Evrim Ne Değildir?

133 Yorum
Tek tanrılı dini bir inanca sahip olan hemen herkes Evrim Teorisi hakkında belli ve kalıp yanlışlar ile evrim tartışmaya çalışırlar. Burada bu yanlışları değerlendirip, evrimin ne olduğundan çok ne olmadığı hakkında bilgiler sunmaya çalışacağım.

1. Evrim Teorisi bir inanç değildir
Evrim Teorisi hakkında yapılan belki de en büyük yanlış; "Ben evrime inanmıyorum!" demektir. Bunu söyleyen biri muhtemelen evrimden ve akabinde bilimden anlamıyordur. Çünkü evrim bilimsel bir olgudur ve bilimsel olguya karşı inanç duyulmaz. Evrim Teorisi ya kabul edilir ya da kabul edilmez. 

Evrim Teorisine inanmıyorum demenin neden saçma olduğunu başka bir yol ile gösterelim; biri kalksa ve dese ki "Ben Atom Teorisine inanmıyorum!" veya "Ben İzafiyet Teorisine inanmıyorum!" bunu garip kaşılarsınız değil mi? Çünkü bunlar bilimsel veriler ışığındaki bulgulardır ve inanıp inanmama hiçbir şey ifade etmez. İşte aynı şekilde de Evrim Teorisine inanıp inanmama da bir şey ifade etmez.

Peki diyebilirsiniz ki "ne olacak yani ha inanmıyorum dedim ha da kabul etmiyorum" dedim. Aradaki fark şudur; eğer siz inanç ile evrimi ölçüyorsanız öncelikle bilim bilmiyorsunuzdur ve daha sonrasında ise Evrim olgusunu bir din veya inanç sistemi gibi algılıyorsunuzdur. Bu ise kabul edilemez bir önyargı ve hatadır.

2. Evrim Teorisi insanın maymundan geldiğini söylemez
Evrimi kabul etmeyen insanlar çoğunlukla insanın maymundan evrilerek oluştuğunu savunduğumuzu düşünürler. Bu ise evrim hakkında hiçbir şey bilmediklerinin en büyük göstergesidir, çok belli ve fahiş bir hatadır. Çünkü Evrim Teorisi asla böyle bir şeyi söylememiştir ve bunun aksini düşünüp evrimi eleştirmeye kalkışanların aslında oradaki olgudan ne kadar habersiz olduklarına bir karinedir.

Evrim Teorisine göre insanlar ile şempanzeler ortak bir atadan gelmektedir. Aynı şekilde goriller, bonobolar ve orangutanlar ile de farklı zamanlarda ortak bir ataya sahiptik. Bu demektir ki bizler şempanzeler ile kuzeniz; şempanzeler bizim atamız değildir. Bunu bir yol ayrımı gibi düşünebilirsiniz, belli bir noktaya kadar tek tür olan bir canlı belli bir noktada faklı türlere evrimleşmiştir.

Bu dünyamızın her köşesinde böyledir. Her canlı başka bir canlı ile akrabadır. Örneğin kanguru ile koala, fare ile yarasa, fil ile denzineği yakın akrabalardır; aynı bizlerin şempanzeler ile yakın akraba olduğumuz gibi.

3. Evrim Teorisi "sadece bir teori" değildir
Evrim Teorisi hakkında şüphesiz en büyük yanılgılardan biri de "Evrim Teorisi sadece bir teoridir daha kanıtlanmamıştır, kanun değildir" demektir. Buradaki hata kanunu kesin ve yanılmaz olarak görmek, teoriyi ise ortaya konulmuş bir fikir oalrak görmektir. Oysa durum oldukça farklıdır.

Bilim dünyasında teori, doğruluğu ispatlamış birçok kavram arasındaki ilişkidir. Bir başka deyişle; belli olguların nasıl işlediğine dair oluşturulan sistemler bütünüdür. Bir teorinin varolması içinse ileri sürülmüş ve bilimsel kanıtlar ile desteklenmiş bir hipotez gerekir. Yani bilimsel teori gerçektir ve yaptığı şey olguların işleyişini anlatmaktır.
Tarihte biraz geriye gittiğimizde, yapılan bilimsel çalışmalar ispatlandıktan sonra yanlış veya eksik olabileceğine pek ihtimal vermiyordu. Bundan dolayı değişik kavramlar arasındaki ilişkiler kanun olarak adlandırıldı. Mesela yerçekimi kanunu bunlardan biridir. İzafiyet ve kuantum fiziğinin gelişmesi ile birlikte bilim adamları geliştirdikleri ilişkileri daha dikkatli ifade etmeye başladılar. Yani buldukları şeylere kanun demekten çekindiler.

Dolayısıyla artık günümüzde kesin bir kanundan bahsetmek pek mümkün değildir. Ayrıca İzafiyet Teorisi, Sicim Teorisi, Kuantum Teorisi, Zar Teorisi, Kaos Teorisi, Big Bang Teorisi, ve daha sayılabilecek yüzlerce bilimsel teori bu görüşe göre sadece bir teoridir. Oysa bunlar bilimsel bulgular ile desteklenmişlerdir hatta bazıları Evrim Teorisinden çok daha az kanıta sahip olmasına rağmen günümüz koşullarında gerçek kabul edilmektedir.

Yani Evrim Teorisi bir teoridir ama "sadece bir teoridir" demek teorinin oluşumunun nasıl olduğundan ve kanun - teori arasındaki farkın ne olduğundan bihaber insanların söyleyebilceği bir yanlıştır.

4. Evrimde ara geçiş formu olmadığı söylenemez
Özellikle bizim ülkemizde Evrim Teorisnin doğruluğunu gösteren "ara geçiş formu"nun olmadığı düşünülmektedir. Bunun sebebi çoğu kişinin sadece Google'ı açarak Evrim'i aratmaları ve karşılarına çıkan onlarca kopya siteden yanlış ve bilimsel olmayan, tamamen ideolojik bilgiler edinmeleridir. Bu sitelerde "evrim yoktur, kanıt yoktur, ara geçiş fosili yoktur" gibi tamamen safsata ile dolu bilgiler vardı. Oysa işin aslı böyle değildir.

Şimdiye kadar sayısız fosil bulunmuştur. Bulunan fosiller evrimi mükemmel derecede açıklayamasa da yeterli derecededir ve artık şüphe duyulmasına gerek bile kalmamaktadır. Bu konu hakkında bir çok örnek vermek sanırım çok daha isabetli bir karar olacaktır;

Balıktan hem su hem karada yaşayan amfibyumlara geçişi gösteren ara formlar:
Gogonasus, Tiktaalik rosae, Osteolepis, Eusthenopteron, Panderichthys,  Elginerpeton, Obruschevichthys, Hynerpeton, Tulerpeton, Acanthostega, Ichthyosgtega, Pederpes finneyae, Eryops...

Amfibyumlardan ilk sürüngenlere geçiş aşamasını gösteren formlar:
Proterogyrinus, Limnoscelis, Tseajaia, Solenodonsaurus, Hylonomus, Paleothyris...

Dört ayaklı sürüngenlerden memelilere geçişi gösteren formlar:
Protoclepsydrops, Clepsydrops, Dimetrodon, Procynosuchus...

İki ayaklı sürüngenlerden kuşlara geçildiğini gösteren formlar:
Compsognathus, Protoavis, Pedopenna, Archeopteryx, Changchengornis, Confuciusornis Ichthyornis...

Balinaların evrimini gösteren formlar:
Pakicetus, Ambulocetus, Kutchicetus, Artiocetus, Dorudon, Aetiocetus, Basilosaurus, Eurhinodelphis...

Atların evrimini gösteren formlar:
Hyracotherium, Mesohippus, Parahippus, Merychippus, Genus, Pliohippus, Equus...

İnsanın evrimi gösteren formlar:
Pierolapithecus catalaunicus, Ardipithecus, Australopithecus, Australopithecus robustus, Homo rudolfensis, Homo habilis, Homo erectus...

5. Evrim ne değildir?
Bu kısa açıklamalar ışığında son olarak belirtmem gerekir ki evrim dinsizliği yaymak için oluşturulmuş bir teori değildir. Ayrıca Evrim Teorisi sadece bir fikir değil bilim otoriteleri tarafından kabul gören bir gerçektir. Günümüzde ve özellikle ülkemizde yalan ve yanlış bilgilendirme sonucu çoğu insan Evrim Teorisi'ni kabul etmemektedir ancak bu inkar apaçık bir gerçeğe sırt çevirmektir. Bu yüzden de ilerlemenin önüne geçmektir.

Evrim Teorisi'nin hiçbir zaman dinleri yok sayalım gibi bir amacı olmadı ve komplo teorisi olarak dünyadaki bir grup insanın ortaya attığı fikir olmadı. Dolayısıyla Evrim Teorisi'ni kabul etmek dinsizlik demek değildir. Ancak açıkca söyleyebilirm ki Evrim Teorisi'ni kabul etmemek cahillik ve yobazlıktır.

Hayyam

133 yorum:

  1. (Sayfa 1)

    Yazarın, makalesinde belirttiği “Evrim Teorisi bir inanç değildir”, “Evrim Teorisi hakkında yapılan belki de en büyük yanlış; ‘Ben evrime inanmıyorum!’ demektir.”, “Çünkü evrim bilimsel bir olgudur ve bilimsel olguya karşı inanç duyulmaz.”, “Evrim Teorisi ya kabul edilir ya da kabul edilmez.” ve benzeri kavramlarını, yine yazarın izni ile tartışmak isterim.

    Benim burada tartışacağım konu, evrimin ne olduğu veya olmadığı değildir. Tanrıya inanmak veya inanmamak kavramları da değildir. Benim tartışmak istediğim, insan olarak bizler için “inanmak” nedir? Mesela elimde bir kalem görüyorum, onun kalem olduğuna inanıyorum demek doğru bir kavram mıdır? Keza, bu satırları yazarken, “kucağımda bir laptop olduğuna inanıyorum” demek, ne derece doğru bir kavramdır? Veya, “benim Selçuk isminde bir arkadaşımın olduğuna inanıyorum” demek, doğru kavramlar mıdır? Veya, “iki sokak sonra sağa döndüğümde, orada, arkadaşımla buluşacağım kafenin olduğuna inanıyorum” cümlesi doğru mudur? “Eğer o kafenin orada olmadığına inanmıyorsam, bu durumda, oraya neden gidiyorum?” Bu ve benzeri kavramlar, “inanmak” eyleminin tamamen dışında bir kavramla mı açıklanmalıdır? Yine yazarın dediği gibi “bilimsel olguya karşı inanç duyulmaz” ifadesinin doğruluğu nedir?

    Benim burada tartışmaya çalıştığım konu, söz gelimi “elimde bir kalem olduğuna inanıyorum” kavramı ile “evrim teorisine inanıyorum” veya “evrim teorisine inanmıyorum” gibi kavramların, zihnin aynı mekanizmaları tarafından yönlendirilip, yönlendirilmediğidir. “İnanmak” kavramı tamamen iradi midir?

    Tekrarlamam gerekirse, burada, Tanrıya inanmalı mıyız, inanmamalı mıyız veya evrime inanmalı mıyız veya inanmamalı mıyız tartışmasına girişmeyeceğim. Eğer bir şeye inanıyor veya inanmıyorsak, öncelikle “inanmak” veya bundan üretilen “inancın” ne olduğunu irdelememiz gerektiğini düşünüyorum.

    Evet nedir inanmak?

    AYRIK BEYİN

    Yarım yüzyıldan biraz önceki bir zamanda, epilepsi (sara) hastalarını bu hastalıktan kurtarmanın bir yolu, beynin iki yarım küresini birbirinden ayırmaktı. Bu, o zamanlar için uygun bir metot olarak görülmekte idi.

    Bilindiği üzere beynimiz, iki yarım küreden meydana gelmekte olup, her yarı küre, birbirleri ile beynin orta kısmında, milyonlarca sinir uzantılarının bir araya gelerek oluşturdukları ve corpus callosum adı verilen sinir demeti vasıtasıyla iletişim kurmakta ve eşgüdüm sağlamaktadır. Epilepsiyi ortadan kaldırmak için bu sinir demetinin kesilmesinin sebebi, epilepsi nöbetinin altında yatan ve nöronlarda (sinir hücresi) denetim altına alınamayan biyoelektiriksel boşalmayı öbür yarıküreye geçmeden önlemektir. Bir başka deyişle, bu operasyonla beyni iki yarım küreye ayırmak demek, bir yarı kürenin yaptıklarından, diğerini habersiz bırakmak anlamına gelmektedir. Bahsedildiği üzere, corpus callosumun kesilmesi, epilepsiyi önler görünmüştür. Ancak buna mukabil, kişide bazı gariplikleri de beraberinde getirmiştir.

    Nobel ödüllü nörolog Roger Sperry’nin(1)(2) ayrık beyinli kişilerde yaptığı deneylere geçmeden önce, görme eyleminin nasıl gerçekleştiğini kısaca açıklamaya çalışalım.

    YanıtlaSil
  2. (Sayfa 2)

    Bilindiği üzere, gözlerimizde, retina denen yere düşen görüntüler, daha sonra işlenmek üzere, beynimizin arka tarafında ve oksipital lop denen yere gider. Tabii ki, her ne kadar gözümüzdeki retinaya foton (ışık parçacıkları) düşerek görüntü oluşsa da, retinadan itibaren bu görüntüler, beynin arka tarafına giderlerken elektrik darbeleri, impulsları, atınımları şekline çevrilerek gitmektedir.

    Yine bilindiği üzere, bir görüntü kaynağına ait ışık, mercekten geçtikten sonra, ters çevrilerek, merceğin arkasındaki perdeye ters bir görüntü olarak düşer. Dolayısıyla, gözümüzün merceğinden geçen bir görüntüye ait ışıklar da, gözümüzdeki retinada ters bir görüntü oluşturur. Ancak biz, açıklamamıza kolaylık getirmesi için, retinaya düşen görüntünün de, günlük hayatta gördüğümüz gibi olduğunu, yani ters düşmediğini, nasıl görüyorsak, retinadaki görüntünün de öyle olduğunu düşünelim.

    Şimdi, kendimizi bir sahilde, bir deniz kıyısında olduğumuzu düşünelim. Tam karşımızda, kıyıya paralel ve ön tarafı da sağa yönelmiş bir gemi duruyor olsun. Önce sol gözümüzü tamamen kapatalım. Sağ gözümüzle geminin tam ortasına bakıyor olalım. Dolayısıyla, yukarıdaki kabulümüze göre de, sağ gözümüzün retinasında, ön tarafı sağa yönelik bir geminin düz (tepetaklak olmayan) bir görüntüsü düşecektir. (Deneyimizi daha iyi anlatabilmek için, retinadaki görüntünün ters dönmediğini varsaydığımızı unutmayalım). Peki, retinaya düşen bu görüntü beyne nasıl gidiyor? Bu arada, beynimizin iki yarım küreden meydana geldiğini hatırlayalım. İşte, sol gözümüz kapalı iken sağ gözün retinasına düşen bu görüntünün birer kopyaları beynimizde işlenmek üzere hemen, hem sağ yarı küreye, hem de sol yarı küreye gitmez. Ya ne yapar? Bu arada, sol gözümüzün kapalı olduğunu ve sadece sağ gözümüzün retinası üzerine düşen görüntüyü irdelediğimizi hatırlatalım. Sağ gözümüzde, retina üzerindeki görüntü, daha retina üzerinde iken tam ortadan ve dikey olarak ikiye bölünür. Yani, geminin ortasından itibaren ön tarafına kadar olan kısım, görüntünün sağ yarısını, geminin orta kısmından arka tarafına kadar olan kısım da retina üzerindeki görüntünün sol yarısını oluşturmuş olsun. Görüntünün sağ yarısı, yani geminin ön tarafına ait görüntü bilgisi, beynin sağ yarı küresine giderken, görüntünün diğer yarısı olan, geminin arka kısmına ait görüntü ise, beynin sol yarı küresine gider. İlk etapta, her bir yarı küre, geminin yarı görüntülerine ait bilgilere sahip olur. İkinci aşamada ise, yukarıda bahsettiğimiz ve adına corpus callosum denen sinir demetleri vasıtasıyla, her iki yarı küre, birbirleri ile, sahip oldukları bilgiyi paylaşırlar ve böylece görüntü işlemenin diğer merhaleleri de tamamlanarak, sol gözümüzü kapatmış da olsak, her iki yarı küre, geminin tam görüntü bilgisine sahip olurlar. (Tabii ki, tek gözle baktığımız için, mesafe tahmini veya iki gözün aynı anda gerektirdiği diğer fonksiyonlar gibi süreçlerin devre dışı kaldığını burada söyleyelim).

    YanıtlaSil
  3. (Sayfa 3)

    İşte bizim deneyimiz, tam da burada başlıyor. Eğer, beynin her iki yarı küresini birbirinden haberdar eden ve corpus callosum denen bu sinir lifleri kesilirse ne olur? Bu durumda, beynin bir yarısına geminin ön kısmına ait görüntü, diğer yarısına da geminin arka kısmına ait görüntü gidecek ve her bir yarı küre, birbiri ile haberleşemeyeceği için, gemi görüntüsünün bütünlüğüne ait bilgiye sahip olamayacaklar yani her bir yarı küre, geminin yarım görüntü bilgilerine sahip olarak kala kalacaktır. Eğer, geminin üzerinde ve boydan boya kocaman ve büyük harflerle “ATLANTİK DENİZCİLİK” şeklinde bir yazı varsa, sol yarı küre, geminin arka yarısına ait görüntü bilgisini aldığından bu kısımdaki yazı olan ATLANTİK yazısından haberdar olacaktır. Keza, beynin sağ yarı küresi de, geminin ön tarafına ait görüntü bilgisi ile beraber, bu kısma isabet eden DENİZCİLİK yazısından haberdar olacaktır. Corpus callosum kesik olduğu için de bir yarı küre diğer yarı kürenin bildiğinden haberdar olmayacaktır. Zaten ayrık beyinle ilgili yapılan deneyler de bundan dolayı çıkan gariplikler üzerinedir.

    Bu arada, kesilen kısım, corpus callosum olup, gözden yarı kürelere giden sinirlerin kesilmediğini de önemle belirtelim. Yani corpus callosumun kesilmesi ile her iki yarım kürenin birbiri ile bağlantısı kesilirken, ayrı bir yol kat eden göz sinirleri, her bir yarı küreye görüntülerin yarısını gönderebilmektedir.

    Bu açıklamalardan da anlıyoruz ki, gözümüzün retinası üzerindeki görüntüyü yarı kürelere taşıyan sinirler, görüntüyü, yukarıda anlatıldığı gibi, ikiye bölecek ve yine yukarıda anlatıldığı gibi ilgili yarı kürelere, corpus callosumdan ayrı bir sistemle dağıtılacak şekilde yapılandırılmıştır.

    Şimdi gelelim deneyimize. Deneyde, epilepsiyi önlemek amacıyla operasyon yapılmış ayrık beyinli kişiye, bu deney için özel hazırlanmış bir düzenekle, bir perdeye, beynin sadece sol yarı küresinin algılayacağı şekilde, “YÜRÜ” komutu yazılı olarak yansıtılır. Sol yarı küre, aldığı bu komutu yerine getirir ve kişi oturduğu yerden kalkarak odanın kapısına doğru yürür. Daha sonra, kişi tekrar, düzeneğin yanına getirilir ve bu defa kişiye, perdede ve yazılı olarak, beynin sadece sağ yarı küresinin algılayacağı şekilde “NEDEN YÜRÜDÜN?” diye sorulduğunda kişi “MEŞRUBAT ALMAK İÇİN” veya “CANIM BİRAZ DOLAŞMAK İSTEDİ” gibi benzer cevaplar verir.

    Corpus callosumu kesilmiş deneğe başka bir deneyde, ayrı zamanlarda, beynin sol yarı küresine tavuk resmi, sağ yarı küresine de kar yağışı resmi gösterilir. Sonra, sol yarı küreye, masanın üzerinde bulunan resimlerden, tavuk ile ilgili olabilecek resimleri, sağ yarı küreye de kar yağışı ile ilgili olabilecek resimlerden seçmesi komutu verilir. Sol yarı küre, tavuk resmi ile ilgili olarak “pençe” resmini seçer (doğru seçim). Sağ yarı küre, kar yağışı ile ilgili olarak “kürek” resmini seçer (bu da doğru seçim). (Her yarı kürenin, diğerinden haberdar olmadığını hatırlayalım).

    YanıtlaSil
  4. (Sayfa 4)

    Bu son durumda deneğin elinde bir adet pençe resmi bir adet de kürek resmi olmuş olur. Sonraki aşamada, perdeye yazılı olarak ve sol yarı kürenin algılayacağı şekilde şu soru sorulur. “TAVUK İLE İLGİLİ OLARAK PENÇE VE KÜREK RESİMLERİNİ NEDEN SEÇTİN?” Ayrık beyinli kişi şu cevabı verir. “PENÇE RESMİNİ SEÇTİM, ÇÜNKÜ TAVUKTA PENÇE VARDIR. KÜREK RESMİNİ SEÇTİM, ÇÜNKÜ TAVUK, KÜMESİNİ DIŞKISI İLE KİRLETİR. BU DIŞKILARI KÜREMEK İÇİN DE KÜREK GEREKİR”. Deneyden de anlaşılmaktadır ki, kürek, beynin sağ yarı küresi tarafından seçilmiş olup, sol yarı kürenin bundan haberi yoktur. Ancak buna rağmen sol yarı küre, kürek için bir anlam üretmiştir.

