’a esin kaynağı olmuştur). Fakat bilginin evrensel niteliği sonucu yaratılışçıların gelişimine önemli katkıları olduğu canlıların sınıflandırılma ağacı, ileriki yıllarda evrimciler tarafından canlıların akrabalık ilişkilerini gösteren evrimsel sürece destek sağlayan etkin bir kanıt olarak kullanılmıştır. 

Günümüzde canlılar arasındaki doğal yani gerçek akrabalık ilişkilerini ortaya çıkarmak için moleküler sınıflandırma etkili olarak kullanılmaktadır (çocuğun gerçek ana veya babasını saptamak için yapılan DNA testine benzer bir uygulama). Sınıflandırma biyolojik evrimin kalbinde yer alan bir olgudur, çünkü canlıların moleküllerine bakarak yapılan sınıflandırmanın ortaya çıkardığı evrimsel soy ağacı, tüm canlıların ortak bir ata hücreden evrimleştiği tezini destekleyen en önemli kanıttır.

John Ray bilimden teolojiye doğru açılım yapan bir din adamıydı. Ondan bir yüzyıl sonra ortaya çıkan William Paley ise doğal düzenin açıklanmasında tamamıyla felsefi bir yaklaşım geliştirmişti. O da bir Cambridge’li idi.

Paley’in bilim tarihine tanıttığı bir metaforun onun günümüze kadar gelmesinde önemli etkisi olmuştur. Paley bu metaforda şöyle bir senaryo tasarlamıştır: “Şayet açık bir arazide yürürken, yerde duran bir saat bulsam, bu saati oluşturan parçaların karmaşık yapıları ve onların bir araya getiriliş biçiminden, onun belli bir hareket etkisi yaratmak amacıyla imal edildiği sonucuna varabilirim” diyor. 

Paley’ e göre, belli bir işi yapmak yani zamanı ölçmek için mükemmel bir şekilde tasarlanmış bu düzeneğin çok akıllı ve yetkin bir tasarımcı ve ustanın elinden çıktığı kolaylıkla görülebilir. İşte bu “usta” ve “tasarımcı” Tanrı’dır. Paley bu yapay ve mekanik kurgulamadan sonra yorumunu doğal yapılara çevirir ve organizmaların bir saatten daha karmaşık ve mükemmel bir tasarıma sahip olduğunu söyler. Yaşam koşullarına mükemmel uyum sağlayacak şekilde yapı ve işlevleri planlanmış bitki ve hayvanların, tıpkı saati var eden saat yapıcısı gibi, “akıllı bir tasarımcısı” olmalıdır. Paley’in hipotezi genel olarak “tasarımdan çıkarılan deliller” diye tanımlanmaktadır.

İşte günümüzde evrim kuramına alternatif bir kuram yarattıkları savında bulunan “Bilinçli Tasarım Yaratılışçıları”, tezlerinde yer alan temel mantık ve kavramları yüzyıllar öncesinde yaşamış bu kişilerden almışlardır.

Yaratılışçıların günümüzdeki durumu
1950’li ve 60’lı yıllar, çok farklı disiplinlerde, 21. yüzyıl biliminin temellerinin atıldığı bir döneme denk gelir. DNA yapısının keşfi sonrası moleküler biyolojide olan atılımlar, elektronik ve malzeme bilimindeki gelişmeler ve uzay çalışmalarındaki başarılar, bilimsel bir devrimin ayak seslerini oluşturuyordu. 

Uzun vadede insanlığın düşünce dünyasında büyük dönüşümler yapacak bu gelişmeleri sezen o yılların dincileri, yaratılış dogmasının halka sunumunda artık, yeni bir içerik ve propaganda yöntemi ortaya konması gerektiğini anlayıp, harekete geçtiler. Öncelikle Yaratılış dogmasının standart söyleminde yer alan “Adem-Havva”, “kaburgadan kadın yaratma”, “Nuh Tufanı”, “altı günde yaratılış”, “yasak elma”, “yılanın hinliği”, “cennet bahçelerinden kovuluş” gibi kavramlardan sıyrılmış bir söylem geliştirme çabası içine girildi. 

Bu bağlamda “indirgenemez karmaşıklık”, “yaratılış bilimi”, “özelleşmiş karmaşıklık”, “ani oluşum”, “tasarımdan gelen kanıt” gibi, dinsel çağrışımlar yapmaktan olabildiğince uzak yeni kavramlar üretildi. Hatta iş o kadar ileri gitti ki, artık Tanrı sözü dahi kullanmaktan kaçınılıyor. Bunun yerine “Tasarımcı”, “Doğaüstü Yaratıcı” veya “Akıllı Tasarımcı” gibi nitelemeleri tercih ediyorlar.

Bu nedenle olsa gerek yaratılışçıların son dönem starlarından ve aynı zamanda “indirgenemez karmaşıklık” kavramının isim babası olan Michael Behe, yazı ve konuşmalarında dünyanın yaşı, Nuh Tufanı, Adem-Havva gibi dinsel söylemlerden özenle kaçınmaktadır. Derdini bazı hücresel sistemlerden dem vurarak anlatmaya çalışır. 

Ona göre bazı biyolojik sistemler, o kadar karmaşık bir bütünsellik içinde işlev görür ki, kendisini meydana getiren elemanlardan bir tekinin dahi devreden çıkması ya da bozulması, sistemi iş göremez hale getirecektir. Ona göre sistemin bu kaçınılmaz özelliği, onun bir tasarım ürünü olduğunu ispatlamaktadır. Neden? Çünkü sistemin bu çalışma düzeni onun, indirgenemez karmaşıklıkta olmasından kaynaklanmaktadır. 