    Bu deneylere baktığımızda, birinci deneydeki “MEŞRUBAT ALMAK İÇİN YÜRÜDÜM” cevabı kadar, ikinci deneyde verilen “KÜREK RESMİNİ SEÇTİM, ÇÜNKÜ TAVUK, KÜMESİNİ DIŞKISI İLE KİRLETİR VE BU DIŞKIYI KÜREMEK İÇİN DE KÜREK GEREKİR” cevapları, gerçekle alakası olmayan “uydurma” cevaplardır.

    Deneye katılan kişiler, sorulan sorulara verdikleri cevaplardan emindirler, cevaplarını, çevrelerini inceleyerek ve o an o davranışı neden ürettiklerine bir anlam üretmek için inanarak vermişlerdir. Normal davranışlarımız dikkate alındığında, beynin, bir evvelki düşüncesi ile bir sonraki ürettiği düşüncenin genel olarak tutarlı olması gerektiğini, kendisi ile çelişkiye düşmemesi gerektiğini söyleyebiliriz. Burada, şöyle bir itiraz gelebilir. Ayrık beyne sahip bir kişinin ürettiği inancın doğru ve geçerli olamayacağı dolayısıyla ancak ayrık olmayan bir beyne sahip olan kişinin aldığı kararların bilince dayalı olabileceğidir. Bu pek doğru değil. Sadece ayrık olmayan bir beyne sahip olduğumuz için bilince dayalı kararlar aldığımızı söylemek ne derece doğru olabilir? Ayrık olmasa da, bir yarı kürenin diğer yarı küreye baskın olduğu zamanlar, bilincimizden bahsetmek ve aldığımız kararların bir kısmını, tutarlılık adına uydurma argümanlar ile zihnimizde yaratarak almadığımızı nasıl ispat edebiliriz? Kaldı ki, yukarıdaki yarı kürelere, matematik, mantık ve benzeri sorular sorulduğunda, akıl yürütme ve zeka bakımından, en az bizim kadar sağlıklı cevaplar alacağımızı da ilave edelim.

    Hemen şunu söyleyelim ki, yukarıdaki deneye tabi tutulan kişiler, zihnen yani akıl yürütme ve zeka bakımından “hasta değillerdir” Akıl yürütme bakımından sağlıklı insanlar kadar akıl yürütebilmektedirler.

    Bu deney, şu açıdan önemlidir. Yukarıda da ifade edildiği üzere, ister ayrık beyinli olsun ister ayrılmamış, insanoğlu, içinde bulunduğu durumu açıklayabilmek için bir anlam üretmek zorundadır. Bunu da, çevresinde edindiği kısıtlı bilgilerle de olsa yapmak durumundadır. Bu anlamı üretirken de kendisiyle çelişkiye düşmemelidir. Tabii ki bu arada, kendisiyle çelişkiye düşmemek demek, tüm bilgileri doğru üretiyor anlamına gelmemektedir. (Aşağıda, birbiri ile uyumlu, çelişkili olmayan ama doğru olmayan bilgiden bahsedeceğiz) İşte insan, tutarlı olmak adına aldığı her karara, ister bilimsel olsun, ister olmasın inanmak durumundadır. (Tekrar edelim, bir insanın tutarlı olması demek, doğru bilgiye sahip olması anlamına gelmez. Tutarlılık demek, bir evvelki zihinsel bilgi ile bir sonraki zihinsel bilginin çelişmemesi, uyumlu olması demektir. Hatta bu iki bilgi, doğanın kendisi için yanlış bilgidir, ama o iki bilgi, birbiri ile uyumlu yani tutarlıdır). Tutarlı bilgiye şu şekilde bir örnek verelim.

    YanıtlaSil
  5. (Sayfa 5)

    Tutarlı olmak demek, bir davranışın (illaki davranış olması gerekmez, düşünce de olabilir, akıl yürütme de), bir önceki ile ve bir sonraki ile uyum içinde olması demektir. Söz gelimi, eğer yolda yürürken, bir dilenciye para verip, dilencinin yanındaki küçük çocuğun başını sevgiyle okşarsak bu “tutarlılıktır”. Çünkü kişinin bir evvelki davranışı ile bir sonraki davranışı uyumludur. Buna karşılık, yolda yürürken dilencinin önündeki mendile bir tekme atar ve paralarını yola dağıtır ve arkasından da, yanındaki küçük çocuğa bir şaplak indirirsek bu da tutarlı bir davranıştır. Burada da, bir evvelki davranış ile sonraki uyumludur. Diğer taraftan, eğer dilenciye para verir fakat yanındaki küçük çocuğa bir tokat atarsak bu tutarsız bir davranıştır. Çünkü, bir önceki davranış ile bir sonraki uyumlu yani tutarlı değildir. Bizler, davranışlarımıza dair yargılarımız etik veya erdem değerlerini referans alarak yaptığımızda, objektiviteyi kaçırıyoruz. Çünkü iyi ve kötü kavramı, sadece etik değerler içindir. Hiçbir bilim kitabında iyi ve kötü veya mükemmel gibi kavramlara rastlamayız. Dolayısıyla zihin daima tutarlı olacak şekilde hareket eder (Hatta, bu tutarlılık denen mekanizma için, bizim irademizi pek dinlemez demek, fazla da iddialı olmaz). Tükürdüğünü yalamamak, pire için yorgan yakmak şeklindeki deyimler de, insanların bu tutarlı (etik açıdan pek de doğru olmayan) davranışlarından çıkmıştır. Ok yaydan çıktıktan sonra, bilim insanı da, ortaya koyduğu savdaki yanlışları görmez ve savını sürdürmeye devam eder. Bilim tarihi bunlarla dolu örneklere sahiptir.

    Evet inanmak demek, emin olmak demektir. Emin olmakla, aldığı kararın, bir evvelki karar ile tutarlı olduğuna, çelişmediğine kanaat getirdikten, yani inandıktan sonra, bir sonraki hamlesine geçecektir. Örnek vermek gerekirse, eğer kişi sokağa çıkmak istiyorsa, önce ayakkabısını giyecek, sonra ayakkabısının bağlarını bağlayacaktır. Başka bir örnekte, eğer, tam aydınlık olmayan ve önünde çukurların olduğu bir yolda veya karların kapattığı ve kar altında kalmış olabileceğini düşündüğü boşluklar varsa, her bir adımını atarken, bir evvelki adımının, sağlam olduğu yerdekinden emin olur, oraya güvenir, yani inanır, ondan sonra diğer adımını atar. Eğer siz bir fırça ile duvarı boyayacaksanız, önce fırçayı boya kutusunun içindeki boyaya daldırırsınız, fırçayı kutudan çıkarttığınızda, boya fırçaya bulanmıştır. Boyanın fırçaya bulandığına inanmış olarak, fırçayı duvara sürersiniz. Eğer, fırçada boya olmadığına inanıyorsak, boyamak için fırçayı yine de duvara sürer miydik? (Tabii ki sürersiniz, ama duvar sizin istediğiniz şekilde boyanmamış olacaktır. Zaten burada anlatılmak istenen de bu değildir) Akıl yürütme ve alınan kararlar da böyledir. Her bir eyleme geçmeden önce (bu eylem, herhangi bir düşünce de olabilir) bir evvelkinden emin olmak isteriz, bir evvelkinin bir sonraki eylem veya düşüncemizle uyumlu, tutarlı olduğuna inanırız. İnanmak isteriz

    Tekrarlamak gerekirse inanmak, emin olma duygusudur.

    YanıtlaSil
  6. (Sayfa 6)

    Peki, birbirleriyle tutarlı ve çelişkiye düşmeyen bilgi doğru mu olmalıdır. Ve hatta bu tutarlı ve birbiri ile çelişkili olmayan bilgileri çevreden, doğadan, evrenden elde edebilir miyiz? Gözlemleyerek, ölçerek elde ettiğimiz her bilgi doğru mudur? Öyle ya, elde ettiğimiz her veriden emin olmalıyız, ona inanmalıyız ki, ondan yeni çıkarsamalar yapabilelim.

    DOĞRU ÇIKARIMYAPMAK İÇİN, ZİHNİMİZE GİREN HER BİLGİNİN DOĞRU OLMASI GEREKİR Mİ?

    Zihnimizdeki mevcut bilgilerle doğru çıkarım yapmak için, zihnimize giren her yeni bilginin “doğru” olması zorunluluğu var mıdır? Aslına bakılırsa “doğru kavram nedir?” diye de sormak gerekir. Böyle bir zorunluluk elbette ki yoktur. Çünkü, yanlış bilgileri de zihnimiz ilişkilendirme-sınıflandırma çabası içine girer ve merak, bir motivasyon unsuru olarak akıl sürecini etkiler. Bunu, yanlış iliklenmiş bir gömlek düğmesinin, geri kalanlarının da yanlış iliklenmesi gibi ifade edebiliriz. Tabii ki bu yanlış ilişkilendirme, zihinde var olan bilgilerin azlığı ve doğanın o gerçeği ile ilgili yeterli gözlemlerin yapılmaması nedenidir.

    Örnek olarak geçmiş dönemde dünyanın düz olduğu düşüncesini gösterebiliriz. Çünkü dünyanın büyüklüğü nedeniyle, eğriliği yeterince idrak edilememekte idi. Keza, dünyadan çok daha büyük olan Jüpiter gibi bir gezegende yaşamış olsaydık, bunu hiç fark edemezdik. Bize ilkokulda öğretildiği gibi, deniz kenarında ufka bakarak, Jüpiter’in yuvarlaklığını görmek mümkün olmaz, yine denizde, ufukta olan ve bize yaklaşan gemilerin önce bacası, sonra kendisi görünür gibi bir kavramı hiç idrak edemezdik. Çünkü Jüpiter’de her yer gerçekten düz görünürdü. Dünyanın düz olduğuna inanıldığı zamanda, o zamanki olanaklarla kanıtlar koysanız, onlar da size “eğer dünya küre biçimde ise alt taraftaki insanlar nasıl olur da düşmezler?” veya “denizler aşağı doğru akıp gitmez mi?” şeklindeki soruları yöneltirdi. Bu ve benzeri kurgu gibi gelen bu düşünceler ile ilgili olarak (Newton’un yer çekim kanununu bulması ile kendisine yapılan saldırıların anlatıldığı, Jean-Marie Vigoureux’sun Newton’un Elmaları kitabı bu süreci çok güzel anlatmaktadır.)

    Görüldüğü gibi, yanlış bilgiler de doğru olarak ilişkilendirilebilir. (Tabii ki, bunun doğru mu, yanlış mı olduğunu içinde yaşadığımız bu zamandan bakarak söylediğimizi de unutmayalım. Zaten her şeyi doğru ilişkilendirmiş olsaydık, herkes aynı düşünüyor olmaz mıydı? Doğada, sana göre doğru, bana göre doğru diye bir şey yoktur. Eğer böyle bir düşünceye sahipsek, bu olsa olsa “çıkarlarımızdan” kaynaklanmaktadır. Aslında değişmez ve dogmatik düşüncelerimizin benzer bir sürecin sonunda oluştuğunu söyleyebiliriz. Böyle bir durumda, daha evvel eksik gözlem ve gözlem araçlarının, modellemenin, gözlem anlayışının henüz tam gelişmediği ve keza o zamanki dinsel inanışlara bağlı olarak Dünya’nın düz olduğu bilgisi beyne yerleşmişse, düzlük anlayışına uyan her yeni bilgi, sınıflandırma ihtiyacı doğuracak, merak mekanizmasını çalıştıracaktır.

    YanıtlaSil
  7. (Sayfa 7)
    Buna karşılık, Dünya’nın küre olduğuna dair bir bilgi, kişide merak uyandırmayacak, bir safsata olarak görülecektir. Çünkü bunu sınıflandıracak zihnsel raf henüz boştur. Hatta kişi böyle bir rafın varlığından bile habersizdir. Görülüyor ki yanlış bilgi de sınıflandırılmak üzere bizde merak motivasyonunu sağlayabilir. Kaldı ki, beyin, hücrelerimiz, neyin doğru neyin yanlış olduğu hakkında bir yorum yapmazlar. Onlar sadece ve sadece kendilerine gelen bilgileri birbirileriyle uyumlu buldukları uçlardan yakalayıp ilişkilendirme ve sınıflandırma görevlerini yaparlar. Bunu şu şekilde örneklendirebiliriz. Bilindiği gibi, yapboz (puzzle) adı verilen ve yüzlerce parçacıktan oluşan şekilleri yan yana getirip, bu parçaların birleştirilmesiyle ortaya bir resmin çıktığı oyun vardır. Yapboz ile ilgilenenler bilirler ki, zaman zaman, bu parçaları yan yana birleştirirken, iki parça, girintisi ve çıkıntısıyla ve hatta üzerindeki deseniyle birbirleri ile öyle bir uyum sağlarlar ki, bu birleştirmenin doğru olduğuna kanaat getiririz. Ancak, bu iki parçanın oluşturduğu girinti ve çıkıntıya ve tabii ki parçanın üzerindeki desene, onca diğer parçayı denedikten sonra uygun diğer bir parça bulamazsak, bu durumda, son eklenen parçanın oraya ait olmadığını düşünür ve onu alır, doğru olanı (veya doğru olduğunu sandığımızı) ekleriz. Bunu, var olan düşüncemizin yanlış olan bir parçasını değiştirmek gibi düşünebiliriz. Buradan da, bir analoji yaparken, bu analojiye ait tüm argümanların birbiri ile uyum sağlamasının bizi hataya götürebileceğini, araştırmamızda olmaması gereken fazladan bir bilginin veya eksik bir bilginin olabileceği ve ilişkilendirme yanlışlığı yapabileceğimizi her daim düşünmemiz gerektiği anlaşılır. Böyle durumlar daha çok, yapbozda, resmin gökyüzü veya deniz gibi aynı renkte olan kısımlarında görülür. Bir benzetme yapacak olursak, her bir nöron, düşüncenin tamamına ait bilgiye (yapbozda, resmin tamamına ait bilgi) sahip olamadığı için, sadece ve sadece kendi bilgi kapasitesi çerçevesindeki bilgileri doğru olarak ilişkilendirebilir. Bu ilişkilendirme kapasitesi, diğer nöronlarla olan iletişimi çerçevesinde artar. Bağ kurduğu diğer nöronlardaki bilgilerden haberdar olarak, kendi bağlantılarının doğruluğunu test eder. Bu anlamda, nöronlarımız arasındaki bağlanma sayısı ne kadar çoksa, doğru düşünceye ulaşma şansımız daha fazla olacaktır. Ola ki, dünyanın düz olduğuna inanıldığı zamanlarda, o kişiyi alıp, uzay geminize koyup Dünya’dan uzaklaşmaya başlayıp da Dünya’nın küre olduğu ortaya çıkınca (resmin bütününü görmek), kişinin o zamana kadar olan gözlem ve model kurmasındaki aldanması ortaya çıkacak ve eski bilgisini değiştirmeye başlayacaktır. (Düşüncesini değiştirip değiştirmeyeceği, kişinin ne derece dogmatik bilgilerle bezendiği konusuyla da ilgili olacaktır. Belki o kişi için sihir yapan, göz boyayan biri olarak da görülebilirsiniz. Belki de sizi Tanrı olarak görür. Kim bilir?)

    YanıtlaSil
  8. (Sayfa 8)
    Nasıl ki o zamanlar, dünyanın düz olduğuna dair inanca sahip olanların büyük bir çoğunluğu oluşturması bir tesadüf değilse, zamanımızda, dünyanın yuvarlak olduğuna dair inanca sahip insanların çok olması da bir tesadüf değildir. Günümüzde, dünyanın yuvarlak olduğuna dair inançtaki insanlar çoktur. Bu çokluk, onların doğruyu bildiklerinden dolayı değildir. Çünkü daha küçükken, ilkokulda hatta anaokulunda bu kavram (buna kavram denemez, dogmatik öğreti demek daha doğru olur) bize, büyüklerimiz tarafından öğretilmektedir. Bizler, bu inançla büyütülürüz. Dolayısıyla, dünyanın yuvarlaklığı ile uygun olan ilave bilgiler bize çelişki olarak gelmez. Dünyanın düz olduğuna dair bilginin olduğu zamanlardaki insanların akıl yürütme kapasitelerinin bugünkünden daha az olduğunu da söyleyemeyiz. Eğer bugünkü çocuklar, o zamanki çocuklardan daha iyi akıl yürütüyor şeklinde bir iddiamız varsa, şu hayali deneyi kurgulayabiliriz. İzole edilmiş bir bölgeye bir grup çocuğu bırakalım. Bunları besleyelim çağdaş dünyaya ait her ne varsa bu bilgileri onlara aktarmayalım. Hatta eski insanların “Dünya düzdür” şeklindeki inancını bile aktarmayalım. Zamanla çocuklar çevrelerini gözleyerek büyüsünler. Çevrelerini gözledikleri ve elde ettikleri bilgileri öyle bir birleştirecekler ve sınıflayacaklardır, hatta aralarından bilgin ve felsefeciler çıkacaktır ki (Dünya’nın düz olduğuna dair inancın olduğu antik çağ bilginlerinin olduğunu unutmayalım) siz onlara, hiçbir belge ve araç (Dünya’nın uzaydan çekilmiş resim vb.) göstermediğiniz müddetçe Dünya’nın düz olduğuna dair inanç zihinlerine yerleşecektir. Çünkü, Dünya’nın eğriliği, gözle kolay algılanmayacak kadar azdır. Kaldı ki, bu büyüyen kişilere, Dünya’nın diğer tarafındaki insanların aşağıya düşmediğini nasıl anlatırsınız? (Çağdaş bir bilgi aktarılmadığını varsayıyoruz) Çünkü yanlış bilgi, var olan dar bilgi ile ilişkilendirilmiş, merak giderilmiş ve Dünya’nın düzlüğü konusunda inanç yaratılmıştır artık. Bir daha dönüp dönüp sorgulamayacaklardır. Buradaki temel felsefe, “gördüğüme inanırım” düşüncesidir. Ayrıca birbirleri ile çelişkili gibi görünse de, baskın inanç, diğer doğruyu görmezden gelecektir. Çünkü, bir kişinin ufka bakıp da, Dünya’ya ait eğriliği gördüğünde, bu gözlem sonucu ortaya çıkacak “Dünya yuvarlaktır” inancı, “eğer Dünya yuvarlak olsaydı diğer taraftaki insanlar düşerdi” şeklindeki, baskın inancın karşısında zayıf kalacaktı. Kaldı ki, düşme ile Dünya’nın merkezine çekilme, günümüzde bizim için aynı şeyler olduğunu bildiğimiz anlamlı ve basit iki kavram olarak gelirken, yerçekiminin bilinmediği bir zamanda bunu anlatmak mümkün değildi. Ve yine kaldı ki, yerçekiminin ne olduğunu bugün hala bilmiyoruz. Keza, Afrika’nın batı sahillerinde yaşayan ve Dünya’nın düz olduğunu düşünen bir kişiyi ele alalım. Bu kişiye göre Güneş, kara (Afrika tarafı) istikametinden doğmakta olup, okyanus üzerinde batmaktadır. Bu kişi için, Dünya’nın düz oluşu, zihnine öyle bir yerleşmiştir ki, çok uzaklardan ve karaların (dağların) içinden doğar gibi görünen Güneş, akşam olduğunda da, okyanusun içine batarak sönmektedir. Ancak, nasıl olup da, akşam, okyanusun içine batan ve suların söndürmüş olması gereken bir Güneş, ertesi gün tekrar aynı parlaklık ve sıcaklıkta doğabilmektedir. Zihninde bir çözüm bulup merakını gidermeli ve rahatlamalıdır. (Ayrık beyin deneklerini hatırlayalım). Bu gözlemini, ya gizem içeren atıflarda bulunarak tanrı veya tanrılarla ya da benzetme yolu ile etrafında gördükleri ile ilişkilendirecektir.