Yani burada da Paley’in saatindeki bir çarkın çıkması ile saatin artık zamanı gösteremeyeceğine benzer bir mantık yürütülmektedir. Buna ilaveten Behe, böyle bir sistemin zaman içinde kademe kademe parça eklenmesi ile oluşmayacağını da söylemektedir. Yani her şey baştan beri orada olmalıdır.

Behe’nin genellikle kullandığı örnek bakterinin hareket organı olan kamçıdır. Araştırmacılar Behe’nin iddialarını çok kolaylıkla çürütmüşlerdir. Bunları kısaca sizlerle de paylaşmak isterim.

İndirgenebilir karmaşıklığa (!) örnekler
Bakterinin kamçısı onlarca farklı proteinden oluşan bir moleküler motordur. Kamçı burada hareketi sağlayan bir pervane görevindedir. Bu pervane bazı bakterilerde saatin çalışma yönü ya da tersi doğrultuda dönerek hareketi sağlar. Bakterilerde kamçı protein genlerinde yapılan mutasyon çalışmaları ile sisteme ait belli genlerde meydana getirilen bazı bozuklukların, kamçının çalışmasını durdurmadığı, ama bakterinin, kamçının sola ya da sağa dönüş yönünü düzgün ayarlayamadığı görülmüştür. Yani bu mutant bakterilerde kamçı iş görmekte ama organizma kendisinden çok etkin bir şekilde yararlanamamaktadır.

Aynı konuyu Paley’in sevdiği göz örneği üzerinden irdelemek de mümkün. Bilindiği gibi insanın önemli organlarından biri olan gözde, renk ayrımında iş gören ışık algılayıcı protein moleküllerinin genlerinde meydana gelen bir mutasyon nedeniyle, renk körlüğü olarak bilinen bir durum oluşur. Fakat bu mutasyondan dolayı, yaratılışçıların iddia ettiği gibi, kişilerin görme işlevleri son bulmaz, sadece çevrelerindeki kırmızı veya yeşil renkleri algılayamazlar. Burada sormak gerekiyor; hani o kadar mükemmel bir tasarım olan göz, tek bir parçası dahi zaafa uğrasa işlevini yerine getiremezdi? 

Hatta bu konuda çok ilginç bir durum daha bulunmaktadır. İnsan ve Yeni Dünya Maymunlarının gözlerinde mavi, yeşil ve kırmızı renkleri algılayacak üç ayrı tip alıcı molekül bulunur. Fakat yaklaşık otuz milyon yıl önce Yeni Dünya Maymunları ile yollarını ayırıp, evrimleşen Eski Dünya Maymunlarının gözlerinde ise üç yerine sadece iki alıcı molekül bulunur. İşte hem doğal hem de yapay yollardan oluşmuş ve birindeki bir parçayı diğerinin içermediği iki göz var ortada. Her ikisi de işini gayet iyi yapıyor… 

Görüldüğü gibi bilinçli tasarımcıların kendi verdikleri örnek dahi kendi tezlerini çürütmek için yardımcı olmaktadır.

Yaratılışçıların son yıllarda sarıldığı “indirgenemez karmaşıklık” olgusunun dahi iler-tutar yanının olmadığı görülüyor. Gözler görüyor, kamcılar çalışıyor. Hani, “kamçıyı oluşturan moleküler parçaların tek bir tanesi bile olmasa, ya da kusurlu olsa, kamçı çalışmaz ve dolayısıyla bakteriye hiçbir faydası olmaz”dı. İşte sistemler çalışıyor, yani yaratılışçı söyleme göre sistem “indirgenebilir bir karmaşıklığa” sahiptir.

Biyolojik gerçeklerle çelişen bu “indirgenemez karmaşıklık” önermesi diğer bir irdelemeyle de kolaylıkla çürütülebilmektedir. Yine kamçı konusuna dönersek ve yaratılışçıların akıllı tasarım ürünü mükemmel sistemleriyle aynı anda varolup, aynı işi yapan diğer sistemler için ne denilebilir? Örneğin, bakterilerden daha yüksek bir hücresel organizasyona sahip, ama bakteriler gibi tek hücreli olan bazı protozoonlar hareket etmek için farklı bir kamçı kullanırlar. 

Örneğin bunlarda kamçının hücreye bağlandığı kök bölgesinde, bakterilerdeki gibi bir motor yapı bulunmaz. Diğer bir ifade ile kamçı hareketi daha az karmaşık (indirgenmiş!) bir sistem ile yerine getirilmektedir. Şayet bakterideki kamçı “akıllı” bir tasarımcının “indirgenemez” karmaşıklıkta bir eseri ise, böyle motoru bulunmayan bir kamçıya ne gerek vardır ya da bunun tasarımcısı kimdir diye sormak gerekiyor? Açıkça görüldüğü gibi yaratılışçı hipotezlerin, bırakın tüm biyolojik çeşitliliği kapsayacak bir açıklama getirmeyi, kendi verdikleri örneklerdeki çalışma düzenini dahi açıklayacak gücü yoktur.

İnsandaki tasarım hataları
Bilebildiğimiz birçok canlı, biyolojik açıdan “berbat tasarım” örneği olarak kabul edilebilecek özelliklere sahiptir. Çünkü doğa yaratılışçının saat imalatçısı gibi çalışmadığı için, "bir şey ya akıllı tasarım ürünüdür ya da hiçtir" mantığı burada işlemez. Evrimsel gelişim eldeki malzemenin olabildiğince iyi kullanılması esasına dayanır. Tak-çıkar, yap-boz, eldekini yeni bir işlev için kullanma, yeni bir işlev kazanmak için o işle ilgisi bulunmayan iki şeyi bir araya getirip deneme vs. evrimin temel çalışma tarzıdır. 

Doğada “ol dedim oldu” yöntemi çalışmaz.

Kutsal kitaplara göre insan, melekten de üstün tutulmuş kutsal bir varlıktır. Tanrı’nın suretinde yaratılmıştır. Diğer tüm canlılar ona fayda sağlamak üzere var edilmiştir. Şeytan rahat mekanından ona secde etmedi diye kovulmuştur. Tüm bunlardan sonra insanın hiç olmazsa biyolojik açıdan yetkin bir varlık olması beklenmez miydi?. Ama ne gezer… Tıp bilimi insanın bedensel ve ruhsal eksikliklerini onarmak için çırpınıyor. Birer insan olarak hepimiz bunun doğrudan tanığıyız.

Toplumun önemli bir bölümünde burun kemiği doğuştan eğri. Bunun yol açtığı bir sürü sorun var. Başta nefes almak gibi çok önemli bir işlevimizi kötü etkiliyor. Ne gece rahat bir uyku, ne enerji dolu bir yaşam.

İnsan dişlerinden çektiğini, çok az şeyden çekmiştir. Çürükler, diş eti hastalıkları, çıkmayan yirmi yaş dişleri, kanal tedavisi, protezler, kalp romatizmasına kadar giden dertler. Oysa köpekbalıklarının dişleri her sene yenileniyor. Şu hayvana bahşedilen güzelim tasarım, biz sevgili kullara da bağışlanamaz mıydı?

Geçenlerde sevgili Ender Helvacıoğlu Chris Colby ve Loren Pethrich tarafından hazırlanmış bir makale gönderdi. Doğadaki kötü tasarımların ele alındığı yazıda verilen bir örnek dikkatimi çekti. Yazarlar orta yaş ve üzeri erkelerin baş dertlerinden biri olan prostata değinmişler. Bilindiği gibi prostat adlı verilen bez, erkek üreme sisteminin önemli bir parçasıdır. İdrar borusu bu bezin içinden geçer.

Prostat enfeksiyona ve ileriki yaşlarda kanserleşmeye yatkın bir yapıya sahip olduğundan, bunda bir sorun meydana geldiğinde bez genişleyip, idrar borusunu sıkıştırmaktadır. Sonuç olarak idrarı rahat bir şekilde yapamama gibi çok sıkıntılı bir durum ortaya çıkmaktadır. Yazarlar haklı olarak, idrar borusunu, böyle genişleme eğilimi olan bir yapının içinden geçirmedeki “akıllı tasarımı” sorguluyorlar. Hadi diyelim oradan geçmesi gerekti, buraya ezilmeye daha dirençli bir idrar borusu konamaz mıydı?

Karmaşıklık ilahi tasarıma uygun mu?
Bir biyolog olarak bugüne kadar yüzlerce biyolojik sistemi inceledim. Birçoğunda varolan aşırı karmaşıklık ve ayrıntı, sorun yaşanmasında baş etmen gibi gözüküyor. Sistemdeki ayrıntı, daha çok, sistemin çalışması ile ilgili olup, sistemdeki sorunların etkili çözümüne yönelik olmadığından, doğduğumuz andan itibaren hastalıklardan başımızı kaldıramıyoruz. 

Şimdikinden daha başarılı bir bağışıklık sistemi ve genetik bozuklukları tamir mekanizmamız olsaydı, kanser başta olmak üzere birçok hastalığa direnmemiz daha kolay olacaktı.

Yaratılış dogmasında olan işlere farklı bir bakış açısından bakıldığında, biyolojik sistemlerde yer alan moleküler düzeydeki bu kadar ayrıntının, “ilahi ya da akıllı tasarım” olgusuna pek uygun olmadığını düşünüyorum. 

Doğaüstü güçlerle bir şey yapabilme yetisine sahip bir yaratıcı, çok daha basit, hatası az, tamiri kolay, yüksek etkinlikte ürünler meydana getirebilirdi. Yani bir mucize olabilirdi. Fakat bu mucizeleri gerçek hayatta ne yazık ki göremiyoruz.

Evrim, eldeki mevcut malzemeyi, mevcut koşullar içinde kullanıp, organizmanın hayatta kalması yönünde çalıştığı için canlılarda, tarihin biyoloji çöplüğünden kalma birçok yapıyı görmek olasıdır. Örneğin balina avcılarının yakaladıkları kimi balinalarda gözlemledikleri arka extremite (ayak) kalıntılarının sırrı ancak moleküler çalışmalar ile anlaşılabilmiştir.

Şöyle ki, moleküler sınıflandırma çalışmaları suda yaşadığı halde balinaların en yakın akrabasının bir balık değil su aygırı olduğunu ortaya koymuştur. Balinaların bedeninde yer alıp da artık kullanılmayan arka ayak kalıntılarının nedeni bir tasarım hatası değil, onun önce karada yaşayıp daha sonra denize dönen bir memeli olmasındandı.

İnançtan bilim olur mu?
Sözün özüne gelinirse yaratılışçılar artık insanları teolojik ve metafizik dogmalarla ikna etme olanakları kalmadığından çıkış yollarını bilime bağladılar. Bu nedenle “yaratılış bilimi” diye, dinsel olguları örtülü bir şekilde içeren, sahte bir bilim yaratma çabasına girdiler. Bilim dünyasında kendilerine yer açmak için hoyratça sağa-sola saldırıyorlar. 