    YanıtlaSil
  9. (Sayfa 9)

    Söz gelimi, Güneşin, okyanus üzerinde batışını ve batarken de ışık ve sıcaklığını kaybetmesini, yanan bir dal parçasının, suya sokulduğunda sönmesini referans alacak; Güneş’in, karanın (toprağın) içinden doğmasını da, yanardağların karalardan püskürmesi benzetmesini yapacak, yani, Güneş’in doğarken, sıcaklık ve parlaklık gücünü, üzerinde bulunduğu ve düz olduğuna inandığı karanın içindeki ateşten aldığını düşünecektir. Ve bu düşünce, o zamanki bilgiler için son derece makuldür. Peki nasıl olur da bu zihin, Güneş’in doğuşu ve batışı için bunca benzetmeye ve gizemli duygulara ihtiyaç duyması yerine, yaşadığı ortamın bir küre olduğunu düşünmemektedir. Böylece, en azından Dünya’nın Güneş’in etrafında döndüğü düşüncesine erişemese bile, Güneş’in Dünya’nın etrafında döndüğünü düşünecek, Güneş batarken okyanusta sönmesi ve doğarken de volkanlardan tekrar güç alması modeline ihtiyaç duymayacaktır. O zamanki, bilgi birikimi, teknoloji ve inanç ile bu mümkün görünmemektedir. Çünkü, üzerinde yaşadığı kara parçasının, kendi gözlem imkanlarına göre, düz olduğuna dair o kadar çok kanıtı vardır ki (ovalar, okyanusun yüzeyinin yatay oluşu, kaptaki suyun dökülmeden durması ve suyun havayla temas eden kısmının yatay oluşu, her gün gezindiği toprağın düz oluşu, ufkun düz oluşu vb.) gündelik hayatının içinde devamlı olarak tekrarlanan ve de bir ispat belgesi gibi karşısında duran bunca kanıtı, sadece istisna bir veya bir kaç olayın (Güneş’in doğuşu, batışı) bozması mümkün görünmemektedir. Bu çelişkiler, kanıtların çok olduğu düşünceler lehine çözülmelidir. O halde Güneş’in, Ay’ın doğuşu, batışı gibi olaylar, olsa olsa o kişinin bildikleri ile açıklanabilmesi daha kolay ve akla yakındır. Veya açıklayamadıklarını da mantığından, akıl yürütmelerinden dışarıda bırakacak ve ona da mucize diyecektir. Ama muhakkak bir şey diyecektir. Bu olayı isimlendirecek, zihnindeki diğer bilgilerle uyumlu hale getirecektir. Buna inanacaktır. Bu onun inancı olacaktır. Burada sorulacak soru, “peki o zaman biz, Dünya’nın küre (daha doğrusu geoid) olduğunu nasıl biliyoruz?” olabilir. Biliyoruz çünkü, insanlığın kendini bildiği andan itibaren geliştirdiği araç, yeni düşünme ve araştırma yöntemleri, elde edilen yeni bilgilerle var olanları karşılaştırması sonucu bugüne geldik. Ve bu kolay olmadı. Peki, deneyimizdeki izole edilmiş topluluk, bizim bugünkü gerçeğimize varabilir mi? Bunun için bir tahminde bulunmak zor. Sadece, bir ihtimal varabilir diyebiliriz. Yaşadıkları coğrafya, sosyal yapısı, avcı toplayıcılıktan yerleşik düzene geçmek, su basan ekin alanlarının tekrar belirlenmesi vb binlerce neden, bizim bugünkü bilgilerimize ulaşmasını etkileyecektir. Çünkü, Maya Medeniyeti, Mısır Medeniyeti gibi takvimlerini o zamandan hazırlayan medeniyetlere karşılık, hala, bir topluluk olarak yaşayan ilkel kabilelerin kendi başlarına, bugün bizim sahip olduğumuz bilgilere niçin sahip olamadıklarını da sormak gerekir. Bununla ilgili güzel bir kaynak, Jared Diamond’un Tüfek Mikrop ve Çelik isimli kitabıdır. Sözgelimi, “Neden Avrupalılar Amerika’yı keşfetti de, Amerikalı Kızılderililer, Avrupa’yı keşfetmedi?” ve benzeri bir çok sorulara cevap aramaktadır.

    YanıtlaSil
  10. (Sayfa 10)

    Bilgileri birbirleri ile ilişkilendirirken, her iki bilginin doğru olduğunu varsaymaktan önce zihin, bu iki bilginin bir biri ile uyumlu olup olmadığına bakar. Aynen, yapbozda, birbirinin girinti ve çıkıntılarına, hatta üstündeki desenlerine kadar birbirine uyan iki parçanın, aslında, birbiri için doğru iki parça olmadığı örneğindeki gibi. Eğer iki bilgi birbirine uyumlu ise, zihin için o iki bilginin ikisi de doğru olup (doğru olduğunu zannedip), bu iki bilgiden yapılan yeni çıkarım da doğru olacaktır. (Doğru olduğunu zannedecektir.) Daha doğru ifade etmek gerekirse, beynimize yeni giren bir bilgi, beynimizdekilerle uyum içinde ise, bize göre o bilgi doğrudur. (Doğru olmayabilir de). Veya mevcut iki bilgi, birbiri ile uyumlu ise, bu iki bilgiyi doğru kabul ederiz.

    Zihin kendi varlığını devam ettirebilmek için, çevreden elde ettiği en az bilgi ile dahi olsa, bir anlam üretmek ister. Daha doğrusu bu, irade dışı bir istek olarak görülmektedir. Bu bilgi üretimi keyfi değildir. (Üretilen bilgi yanlış dahi olsa). Hatta bu bilgi üretim işleminin, zihnin zorlayıcı bir fonksiyonu olduğunu dahi söyleyebiliriz. Zihin, bu bilgiler ile, sebep sonuç ilişkisini (ürettiği yeni bilgi yanlış da olsa), bilgiler uyumlu olduğu müddetçe kurmak ister. Söz gelimi, bir an için medeniyetten uzakta bir yetişkini, bir kabile üyesini ele alalım. Bu Kabile üyesinin karşısına bir araba getirelim. Ancak, arabanın camları koyu olduğundan, arabanın içinde bir sürücü olduğundan haberdar olmayacaktır. Şimdi de, içindeki sürücü arabayı hareket ettirsin ve sonra da dursun. Sürücü, frene bastığında, arabanın stop lambası (kırmızı ışık) yanacaktır. Bu anlamda, arabanın, birkaç kez hareket ettirip durduğunu düşünelim. Sonra da arabanın içindeki sürücüden habersiz olan, kabile üyesine “bu şeyin (arabanın), kırmızı ışık yandığı için mi durduğunu, yoksa durduğu için mi kırmızı ışık yandığını sorsak ne cevap verirdi? Muhtemel ki, ilişkilendirmeyi kendi bilgi birikimi ile yapacaktı. Eğer, avını, ucunda ateş olan bir okla durdurmuşsa veya ateşin gücü onun için önemli ise, kırmızı yanınca arabanın durduğunu söyleyebilir. Hatta, arabanın tasarımında bir değişiklik yapıp, stop lambalarının olduğu yere, daha şaşaalı bir stop lambası koyduğumuzda ve hatta sürücü fren yaptığında stop lambasının bulunduğu yerden alevler çıkan bir mekanizma ile modifiye edilirse, bu durumda, kabile üyesine, yukarıdaki ilişkilendirmeyi kurmada ona daha da yardımcı olmuş olabiliriz. Kim bilir? Onun için durmak ile kırmızı ışık veya ateş arasındaki bir ilişkiyi, kendi bildiklerine bağlı olarak üretecektir. Diğer bir ifade ile kabile üyesi, kendine göre yeni bir bilgi üretmiştir. Bu hayali örnekte de görülmektedir ki, zihin bir bağlantı üretmiş, ama bağlantı yanlış üretilmiştir. Fakat, üretilen bilgi zihin için uyumludur. Ve dolayısıyla yerli, ürettiği bu bilgiye inanacaktır. Ta ki, yerli, araba denen şeyin ne olduğunu keşfedene kadar. Hatta örneğimize biraz daha hayal katarak, eğer, alev, stop lambasının olduğu yerden değil de, arabanın ön tarafından çıkıyorsa, kabile üyesi bu defa, o şeyin (arabanın) kızdığını veya karnı acıktığı için bir şeyler yemek adına durduğuna dair anlamlar üretebilecektir. Dolayısıyla, içinde bulunduğumuz bu zamanda bilim adına doğru olarak inandığımız nice yanlış ilişkilendirmeler yapılıyor ve hatta yapılmış olabiliriz. Ve biz bu yanlışın doğru olduğuna inanıyor olabiliriz. (Tabii ki, bunu demekle, bilimi inkâr etmiyoruz. Söylemek istediğimiz, bilimsel sebep sonuç ilişkilerine, bu ilişkiler doğru da olsa, yanlış da olsa inandığımızı, bunun bir inanç olduğunu söylemeye çalışıyoruz). Bu inanç da, dediğimiz gibi, soyut düşünmekten çok, bizi biz yapan limbik sistemin eseridir.

    YanıtlaSil
  11. (Sayfa 11)
    İki ayrı bilginin, bir biri ile uyumunu göstermek için Ay örneğini irdeleyelim. Bilindiği üzere Ay, Dünya’nın etrafında bir yörüngede dolanmaktadır. Ve yine bilindiği üzere Ay’ın, dolunaydan, hilale kadar birden fazla safhası vardır. Ay’ın belirlediğimiz bir safhasından, aynı safha görünene (diyelim ki dolunay safhasından, tekrar dolunay safhasına veya hilal safhasından tekrar hilal safhasına) kadar geçen süre 29 gün, 12 saat, 44 dakika ve 2,78 saniye; yani kısaca söylersek 29,53 gündür. Şimdi bu bilgiyi verdikten sonra sorumuzu soralım. Sorumuz şu: Ay’ın, Dünya etrafındaki bir tam dönüşü kaç gündür? Böyle bir soru, garip görünebilir. Çünkü bu sorunun cevabı, bir evvelki bilgi ile aynı şey olduğu yani 29,53 gün olarak düşünülecektir. Ama öyle değil. Çünkü, Ay’ın, Dünya etrafındaki bir tam dönüşü 27 gün, 7 saat, 43 dakika ve 11,47 saniye veya kısaca 27,32 gündür. Çünkü, ilgilenen kişi görecektir ki, Ay’ın aynı safhasının tekrar görünmesi ile Ay’ın bir tam dönüşü için geçen zaman farklı şeylerdir. Buradaki zihinsel yanılsama, aslında evvelki bilgilerimizden kaynaklanmaktadır. Çünkü, zihnimizdeki eski bir bilgi bize şöyle demektedir. Eğer bir şey, var olduğu safhadan başlayıp, başka safhalardan geçip ve en sonunda başladığı safhaya geliyorsa, bizler, yapılan işlemlerin tam bir döngü, tam bir periyot, tam bir devir yaptığını düşünürüz. Sözgelimi, saatin yelkovanı, 12 sayısının üzerinden başlayıp, tekrar 12 sayısının üzerine geliyorsa, tam bir devir yapmıştır. Benzer şekilde, ilkbahardan sonra, mevsimler sırası ile geçip, tekrar ilkbahar geldiği zaman mevsimlere ait döngünün tamamlandığını, bir tam devir yaptığını düşünürüz. Dolayısıyla, bu bilgi kanıksandıktan sonra, zihin benzer bütün olayları bu bazda değerlendirir. (Analoji)
    Konuyu, bilindik bir bilmece ile de renklendirmeye çalışalım. Bir ağabey ve kardeşi, 100 metrelik bir mesafeyi koşarak yarışmayı planlarlar. Yarış sonucunda, ağabey, 100 metreyi tamamlayıp bitirdiğinde, kardeşi 95 metreyi tamamlamıştır. Diğer bir deyişle, ağabey yarışı kazandığında, kardeşi 5 metre geride kalmıştır. Şimdi şu soruyu soralım. Ağabey ve kardeşi, hızlarında bir değişiklik olmayacağını varsayarak, yarışı aynı anda bitirmeleri için, kardeşin, ağabeyinin önünde ve ne kadarlık bir mesafeden yarışa başlaması gerekir? Bunun cevabı 5 metredir. Böylece, ağabey (başlangıç çizgisinden itibaren) yine 100 metre olan aynı mesafeyi koşarken, kardeşi, kendisinden (başlangıç çizgisinden itibaren) 5 metre daha önde başlayacak ve 95 metre koşarak, her ikisi de aynı anda bitiş çizgisine varmış olacaktır. Şimdi de bilmecemizi bir kere daha değiştirip şu şekilde soralım. Her iki kardeşin, bitiş çizgisine aynı anda varmaları için, bu defa, ağabeyi, başlangıç çizgisinin ne kadar gerisinden başlatmak gerekir? (Bu defa, kardeşi, yarış çizgisinden başlatıyoruz). Bu soruya verilecek cevabın da 5 metre olarak verilmesi gerektiği düşünülebilir. Bu duruma göre, ağabey, başlangıç çizgisinin 5 metre gerisinden başlayarak toplamda 105 metre koşmuş, kardeşi de, başlama çizgisinden başlayarak 100 metre koşmuş olacak ve böylece ağabey ve kardeş, görünüşe göre bitiş çizgisine aynı anda ulaşmış olacaklardır. Elbette ki, çözüm bu değildir. Zihin burada da, ay probleminde kullandığı düşünme kalıbını kullanarak yanılmıştır

    YanıtlaSil
  12. (sayfa 12)

    Problemi irdeleyelim ve çözümü bulalım. Yarış başladığı andan itibaren, ağabeyin, başlangıç çizgisinden 5 metre gerideki mesafeyi ve gerçek yarış mesafesinin de 95 metresini koştuğu anı bir resim çekerek donduralım. Resme baktığımızda ağabey, toplamda 100 metre koşmuştur. (Başlangıç çizginin gerisinden itibaren 5 metre ve gerçek yarış mesafesinin 95 metresi.) Ağabey, gerçek koşu mesafesinin 95. metresine geldiğinde, kardeşi de 95. metreye gelmiş olacaktır. (Bilmecenin başını hatırlarsak, ağabey, 100 metreyi tamamladığında, kardeş, 5 metre geride kalmıştı.) Demek ki, 95. metrede, her iki kardeş de, aynı hizadalardır. Her ikisinin de önlerinde koşmaları gereken 5 metre mesafe kalmıştır. Peki, yarışı kim kazanacaktır? Elbette ki, hızı daha fazla olan ağabey kazanacaktır. Görülüyor ki, 100 metrelik koşuda, ağabeyin başlangıç çizgisinden başlaması ve kardeşin de başlangıç çizgisine göre 5 metre önde başlaması ile yarış, berabere biterken; kardeşin, başlangıç çizgisinden başlaması ve ağabeyin de başlangıç çizgisinin 5 metre gerisinden başlaması ile, yarışın berabere bitmesi şöyle dursun, yarışı ağabey kazanmaktadır. (5 – 5 x 95 /100=0.25 metre. Yani ağabey, bitiş çizgisine vardığında, kardeşi, 25 santim geridedir). Zihin bir kere daha yanılmıştır
    İşte bu nedenle, ay ve yarış örneğindeki iki farklı bilgi eşdeğer veya aynı olay olarak görülmüş, yanlış olan bilgi, doğru olarak kabul edilmiştir. Hele bir de, bu yanlış ilişkilendirilmiş bilgilerin üzerine, uyumlu (fakat doğru olmayan) başka bilgiler de eklenirse vay bizim halimize. Bu saatten sonra, başkası gelip de bizim bu düşüncelerimizin doğru olmadığını değiştirene kadar canı çıkacaktır. Benzetme yaparsak, gömlek düğmelerinden biri yanlış iliklendiği zaman diğerlerinin de yanlış iliklenmesine neden olacaktır. Gömleğimizi yanlış iliklediğimizi, ancak, son düğmeyi iliklediğimiz zaman fark ederiz. Bazen fark etmeyiz bile, birileri uyarırsa yanlışlığı görürüz. Hele bir de, gömleğimizin bin adet düğmeden oluşan uzun bir gömlek olduğunu hayal edersek, yanlışlığı, ancak ve ancak en son düğmeyi iliklediğimiz zaman fark edeceksek ve gömleğimizin bin adet düğmesinin tamamını değil de, üç yüz adedini iliklemenin bizim için yeterli olduğunu, gömleğin geri kalan kısmını da, pantolonun veya eteğin içine soktuğumda kimse görmez hesabını yaparsak, bu yanlışlıkla günümüz (ömrümüz) geçecektir. Başka deyişle, edindiğimiz bilgiyi, sorgulamaktan vazgeçersek, zihnimizdeki inanışlar da yanlış olacaktır. İşin ilginç tarafı, zihnin bu kısa kestirimleri, bizim faydamız içindir. Muhtemel ki, eski zamanlarda, zihnimiz, hangi doğru bilgileri birleştirelim, kaçalım mı, saklanalım mı diye düşünürken, bir aslan tarafından avlanır, ona yem olurduk. Evet, bu kısa kestirme bağlantılar, aslında bizi (doğru veya yanlış) karar verip hayatta kalmamızı sağlamak içindir. Eh tabii ki, önyargılarımızın nasıl olup ortaya çıktığının ufak da olsa ip uçlarını burada vermiş oluyoruz. Bu paragrafın son cümlesi olarak diyebiliriz ki; birbiri ile ilişkilendirilmiş ve uyumlu olan her bilgi, birbiri için doğru bilgi değildir, ancak bir biri ile doğru ilişkilendirilmiş her bilgi, birbiri ile uyumludur. Tabii ki bu tanım, beynimiz için geçerlidir. Çünkü doğanın kendisi için çelişki, uyumsuzluk, doğru olmayan ilişkilendirme gibi kavramlardan söz edemeyiz. Çünkü doğa (evren) bizim için yegane referanstır.

    YanıtlaSil
  13. (Sayfa 13)
    Tekrar konumuza gelip, Dünya’nın düz olduğuna inanılan zaman için düşünürsek, bu anlamdaki yanlış bilgileri (onlar için doğru) kendi çocuklarına aktaracak, böylece, o zaman için, dünyanın düz olduğuna inananların sayısı çoğalacaktır. Dolayısıyla, günümüzde Dünya’nın yuvarlak olduğuna dair bilgiye sahip çocukların da sayısının çok olması, doğru bilgiye sahip oldukları için değil, büyüklerin, onlara bu bilgiyi aktarmasından kaynaklanmaktadır. Ama bize aktarılan bu bilgileri teknik bazda anlayana kadar bunlar bizim inançlarımız, dogmalarımız olacaktır. Dolayısıyla, yukarıda ifade edildiği gibi, gerek eskiden gerekse günümüzde kendi doğrularına inandığı bilgiye sahip bu kadar kişinin olması tesadüf değildir. Bunun da, bilginin doğru veya yanlışlığı ile bir ilgisi yoktur.

    Görülüyor ki, Dünya’nın düz olmasına inanmak nasıl mümkünse, küre (daha doğrusu jeoid) olduğuna da inanmak mümkündür. Ancak bunu söylerken, o halde Dünya’nın yuvarlak olduğu bir hayal midir? Sorusu ile muhatap olmak istemeyiz. Kastedilen bu değildir. Kastedilen, bilgilerimizi birbirleriyle uyumlu olarak birleştirip, hangi inanca sahip olduğumuzdur.

    Sanırım, yine bu site vasıtasıyla, ulaştığım bir videoda, Ortadoğu veya benzer bir ülkedeki bir televizyon programında, bir din adamının, karşısındaki bir bilim insanına, Dünyanın küre biçiminde değil, gözün bir aldanışı nedeniyle öyle göründüğünü, aslında Dünya’nın düz olduğuna dair inancını sergilemesi görülecek bir şenlikti. Hele, ilgili kişinin karşındaki bilim insanının, elinde bir kitapla, Dünya’nın yuvarlak olduğuna dair meramını anlatma çabası ise, içler acınası bir durumdu.

    Evet, o televizyon programındaki adam, Dünya’nın düz olduğuna “inanıyordu”. Bu, onun “inancı” idi. Bu adamın zihnindeki bilgiler, öyle bir uyum derecesinde bir biriyle bağlantı kurmuştu ki, onun inancının, bizim, dünyanın güneşin etrafında dönmesine dair inancından bir farkı kalmamıştı. O da kendi konusunda, en az bizimki kadar iddialı olmalıdır.

    Peki, böyle bir şey nasıl oluyor?
    Buna cevap vermeden önce beynimizi biraz tanımakta yarar var.

    LİMBİK SİSTEM

    Beynimiz, temel olarak üç bölümden oluşmuştur. Bunlardan biri, beyin sapı dediğimiz kısımdır ki bu kısım, tüm hayvanlarda olduğu gibi, insanlarda da nefes alıp verme, sindirim sistemi, kalp atışları gibi süreçler burada düzenlenmektedir. Bunun bir üzerinde ise, beyin sapını terzi yüksüğü gibi sardığı için latince yüksük anlamına gelen “Limbik” Sistem yer alır.

    YanıtlaSil
  14. (Sayfa 14)

    Peki, limbik sitem ve bu sistem dâhilindeki alt yapılar ne işe yarar? Aslında burası bizim, insan oluşumuzun yapısıdır. Üremememizi sağlayan kısım buradadır, korkmamızı, kaygılanmamızı sağlayan kısım buradadır (amigdala), annelik içgüdümüz, sevgi mekanizması, vicdan mekanizması buradadır. Dilenciye para verdirten mekanizma burada olduğu gibi, yere düşen birine yardım yardım etmeyi sağlayan mekanizma da buradadır. Bizi sosyal insan yapan hatta hayvanları bir arada sosyal bir yapının içine iten mekanizmalar buradadır. Keza, liderlik kavramı bu mekanizmanın bir sürecidir. Diğer taraftan, limbik sistemi de kapsayacak şekilde üzerine kurulu olan ve insanları hayvanlardan ayıran kısım ise, düşünme sistemimizi oluşturan ve adına neokorteks (yeni kabuk) denen kısımdır. Esas olarak, alnımızın hemen arkasında bulunan ve yine korteksle bağlantılı olan karar alma, düşünme, soyut işlemler, matematik, ölçme vb süreçler de prefrontal korteks denen kısımda oluşur. 2+2=4 işlemini yapan yer burasıdır.