Tezlerinin tutulacak bir yanı olmadığı için yaratılışçılar kendilerini, en zayıf savunma yöntemi olan, karşıtları ile ifade yolunu seçiyorlar. Darwin’i ve evrim kuramını ortadan kaldırarak insan bilincinde boşluk yaratma çabasındalar. Böylece oraya kendilerinin yerleşebileceklerine inanıyorlar. Bu yolla bilimsel bir kuram ortaya koymaları olanaksız. Şayet bir mücadele içinde iseniz hareketinizin ana eksenine öncelikle kendi tezinizi koymalısınız. Her şeyden önce onun sağlam ve inandırıcı olması gerek. 

Mücadelenizin merkezinde karşıtlarınızın karalanması oturuyorsa uzun vadede oradan bir yere varmanın olanağı yok. Bilimin çok güçlü ve tutarlı bir özeleştiri sistemi vardır ve bu işi, yaratılışçıların paralı, göz boyamalı kampanyalarına gereksinim duymadan zaten yapıyor. Bilimsel bilgi, bilimsel yönteme dayanır. Hipotezlerini, gözlem ve deneyle desteklemezsen, mantıksal sınamadan geçirmezsen, onu bilimsel kuram ya da yasa düzeyine çıkaramazsın.

Bilimsel eleştiri sisteminin gücünü düşündüğümde aklıma hep Charles Darwin ve kuzeni Francis Darwin gelir. 

Darwin’in, belki de en az biyolojik evrim kuramı kadar (kimilerine göre daha çok) sevip, savunduğu “Pangenesis” kuramının, Francis Darwin tarafından yapılan bir seri deney sonucu bilim tarihinin çöplüğüne gönderilişi bilim tarihinin ilginç öykülerindendir. Bilim öyle ciddi ve tutarlı bir etkinliktir ki, dünya çapında bir üne sahip olduğu bir dönemde dahi, zavallı Darwin’i kuzeninin gazabından koruyamamıştır.

Sevgili dostlar, bilimin açıklayamadığını, hiçbir şey açıklayamaz. Bugüne kadar bu hep böyle olmuştur. İnsanlığa safsatadan, falcıdan, büyücüden, muskacıdan vb. fayda yok. Her insan her istediğine inanmakta serbesttir. Bu en azından onun insani, hukuki ve ahlaki bir hakkıdır. Fakat hiç kimsenin inancını bilim diye yutturmaya hakkı yoktur. Çünkü akıl ve bilim dışındaki çözümlerin gözyaşı, sömürü ve acı getirdiği deneyimlerle sabittir. Toplumu bilim ve akıldışına karşı koruma görevi ilk aşamada bilimcilere aittir.

Birkaç ay sonra yaratılışçıların, yaratılış dogmasının evrim kuramıyla eşit sürelerde orta dereceli okullarda okutulması için, Milli Eğitim Bakanlığı düzeyinde girişimde bulunacağından söz ediliyor. Din tüccarları, inanç sömürücüleri kapımızın eşiğinde bekliyor. Evimizi korumamız gerek.

Prof. Dr. Haluk Ertan
İÜ Fen Fakültesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü
Kaynak

9 yorum:

  1. -SAYFA 1-

    Thomas Kuhn bir bilimsel çalışmanın ve kabulünün; ortaya çıktığı yıllardaki belli bir dönemde hakim felsefi görüşlerin, teolojideki yaklaşımların, ekonomik koşul ve teorilerin, politik ve sosyolojik ortamında incelenmesi ve bu parametrelerle birlikte teorinin değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürüyor.Bu parametrelerin tamamınıda kısaca paradigma olarak nitelendiriyor. Thomas Kuhn fiziğin ve diğer doğa bilimlerinin belirli bir paradigma içinde üretildiğini ve belirli bir paradigma içinde üretilen bilgilerin ancak o paradigma içinde değerlendirilebileceğini, dolayısıyla bilimsel bir bilginin evrensel bir gerçekliği olduğunun iddia edilemeyeceğini ifade etmiştir. Bu yüzden bir teori değerlendirilirken sosyal boyutunu ve felsefi arkaplanı ile beraber değerlendirilmelidir. Yani yanlış olan bilimsel bir bilgi ve teorinin, neden kabul edilip ortaya konduğunu belirlememizi sağlayabilir. Yada nasıl oluyorda aynı paradigma içinde ortaya konan bir teori doğru, diğeri ise yanlış olabiliyor bunları anlamamıza yardımcı olabiliyor.

    Evrim teorisinin filizlendiği yıllarda İngiltere dünyadaki oluşumların en büyük aktörüydü. Darwin İngiliz sömürgeciliğine biyolojik bir zemin hazırlamıştır. O “farklı ırklardan iki insan karşılaşınca tıpkı iki farklı türden hayvan gbi birbiriyle dövüşürler, birbirlerini yerler, birbirlerine zarar verirler ve arkasından en güçlü olan yani insan zekasının kazanacağı daha ölümcül bir mücadele başlar. Doğal seleksiyon o kadar güçlüdürki tüm dünyada alt ırklar (bu arada belirtmek isterim Darwinin sınıflamasına göre Türklerde alt ırk kategorisine girmektedir) üst medeniyetlerin ırkları tarafından zamanla bertaraf edileceklerdir” diyor. Darwin’in içinde yaşadığı dönemde endüstri devrimi ile beraber ilerleme fikri halkın her tabakasında yaygınlaşmıştı. Sosyoekonomik alanda ve teknolojik gelişmede gözlemlenen ilerlemeci evrim fikri, felsefe alanında Schelling, Hegel ve Comte gibi filozofların felsefesindeki ‘ilerlemeci evrim’ görüşüyle birleşiyordu. Bu teori ortaya konduğunda halkın geniş tabakalarından entelektüellerine kadar geniş bir kesimin zihninde evrim fikri zaten vardı. Evrim Teorisi’nin ortaya konduğu dönemde, Newton fiziğinin hakimiyeti vardı. Teologların bir çoğu evrenin mekanik işleyişini, Tanrının yaratışında bir araç olarak görerek; Tanrısal yaratma ile mekanist yaklaşımı uzlaştırmışlardı. Bu yüzden doğal seleksiyonu ortaya ilk koyan Wallace, MEKANİK PRENSİPLERLE İŞLEYEN BİR BİYOLOJİK DÜZEN İLE TASARIM ARASINDA BİR ÇELİŞKİ GÖRMEDİ. Evrim Teorisini savunanların en çok yaptığı hata veya yanıltmaca doğal seleksiyon ile Evrim Teorisi aynı şeylermiş gibi sunmalarıdır. Doğal seleksiyon sakat bir canlının hayat mücadelesinde sakat olmayan bir cinsine göre yetersiz kalıp yok olacağını açıklayabilir. Fakat yüzyıllar içerisinde yeni bir hayvan türünün ortaya çıkacağını söyleyemez. Doğal seleksiyonla leoparların, pandaların nesillerinin neden tükendiğine açıklık getirilebilir fakat bunlar yokolurken yerine yeni bir hayvan türü bırakmamıştır.

    YanıtlaSil
  2. -SAYFA 2-

    Bir teorinin güçlü olabilmesi için (1) yanlışlanamamalı, (2) öngörüde bulunabilmeli, (3) teorinin iddialarını doğrulayan olguların gözlemlerin veya denklemlerin gösterilmesi ve (4)rakip teoriye -ki burada akıllı tasarım oluyor- karşı üstün olması gerekmektedir.

    (1)Evrim Teorisinin istisnasız bütün türlerin, başka bir türden oluştuğunu iddia etmektedir bununla birlikte yeni bir cinsin oluşumuna dair bir gözlemin olmadığınıda kabul etmektedirler. Yeni bir cinsin oluşumu uzun tarihsel bir süreci gerektirdiği için, bunun gözlemlenmesinin mümkün olmadığını söylerler. Sırf evrim teorisini yanlışlamak için bir sebep olmadığını söylemek için söylenmiş bir söz. Peki bende şöyle bir sav ileri sürsem: Andromeda galaksisinde yaşayan öküzler var, desem bu savda doğrulanamaz ama yanlışlanamazda tıpkı evrim teorisi gibi. Bir teori eğer yanlışlanabilirse artık geçerliliği kalmayacaktır ve üstünlük rakip teoriye geçmiş olacaktır.
    (2) Bilimsel kriterleri karşılayan bir teoriden beklenen en önemli özelliklerden biri, teorinin öngörülerde bulunabilmesidir. Oysa Evrim Teorisi ile hiçbir öngörüde bulunulamaz. Ev rim teorisine dayanarak bir canlının başka bir canlıya evrimleşmesi için neler yapılması gerektiği, kaç yüzyıl sonra nasıl bir canlıya evrileceği, hakkında en ufak bir fikri yoktur. Çünkü Evrim
    Teorisi’nin yasaları yoktur ve matematiksel ifadeleri olan yasalar olmadan bir öngörüde bulunmak mümkün değildir.
    (3) Evrim Teorisi’nin yasaları ve matematiksel bir modelinin bulunmaması, gözlem ve deneye dayanmamasından daha büyük bir sorundur. Astronomide de gözlenemeyecek olan birçok olay vardır, fakat eldeki yasaların matematik modellemeye elvermesi sayesinde gelecek hakkında tahminlerde bulunulabilir. Yapılan gözlemler ve matematik modellemelerle evrenin genişlediğini, belli bir anda yaratılmış olmasını, evrenin eninde sonunda yokolacağını (Big Crunch veya Big Chill) , dünyaya göktaşlarının ne zaman düşebileceğini öngörebiliriz. Oysa Darwin bize hayali senaryolarla ilk cansız maddeden bu yüksek uygarlık seviyesine kör tesadüflerin sayesinde geldiğimizi söylemektedir. Neo-Darwinistlerde mevcut paradigmanın etkisinde kalarak aslında evrimin mikro mutasyonlarla gerçekleştiğini iddia etmektedirler. Neo-Darwinistlerin üzerinde en çok deney gerçekleştirdikleri sirke sineği (Drosophila) ile ilgili deneylerde de yeni bir cins elde edilememiştir. Biyoloji kitaplarında bize hep sirke sineğinin,
    mutasyon sonucu, iki kanadının dört kanada çıktığı bazı bireylerine yer verirler. Oysa bu kanatlar işlevsel değildir, ilave kanatların uçmayı sağlayacak kasları yoktur. Bu yüzden bu kanatlar canlıya doğal seleksiyonda dezavantaj getireceğinden yokolup gidecektir. Burada yapılan yanıltmaca X ışınları verilen hayvanların fazladan kanat sahibi olduklarını böylece yeni bir tür doğduğuna bizi inandırmaya çalışmaktadırlar. Çernobil nükleer faciasından onlarca yıl sonra bile nasılki iki başlı, üç ayaklı insanlar yaşayamadan öldülerse radyasyonun DNA’da iddia edildiği gibi yararlı mikro mutasyonlar yapmamaktadır.
    (4)Evrim teorisini savunanlar tasarım delilini teolojik bir açıklama olduğu için dışlarlar. Buna göre önce bilimin metodunun ne olması gerektiğine dair bir önkabulde bulunurlar. Nedir bu önkabul : Doğanın içindeki sebepler dışındaki sebeplerle ‘doğa’ açıklanamaz; örneğin evreni tasarlayan bir Tasarımcının varlığına gönderme yapmak yasaktır. Günümüzde bilime hakim olan paradigmanın metodunun bu olduğu söylenebilir; bu yüzden fizik ve biyoloji kitaplarında Tanrıya atıf yapılmaz. Newton’un yazdığı bir kitabı, günümüzde, bir fizik öğretmeni ders kitabı olarak yazmış olsaydı; bu kitabın ders kitabı olması herhalde yasaklanırdı. Hatta Darwin’in en meşhur eseri olan Türlerin Kökeni’ni, bugün bir biyoloji öğretmeni yazmış olsaydı; herhalde bu kitaptaki Yaratıcı’ya atıflar çıkartılmadan, bu kitap ders kitabı olarak okutulamazdı. (Dahi ve dindar Newton ----> http://allah.web.tr/wp-content/uploads/2011/03/D%C3%A2hi-ve-Dindar-Isaac-Newton.pdf)