    Şimdi tekrar gelelim limbik sisteme yani bizim duygularımızı düzenleyen kısma.

    Diyelim ki konularını çok iyi çalıştığımız bir matematik sınavındayız. O kadar güzel hazırlanmışız ki, her sorunun cevabını bildiğimize “inanıyoruz”. Sınav başlar ve biz elimize kâğıdı kalemi alıp başlarız problemleri çözmeye. Fakat öyle bir an gelir ki, bir anda hoca yanı başımızda bitiverir. Yazdıklarımızı okumaktadır. Ortalama bir öğrenci o anda bir heyecan duymaya başlar. Bildikleri kısa bir süreliğine kafasından gider, kısa süreli unutkanlık yaşar ve hoca gidince de tekrar kaldığı yerden devam eder. Bir anda ne olmuştur. Her şeyi bilen bir zihin kısa süreliğine, bildiklerini unutmaya başlamıştır.

    Başka bir deneyde matematiği çok iyi bildiğini iddia eden bir arkadaşımıza basit bir havuz problemini çözmesi için verelim. Problemin basit olduğunu gördüğünü ama problemi ıkınsa da sıkınsa da çözemediğini varsayalım. O anda ne hissetmektedir? O anda, matematiği iyi bilen bir kişi olarak, soruyu sorana karşı bir anlamda tutarsız olmuştur ve dolayısıyla, mahcup olmuştur, kaygılanmıştır. Çünkü, karşımıza matematiği iyi bilen biri olarak çıkmıştır. Peki neler olmuştur? Bizim korku, kaygı dediğimiz faaliyetlerimiz için limbik sistemdeki amigdala denen kısım devreye girmiştir, belki, böbreküstü bezleri biraz adrenalin salgılamıştır. Stres hormon seviyesi kortizol artmış olabilir.

    Eğer problemi çözmüş olsaydı, beynin tabanına yakın olan ödül merkezi nucleus accumbens devreye girecek ve mutlu olacaktı. (Nucleus accumbens, alış veriş yaparken devreye giren beyin argümanlarından. Keza kumar tutkusunu da yaratan olduğu düşünülüyor)

    YanıtlaSil
  15. (Sayfa 15)

    Başka bir örnekte, yine beş kademede bir havuz problemini çözmeye çalıştığımızı düşünelim. Problemi çözmek için, düşünen beyin lobu yani prefronal korteks ve beynimizin soyut düşünce ile ilgili diğer kısımları devreye girecektir. Havuz probleminin her kademesini çözüp de, bir sonraki kademeye geçerken, çözdüğümüz kademeden emin olarak, bir sonraki kademeye geçeriz, çünkü kendimizle tutarlı olmaya, çalışırız. Bu emin olma duygusu, düşünen beynin bir eseri değildir. Ya nedir? Düşünen beyin, yapılan işlemler bakımından, kişinin benlik algısına bir tehdit oluşturmadığını, yaptığı işin doğruluğunu test etmek için birinci kademe havuz bilgilerinden lazım olanları, limbik sisteme yani duygu alanımıza geri gönderir. Burada denetlendikten sonra, tekrar düşünen beyin, havuz probleminin bir sonraki safhasını çözmek için harekete geçer. Böylece havuz problemini her bir safhası, limbik sistem tarafından denetlendikten sonra, düşünen beyin, soyut işlemleri yapıp sonuca gitmek ister. Diğer bir deyişle, düşünen beyin, soyut olarak işlediği bilgileri, mantıkla hiçbir alakası olmayan duygusal beyne (limbik sisteme) denetlemesi için geri gönderir. Burada sorulacak soru, bir havuz problemi çözmenin ne tür bir tehdit olacağıdır. Beyin, yaptığı her işe bir duygusal atama yapar. Beyin soyut dahi olsa, yaptığı bir işi düşünme mertebesinde (burada matematik işlem mertebesinde) bırakmaz. Çünkü yapılan iş ne olursa olsun, kendisine ya ödül olarak dönecektir, ya da ceza olarak dönecektir. Problemi çözemezse, limbik sistemdeki amigdala devreye girer. Stres yaratır, belirsizlik yaratır. Eğer, zihin matematik işlemini yanlış yapmışsa, limbik sistem, çevresine karşı mahcup olacağını (tehdit) daha dikkatli yapmasını, işlemi doğru yaptığından emin olarak, bir sonraki aşamaya geçmesini söyler. Eğer yaptığı şey doğru ise, bu defa, içinde bir heyecan güzel bir haz duyar. Çünkü bu defa da, nucleus accumbens ve benzeri ödül merkezleri çalışmış, keza, serotonin, dopamin gibi kimyasallar bu ödüle eşlik etmek üzere ilgili birimler arasındaki haberleşmeleri sağlamak üzere sisteme katılmışlardır. Buradan, rahatlıkla söyleyebiliriz ki, havuz problemini kademe kademe çözmeye çalışan kişi, her kademesinden emin olarak yani, yaptığının doğruluğuna inanarak ve hatta inanç üreterek sonuca varmıştır. Ancak bu inanç, beynimizin düşünen kısmında değil, duygusal kısım olan limbik sistemde meydana gelmiştir. Eğer, soyut matematik işlemler, limbik sistemden kopuk olarak yapılıyor olsaydı, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu asla anlayamazdık. Tabii ki buradaki doğruluğun, evrenin kendisine ait bir doğru değil, bilgilerin, zihin için birbirlerine olan uyumu olarak düşünmek gerekir. Aslında, evrenin kendisine ait bir doğru kavramından bahsedemeyiz. Çünkü, evrenin kendisindeki hiçbir ilişkinin çelişkili veya yanlış veya paradoksal olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü, eğer oluyorsa, oluyordur. Evrende olan bir şey nasıl çelişkili olabilir ki. Olsa olsa, o çelişkinin ne olduğunu net argümanlarla ortaya koyamayan insan beynidir.

    Evet artık rahatlıkla söyleyebiliriz ki, beynimiz, veriler birbiri ile uyumlu olduğu müddetçe, kişinin kendisinin her yeni çıkarımı, ortaya çıkarttığı yeni fikir ona doğru gelecektir, doğru bilgi ürettiğine inanacaktır. Bir inanç geliştirecektir. Yukarıda da ifade ettiğimiz puzzle örneğinde olduğu gibi, birbiri ile uyumlu olduğu her bilgi, kişi tarafından doğru olarak kabul edilecektir. Keza, birbiri ile uyumlu olan bu bilgilerin çokluğu, gündelik hayatının içinde daha fazla ise, bu bilgiler, doğru olabilecek bilgilere baskın çıkacak, bilgilerinden birbiri ile uyumluluğuna inanarak, inanç üretecektir. Ve bu inanç, beynin düşünen, karar alan kısmı değil, duygu alanımız, yani limbik sistem tarafından üretildiği için, size rahatça “ben evrime inanmıyorum” diyebilir.

    YanıtlaSil
  16. (Sayfa 16)

    Hem de, gerçekten de inanmıyordur. Ola ki, bir yalan makinesi ile test edilebilse veya yeterli teknoloji ile ilgili kişinin, zihinsel düşüncesi sergilense, çok samimi olarak, o kişinin “evrime inanmadığını” görebiliriz. Tabii ki bu arada, evrime inananların beyni farklı mı çalışıyor derseniz, hiçbir fark yoktur. Mekanizma aynıdır. Bir beyin, evrime inanan için başka türlü, inanmayan için başka türlü çalışmaz. Aradaki fark, gözlemler, metotlar, değerlendirmelerdir. Yani evrime inandığını söyleyen kişiler de bir sürü hatalar yapabilir.
    Beynin uyumlu bilgiyi seçişi veya arayışı, bir anlamda algıda seçicilik gibidir. Söz gelimi yeni bir araba aldığımızda, o güne kadar hiç dikkat etmediğimiz halde, bizimki ile aynı marka ve aynı model arabalar gözümüze daha fazla çarpmaya başlar. Bunun nedeni, aldığımız arabanın alma nedenini haklı çıkartmak, benim gibi aynı arabayı alarak yanlış yapmadığımızı zihnin kendisine ispatlama çabasıdır. Burada beyin kendini koruma moduna girmiştir. Yani, algıda seçicilik, doğanın, ferdi koruma mekanizmalarından biridir. Zekâ veya düşünme ile ilgisi yoktur. Diğer bir deyişle, bilimsel bir çalışmada, bu anlamdaki seçicilik öyle bir çalışır ki, o bilimsel çalışma ile hiçbir alakası olmayan bilgileri zihin, kendini haklı çıkartmak adına sisteme katar. Bunu, aşağıdaki füzyon örneğinde olduğu gibi gösterebiliriz.

    Aslında burada, evrim konusunda, insanların bir birlerini ikna edememesinin nedeni, birbirlerine ispat etmeye çalıştığı, alanın mantık alanı, yani prefrontal korteks üzerinden bilgilerin soyut olarak ispatlanması üzerine kurulduğu içindir. İkna edilmesi gereken kısım, düşünen beyin kısmından çok, duygu alanı olan limbik sistemin düşünen beyin üzerindeki baskın tavrıdır.

    Diğer bir ifade ile, evrimin varolduğuna inanan bir kişinin gönderdiği bilgiler, prefrontal kortekten ve duygudan yoksun olarak çıkarken, aslında karşı taraf, limbik sistem, yani inanç boyutuyla olan kanalı açmış beklediği için, gönderilen bilgiler, alıcısı tarafından alınmayacaktır.

    Bu anlamdaki karşılıklı ikna çabası aslında, Nasrettin Hoca’nın, yüzüğünü karanlıkta kaybedip, ışıkta araması fıkrası gibidir.

    Bırakın, gündelik hayatımızda bilime inanmak veya inanmamak kavramlarını, bilim insanları arasında bile problem çözümlerine “inanmak” veya “inanmamak” kavramlarından bahsedebiliriz.

    Yüz yıldır çözülemeyen ve dünyanın en büyük 7 probleminden biri sayılan Poincaré sanısı isimli önerme 2002 yılında, Grigori Yakovlevich Perelman adındaki Rus matematikçi tarafından çözüldü. Ancak, o zamanki meslektaşları, bu kişinin çözüm metodunu bırakın inanmayı, saçma bulmuşlar, hatta Rus Matematikçi ile alay etmişler ve bu haber de o yıllardaki gazetelerde dolaşmıştı. Sonraki 4 yılda yani sonra 2006 yılında problemin çözümünün doğru olduğu anlaşılmış ve bu problemi çözen kişiye verilecek ödül olan 1 milyon dolar, Rus matematikçiye teklif edilmişti. Rus Matematikçi ise, kendisine gösterilmeyen saygıyı protesto etmek için matematiğin Nobel'i olarak kabul edilen Fields Ödülü'nü reddetmişti. Sonraki zamanda, Rus matematikçinin bu parayı alıp almadığını bilmiyoruz. (Muhtemel ki almıştır.)

    YanıtlaSil
  17. (Sayfa 17)

    St. Petersburg'daki Steklov Enstitüsü'ndeki görevinden istifa ederek kayıplara karışan Perelman'ın, psikolojik olarak zor bir dönemde olduğu matematikle ilişkisini kestiği belirtiliyordu.
    Görülüyor ki, çok uzak olmayan bir zamanda yaşadığımız bu olay ile, bilimsel bir yönteme olan inanılabilirlikten veya inanılabilirlikten uzak olmaktan bahsedebiliriz. Çünkü, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, inanma eylemi, mantığın değil, duygu alanının bir eseridir. Kaldı ki, eğer o zaman için, matematikçiler, Rus Matematikçinin yöntemine inanmamışlarsa, yani iş sadece soyut düşüncenin bir eseri ise, Rus Matematikçi ile alay etmelerinin ne anlamı olabilirdi? Yine burada da tekrarlayacak olursak, inanma eylemi, duygu alanımızın bir eseridir. (3)(4)
    Keza, 1900’lü yılların başında bir Alman meteorolog olan Wegener isimli bir kişi, Afrika kıtasının sol kıyı şeridindeki girintinin, Güney Amerika kıtasının sağ kıyı şeridindeki çıkıntıya bire bir uyduğunu söyleyerek, kıtaların kaydığını, birbirinden uzaklaştığı söylemiş ve o zamanlar için kendisi ile alay edilmişti. Hatta, kendi branşının jeoloji (yerbilimi) değil de, meteorolog oluşu, yani kendi mesleğinin dışında bir alana atıf yapması alaya alınmayı daha da güçlendirmişti. Daha sonra, özellikle II. Dünya savaşı esnasında Atlas Okyanusu’nda Amerikan ve Alman denizaltılarının bir birlerini bulmak için, deniz tabanına gönderdikleri sonar taramasından, okyanus tabanının haritası çıkmış ve gerçekten de “rift” yani yarık denen yerlerden, Dünya’nın derinlerinden gelen magma denen malzeme ile okyanus tabanının genişlediği ve dolayısıyla her yıl Amerika ve Avrupa’nın 3-4 cm kadar birbirinden uzaklaştığı anlaşılmış, yer kabuğunun bu hareketine de Levha Tektoniği adı verilmiştir. Nitekim, yurdumuzu da etkisi alan depremlerin nedeni, bu levhaların birbiri ile çarpışmasıdır.

    Burada da görülmektedir ki bir inanma eyleminden söz edilebilir.

    BİLİMDEKİ YANILGILAR
    Şimdi de, yakın zamandaki bilimsel bir yanılgıdan bahsedelim.
    23 Mart 1989’da Utah Üniversitesi’nde çalışan iki bilim insanı, Stanley Pons ve Martin Fleishmann bir basın toplantısı yaparak, sıradan bir laboratuvar düzeneği ile Soğuk Füzyonu gerçekleştirdiklerini ve bunun da faydalı enerji elde etmek için kullanılabileceğini duyurdular. (5)
    Soğuk füzyon, çok basit anlamda, çok küçük miktarlarda enerji harcayarak, maddenin içindeki enerjiyi ortaya çıkartmaktır. Bizi ilgilendiren, deneyin ne olduğundan çok, bu deneyle ilgili gelişen inançlardır. İki bilim insanı, deneylerinden yüksek miktarda yarar sağlamak için, patent bürosuna başvururlar. Çalıştıkları üniversite de deneyi destekler. Bu, üniversitenin statüsünü yükseltmek için kaçırılmaz bir fırsattır. Nasıl ki zamanımızda yüz ve uzuv nakillerinin, üniversitelerin itibarı açısından önemli olması gibi.

    YanıtlaSil
  18. (Sayfa 18)
    Deneye daha fazla finans temin için, ABD Enerji Bakanlığı’na başvurulur. Deney gözlemcisi olarak Brigham Young Üniversitesi’nden bir yetkili, devlet tarafından yetkilendirilir. Üniversitelerin rektörleri kendi aralarında toplantılar yaparlar. Bir bilimsel dergi makaleleri yayımlar. Birçok bilim insanı benzer deneyler yaparak, benzer sonuçlar elde ettiklerini söylerler. Hatta, bazı bilim insanları ve üniversiteler, deneyi daha evvel yaptıklarını ifade ederek, deneye sahip çıkmaya çalışırlar. Utah Üniversitesi, bu deney için patent almak adına bir avukatlar ordusu tutar. Bu zaman zarfında (ülkemizde de) basın ve televizyonlarda günlerce bu yeni ve kullanışlı enerji kaynağı konu edildiğini biliyorum. Ancak, aynı yılın Mayıs ayında işler tersine döner. Yapılan deneylerin geçerli olmadığına dair deney sonuçları gelmeye başlar. Özetle kısa bir süre sonra, böyle bir enerji kaynağının olmadığı, deneyin yanlış-eksik olduğu ortaya konur. Sonuç, Her iki bilim insanının kariyeri biter, sözleşmeleri bitince de çalıştıkları Üniversiteden ayrılmak durumunda kalırlar.
    Şimdi sorabiliriz. İki profesörün kendi kariyerlerini tehlikeye atan hatta bitiren neydi. Yaptıkları deneye olan inançlarıydı. Çünkü, deneyin her bir merhalesinden emin olduktan sonra, diğer merhaleye geçmişlerdi. Deneyin her bir merhalesine inanmışlardı, deney sonuçları önlerindeydi. Başka ne yapabilirlerdi ki. Aslında yaptıkları şey, her bilim insanının yaptığı gibi deneyin her bir safhasının, “doğru” olduğuna inanmalarıydı. Halbuki, deneyin her bir safhası beklentileri doğrultusunda doğru değil ama uyumlu idi. Doğru (uyumlu) görünen bir puzzle parçasını, yanlış yere eklemişlerdi. Tabii ki bunu, şimdi, her şey olup bittikten sonraki bilgilerimize bakarak rahatça söylüyoruz. Şimdi inanmadığımız şeye o zaman, bırakın sokaktaki insanı, bilim insanlarının bir çoğu inanmıştı.
    Yerbilimlerinden başka bir örnek verelim.
    Çokça bilinen bu örnek, İngiltere’de Piltdown denen kasabada 1912’de bulunan yarı insan yarı maymun kafatası parçaları ile ilgilidir. (6) Buna göre, bulunan kafatası parçaları bir insansıya ait iken, çene kemikleri bir maymunsuya benzediği düşünülmüş ve çelişen birçok bilgiler tespit edildi ise de, kafatasına ait parçaların aynı jeolojik katmanda ve aynı yerde bulunmasından dolayı bu fosilin evrimsel sürecin bir göstergesi olduğuna inanılmıştı. Ancak bunun bir düzmece olduğuna, yani insansı kafatası parçalarının yanına, bir maymunsunun alt çene kemiğinin bilerek konduğu (veya kazara oraya gelmiş olabileceği) 1982’lerde teknolojinin daha fazla gelişmesi ile belirlendi. Sonuç, insansı kafatası parçaları ile maymunsu çene, aynı kafaya ait değillerdi.

    Mesele şu ki, zihin bu uyuma inanmak istedi ve inandığı bu verilerle ilgili veriler üretti. Yine burada da görülüyor ki, uyumlu verilerin her defasında doğru olduğunu söyleyemeyiz. Ancak, yanlış olduğu anlaşılana kadar, doğruluğu hakkında inanç üretiriz.

    Beyin, inançları oluştururken, yukarıda da ifade edildiği gibi, kendisine gelen bilgilerin doğruluğuna değil, birbiri ile uyumlu olup olmadığına bakar. Hatta bazen öyle durumlar olur ki, beyin, birbiri ile olan uyumu sağlamak için zihinde daha evvel işlenmiş olan en yakın bilgiyi, bu iki bilgi arasındaki uyumu sağlamak için doldurur. Bunlardan en bilinen ve belirgin olanı, “kör nokta” deneyidir.

    YanıtlaSil
  19. (Sayfa 19)
    Bilindiği gibi, boş bir kâğıda bir (+) işareti koyup, bu işaretten 7-8 cm öteye bir nokta koyup, daha sonra, sol gözümüzü kapatıp, gözümüzü kâğıda belli bir mesafeye (10 cm kadar) yaklaştırıp, noktaya devamlı olarak baktığımızda, kâğıt üzerindeki (+) işaret görünmez olup, işaretin bulunduğu yerde de kâğıdın bir parçası varmış gibi görmeye başlarız. Beyin, bizim adımıza, bilgi ilavesinde bulunmuş ve (+) işaretinin bulunduğu yeri kâğıt varmışçasına doldurmuştur. Aslında, (+) işaretine denk gelen kısmın siyah bir leke olarak görünmesi gerekirdi. Çünkü, retinadaki görüntüyü toplayan sinirlerin, gözden çıktığı ve “kör nokta” denen bir yer vardır. Buraya bir görüntü düşse de, buraya düşen görüntüyü işleyecek sinir yoktur ve bu durumda bu kısmı siyah olarak görmemiz gerekirdi. Ancak beyin, bu siyah lekeyi, çevredeki bilgilerden bazılarını işler ve o siyak lekeyi, çevrenin bir parçası olarak bizim adımıza doldurur, bizim için bilgiyi uyumlu hale getirir. Burada da görülmektedir ki, görme işlemimizin bizatihi kendisinde bile uyum sağlamak adına gerçeklik terk edilmektedir. Yani bir anlamda gözümüz bizi kandırmaktadır. Şu halde, bunun bilinmediği eski zamanlarda, böyle bir şey olduğunu söyleseniz, kaç kişi size inanırdı? Keza, bazen birinin söylediği bir şeyi başka türlü anlarız ve “sağır duymaz uydurur” deriz. Halbuki, zihin, kendisine söylenen bir sözü o anda tam anlamamış ama buna karşılık, o sentaks, o ses o harmoniye en uygun, en yakın cümleyi, beynin içindeki eski bilgileri denetleyerek ve en yakın olanını bularak bizim adımıza bir kurguda bulunarak bize o yanlış sözü söyletmiştir. Ve yine, yolda giderken, birisini, tanıdığımız birine benzetmemizin nedeni de, beynimizin, beynimizdeki bilgileri işleyerek en yakın bilgiyi bulup, bizim adımıza bazı bilgileri uyumlu hale getirme çabasıdır.
    Aslında bunun her birinin nedeni, beynin bu doldurma ve uyumlu hale getirme çabası, belki ilgisiz görünecektir ama, bireyin (insan türünün) hayatta kalmasını sağlamış olabilir..
    İnanma kavramı ile ilgili diğer örneklerimize devam edelim.
    Bir sinemadayız ve biletimizdeki numaraya bakarak bir koltuğa oturuyoruz. Daha sonra, bir kişi gelip, oturduğumuz koltuğun kendi bilet nosuna ait olduğunu ve sizin yanlış koltukta oturduğunuzu söyler. Siz de o şaşkınlıkla, kendi biletinize bakar, gerçekten de oturduğunuz yerin yanlış olduğunu, doğru yerinizin bir yandaki koltuk olduğunu görür ve özür dileyerek (veya dilemeyerek) bir yana kayarsınız. Kısa bir şaşkınlık yaşarsınız. Aslında ilk defa otururken, biletinize bakmış ve doğru yere oturduğunuza emin olmuş, yani inanmıştınız. Kısa bir süre, bu hatayı nasıl yaptığınızı düşünür ama hemen unutursunuz. Şimdi gelelim biraz daha zor örneğe. Siz kocaman bir yetişkinsiniz ve aradan yıllar geçtikten sonra, bir gün ebeveynleriniz sizi bir kenara çekerek, “sen bizim öz evladımız değilsin, seni evlatlık aldık” deselerdi ne hissederdiniz? Yıllardır, anne baba olarak bildiğiniz, inandığınız kişiler bir anda ebeveynlerinizin olmadığı bir duruma gelmiş ve büyük bir şaşkınlık yaşamaya başlarsınız. Bunca zamandır olan inancınızı sorgulamaya başlarsınız, birçok sorular sormaya başlarsınız

    YanıtlaSil
  20. (Sayfa 20)

    Şimdi de daha zoruna gelelim. Yıllarca bir Tanrı kavramını edinmiş bir bireye, siz çıkıp da, evrim diye bir şey var, Tanrı yok dediğinizde ne hissederler? Eğer bir sıralama yapacak olursak, (insanların çoğunluğuna bakarak) hangi yanılgımıza ait şaşkınlık daha uzun sürer, hangisi yıllarca sorgulanır? Hangi bilgi hemen reddedilmez ve uzun bir süre o bilgiye (yanlış da olsa) sahip olmaya çalışırız. Belli ki, sinemadaki yanlış koltuktaki düşünceniz hemen kabul edip değiştirilirken, anne babamızla ilgili konu daha uzun bir sorgulama süreci alacak ve Tanrı kavramını reddetme olayı ise mümkün görülmeyecektir. Peki neden? Çünkü, hangi inanç türü olursa olsun, emin olma durumu, inanma durumu, soyut düşüncenin olduğu prefrontal kortekste olmaz, bizim orta beynimiz olan limbik sistemde, duygusal beynimizde şekillenir. Dolayısıyla, bizde oluşan inancın şiddetine bağlı olarak o bilgi bizim hemen değiştirilebilir bilgimiz olmaktan çıkar, kişiselleştirilmiş bilgimiz olur. Onun içindir ki, kişiselleştirilmiş bilgilere yapılan tehdit edici hamleler, bizim kişiliğimize yapılan hamleler olarak algılanır. Söz gelimi, tutuğunuz bir takımın amblemine veya okuduğunuz ve sevdiğiniz bir okulun amblemine bir kişinin yaptığı tehditvari davranışlar karşısında siz de karşı koyan sözler, davranışlar gösterirsiniz. Çünkü o bir sembol olmakla beraber birçok kişiselleştirilmiş değeri, sizin de içinde bulunduğunuz bir topluluğun değerlerini sembolize etmektedir. Dolayısıyla, o toplumsal sembolü veya sembolize eden değerleri korudukça, siz o topluluğun bir feri olacak, o topluluk da sizi, dış tehditlerden koruyacaktır. Bunun, düşünen beyinle hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü limbik sistemin bir eseri olan bu davranış biçiminin aynısı hayvanlarda da vardır. Onların da liderleri vardır. Onlar da yavrularını korur, Yeri geldiğinde, onlar da sempati/empati göstererek sürüden ayrılarak ölmekte olan bir ferdin yanında kalırlar. (Filler). Ve bir o kadar önemlisi, bizim sosyal yapımıza dayanak veren, birliktelik inancını sağlayan, aidiyet duygusunu uyandıran kısım limbik sistemdir.
    Söz gelimi, insanlar yaşlandıkça, fikirlerinin değişmez olduğu bir gerçektir. Bırakınız ortalama bir kişiyi, belli yaşa gelmiş bir profesörün bile kendi çağına göre değişikliğe uğramış veya geçersiz olmaya başlamış bir teoriye sonsuz bir inançla sarılmasının ve fikrini değiştirmemesinin bir nedeni olmalıdır. Çünkü yıllardır aynı teoriyi öğrencilerine anlatmış, onu kanıksamış ve dolayısıyla o bilgiyi kişiselleştirmiştir.(limbik sistem). Sosyal psikolojide bilinir ki, bir konu, bir kişi tarafından ne kadar çok başkalarına anlatılırsa, anlatan kişide, anlattığına konuya dair inanç kuvvetlenir ve değişmez olur. Ve birisi gelip de, onun inandıklarının öyle olmadığını, doğrusunun aslında şöyle olduğunu söylese bile, kişi buna inanmayacaktır. Çünkü bilgi, kişiliğin bir parçası olmuştur. Bu bilgiyi değiştirmek demek, kişinin kişiliğini değiştirmek demektir. Bir an kendimizde düşünelim, birileri gelip de, bunca zamandır inandıklarımızın (limbik sisteme bağlı değerler) büyük bir çoğunluğunun doğru olmadığını söylese ne hissederdik? Hemen belirtelim ki, bu o kişinin iradesi dâhilinde değildir. Çünkü, limbik sistemimizi, özelikle kişilik bazında, diğer mantıksal bilgilere baskın çıkar. Bu, her zaman, bizim onu yönetmekte zorlandığımız, aslında çoğunlukla onun bizi yönettiği ve zaten kavgaların da ondan çıktığı limbik sistemin eseridir.

    YanıtlaSil
  21. (Sayfa 21)
    Ve son olarak ben size “aslında renk diye bir şey yoktur” desem ne dersiniz? Bilmeyen bir kişi için düne kadar inandığı bir görüşe karşı çıktığımı söyler bana. Gerçekten de, National Geography ve benzeri kanalları seyreden bir kişi, evrenin genişlemesine bağlı olarak kırmızıya kayma kavramından haberdar olmuştur. Buradan şu anlam çıkar. Eğer, kırmızı renkli bir kutuyu ola ki size doğru ışık hızında yaklaştırmaya başlasam kırmızı renkli kutu bana hala kırmızı görünürken, kutuyu yaklaştırdığım kimse için ise mavi renkte görünecektir. Peki o zaman, şu soruyu soralım. Kutu ne renktir? Aslında kutunun bir rengi yoktur. Renk, kutu üzerinden bana yansıyan ışığın dalga boyundaki değişme ile ilgilidir. Kutu benim yanımda iken, daha uzun dalga boylu olarak geldiği için ben kırmızı görürken, hızla yaklaştığım kişi için ise, hızlanmadan dolayı, ışığın dalga boyları sıkışmış diğer bir ifade ile dalga boyu küçülmüş olduğundan, kutu, hızla yaklaşılan kişi için mavi görülür. Bunu, üzerimize hızla gelmekte olan bir trenin sesinin önce tiz (kısa dalga boy) tren geçtikten sonra da pes (uzun dalga boy) olması ile aynı mekanizmadır. Belki komik gelebilir ama, aslında elime bir melodika alsam ve sadece ve sadece “la” notasının olduğu tuşa bassam, sonra da beni dinleyen bir kişiye uygun zamanlarda hızlı bir şekilde yaklaşıp yine uygun zamanlarda o kişiden uzaklaşsam, ben hep “la” notası çaldığım halde, o kişi bunu çeşitli notalardan oluşan bilindik bir şarkı olarak duyacaktır. Çünkü, “la” notasını, parmağımı hiç kaldırmadan devamlı olarak çaldığım halde, dinleyen kişiye belirli hızlarda yaklaştığımda, o kişi için sesin frekansı artacak ve dolayısıyla, o kişiye yaklaştığım hıza bağlı olarak, bir üst notanın varsayalım ki si notasını duyacaktır. Uzaklaştıkça da tersi olacaktır. Görülüyor ki, çalan kimse için tek bir la notası çıkarken, dinleyen için bir şarkı oluşturabiliriz. Son olarak, renklerin beyinde oluştuğuna dair aşağıdaki bilgiyi verebiliriz. Beynin, genikulatum denilen yerdeki parvo-selüler denilen katmanlarının hasar görmesi ile, cisimlerin kendilerini gördüğümüz halde renklerini göremeyiz. (7). Bu bilginin alındığı kitabın kabında, Newton’un “Işınlar renkli değildir” ifadesi konulmuş. Diğer bir ifadeyle, ışıkla bilimsel olarak ilgilenen Newton, daha beynin ne olduğu tam bilinmediği zamanlarda bile renk konusu keşfetmiş.
    MUCİZEYE İNANMAK
    Şimdi şöyle bir oyun oynayalım. Elimde bir adet 1 TL’lik metal para olduğunu varsayalım. Şimdi bu metal parayı, arka arkaya 15 defa havaya atayım ve elde ettiğim her sonucu sırası ile yazayım. Aşağıdaki gibi toplu bir sonuç elde etmiş olayım (T=Tura, Y=Yazı).
    1.Atış )TTTTTTTTTTTTTTT

    Şimdi de ikinci defa arka arkaya 15 defa atış yapalım. Yaptığımız atışların toplu sonucu aşağıdaki gibi olsun.

    2. Atış TTTYYTYTYTYYTTY
    Şimdi de şunu soralım. Hangi atışın gelme ihtimali daha yüksektir. Birinci atışın mı yoksa ikinci atışın mı?

    YanıtlaSil
  22. (Sayfa 22)
    İşin ilginç tarafı, istatistik ile ilgilenmeyenler (illaki istatistik kitabı okumak şart değil) genellikle, birinci 15’lik atışın çok ender olabileceğini, ikincisinin ise daha yüksek ihtimalle gelebileceğini söyleyeceklerdir. Çünkü birinci 15’lik atışın, zihinle eşleştiği kısım, mükemmel bir yapının bu şekilde olabileceği düşüncesidir.
    Peki, şimdi de, elimde 15 adet 1 TL’lik metal para olduğunu ve hepsini aynı anda yere attığımı ve sonra da kaçının Yazı, kaçının Tura geldiğini sayalım.
    1.Atışta 4 adet Tura, 11 adet Yazı
    2.Atışta 8 adet Tura, 7 adet Yazı

    Acaba burada, hangisinin gelme ihtimali daha yüksektir?

    Sonuç şudur ki, ister arka arkaya 15 defa atılmış olsun, ister elimdeki 15 adet metal paranın hepsi bir seferde atılmış olsun, her dört atışın da gelme ihtimali aynıdır. O zaman sorulacak soru, zihin bunu neden böyle düşünmektedir? Tek bir metal para ile arka arkaya atışta hepsinin Tura gelmesi ihtimalini neden diğer üç atıştan ayrı tutuyorum? Neden buna inanıyorum?

    Başka bir örnek verelim.

    Bir deneyde, deneklerle kumar oynanmak isteniyor. (8)
    Kural şu: Yazı tura atılacak. Yazı gelirse, denek 32 dolar kazanacak, Tura gelirse 8 dolar kazanacak (Evet, yanlış okumadınız, her iki durumda da kazanacak). Para atışından anlaşılıyor ki, 8 dolar kazanmakla, 32 dolar kazanma ihtimali aynı, yani %50’dir.

    Şimdi de bu deneyi şimdilik burada bırakıp, benzer başka deneye geçelim.
    Bu deneyde de, Yazı gelirse kişi 8 dolar kaybedecek, Tura gelirse 32 dolar kaybedecek.(Yine görülüyor ki, denekler her iki durumda kaybedeceklerdir.) Burada da, 8 dolar kaybetme ihtimali ile 32 dolar kaybetme ihtimali aynı yani %50’dir.

    Bu kişilere, deneyle ilgili ne hissettikleri sorulduğunda şu cevaplar alınmış.

    Deneklere, sadece kazanmaya yönelik oyunda 8 dolar kazandığı ve sadece kaybetmeye yönelik oyunda 8 dolar kaybettiği zamanki duyguları sorulmuş. Yapılan ölçümlerde görülmüş ki, 8 dolar kaybettikleri zaman ki mutluluk duyguları, 8 dolar kazandıkları mutluluk duygularından daha fazla olmuş.

    Bu, şu anlama gelmektedir. Kişi, sadece kazanıma yönelik oyunda 32 doları kazanmak yerine 8 dolar kazandığında, 32 doları kaçırdığı için üzülmekte ve dolayısıyla, 8 doları kazandığına dair mutluluğu gölgelenmektedir. Buna karşılık, sadece kaybın olduğu deneyde ise, 32 dolar kaybetmek yerine, 8 dolar kaybettiği için, olabilecek büyük kayba göre (32 dolar) daha küçüğünü yaşadığı (8 dolar kayıp) için vartayı atlattığını düşünüp mutlu olmuştur.

    YanıtlaSil
  23. (Sayfa 23)
    Nitekim, yapılan araştırmalar, insanların, aynı ölçüde değer verdikleri bir şey (her ne ise) kaybettikleri zaman yaşadıkları üzüntü, aynı değerdeki şeyi kazandıklarına oranla daha fazla olmaktadır. Yani, aynı değerde olan (maddi veya manevi) bir şeyin kaybı neticesindeki üzüntü, bire bir aynı şeyi kazanmakla elde edeceğiniz sevinçten fazla olmaktadır. Eğer sevdiğiniz bir kediniz varsa, bir müddet sonra kediniz ölür veya kaybolursa, aynı cins, aynı renk, aynı büyüklük ve özellikte bir kedi size verildiğinde, yeni gelen kedi, eskisinin üzüntüsünü bastırmayacaktır.

    Belki bunu aşabilmemin yolu, o kişiye, kaybettiği zaman üzüleceğinden daha fazla sevinebileceği bir şey vermek olabilir.
    İnsanın bu yapısından hareket ederek, belki yersiz bir benzetme olabilir ama, evrimsel süreçler ile, Tanrıya ait değerleri, hatta Tanrıyı yok saymaya ait düşüncelerle (belgeler gösterseniz de), karşı tarafı (Tanrıya inanan kişiyi) ikna etmeye çalıştığınızda, karşı tarafa, Tanrıdan daha yüksek bir değerde ne verebilirsiniz ki?

    Burada verilebilecek cevap, akıl, zeka, evrensel doğruluk, gerçek bilim veya her ne isim verilirse verilsin bu veya buna benzer alternatif düşünceler verilebileceği veya kazanımların olabileceği söylenebilir. Ancak bunu söyleyebilmek için, bu yazıda, özellikle üzerinde durulan, beynin Limbik sistem denen ve bizi akıldan öte yöneten, duygu alanımızla ilgili kısmını okumadan özellikle atlamış demektir.

    Demek ki bu tür inanışları değiştirmek, sadece aklın, zekânın işi değildir. İşte bu nedenle, bir kişi kulaktan dolma atom teorisine inandığı halde, yirmi beş adet evrim kitabı okuduğu halde, evrim teorisine inanmayabilir. Ve bu son derece makuldür.
    İnanma ile ilgili birkaç uç örnek daha verelim.

    1908 yılında klinik olarak gözlenen ve adına anazognozi (kendi hastalığın farkında olmama) hastalığına bir bakalım. Burada hasta zihnen sağlıklıdır (9). Hastanın sağ beyin yarı küresi hasarlanmıştır. Bu nedenle vücutlarının sol tarafının tamamen felçli olduklarının farkında değillerdir. Bu kişiler, felçli olan sol kolunu veya sol bacağını görmezden gelirler ya da hasta olduklarını inkâr ederler. Doktor hastaya felçli kolunu göstererek ”parmağınızla burnunuza dokunur musunuz?” diye sorar, hasta da “tabii ki dokunurum, işte dokundum” der. Ancak, konsültasyona gelen diğer doktorlar da görmektedir ki, hasta kolunu hiç oynatmamıştır. Buna mukabil hasta, parmağıyla, burnuna dokunduğuna dair son derece emindir, inanmıştır.
    Başka bir örnekte ise, hastalar, kolunun veya bacağının felçli olduğunu kabul etmek bir yana, o felçli kolun kendisine ait olmadığını iddia eder. (10).
    Doktor, bu durumdaki hastaya, yanındaki kolun kime ait olduğunu sorduğunda, hasta uflaya puflaya “bu kolun benim yatağımda ne işi var?” der. Doktor, konuşmasına devam ederek hastaya, o kolun kimin kolu olduğunu sorduğunda hasta, “o kol, erkek kardeşimin koludur” diye cevap verir

    YanıtlaSil
  24. (Sayfa 24)
    Yine, yakın zamanda National Geography’de “Zihin Oyunları” adı altında gösterilen bir belgeselde (aynı konu, burada referans verilen Ramachandra’nın Beyindeki Hayaletler kitabında da geçmektedir) bir masanın ortasından biraz sağına konmak üzere, masa 30-40 cm yükseklikteki paravanla ikiye ayrılır. Masanın bir tarafına, paravana dik olacak şekilde deneyi yapacak olan, diğer tarafına da, denek oturur. Denek, sağ kolunu, paravanın dışında kalacak ve sağ kolunu görmeyecek şekilde yerleştirir. Diğer taraftan, masanın üzerine ve paravanın içinde kalacak şekilde bir manken kolu konur ve kol, deneğin omzuna öyle bir birleştirilir ki, sanki deneğin kolu gibi görülür. Ayrıca, manken kol ile, deneğin omzuna bir örtü örtülerek, manken kolun, deneğin kendi kolunun bir uzantısı gibi görünmesi sağlanır. Sadece, manken kola ait “el” örtülmeden açıkta bırakılmıştır. Deneyi yapan, iki ayrı fırçayı birer eline alarak, fırçanın biri ile, deneğin paravanın dışında kalan elinin üzerine, diğer fırçayı da, masanın üzerinde duran ve sanki deneğin kolu imiş gibi görünen mankenin eline aynı senkron içinde sürer. Denek, bir müddet sonra, masada sadece manken kola öyle bir adapte olur ki, manken koldaki elin üzerine sürülen hafif fırça darbeleri nedeniyle, masanın üzerindeki manken kolu, kendi kolu gibi hissetmeye başlar. Hatta, deneyi yapan, masanın altından ve deneğin beklemediği bir anda çıkarttığı çekiç ile masanın üzerinde bulunan manken ele hızla vurduğunda, denek, sanki kendi eline vurulmuş gibi tedirgin olur ve paravanın diğer tarafında çoktan unuttuğu gerçek kolunu çekerek, aslında masanın üzerinde bulunan ve bir müddettir kendi eli sandığı manken kolu, çekicin darbesinden kurtarmaya çalışmaktadır.
    Son deneylere baktığımızda da, bir uzvun kendisine ait olma veya ait olmama durumundan emin olma düşüncesi daha doğrusu duygusu ön plana çıkmaktadır. Görülüyor ki emin olmak, inanmak, inanç yaratmaktır.
    Zihnin bir tarafı, bir şekilde yapılan işten emin olmalıdır, inanmalıdır ki, bir sonraki işleme geçebilmelidir. Bu inanmanın da illaki doğru olması gerekmez. Zihnin işlediği bilgiler, yine zihin için uygun olması yeterlidir. Şu halde, artık rahatlıkla söyleyebiliriz ki, beynin bir taraflarında bizi inanmaya iten bir sistem mevcuttur. Bu sistem olmasa, bir sonraki hamle olarak ne yapacaksak, onu yapamaz hale gelirdik. Söz gelimi yolda yürürken, iki sokak sonra dönmem gerektiği, çünkü buluşmak için gideceğim kafenin orada olduğuna inanmalıyım. Görülüyor ki, biliyor olmak tek başına yeterli değildir. Aynı zamanda bunun inancını da zihin benim için üretmektedir. Keza, karşıdan karşıya geçerken, sağ taraftan ve sol taraftan bir arabanın gelmiyor olmasını biliyor olmam yetmez, bunun öyle olduğu bir inanç olarak bana yansımalı ki, (emin olmalıyım ki) karşı tarafa bir tehdit, bir tehlike olmadan geçebileyim. Şu halde inanmak ile emin olmak zihindeki aynı işlevi görmektedir. Aksi halde emin olduğumuz ama inanmadığımız bir çok şeyi, hiç düşünmeden burada sayabiliyor olmamız gerekirdi. Tabii ki burada sorulacak soru, her tam olarak emin olduğum şey için aynı tamlıkta inanç üretebilir miyim sorusudur? Buna verilecek cevap, emin olduğunuz derece inancınız vardır diyebiliriz.