    YanıtlaSil
  3. -SAYFA 3-

    Maalesef bugün kabul edilmiş ilkeler, toplumsal kurumlar ve kültürle kuşatılmış bulunmaktayız. Bugün bilimin pekçok alanında teist bir bilimadamı ile ateist bilimadamının olaylara bakışı arasında hiçbir fark görülemez. İkiside katarakt ameliyatı için aynı işlemleri yapacaktır veya güneş tutulmasının tarihini belirlemede aynı denklemleri aynı hesaplama yöntemini kullanacaktır. Örnekler çoğaltılabilir. Fakaaat sözkonusu olan hayat nasıl başladı hayatın kökenine dair sorularda sorunlar çıkıyor. Aynı şekilde aynı soruların cevabını arayan Big Bang teorisindede bu farklılık göze çarpacaktır. Canlılar dünyasında tasarım delilinin sayısız delili vardır, fakat günümüzdeki bilimsel paradigmalara göre doğal sebepler dışında bir sebebe atıfta bulunmak tasarımın, bir Tasarımcı’yı gösterdiğini söylemek yasaktır. Teizmin ateizmden en önemli farklarından biri, evrendeki oluşumların ve canlıların Bilinç’in, Bilgi’nin ve Kudret’in ürünleri olduğunu savunmakken; ateizm bunları,kör tesadüflerin, olasılıksız olasılıkların eseri olarak görür. (Olasılıksız olasılıkların ne demek olduğunu görmek isteyenler http://tanrivarmi.blogspot.com/2011/09/neden-agnostigim-robert-ingersoll.html makalesindeki yorumlarıma gözatabilirler.) Bilimin objektif bir uğraş olduğuna inanılıyorsa, olması gereken tavır, baştan tasarımdan Tasarımcı’ya yükselmeyi yasaklamak yerine; mevcut olguların gerçekten de Tasarımcının varlığını gösterip göstermediğine objektif bir şekilde yaklaşmak olmalı değil midir? Prof. Dr. Haluk Ertan yazısında diyorki “oğul Bush, okullarda evrim kuramıyla birlikte dinsel kökenli “akıllı tasarım” görüşünün de öğretilmesinden yana olduğunu söylemiş. Gerekçesi de öğrencilerin farklı görüşlerle karşılaşmasının iyi olacağıymış!” Diyerek aklı sıra Akıllı Tasarım teorisini sulandırmak maksadıyla “Kim bilir belki zamanla “farklı görüşler” kervanına astroloji, falcılık, muskacılık vs. de katılır. “ diyerek bu teoriyi küçümsemeye kalkıyor. Eğer evrim teorisini savunuyorsanız ve teorinin ayaklarının yere sağlam bastığını düşünüyorsanız ringden kaçmaya ve korkmanıza ne gerek var ki. Neden iki teorinin birlikte okutulması sizi rahatsız etsin bu kadar? Ben Akıllı Tasarımın çok güçlü argümanlara sahip olduğunu düşünüyorum o yüzdende Evrim teorisiyle birlikte okutulmasının evrimin ne menem bir şey olduğunu yeni nesilin daha iyi anlayacağı kanaatindeyim. Ben bu akıl tutulmasına hayret ediyorum. Bilim yegane yöntem olarak Tanrının varlığının bilimsel verilerden çıkarsanan sonuçlarla desteklenmesi yasaklanmakta; daha sonra ise Tanrının varlığının bilimsel gerçeklere aykırı olduğu söylenerek ateizmin savunulması yapılmaktadır. Bu ne yaman çelişki böyle! Önce Tanrının doğaya müdahale etmediğini ÖNKABUL olarak kabul edeceksin arkasındanda Nietzsche gibi biri çıkıp diyecekki “Tanrı öldü”. Bir sitede gördüğüm bir kitap tanıtımından bahsediliyor ve pekçok bilimadamının ismi sayıldıktan sonra bitiriliyor.” …. daha pek çok bilim insanı sonsözü söylüyorlar: Evrim kuramı olmadan bilim olmaz! “ Artık bilimsel bakış açınızı bu kadar öz bu kadar duru söylenemezdi sanırım. Önceki yazımda yazdığım bir paragrafı buraya aktarmak istiyorum. Yaratıcı neticeyi verir ve insan geliştikçe aslında o dogma dediğimiz bilgilere ulaşıyor. İzafiyet teorilerinden, kuantum mekaniğinden, Shrödinger denklemlerinden Lorentz dönüşümlerinin sonucu bizi dogmatik dediğimiz bir bilgiye ulaştırıyorsa ve biz inanmama tercihimizi kullanıyorsak buda bilimin dogmatik bakış açısı değilmidir? Bilim bize ne diyor: Dogmalara inanma. Peki şunuda soruyormu kendine acaba; bu kadar bilimsel verinin donesi bizi en başa döndürüyorsa bu ihtimal neden sorgulanmaya dahi tutulmadan bıçak gibi kesilip atılıyor. Dogmatik bilgilermi, kesinlikle evet. Fakat doğruluğu bugün bilim çevrelerince kabul görmüş hem teorik hesaplamalarla hemde gözleme dayalı verilerle ispatlanmış “dogmatik bilgiler”. Ben şuna inanıyorum Yaratıcının indirdiği ayetler var ki bunlar kutsal metinlerdir birde yarattığı ayetler vardır. Onlarda yaşamımız boyunca görüp duyduğumuz şahit olduğumuz gerçeklerdir.