    YanıtlaSil
  25. (Sayfa 25)
    Görülüyor ki, Tanrı inancına hiç girmeden, günlük hayatımız içinde, zihnin emin olmak, inanmak, inanç üretmek gibi eylemlerin, düşünen beyinden öte bir şey olduğu, hatta biraz da iddialı olmakla beraber, biraz da irademiz dışında ve otomatik olarak geliştiğini söyleyebiliriz. (Nasıl ki, yolda giderken, önce sağ adımımı atacağım, sağ adımımı atarken, sol kolumu sallayacağım sonra sol adımımı atıp, aynı şekilde sağ kolumu sallayacağım diye düşünmeden yaptığımız gibi)
    Bu konulardan sonra rahatça kişiler, kendi görüşleri doğrultusunda evrime inandığını veya inanmadığını söyleyebilir. Bilimsel bir olguya inandığını veya inanmadığını söyleyebilir. Hatta bir kişi, atom teorisi hakkında sadece kulaktan dolma bilgiye sahip iken bu teoriye inandığını söylerken, evrim ile ilgili yüz kitap okusa ve konferanslara katılsa yani atom teorisinden daha fazla bilgiye sahip de olsa, evrim teorisine inanmadığını söyleyebilir. Çünkü, yukarıda da ifade etmeye çalıştığım gibi, kişiselleşmiş bilgiye karşı olacak şekilde doğru bir bilgi dahi olsa kolay kolay değiştirilemez. Çünkü, soyut düşünceye dair, emin olma duygusu, yani inanma yani inanç oluşturma limbik sistemde oluşur. Hatta elimde bir kalem olduğuna, bu yazıyı yazdığım şeyin bir bilgisayar olduğuna olan inancım limbik sistemden gelir.
    Diğer taraftan, Tanrı inancı konusunda taviz vermeyen ve yeryüzündeki çok büyük bir insan kütlesinin olmasını dikkate almak gerekir. Çünkü, bu kadar kişi, Tanrıya inanıyor ve evrime inanmıyorsa bunun bir sebebi olmalıdır diye düşünülmelidir. Burada anlatmak istediğimiz, evrimin olup olmaması, Tanrının var olup olmaması değildir. Anlatmak istediğimiz, olayların doğruluğu veya yanlışlığını çevremize bakarak, evrimin olup olmadığına dair belgeler göstererek değil, beynimizin bu veya benzeri bilgileri ne şekilde işleyerek, “irademiz dışında” bir inancı, emin olma duygusunu yarattığı, neden ve nasıl yarattığına dair beynin yapısına bakmamız gerektiğidir. Sadece, Dünya üzerindeki bu kadar büyük inanan bir kütleye bakarak, inanıp inanmama işinin soyut düşünce boyutunda olmadığı ve dolayısıyla, sebep sonuç ilişkilerini zihnin dışında arayarak her iki tarafın birbirini ikna etmesi mümkün değildir. Bu, zihnin bizatihi yapısından kaynaklanmaktadır. Ve bu zihin yapısı da, insanlığın çıkışından beri, insanoğlunun türünün sürmesinde, doğada mücadele etmesinde ve topluluk olarak bir arada kalmasını sağlamış olmalıdır.
    Zihin, hayatta kalabilmek, yaptıklarına bir anlam katabilmek için, inanç üretmek durumundadır. Üretilen bu iu inanç, “elimde bir kalemin olduğuna inanıyorum”, “evrime inanıyorum”, “iki sokak ötede arkadaşımın beni beklediği kafe olduğuna inanıyorum” veya “Tanrıya inanıyorum” demek olsa ve bunlara atfedilen değerler küçükten büyüğe doğru başka başka değerler alsa da, zihnin aynı mekanizmanın işi olmalıdır.

    (1) Psikolojiye Giriş. Rita L. Atkinson, Richard C. Atkinson, sh 57, Arkadaş Yayınevi.
    (2) Boş Sayfa Steven Pinker sh. 62, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi.
    (3) http://tr.wikipedia.org/wiki/Grigori_Perelman
    (4) Matematik Dünyası 2010-11, yıl 19, Sayı 83, sh. 7.
    (5) Ay Işığında Füzyon, Nurhan Puralı, sh.18, Bilim Teknik Dergisi, sayı 531, yıl 45, Şubat 2012.
    (6) Modern İnsanın Kökeni, Roger Lewin, sh. 72. Tübitak Yayınları.
    (7) Beyin ve Algılama, Karl R. Gegenfurtner, sh. 49. İnkilap Kitapevi.
    (8) Karar Anı, Richard L. Peterson. Sh. 76. Scala Yayıncılık.
    (9) Beyindeki Hayaletler V.S Ramachandran Sh. 156. Boğaziçi Üniversitesi Yayınları.
    (10) Beyindeki Hayaletler V.S Ramachandran Sh. 157. Boğaziçi Üniversitesi Yayınları.

    YanıtlaSil
  26. Ve son olarak şunu yazmak isterim. Zaman zaman televizyonlarda, evrim ve Tanrı inancının tartışıldığı programlarda evrim düşüncesini savunanlar, karşı tarafın, "maymundan gelmedik" savına yazarın da bu yazısında belirttiği gibi şu şekilde cevap vermişlerdir.

    Evet insanlar maymundan gelmemişlerdir. Her ikisi de, ortak bir atadan gelmektedirler şeklinde ifade kullanılmıştır. Burada, yapılmak istenen bir anlamda, insanların maymundan gelmedikleri ve dolayısıyla bir anlamda, Tanrıya inanalar için, insanı aşağılamaktan kurtarmak olmalıdır. Ancak şöyle bir düşündüğümüzde, eğer evrimin mekanizması geriye doğru çalışmamışsa, yani en azından insanlar ve maymunların oluştuğu ortak ata, insandan ve maymundan daha ileri bir evrim seviyesinde olmamışsa ve evrin normal sürecini sürdürmüşse, bu durumda ortak atanın, insandan da, maymundan da daha geri bir evrimde olan bir ortak ata olması gerekir. Bir başka deyişle, insanın, maymundan gelmediğini söyleyerek, durumu kurtarmaya çalışırken, gerek maymun, gerekse insandan daha da ilkel bir atadan geldiğini görmezden gelme tutumuna da düşmüş oluyoruz bence. Özetle, evrim sürecini, bu ve benzeri söylemlerle, karşı düşüncede olanlar için daha kabul edilebilir göstermeye gerek yoktur diye düşünüyorum. Evrime inanan inanacaktır, inanmayan da inanmayacaktır.

    YanıtlaSil
  27. Yazınızı büyük bir özenle okudum. Açıkçası yazdıklarınıza ekleyecek bir şeyim yok, gerçekten de çok iyi bir dille, çok mantıklı konulara ilişkin irdelemeler içeriyor. Ancak 'inanç' kavramını epistemolojik olarak farklı açılardan ele almışız.

    İlk olarak sizin belirttiğiniz 'inanç' kavramına ilişkin bir toparlamada bulunayım. Sizin kastettiğiniz inanç, zihinde canlanan belli bir bilgi veya durumun doğruluğuna ilişkin duyulan güven duygusu veya emin olma hali. Örneğin, önümde bir bilgisayar olduğunu biliyorum ama aynı zamanda önümde bir bilgisayar olduğuna da inanıyorum. Buradaki inanç, günlük hayatta kolaylık sağlayan, bizleri ve özellikle ziihinlerimizi muğlaklıktan kurtaran faydacı bir inanç. Bir başka örnekle durumu açıklayacak olursak, dünyanın yuvarlaklığını hiçbir biçimde deneyimleyemeyen biri yine de dünyanın yuvarlak olduğuna hem inanır hem de bunu bilir. Bu bakımdan evrim teorisi de atom teorisi de kütleçekim teorisi de hem bilinen hem de inanılan şeyler olabilir. Örneğin, yerçekiminin olduğunu biliyorum veya yerçekiminin olduğuna inanıyorum.

    Buradaki 'inanç' somut dünyaya ve verilere dayanan ve ondan sonra kabul ettiğimiz bir takım durumlara ilişkin. Yani, önümde duran blgisayarı duyumsuyorum (bu duyumsamanın doğruluğu ve yanlışlığını bir kenara bırakırsak) ve bu duyumsamanın neticesinde onunla birlikte bir güven veya inanç duyuyorum. Bu bakımdan elbetteki ben de evrim teorisine inanıyorum.

    Benim yazımda kastettiğin 'inanç' kavramı ise bundan biraz daha farklı. Yazıyı çok ayrıntılı tutmamak ve bu karışıklığa sebep olmak benim tarafımdan yapılmış bir hata. Benim kastettiğim 'inanç' daha tinsel bir inanç. Örneğin, Nepal'de ineğin kutsal olduğuna dair duyulan inanç veya cin adlı varlıkların olduğuna duyulan inanç gibi. Burada soyut varlıklara, herhangi bir dünyevi duyum veya deneyim sonucu değil ve fakat gerek kültürel gerekse de toplumsal birikimin aktarılması sonucu duyulan inanç söz konusu. Bu bakımdan, benim kastettiğim inanç, bilimsel deneyimlere dayanmayan, tutarlılık veya mantıklılık aramayan, sadece öyle olduğu söylendiği için kabul edilen varsayımlara ilişkin. Buna göre, evrim teorisine inanıyorum demek, onun sadece zihinsel bir varsayım olduğunu kabul etmek ve yüzyıllardır deneyimlenip bilimsel açıdan tutarlılık gösteren tutumunu reddetmek demek olur. Diğer bir deyişle, evrim sanki bir masal veya sadece bir efsaneymiş de bizler öyle olduğunu kabul ediyormuşuz gibi görünür.

    İşte bu ufak ama önemli fark var inanca ilişkin yorumlarımızda. Eminim bu açıklamamdan sonra siz de bana hak vereceksinizdir.

    Bunun dışında bir de son söylediğinize bir eklemede bulunmak isterim. Biyologların insanların maymunlardan geldiğini değil de ortak atadan geldiğini söylerken insanı aşağılamama amacı taşıdığını söylemişsiniz. Sizinle aynı fikirde değilim, çünkü bunu belirtmek insanları kurtarmak ve yüceltmek amacı taşımaz, sadece bilimsel gerçeğe ulaştırma amacı taşır. Şöyle ki, eğer insanların maymunlardan evrimleşmediğini üstüne basa basa söylemezsek, ki bunu böyle zannetmek çok yaygın bir yanlış, bilimi dine uydurmak adına eleştirenler maymun ve insan arası geçiş formu fosili isteyeceklerdir. Ancak takdir edersiniz ki insan maymundan evrilmediği için böyle bir fosil bulunmayacak ve ortalık tamamen bir kaosa sürüklenecektir.

    Bunun yanı sıra, insan ile maymunların (aslında bonobo, goril ve şempanzelerin) ortak atadan gelmesi bir aşağılamadan kurtulma olarak görülmemeli, çünkü zaten bir çok memeli kemirgenlerden evrilmiştir ve günümüzde çoğu insan kemirgenlerden tiksinmektedir. Yani diyeceğim şudur ki, gerçekten doğayı sindirdiğimiz zaman evrimin bir yükseklik veya alçaklık mertebesi değil, sadece bir değişim olduğunu daha kolay kavrayacağız.

    YanıtlaSil
  28. Sayfa 27
    Düşüncelerim, beynimde gerçekleşen kimyasal işlemlerin sonucuysa, mantığın değil, kimyanın kurallarına göre belirlenmiş olmalıdır.
    J.B.S Haldane (Genetikçi ve Evrim Biyoloğu. 1892-1964)

    Bu yazımda, bir evvelki yazımda yeterince açamadığım düşüncelere ilave olarak, yazarın, evvelce yazdıklarıma getirdiği öneri ve düşünceleri için, bilimin de; tin, cin, Nepal ineğinde olduğu gibi bir inanç sisteminin parçası olabileceğini, sadece bilimin değil, dinin de günlük kolaylıklar ve faydalar sağladığı, tutarlılığın ve mantığın bilim için yeterli olmayacağını, insanların maymundan değil de, daha eski bir atadan geldiğimize dair düşüncesindeki ayrıntı üzerine düşüncelerimi yer yer tartışarak ifade etmeye çalışacağım.

    İNANÇ, MUĞLAKLIK ve FAYDA KAVRAMI ÜZERİNE
    Yazarımız, yazısının bir paragrafında şöyle demektedir.
    “Buradaki inanç, günlük hayatta kolaylık sağlayan, bizleri ve özellikle zihinlerimizi muğlaklıktan kurtaran faydacı bir inanç.”
    Yazarımız ilgili paragrafındaki bu cümleye elbette ki katılmamak mümkün değil. Buna karşılık, Tanrıya inanan bir birey için de, inandığı kitap (en azından içinde bulunduğumuz toplumun inancı üzerinden bakarsak) Tanrının yol göstericiliği (sureler, ayetler, hadisler) ile inanan bireylerin davranış, düşünce, dünyayı algılama ve benzeri yüzlerce muğlaklığı ortadan kaldırmak, neyin hangi günde nasıl yapılacağı ve hatta Ay’ın dönemleri bile bu surelerde gösterilip bir anlamda bu olayı materyalize etmiş görünmektedir. Diğer bir ifade ile, Din kuralları, bir toplumu kaostan kurtarıp (Tanrıya inananları kastediyorum), onlara faydacı bir davranış ve hatta Dünya düşüncesi bırakıp (ilişkilerin nasıl olacağı), inananlara, günlük hayatta kolaylık sağlayan, zihinleri muğlaklıktan kurtaran faydacı bir inanç sunmuştur? Tabii ki bu düşünceler, hangi inanç biçiminin içinde bulunup ona göre baktığınıza göre değişir. Ancak, objektif bir gözle bakarsak, sosyoloji kitaplarında da din olgusunun kendisi şu veya bu şekilde (inananlar için) düzenleyici, kolaylaştırıcı, faydacı bir inancı ortaya koyduğunu söylerler. Yazarımızın, bilimsel temelli fayda unsuru için yazdığı yukarıdaki cümle, aynısıyla din olgusu için de geçerlidir.
    Bir başka deyişle, Tanrı inancı olan bir kişi de, yazarımızın bahsettiği bu cümledeki düşüncelerini aynısıyla tekrarlayacaktır Yani, Tanrıya inanan bir kişi şunu diyecektir. “Evrime inanan saygıdeğer kişi, ben Tanrıya inanan bir kişi olarak aynı senin gibi düşünüyorum. Çünkü, benim kitabımdaki şu surelerdeki şu ayetler ve peygamberin şu hadisleri, bizim günlük hayatımız için kolaylık sağlamış, zihinlerimizi muğlaklıktan kurtarmıştır” diyecek ve isterseniz size bolca örnek gösterecektir. (Zaten öyle olmuyor mu? Şu suredeki şu ayet şunu söylüyor diyerek, Evrim inancı olan kişilere karşı sav üretmiyorlar mı? Çünkü, Tanrı inancı olan kişiler, inançlarını, evrime inanan kişiler kadar, mantıkla bağdaştırmışlardır. Başka ne denebilir ki? Tanrı, inancı olan (gerçekten inancı olan kişileri kastediyorum) kaç kişi size dönüp de, “Tanrı inancıma dair, kitabımdaki şu kısımlar muğlaktır veya şu kısımlar benim için günlük fayda sağlamıyor” diye bir ifade kullanırlar? Bu mümkün olur mu hiç? Tanrıya inanan bir kişi de, yazarımızın dediği bu cümle kalıbı için, “evet, aynı düşünceye ben de sahibim, ben de böyle düşünüyorum, ne farkımız var ki?” diyecektir.

    YanıtlaSil
  29. Sayfa 28

    Mesele şu ki, eğer bir karşı sav üreteceksek, karşımızdakinin savından farklı bir kriter ortaya koymamız gerekir. Ancak buradaki farklılık sadece evrime ait delilleri göstermek şeklinde yeterli olmadığı zaten biliniyor. Çünkü, evrime inanan bir kişi, kendi delillerini gösterdiğini düşündüğü bir anda, Tanrı inancı olan bir kişi de, “aaa evet ne kadar haklısın, bundan sonra ben Tanrıya değil, evrime inanıyorum” deseydi, bir düşünceyi değiştirmek bu kadar kolay olurdu? Ancak bunun böyle olmadığı yıllardır süren, iki taraf arasındaki çatışmadan belli oluyor.
    Şu halde, yazarımızın yukarıda alıntısını yaptığım cümlesindeki “fayda” nedir? Din, gerçekten de “fayda” denen bir unsuru, inananlarına sağlamakta mıdır?
    TANRI İNANCI MASLOW ve FAYDA
    Eğer Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisini fayda için bir tanım olarak alırsak, Tanrıya inanmak da bir fayda sağlamaktadır. Bireyi, (Tanrıya inananlar için) evrenin ve kendi varlığının anlam arayışında, kendine göre cevaplar verip, bireyi rahatlatmaktadır. Fayda sadece, bir metaın (kelem, kağıt, ayakkabı, barınak vb) bireyin ihtiyacını somut olarak karşılaması olarak değil, davranış ve düşünce olarak da (cinsellik, sevgi, saygı, aidiyet duygusu) ihtiyaçların karşılaşması için faydadan bahsedebiliriz. Çünkü fayda, insanın varlığını sürdürmesinde ona yardımcı olan her şeydir. Eğer etik değerler çerçevesinde bakmazsak, bir kişinin başka kişinin malını çalması, çalan kişi için faydadır. Aynı dinin mensubu olsalar bile, enerji, toprak veya kendilerini haklı gösterebileceği bir nedenle başka ülkeler diğer ülkelerin topraklarını işgal edip, insanlarını öldürüp, sonra da kaynaklarını almaları da alan kişiler için bir faydadır.
    Şu halde, ister evrime inanan için olsun, ister Tanrıya inanan için olsun fayda, temel kavram olarak “zihinde” aynı metodu kullanır. Nedir bu metot veya yol yordam? Bir bireyi hayatta tutmaya, varlığını sürmeye yönelik (bir teoriyi anlayıp, bu teoriyi kolaylığımız adına hayata geçirmek, yeni ilaçlar bulup sağlığımızı korumak, yemek, içmek, cinsellik, toplumsal statüye sahip olmak, bir gruba ait olma ile kendini korumaya alma, ister meditasyon ister Tanrıya itaat vb) bunlar ve yüz binlercesi hepsi faydadır. Çünkü birey, bunların hepsinin veya bazılarının kendi ihtiyaçlarını karşılayacağına “inanmaktadır”. Zaten inanmasa, o şeye yaklaşır mıydı?
    Fayda denen şey, bireyin hayatta kalması ve yaşayabileceği hazları sağlayan her şeydir.
    Evrime inanan bir kişi, evrimin kendisini, türümüzün varlığını açıklamaya yönelik bir gerçeklik olduğu ve dolayısıyla genlerdeki hataları bulup, muhtemel hastalıkları yok etmeye yönelik çalışmaları fayda olarak görürken, Tanrıya inanan bir kişi ise, Tanrının dediklerini yaparak veya yaptığını sanarak (ve hatta yapmadığını kendi de bildiği halde, yapıyormuş gibi görünerek) cennete erişmeyi düşünerek, geleceğe yatırım yaparak fayda sağlamayı düşünmektedir.
    Aslında “faydayı”, beynimizin nihai olarak neresinin onu bir “fayda” algısı olarak değerlendirdiğini düşünmemiz gerekir. Fayda denen şey, İster somut, ister soyut ne olursa olsun, ya bir içgüdümüz veya bir duygumuz, fayda denen kavram ile doyurulmaktadır. Yani, fayda denen şey ile ya içgüdümüz ya da duygularımız tatmin olur. Başka neresi tatmin olur ki? Yani limbik sistemdir. Çok soyut olan ve mekanizmasını tam olarak anlayamadığımız bir olgu olan plasebo etkisi bile bir inancın eseridir ve bize yeri geldiğinde fayda sağlar. Diğer bir deyişle zihinde bir şeyler olmaktadır. Depresyondaki hastaların, hatta zaman zaman tedavisi şimdilik olmayan hastalıkların mucize eseri (!) iyileşebildikleri gerçektir. Tabii ki buradaki iyileşmenin bizatihi kendisi, vücudun ümmin sistemi veya başka koruyucu sistemleri ile olduğunu söylemeye gerek yok. Yani bir mucizeden bahsetmiyoruz.

    YanıtlaSil
  30. Sayfa 29

    Görüldüğü gibi, plasebo etkisinde, ister Tanrıya inananda olsun ister evrime inananda olsun bir sonuç alınmaktadır. Tanrıya inananlar için bu iyileşme Tanrının bir hikmeti iken, Tanrıya inanmayanlar için doğanın (vücudun varlığını sürdürebilmesi, tamir edebilmesi için evrimsel sürecin bir parçası olabilir) Her iki halde de, plasebo bir inanç etkisi ile kendisini gösterir ve fayda sağlar. Görüldüğü gibi, evrime inananlar için, ortada bir Tanrı yokken, plasebo etkisi denen bir mekanizma inanç sonucunda bireye fayda sağlamaktadır.
    Şimdi de bilimin olduğu gibi, bireyleri açısından da, takip ettikleri dinin onlara bir fayda sağlayıp sağlamadığını görmemiz açısında objektif olarak bakalım.
    PSİKOLOG MİCHAEL McCULLOUGH’IN ÇALIŞMALARI
    Hazır, fayda konusuna devam ederken, kendisi dindar olmayan psikolog Michael McCullough’un araştırmalarından burada bahsetmenin uygun olduğunu düşünüyorum. (Kaynakta, Michael McCullogh için “kendisi dindar olmayan psikolog” tabiri kullanıldığı için, ben de öyle yazdım. Eğer “ateist” yazsaydı, öyle yazardım.)
    Üç düzine insanın dindarlığı üzerine yaptığı uzun süreli araştırması sonucunda, dindar olanların, dindar olmayanlara göre % 25 kadar daha uzun bir hayat sürdüğünü ifade etmektedir. (Bundan daha güzel bir fayda olur mu?) 2000 yılındaki bu araştırmasını paylaştığı zaman, diğer araştırmacılar tarafından bu çalışmaların benzer çalışmalarla teyit edildiğini literatür, ilave bilgi olarak vermektedir.
    Bu çalışmada, dindar olmayanlara göre, dindar olanlarda, sarhoş olmak, korunmasız cinsel ilişkiye girmek, araba kullanırken emniyet kemeri takmak, dişlerini düzenli fırçalamak gibi alışkanlıkların daha fazla olduğunu görmüştür. Dindar olanların, daha etkin ve uyumlu çevreleri vardır. Başlarına gelen talihsiz olaylarla daha iyi başa çıkabilmektedirler.
    Psikolog Michael McCullough’un Miami Üniversitesinden meslektaşı Brian Willoughby’nin seksen yıllık dokümanlar üzerinde yaptığı uzun çalışmalara göre, Tanrıya inananların, otokontrollerinin daha fazla olduğu, aile yaşamlarının daha düzenli olduğunu ortaya koymuş. Bu çalışmanın makalesi de Psychological Bulletin’de 2009 yılında yayınlanmış. Tabii ki, bunlar batı anlamındaki çalışmalar olarak düşünülebilir. Ancak, beynin kimyasalları, ister batının (Hristiyan) ister doğunun (İslam) Tanrısı olsun, böyle bir ayrım yapmaz, elde ettiği bu bilgiyi, o bilgiye sahip vücut için nasıl kullanacağına bakar. Bir başka deyişle, böyle bir Tanrı inancı olan beyin, kendisine inandığı kitap veya kitap yoksa atalarından söylemlerle, deyiş veya özdeyişlerle gelen hazır kurallarla hayatını kolayca yönetebilecektir. Çünkü, beyin, hangi durum karşısında hangi davranışı uygulayacağına dair karar için yorulmadığı gibi, yaptığı bir davranış veya düşünce yanlış (günah) dahi olsa, en azından, hangi davranışın karşılığının ne olacağını bilerek, vicdanına ait belirsiz olabilecek bir yükü belirli hale gelip rahatlamış olacaktır. Zihin için “belirsizlik” hangi konuda olursa olsun insanı strese sokan bir olgudur. Zihin, belirsizlikten kurtulmadığı müddetçe, depresyona girme ihtimali daha büyüktür. Bunun anlamı, Tanrı kavramını dışarıda tutan yetersiz entelektüel bilgiye sahip bir kişi için yaptığı davranış, kişiyi rahatsız etmişse, (kişi, kötü bir davranışta bulunduğuna inandığı bir durumu yaşamışsa), bu olay kişinin vicdanını rahatsız edecektir. Ancak, belirli durum için nasıl davranılacağına dair önceden konmuş kurallar varsa, bunun karşılığının ne olacağı belirlenmişse, davranışımızın sonuçları, insan üzerindeki stres yükü daha az olacaktır. Daha açık söylemek gerekirse, kötü bir davranışta bulunduğunu düşünen Tanrı inancı olan bir kişi, en azından, bu davranışın falanca kurala karşı gelmekten dolayı bir “günah” olduğunu bilecek, olayın vicdani stresini, kendisini yönlendiren kurala yükleyerek erteleyecek, zihninden uzaklaştıracak, rahatlayacaktır. En azından, yine bu günahı affettirecek, diğer telafi edici kuralları uygulayarak rahatlama yoluna gidecektir. Görülüyor ki din, o kadar da fayda sağlamayan bir unsur değildir.

    YanıtlaSil
  31. Sayfa 30

    Aynı literatürden edindiğimiz bilgiye göre, Michael McCullough’un dindarlarla yaptığı deneylerde, bir perdeye hızlı bir şekilde yansıtılan herhangi kelimeler arasından, “uyuşturucu”, “evlilik öncesi seks” gibi kelimelerin, diğer kelimelere göre zor seçildiğini görmüştür. Michael McCullough’un kendi ifadesine göre “sanki insanlar, bu kelimelerle ilgili arzularını bastırmak için dine sarılıyorlardı” ifadesini kullanmıştır.
    Şu halde din, (ayrıntılarda değil ama genel olarak) nerede ne yapacağımız konusundaki kuralları hazır olarak önümüze getirerek, zihni, düşünerek harcayacağı enerjiden tasarruf ettirerek, stres yükünü azaltmaktadır. Ayrıca, yaptıklarımızı haklı çıkarmak adına, sorumlulukları da belli kurallara yüklediğimiz için, Tanrı inancı olan bir kişinin, zihni daha az meşgul olacağı için, strese girme şansını da azaltacak ve dolayısıyla, vücudun ümmin sistemini de olumlu şekilde harekete geçirecektir. Elbette ki, bu veya benzer mekanizmalar ile, Tanrı inancı olan bir kişinin, daha uzun ömürlü olmasına şaşmamak gerekir.
    Bununla ilgili kendime ait bir deneyimimi aktarmak isterim. Beş altı yıl evvel bir hastanede sıramı beklerken, yanımda oturan bayanın kucağındaki çocuğunun rahatsızlığını, diğer yanındaki başka bir hanıma anlatırken kulak misafiri olduğum konuşmada, bayanın, akraba evliliği sonucu, engelli bir çocuğu olduğunu anladım. Ancak bayan, yanındaki diğer bayana şunu söyledi. “Allah bize, bu çocuğu bu şekilde verdi. Çünkü beni ve eşimi, çocuğumun bu durumu ile sınava tabi tutuyor.” Şimdi duruma bu şekilde bakarak, kendisine ait bir sorumluluğu, bir başka kavrama yükleyen zihin mi daha az depresyona girer, yoksa bunu kendi kabahati olduğunu düşünen ve dolayısıyla bu yükün kendi vicdanına ait olan biri mi? Görülüyor ki, bu açıdan baktığımızda, Tanrı inancı ve bu inanca bağlı kurallar “fayda” sağlar, muğlaklıkları giderir, kolaylıklar sağlar. Ve kişilerin de uzun yaşaması, daha az depresyona giriyor olması da makuldür. (Tabii ki, böyle bir faydaya bakarak veya benzer söylemlerim ile, bu ve benzeri felsefenin savunuculuğunu yaptığım anlamı çıkıyorsa, kendimi yeterince anlatamadığım da ortaya çıkar. Benim ifade etmek istediğim, öncelikle, zihnin bu anlamdaki inanç mekanizmasını, akıl yürütmekten, bilince dayalı bir çıkarsama yapmaktan öte, beynin başka taraflarının bir faaliyetinin sonucu olduğuna odaklanmaktır. Ve dolayısıyla beynin farklı tarafının karar vererek yaptığı bu çıkarsamalara ait inanç sistemini, evrime inanan bir kişinin bilinç sistemime dayanarak yaptığı akıl yürütmelerle “evrime ait delil de gösterse” pek mümkün görülmemektedir. Bununla ne demek istediğimi ilerideki satırlarda ifade etmeye çalışacağım.)
    Şu halde, zihin yani birey, önceden konmuş Tanrısal kurallara uyarak otokontrolünü daha da yükseltmektedir. Çünkü, otokontrolünü sağlayan bu kurallar, Tanrıya inanan bir kişi için, hemen o gün önüne konmuş kurallar değildir. Bu kurallar, atalarından ve çok yıllar evvel denenerek gelmiş ve geçerli olduğuna inanılan kurallar olmalıdır. Aksi olsaydı, bunca zamanda nice akıllı insanlar tarafından (Tanrı inancı olan kişiye göre), bunlar elenir, ortadan kaldırılırdı. Şu halde inanan kişi, bu kuralların, genel geçer kurallar olmalıdır diye düşünür. Ve birçok sorumluluklarını bu kurallara yükleyerek, zihni daha rahat bırakır.
    Şu halde diyebiliriz ki, en az bilimsel temalar kadar, dine ait temalar da insana günlük hayatta kolaylık, zihinleri muğlaklıktan kurtaran faydacı bir inanç sağlar.

    BİLİMİN ÜRETTİĞİ BİLGİ
    Bilim henüz, Tanrı inancını, evrim teorisine olan inanmaya çevirecek kadar bilgi ve teknoloji üretmemiştir. Daha doğru anlaşılmak için aynı anlama gelecek başka bir söylem ile yazmak gerekirse, evrime inananlar için, evrimin kendisi gerçektir. Evrime inananlar için, evrimin varlığı veya buna ilişkin deliller yeterli ve hatta fazladır bile.

    YanıtlaSil
  32. Sayfa 31

    Benim demek istediğim, Tanrı inancı olan kişileri, evrimin varlığına inandıracak delillerin ve evrim ile ilgili anlatım yöntemlerine ait bilgilerin henüz üretilmemiş olmasıdır. Bu, ilk etapta, şaşırtıcı ve saçma gelebilir. Bu düşünce karşısında “daha ne üretsin, bu kadarı yetmez mi?” diye düşünen bir kişi için bilim ve teknoloji, kendi beyninin mekanizmasının (zihninin) çalışmasından haberdar olmayan, dış dünyayı, çevresini sadece gördükleri, ölçtükleri, yaptıkları deneyler ile, geliştirdikleri teknoloji ile, kurdukları modeller ile çevreyi, evreni açıklamaya çalışmakla anlamlandırmaya çalışan bir görüştür. Evreni anlamaya çalışan gerçek bir zihin, zihnimizin bizi bu yoldaki arayış maceramıza götürürken, düşürebileceği tuzakları da hesaba katması gerekir. Diğer bir ifade ile, zihnimizin nasıl çalıştığına bakmamız, ürettiğimiz her bilginin, aslında göründüğü gibi olmadığına dair bir esnekliğimizin olması gerekir. Böyle bir savı savunabilmemin en büyük göstergesi, yeryüzünde şu veya bu dine inanan neredeyse Dünya nüfusunun yarısından fazlası bir sayıyı göstermek mümkündür. Bu kadar kişiyi, evrimi bilmeyen, bilimle ilgilenmeyen ve hepsini topyekûn “cahil” olarak niteleyecek bir düşüncenin, aslında kendisinin çok önemli bir şeyleri kaçıyor olması çok daha ihtimal dâhilindedir. Çünkü, bunca inanan arasında, doktor, mühendis, hukukçu, gökbilimci, biyolog, bilim insanları, felsefeciler vardır. O halde bu olgu, yani Tanrı inancını veya benzeri inançların takipçileri olan bunca sayıdaki insanın varlığını açıklayabilmemiz için, bizim günlük yaşamımızdaki akıl yürütmeden, düşünme sistematiğimizden, başka bir şey olmalıdır ki, inançlarını kuvvetle devam ettiren bu büyük kitlenin bu kuvvetli takipçiliğinin nedenini anlayabilelim. Başka bir şey olmalı bu.
    “Bilim henüz, Tanrı inancını, evrim teorisine olan inanmaya çevirecek kadar bilgi ve teknoloji üretmemiştir.” Düşüncesinden hareket ederek, düşüncemi açıklamaya çalışayım.
    Öncelikle şunu söylemek isterim ki, bir evrimcinin, Tanrıya inanan bir kişiye evrimin varlığını kabul ettirememesinin sebebi, Tanrıya inanan kişiye, yeni bir şey öğretememesinden kaynaklanmıyor. Öğretmek istediği şeyi, karşı tarafın zihnine dahil edebilmesi için, eskisini (Tanrı inancını ve prensiplerini) yerinden çıkaramadığı içindir. Benim söylemek istediğim, yenisini zihne yerleştirebilmek için, eskisini yerinden çıkarabilecek bir öğreti gelişmemiş olmasıdır. Aşağıda da varsayımsal olarak ifade etmeye çalışacağım gibi, inanç bilgisi, beynin başka yerlerine kazınmış olmalı.
    Şimdi, evrime inananlar açısından düşünelim ve varsayalım ki, Tanrı olarak isimlendirilen üstün bir varlık “var” olsun. Evet, evet gerçekten de var olsun. Evrime inananlar, ölçsün biçsin ve bilimsel olarak Tanrının varlığına kanaat getirsinler ve kabul etsinler. Bu varlık, kendisini delilleri ile belli ediyor olsun. (Size göre bu deliller ne ise, öyle delillerden olsun.) Söz gelimi, Tanrının varlığını kabul etmek için Tanrının illaki görünmesi gerekmez. Nasıl ki manyetik bir alan kendisini etkileri ile belli ediyorsa, demir tozlarını yönlendirmesi, pusula ibresini saptırması gibi, Tanrıyı da gerçekliğini onaylayacak şekilde bilindiğinden emin olunsun. (Hatta burada, atomların kendisini bile doğrudan gözlemediğimizi, atomun çeşitli etkilerle varlığından haberdar olduğumuzu örnek olarak gösterebiliriz.)

    YanıtlaSil
  33. Sayfa 32

    Bu durumda, din olgusunun varlığını da kabul ederiz. (Buradaki kabul edişin anlamı, bu varlığın koyduğu kuralların (din kuralları) sizin hayat felsefenize uyup uymadığını değil, var olduğunu kabul etmek anlamındadır. Tanrı inancı olanlar için kızdırıcı bir benzetme olacak ama, para kazanmak için çalışmaya mecbur olduğunuz bir iş yerinde, iş ortamındaki adaletini onaylamadığınız ama patronun kendisinin var olması örneğini verebiliriz. Diğer bir ifade ile, patronun adaletini onaylasanız da, onaylamasanız da, kendinizi o şirketin kurallarının (dinin) bir bireyi olarak görmeseniz de patronun (Tanrı) varlığı bu anlamdaki varsayımımızdan dolayı bir gerçekliktir. Böyle bir durumda, Tanrının kuralları ve bu kuralların takipçilerinin olması son derece doğaldır. Burada, bir sebep sonuç ilişkisi kurmak mümkündür. Yani, delilleriyle kendisine Tanrı denen çok güçlü ve her şeye yetkin bir varlık vardır ve bundan dolayı da bir din olgusunun olduğunu söyleyebiliriz
    . Eğer, bugün için, Tanrının varlığı son derece açık bir durum olsaydı, bu durumda Tanrı var mı yok mu değil, olsa olsa adaleti, insanlık adına koyduğu kuralları, kader denen konuyu veya aklınıza ne geliyorsa, hoşlandığımız veya hoşlanmadığımız, uyduğumuz veya uymadığımız kurallarını tartışıyor olurduk. Tanrı da, bu düşüncelerden dolayı, kişileri cezalandırırdı, cezalandırmazdı o başka mesele. Özetle, bu varsayıma göre, Tanrının kendisinin var olup olmadığı değil, din olarak koyduğu kuralları tartışıyor olurduk. (Tabii ki, inancı tam olanlar böyle bir tartışmaya yine de girmezlerdi.) Buna göre, sebep sonuç ilişkileri kurduğumuzda, Tanrı var olduğu için, Tanrının kuralları yani din olgusu var ve bu dinin takipçileri olurdu. Tanrının kendisi “sebep”, bu sebepten dolayı oluşan Tanrı inancı da “sonuç” olurdu. Bu durumu da, günlük hayatımızdaki diğer sebep sonuç ilişkileri gibi algılar ve kabul ederdik. (Aksi, söylenebilir mi?)
    Şimdi de bir varsayımda bulunmadan günümüze gelelim. Evrime inanan bir kişi için, Tanrının mevcudiyeti söz konusu değildir. En azından varlığı veya yokluğunun ispatlanamayacağı düşüncesi veya birçok düşünceye bağlı olarak birçok isim altında felsefeler üretir.
    Bu durumda makul bir zihin şunu düşünmelidir: “Ben (evrime inanan kişi) Tanrıya inanmıyorum. Bana göre, Tanrı denen bir kavram söz konusu değil. Çünkü, çevremi incelediğimizde, bunca yıllık bilgi birikimi, deneyler, araştırmalar, ortaya konan deliller Tanrı diye bir varlığın gerçekliğini ortaya koymadığı gibi, Tanrının koyduğu düşünülen kurallar arasında da bir sürü tutarsızlıklar var. Şu halde bana (evrime inanan kişi) göre Tanrı diye bir varlık söz konusu değildir.”
    Bu durumda şu şekilde düşünmeye başlarım. “Her ne kadar, anlayış ve şekil değiştirerek gelse de insanlığın çıkışından itibaren Tanrı denen bir kavrama inanılmış. Geçmişte taşa, toprağa, Güneş’e, Ay’a; heykellere, hayvanlara; daha sonra erişemeyeceği daha göksel bir varlığa Tanrı olarak inanılmaya başlanmış. Buna bağlı olarak da Tanrı, değişik zamanlarda değişik kitaplar göndermiş. Zaman içinde de takipçileri oluşmuş.”
    İlk varsayımımda, sebep sonuç ilişkisine dayanarak şöyle demiştik. Ortada bir din olgusu ve takipçileri var, çünkü Tanrının varlığı bir gerçek olduğu için, Tanrı da, takipçilerinin olmasını istediği için din denen olgu da bu “sebebe” bağlı olarak bir “sonuç” olarak çıktı diye düşünmüştük. Ancak, evrime inanan bir kişi, şunu düşünmeye başlamalıdır. “Eğer ortada, Tanrı diye güçlü varlık yoksa, bunun sebebi olan din denen olgu ve dolayısıyla dinin mensupları da olmamalıydı. Ancak, Dünya’daki nüfusun büyük bir çoğunluğunda Tanrı inancı olduğuna göre, sebebi olmayan (Tanrının olmadığını düşünüyoruz) bir şey nasıl böyle bir sonuç doğuruyor diye düşünmelidir. O halde bu başka bir şey olmalıdır.