    YanıtlaSil
  4. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  5. -SAYFA 4-

    Bilimin dogmaları yokmu acaba? Ateistler biz dindarları dogmatik bilgilere inanmakla suçlarken acaba kendileri bilim dünyasına ilk adım attıklarında baştan kabul ettikleri dogmalar yokmu? Örneğin evrim teorisi gibi veya Tanrının doğaya herhangi bir müdahalesinin olmadığını ve herşeyin doğa kanunlarıyla açıklanması gerektiği gibi. Bilim cemaatinin dönemin paradigmalarının dikte ettiği önkabullerin geçmişte evrim teorisini haklı çıkarma uğruna yaptığı sahtekarlıkları neden görmezden geliyorsunuz. Birazdan vereceğim örnekler geçmişte evrim teorisinin gerçekten gerçekleştiğini ispatlamak için yapılan sahtekarlıklara birkaç örnek vermek istiyorum.
    1. PiltDown Adamı (http://tr.wikipedia.org/wiki/Piltdown_Adam%C4%B1) “Bilim adamları başlangıçta fosilin o güne kadar bilinmeyen erken dönem bir insan türüne ait olduğunu düşündüler. Ancak zamanla fosilin gerçekliği konusunda tartışmalar arttı. Özellikle paleontologlar ve evrim biyologları Piltdown Adamı'na kuşkuyla yaklaştı. 1953'te Piltdown Adamı'nın bir sahtekârlık olduğu kesinlikle ortaya kondu, kafatası modern bir insana, çene kemiği ise bir orangutana aitti. Kafatası, eski görünmesi için bir demir çözeltisine ve kromik aside batırılmıştı. Çene kemiği, yaklaşık 500 yıllık bir orangutan fosiline aitti.Piltdown Adamı, tarihteki en ünlü ve önemli sahteciliklerden biridir. Zira ortaya atıldığı andan itibaren insanın evrimi konusuna büyük ilgi çekmesine rağmen, sahte olduğu ancak 40 yıl kadar sonra kanıtlanabilmiştir.” Burada sahtekarlık yapılmasından çok 40 yıl boyunca mevcut paradigmaya uygun olun delil ciddi analizlere tabi tutulmamış elde hiçbir bilimsel veri olmadığı halde Piltdown adamının yaşının 500.000 yıl olduğu söylenmiştir.
    2. Ernst Haeckel'in sahte embriyo çizimleri : Haeckel’in embriyo çizimleriyle ilgili sahtekarlık hala Evrim Teorisi ile ilgili kitaplarda yer almaktadır. Ünlü evrimci biyolog Stephen Jay Gould, modern ders kitaplarında hala Haeckel’in çizimlerinin olmasını hayret edilecek ve utanılacak bir durum olarak değerlendirmektedir.1995 yılında embriyolog Michael Richardson, Haeckel’in embriyonun geçirdiği aşamalar ile ilgili yanyltıcı bilgiler verdiğini detaylı bir şekilde göstermiş ve bunun biyolojideki en ünlü sahtekarlıklardan biri olduğunu söylemiştir.
    3. Nebraska Adamı (http://en.wikipedia.org/wiki/Nebraska_Man) Evrimci paradigmanın peşinen doğru kabul edilmesinin yol açtığı yanlış yorumlara Nebraska adamı (Hesperopithecus Haroldcookii) da örnek olarak verilebilir. 1922 yılında ünlü fosilbilimci Henry Fairfield Osborn Nebraska’da bir diş fosili buldu. Konunun uzmanlary, bu dişin insan ve şempanze arasında ara bir türün dişi olduğunu söylediler. Ardından Nebraska adamının özellikleriyle ilgili detaylı anlatımlar yayımladı. Daha sonra bu dişin bir domuz dişi olduğu anlaşıldı. Bundan önce ise birçok antropolog, Nebraska adamının nasıl yaşadığı ile ilgili hikâyeler türetmişlerdi bile. Hala wikipediada bunun bilinçli bir sahtekarlık olmadığını sınıflandırmadan kaynaklı bir hata olduğunu adeta on yaşındaki çocukları kandırmaya çalışan masum bir yalan şeklinde bize sunuyor.

    Bu bilim adına Evrim teorisinin desteklenebilmesi uğruna ortaya atılmış en ünlü bilim sahtekarlığıdır. Bu paradigma uğruna gerçeklerin gözardı edilmesidir. Evrim teorisi bilimsel kriterleri taşımadığı halde hala kusursuz ve eksiksiz bir teoriymiş gibi bize lanse ediliyor.
    Yemezler….

    YanıtlaSil
  6. Muhammed bin İbrahim bin Cabbar bin Musa bin İsa, internetten sipariş ettiği akıllı seccade akılsız çıkınca psikiyatra götürdü. Psikiyatr gerekli tetkikleri yaptıktan sonra, anti bilmem ne ilacı vererek 15 gün sonra tekrar kontrole gelmesini söyledi. Bu arada ilacın yan etkileri olacağını, paniğe kapılmaması gerektiği konusunda uyardı. 15 gün sonra psikiyatra giden muh…. seccadede hiç bir gelişme yok doktor bey, aksine dahada aptallaştı, ne yapacağımı şaşırdım deyince psikiyatr, ümitsiz olmayın bu durumlar gayet normaldir, ilaç etkisini göstermiş, dozu artırarak devam edin, 15 gün sonra tekrar görüşelim. 15 gün sonra seccadede tüylenme, renk solması vb. fiziksel sorunlar yanında iyice aptallık azınca doktora gidip durumu bildiren muh…. ‘de doktor, psioterapiye başlayalım, seccadenin çocukluğuna inelim, gerekli testlerden sonra yeni bir tedavi yöntemi bulalım der. Muh… peki doktor bey, ne gerekiyorsa yapalım, para sorun değil der. 6 aylık ilaç ve terapi uygulamalarından sonra seccade intihar eder. Oracıkta can veren seccade, giderken şöyle not bırakır; Bu dünya bana göre değil! (Başka notlarda düşünülebilir tabi. Örneğin Beni Hiç Anlamadınız!, Hayat bu Değil! Ben Ezilmek İstemiyorum! vs.)

    YanıtlaSil
  7. Akıllı tasarım olsa insanlar deli olur mu be?

    YanıtlaSil
  8. Dünya tam yuvarlak/daire/küre, yaşam alanı yarım yuvarlak/daire/küre. Bir yokuş düşünün, yokuşa paralel yürüyüyorsunuz, dik yürüyorsunuz. Binayı yokuşa paralel yapmıyorsunuz, dik yapıyorsunuz.. Yokuş çıkışını ve inişini düşünün. Dünya bu.Altımızda ne var bilemiycem, altımızda yaşam yok. Dolayısıyla, altımızdaki nasıl duruyor diye bir şey yok.

    Ay tam küre, ışığı yarım küre. Topun yarısında ışık olduğunu düşünün ve çevirin. Ay şekli bundan ibaret. Ne güneşi ne bir başka gezegen etkisi yok.

    Güneş tam küre, ışığıda yarım küre. Güneşin arkası ışık ısı vermiyor.

    Yıldızlarda öyle, diğer gezenglerde. Yarı başka yarı başka.

    YanıtlaSil
  9. yoktan var olma, vardan var olma
    yoktan yok olma vardan yok olma
    yoktan var olma, vardan yok olma
    nardan var olma nurdan yok olma
    nardan var olma vardan nar olma
    nurdan var olma vardan nur olma
    yerden “topraktan” var olma gökten “havadan” yok olma
    boktan var olma vardan bok olma
    boktan bok olma vardan bok olma
    çişten var olma vardan çiş olma
    sudan var olma vardan su olma
    sudan nar olma nardan su olma
    sudan su olma nardan su olma
    havadan var olma vardan hava olma
    katıdan sıvı olma sıvıdan katı olma
    katıdan sıvıdan var olma vardan katı sıvı olma
    boktan aş olma aştan bok olma
    nardan şeytan olma şeytandan nar olma
    nurdan melek olma melekten nur olma
    topraktan insan olma insandan toprak olma
    toprak ve sudan insan olma insandan toprak ve su olma

    su yoktan mı var oldu vardan mı var oldu
    ateş yoktan mı var oldu vardan mı var oldu
    insan yoktan mı var oldu vardan mı var oldu
    insan yoktan mı yok oldu vardan mı yok oldu
    yoktan var olma mı var yoktan var etme mi var
    vardan var olma mı var vardan var etme mi var
    vardan yok olma mı var vardan yok etme mi var

    insan vardan mı olur yoktan mı olur
    insan vardan mı ölür yoktan mı ölür
    ölüm şekli:insan ölüyomu öldürülüyo mu
    insan içindeki vardan mı dışındaki vardan mı yok oluyo
    dinsel açıdan ölüm öldürme midir
    bir insanın olması/doğması için diğer insanın ölmesi lazım mı
    ölümden olma olmadan ölme mi var

    evren yoktan var olma mı vardan/allahtan var olma mı

    bitki çiş olur bok olur, döner bitki olur.
    insan/hayvan çiş olur bok olur, döner insan/hayvan olur

    yok olmadan var olma var olmadan yok olma

    insan/hayvan ekildiği yerden bitki ekildiği yerden çıkar
    insana hayanada gübre/bok bitkiyede gübre/bok

    yok olma mı bok/çiş olmamı

    şeytanın ısıması meleğin ışıması

    yağmur çiş kar bok = gök işiyo sıçıyo
    güneş ısıyo ışıyo
    hava esiyo

    gökten kaynak yerden ürün

    yok olmak diye bi şey yok
    var olmak diye bi şey yok
    yoktan var olmak diye bi şey yok
    vardan yok olmak diye bi şey yok

    bitki ölüp dirilir mi
    hayvan ölüp dirilir mi
    insan ölüp dirilir mi

    dirilip ölüyo muyuz - ölüp dir
    dirden dur olma ölüden durdan dir olma “dur = ölü”
    dirilip durulma gidişi mi
    reenkarnasyon değil ama ona benzer başka bir dirilme biçimi mi

    YanıtlaSil