    YanıtlaSil
  34. Sayfa 33

    Çünkü, bunca Tanrı inancı olan kişiler arasında, ortalama bilgiye sahip sokaktaki insanı bir kenara bırakacak olursak, bu yazıyı yazan kişi olan bizzat benden (kendimden) daha uzman olan, mühendisler, doktorlar, akademisyenler, bilim insanları vardır. (Tanrı inancı olmayan doktor, mühendis, akademisyen, vb. veya sokaktaki insanı kastetmiyorum) bunca kişi kendi alanında uzman iken, bu kadar kişiye Tanrı inancı olduğu için “cahil” olduğunu söyleyebilir miyiz? (Tanrıya inanmadığı için, dini, çıkarı için kullananları da bir kenara bırakıyoruz). Bu kişiler hiç mi akıl yürütemiyorlar? (Bu soruya, “elbette ki yürütemiyorlar ki Tanrı diye bir şeye inanıyorlar” şeklinde cevap verecek bir kişi, konuyu, olabildiğince sığ bir düzeyde ele aldığını düşünerek, böyle düşünen kişileri, konunun dışında bırakıyorum.) Bu inançlı, kendi dallarında uzman kişilerin bu “inancı” bir nedene dayanıyor olmalı. Bu kişilerin şu veya bu şekilde, az veya çok Tanrıyı sorguluyor olması da, bu kişileri, inancı olmayan kişiler grubundan çıkartmamıza neden olmaz. Şu halde Tanrı inancını yaratan şeyin sebebi, Tanrı olmadığına göre, başka bir şey olmalıdır diye düşünmeliyiz.
    EVRİME AİT DELİLLER GÖSTERİLDİĞİ HALDE, BİR KİŞİ TANRI İNANCINI DEVAM ETTİRİYORSA, BU İNANÇ, DELİL GÖSTERMEK VEYA BİLİMİN SON VARDIĞI NOKTADAKİ YÖNTEME BAĞLI SÖYLEMLERLE DEĞİŞTİRİLEMEYECEK, ÖZELLEŞMİŞ BİR ALANDA BEYNİMİZDE YERLEŞMİŞ OLABİLİR Mİ?
    Bu uzun başlık ilk etapta saçma gelebilir. Ancak bir evrimcinin kabul edebileceği ve yine evrim süreci içinde düşünüldüğünde, takip eden cümleler bu konuda biraz daha açıklayıcı olabilir.
    Elimizdeki bin adet zarı aynı anda yere atsak hepsinin altı gelme ihtimali nasıl ki çok düşük ise, yeryüzünde yedi milyar insan olduğunu düşünerek, yarısından fazlasının (hatta daha bile fazla) az veya çok Tanrı inancı olması veya bir dine mensup olması (Nepal’deki ineğe inananlar da dahil) bir tesadüfün eseri olamaz. Burada, bu inancın kuşaktan kuşağa kültürel olarak aktarılması ile günümüze kadar geldiği söylenebilir. Yani, ebeveynler, çocuklarına kendi inanç kültürlerini aktardıkları söylenebilir. Acaba, sadece kuşaktan kuşağa olan bu aktarmanın mı etkisi var? O zaman, daha evvelki bir yazımızda da hayali örneğimizi tekrarlamakta yarar var. Eğer, bir çocuk grubunu, bir yere izole edip bıraksak, onları, modern çağ ile ilgili tüm bilgilerden izole etsek, kendi başlarına çoğalsalar ve modern dünya ile bağlantılardan habersiz olarak bir zümre oluştursalar, kendi bilgilerini (kültürlerini) üretseler, kendileri bir şekilde Tanrı kavramına varırlar mıydı? Muhtemelen varırlardı. Şu halde, birisinin çıkıp da “Tanrı diye bir büyük güç var” demesinden çok daha önce, beynimizde bu inanca uygun ve her an harekete geçmeye hazır özelleşmiş bir alan olabilir mi? Buna daha bilinen bir örneği (gerçek örneği) burada tekrar edecek olursak şunu söyleyebiliriz. Gerek çevreden bize gelen kaygı veya korku yaratıcı bir tehdit (birinin bizi dövmek için sopayla kovalaması) ve içsel olabilecek tehditlerin (rüyalarımız, kâbuslarımız) beynimizdeki iki ayrı küçük bölge olan “amigdala” tarafından algılandığı bilinmektedir. Bu amigdala denen bölgelerin, insanların avcı toplayıcı zamanda ve daha eski zamanda, bir tehdit olduğunda, bu tehditten, beynin düşünen bölgesinin düşünmesine fırsat bırakmadan çok önce, bireyin o tehlikeden kaçmasına yardımcı olduğu biliniyor. Yine başka bir örnek olarak, bir yılan gördüğümüzde, yılandan kaçma (uzaklaşma) kararının, düşünen beyinden çok daha önce limbik sistemdeki amigdala denen ilkel kısmın karar verdiği biliniyor. (Bu konuda, Duygusal Beyin, Joseph Ledoux’un kitabı önerilir.) Şu halde bu türlü bir inanç (Tanrı veya benzeri inançlar) kültürel olarak aktarımdan önce bir yerlere bağlanıyor olmalı. Bu veya benzeri kültürel aktarımlar, sonradan kuvvetli bir öğreti haline gelmekte ve dogmaları oluşturuyor olabilir.

    YanıtlaSil
  35. Sayfa 34

    Bir öğretinin kuvvetli olması ne demektir? Bir öğretinin kuvvetli olması demek, öğretinin sadece kendi içeriği ile belirlenmez, önemli olan bu öğretinin, beynin düşünen (korteks) düzeyinden daha öte, beynin duygularımızın oluştuğu limbik sistem denen kısmına işlenmesidir. Örnek verelim. “Karşıda kırmızı bir ev var” dediğimizde bu düşünce, beynimizin korteks denen düşünen kısmında işlem görür. Ancak, “karşıdaki kırmızı ev benim” dediği zaman, sahiplenme duygusu olan “benim” kelimesi, sadece düşünen beyin olan kortekste değil, beynin, duygularımızın oluştuğu kısım olan limbik sistemde işlenir. Artık, örnekteki eve bir duygu, bir değer atfedilmiştir. Ev kişiselleşmiştir. O ev, sahibi tarafından korumaya alınmıştır. O eve, sahibi tarafından özen gösterilir. O ev ile ilgili güzel düşünceler, sahibini mutlu ederken, ev ile ilgili hasmane düşünceler, sahibini tedirgin eder, gerekirse karşı saldırıya geçer. Nitekim, insanı insan yapan, saygı, sevgi, korku, kaygı, vicdan gibi duyguların merkezinin limbik sistemde olduğunu biliyoruz. Bu kısma çok fazla hükmedemiyoruz. Bize, beynimizin bu kısmı daha fazla hükmediyor. İşte, kuşaktan kuşağa aktarılan “inanç” denen kavramın beyindeki yeri bundan da öte bir şey olmalı. Yukarıda da bahsedildiği gibi, hiç bir Tanrı kavramı gündemde olmadığı halde, aynı düşünce ve eylem etrafında toplanmış ve adına “siyasi” dediğimiz düşünceye sahip kişiler de yeri geldiği zaman kendi grubu için kendilerini feda etmektedirler (özgecilik, diğergam, Altruizm). Yani, siyasi düşünceye sahip bu kişiler Tanrı olmasa da bir “inanca” sahiptirler ve yeri geldiğinde ülkeleri, dâhil oldukları grup için ölebilmektedirler. Yani inanç denen şeyin illaki Tanrı kökenli olması şart değildir. Ancak burada şunu söylemek gerekir. Yeryüzünde birçok siyasi görüş, ülke vb. gibi konularda oluşturulan inançlar varken, günümüzde, Tanrı inancı (farklı versiyonları olsa da) tek bir kuvvete, büyük bir güce yönelmiştir. Farklı dinlerdeki kişiler, farklılıkları bir kenara bırakırsak, hatta bir birlerinin dinlerini tam olarak bilmiyor olsalar dahi, bu büyük güç için bir niteleme yapmaları istense, büyük bir ihtimalle benzer özellikler sayacaklardır (Yaratıcı olduğu, her şeye gücünün yettiği vb.). O halde, böyle bir güç, (Tanrı inancı) kuşaktan kuşağa aktarılsa dahi, Dünya’nın Güneş etrafında döndüğü bilgisinde olduğu gibi, düşünen beynimize (neokortekse) değil, siyasi bir inanç gibi hem düşünen beynimize hem de duygusal beynimize (limbik sistem) değil, beynimizin hem düşünen, hem duygusal hem de daha öte bir yerlere aktarılıyor olması gerekir (temporal loplar). İşte, aktarılan bu yere bağlı olarak bizler, Tanrı inancını bir kere aldıktan sonra bir daha bu düşünceden vazgeçemiyoruz. Çünkü, bu inanç bilgisi, kendimizi adadığımız bir bilgi oluyor. Buraya aktarılan bilgi, bilgisayardaki bellek kısımlarından REM gibi değil, ROM gibi olmuştur artık. Bunun anlamı, beynimizin bu bölgesine aktarılan Tanrı inancı, sözel veya delil gösterilerek değiştirilmesi zor bir olgu olarak görünmektedir. Olsa, olsa oradan kazımak gerekir. Şu halde, bunca açıklamadan sonra bu başlık ile ilgili temel kısma dönecek olursak, evrime inanan bir kişi, ne delil gösterirse göstersin, hangi ileri teknolojik bilgiyi kullanırsa kullansın, bu kişinin Tanrı inancı bilgisini değiştiremeyecektir veya en azından değiştirme konusunda zorlanacaktır. (Tabii ki, teknoloji ve bilginin benim bildiğim sınırları çerçevesinde bunu söyleyebiliyorum. Belki bir yerlerde, inancı kolayca değiştirebilen yöntemler bulunmuş olabilir.) Bu düşünceleri ifade ederken, bilimkurgu değil, yukarılarda ifade edilen çalışmalarda, beynin ilgili bölgelerinin uyarılması (temporal loplar) ile kişinin Tanrı inancı boyutundaki hislerindeki veya meditasyon anlamındaki duygusal tepkilerinden, hatta epilepsi sonrası kişilerin Tanrı ile olan hissiyatlarını daha yoğun yaşamalarını dikkate alıyoruz.

    YanıtlaSil
  36. Sayfa 35
    Görülüyor ki, Tanrı inancı bir adanmışlık bilgisi (daha doğru bir deyiş ile adanmışlık duygusu) olarak, beynin ikna edilmekten uzak başka alanına değişmez bir duygu bilgisi olarak işlenmesi ihtimali yüksektir.
    Adanmışlık duygusu ile işlenen beyinin bu özelleşmiş kısmı kişiselleşen, Tanrı inancına yapılan her hasmane saldırı, karşı saldırı olarak dönecektir. Çünkü, muhtemel ki, beynin bu kısmı, hiç sorgusuz bu bilgiyi muhafaza etmek üzere konumlandırılmış olabilir.
    Burada anlatılmaya çalışılan şey, yukarıda da bahsedildiği gibi, Tanrı inancına ait zihnin evrimsel sürecin parçası olabileceği ihtimalidir. Eğer beynin, zihinsel süreçte, Tanrı inancına bu anlamda değişmesi zor bir bilgiyi alacak bir yapısı oluşmuşsa, özel olan bu yer, bir kere dolduktan sonra, geri dönüşü zor görülmektedir. (Tekrar etmekte yarar var. Tanrı inancı kuvvetli aileler yanında yetişen kişilerin zaman zaman bu inançlarını sorgulayarak, bu inançlarından vazgeçen kişileri istisna olarak görüyoruz. Bu düşünceye karşı şöyle bir karşı düşünce üretilebilir. Eğer, bir kişi, inancı kuvvetli bir aile yanında yetişip de, inancını sorguluyor ve inancını bırakabiliyorsa bu durumda diğerleri de bunu yapabilir, dolayısıyla, beynin bu evrimsel sürece ilişkin sav da geçersiz şeklinde söylenebilir. Buna verilebilecek cevap şu olabilir. Eğer, herkes, kuvvetli iradesi ile, Tanrı inancını bırakabiliyorsa, yine kendi kuvvetli iradesi çerçevesinde herkes bir Mozart, herkes bir Leonardo Vinci olabilirdi. Hatta daha basitinden sigarayı hemen bırakabilirdi. Ancak bu elimizde olan bir süreç değildir. Düşünsel yeteneklerimiz ve mantığımız bile ebeveynlerimizden aldığımız genetik kodlarımızın, beynimizdeki nöronal bağlantıların kapasitesi ve çevrenin bu nöronları işleme becerisi kadardır. Nöronal ağ ve beynimizin kimyası izin verdiği ölçüde, bir şeyi düşünebilir hatta düşünmekten vazgeçebiliriz (Tanrı inancından vazgeçmek). Bu vazgeçemediklerimiz içine, içgüdülerimizi de dâhil edebiliriz. Şu halde, istisnaları dışarıda bırakacak olursak, bir evrimci için bile, Tanrı inancı olan bir kişiyi, deliller göstererek, bu inancından ikna ederek vazgeçirmeye çalışması, genetik özelliklerinden dolayı gözü mavi olan bir kişiye, senin gözün mavi, ancak ben sana göstereceğim delillerle senin gözün kahverengi olacak demeye benzer. (Burada söylenen şey, senin gözün kahverengi, ama sen aslında mavi olduğuna inanıyorsun, şimdi ben, sana deliller göstererek, mavi değil kahverengi olduğunu göstereceğim demek değildir.)
    Evrime inanan bir kişinin, Tanrıya inanan bir kişinin düşüncesini evrime ait delilleri gösterdiği halde neden değiştiremediği veya değiştirmekte zorlandığını, daha evvel verdiğim bir örnekler benzetme yaparak tekrarlayayım.
    1908 yılında klinik olarak gözlenen ve adına anazognozi (kendi hastalığın farkında olmama) hastalığına bir bakalım. Burada hasta zihnen sağlıklıdır. Hastanın sağ beyin yarı küresi hasarlanmıştır. Bu nedenle vücutlarının sol tarafının tamamen felçli olduklarının farkında değillerdir. Bu kişiler, felçli olan sol kolunu veya sol bacağını görmezden gelirler ya da hasta olduklarını inkâr ederler. Doktor hastaya felçli kolunu göstererek ”parmağınızla burnunuza dokunur musunuz?” diye sorar, hasta da “tabii ki dokunurum, işte dokundum” der. Ancak, konsültasyona gelen diğer doktorlar da görmektedir ki, hasta kolunu hiç oynatmamıştır. Buna mukabil hasta, parmağıyla, burnuna dokunduğuna dair son derece emindir, inanmıştır.
    Başka bir örnekte ise, hastalar, kolunun veya bacağının felçli olduğunu kabul etmek bir yana, o felçli kolun kendisine ait olmadığını iddia eder.
    Doktor, bu durumdaki hastaya, yanındaki kolun kime ait olduğunu sorduğunda, hasta uflaya puflaya “bu kolun benim yatağımda ne işi var?” der. Doktor, konuşmasına devam ederek hastaya, o kolun kimin kolu olduğunu sorduğunda hasta, “o kol, erkek kardeşimin koludur” diye cevap verir

    YanıtlaSil
  37. Sayfa 36
    Görülüyor ki, hasta, “hastalığını kabul etmeme” durumu dışında, her türlü bilgi için sağlıklı iletişim kurmaktadır. Şimdi şöyle bir benzetme yapalım. Tanrıya inanan ve dolayısıyla evrime inanmayan bir kişiye, “sana evrimin tüm delillerini gösterdiğimiz ve her türlü teknolojik imkanlarla evrimin gerçekliğini anlattığımız halde, sen, neden evrime inanmıyorsun?” diye sormak ile, anazognozi hastasına, “yahu, kolun yanında olduğu halde, neden kolunun sana ait olduğunu görmezlikten geliyorsun” demek ile aynı anlama gelmektedir. Tekrar edelim, anazognozi hastası, kendi hastalığını kabul etmeme dışında, zihinsel olarak diğer her konudaki iletişimi son derece sağlıklıdır. O halde, Tanrı inancını, evrime ait deliller göstererek değiştirmeye çalışmak konusundaki düşüncemizde bir değişiklik olabilir mi? Anazognozi hastasında olduğu gibi, aslında hastayı, felçli kolunun olmadığını reddederek beynin, kolunun hala vücudunun “sağlam” bir parçası olduğunu “düşündürerek” (beyin bizi böyle düşündürmeye zorladığı için, biz düşündüğümüz için değil), beynin, evrimsel bir süreci olarak, bireyin vücut bütünlüğünün devam ettiğine dair inancını korumasını sağlayarak, belki de hayatta kalmasını sağlamaya yönelik bir mekanizması olabilir mi? Şu halde, Tanrı inancı, evrimsel bir sürecin bir parçası olarak, beynin özelleşmiş bir parçasına sıkı sıkı bağlanmış bir bilgi sistemi olabilir mi? Eğer, öyle ise, bizim günlük dildeki algıladığımız anlamdaki ispat veya delillerle bu inancın çok zor değiştiği veya değişmez olabileceği makul görülebilir mi? Ve bundan dolayı, Tanrı inancını değiştirmeye dair yapılan bunca çabanın neden sonuç vermediği düşüncesi, makul görülebilir mi?
    Burada, tekrarlanan bilgi, Tanrı inancının, zihinsel formatının bir şekilde, kuşaktan kuşağa genetik olarak taşınıyor olabileceğinin göz ardı edilmemesi gerektiğidir. (Kastedilen, bu inancın formatı yani nöronal ağıdır, Tanrı bilgisinin kendisi değil).
    Şu halde, başlıkta dediğimiz gibi şimdilik, zihnin bu inanç formatına yerleşen bilgiyi, sadece söylemle, belgeler göstererek, değiştirmek mümkün görülmemektedir.
    BEYİNDE NELER OLUYOR?

    Söz gelimi, çiçekten gözümüze ışık parçacıkları (fotonlar) vasıtasıyla gelen görüntünün, göz merceğimizden geçtikten sonra retinada (görüntünün optik olarak düştüğü yer) oluştuğunu biliyoruz. Şimdi de şunu soralım, retinada, ışık parçacıkları ile oluşan bu görüntü, göz sinirleri vasıtasıyla beynimizin arka tarafına, görüntünün değerlendirileceği ve esas görme işleminin yapılacağı oksipital loba giderken, yine ışık parçacıkları olarak mı gideceklerdir? Tabii ki hayır. Çiçeğin görüntüsünü taşıyan ışık parçacıkları, gözde, retina denen yere çarptıkları anda orada elektrik atınımlarına-sinyallerine (impuls) dönüşecek, beynimizin arka kısmına nöronlar vasıtasıyla taşınacaklardır. Çiçeğe ait bu bilgi, beyinde çeşitli mekanizmalar vasıtasıyla değerlendirildikten sonra, kendisiyle ilişkili ne kadar başka bilgi varsa (rengi, yaprağının şekli, dikeni, sapının uzun veya kısa oluşu, hangi mevsimde yetiştiği, zehirli mi değil mi, başka çiçeklerden daha mı kısa, başka çiçeğe göre rengi daha mı koyu vb.) bu bilgilerle bağ kuracak şekilde beynimizde yer edecektir. Başka bir yazıda tartışılmak üzere hemen söylemek isteriz ki, beynimize giren ve bilgi dediğimiz şey, beynimizdeki atom veya atom altı ve bileşikler vasıtasıyla belirlenmektedir. Bir başka deyişle, bilgi dediğimiz şey, beynimizde bu bilgiyi taşıyacak şekilde konfigüre olmuş (düzenlenmiş) kodlanmış, ilişkilendirilmiş maddelerdir. Hatta hemen söyleyelim ki, bilgiler, nöronlar arasında taşınırken, bildiğimiz yemek tuzundaki sodyum (Na) iyonlarını, mermeri oluşturan kalsiyum (Ca) iyonlarını keza muzdaki potasyum (K) iyonlarını kullanmaktadır. Bu iyonlar, nöronların zarlarında voltaj farklılıkları yaratacak şekilde bu zarların içlerine girecek veya çıkacaklardır.(iyon kanalları)

    YanıtlaSil
  38. Sayfa 37

    Keza, nöronlar arasındaki bağlantı noktalarında adına nörotransmitter denen kimyasallar tarafından bilgiler bir nörondan diğerine elektrik sinyallerini kimyasal yapılara dönüştürerek, diğer nörona aktaracaktır. Öyle ya, nöronların kendisi bilgiyi taşıyan değil; düzenleyen, bilgi taşıyıcıları yönlendiren ilişkilendiren mekanizmalardır. Bir başka deyişle, nöronun kendisi, bilgiyi taşımak için beynimizin bir tarafından diğer tarafına gitmez. (Beynin oluşumu esnasındaki nöron hareketlerini kastetmiyoruz.)

    Görüldüğü gibi, şu anda beynin bilgiyi nasıl işlediğini bilmiyoruz ama bildiğimiz şey bilindik kimyasal maddenin yapı taşlarını kullandığıdır. Yani, beynimizdeki bilgiler, bu yapı taşlarının, yine beynin bize izin verdiği, zaman zaman da, bizim doğru yaptığımıza inandırdığı, bizi kandırdığı bir düzenekle iletişim kuruyoruz. Zihnin mekanizması olan bu yapı taşlarından, yani sodyum iyonu, potasyum iyonu veya kalsiyum iyonu gibi maddelerden bir tanesini tümüyle beynin içinden bir anlık için çıkarttığımızı varsaydığımızda, beyin için (insan için) ne evrim teorisi, ne kuantum teorisi ne de Tanrı inancı diye bir şey kalır. Öylesine bir madde yığını olur beyin. Sanki bir anlığına, insan vücudundan iskelet sistemini çıkarmışçasına kalan bir et yığını gibi. Peki buraya kadar bunları neden anlatma ihtiyacı duyduk? Çünkü, bir bireyin sahip olduğu Tanrı inancının, ona öğretilmeye çalışıldığı evrim inancına karşı çıkışı artık, söylem veya felsefi düzeyde değil, beynimizde birbirleriyle uyum sağlamaya çalışan veya birinin diğerini uygun voltaj sağlanamadığı için reddettiği veya gerekli voltaj sağlanamadığı için, ilgili nöronlar gerekli bilgi kodlarını taşıyamıyor, iletemiyor olabilirler. Keza, nöronların (sinir hücrelerinin) birbirleri ile bağlantılarının olduğu yerde (sinapslarda) belki de nörotransmitterler tarafından bir evrimcinin aktardığı bilgileri, Tanrıya inanan birinin nörotransmitterlerine aktarmayı, uygun olmayan kodlamalar nedeni ile reddetmektedir. Söz gelimi, bu nörotransmitterlerden biri olan GABA (gamma amino bütirik asit) beynin elektrik aktivitesini yavaşlattığı bilinmektedir. Belki de meditasyon esnasında, beyin elektriğindeki bu yavaşlama bir meditasyona veya Tanrıya dua esnasında bireyin kendi iç dünyasına dönmek olarak adlandırabileceğimiz ve inancının doruk noktasına ulaşmayı GABA sağlıyor olabilir.

    Tanrı inancına dair bir bilginin, evrime ait bir bilgiyi reddediyor şeklindeki bir düşünce ilk etapta saçma gelebilir. Ancak, istemediğimiz ve düşündüğümüz zaman rahatsız olduğumuz bazı bilgileri zihnimizden atmak, bastırmak (repressyon) için çaba harcadığımızı hatırlarsak, zihnimizde evvel ezelden beri yerleşmiş bir Tanrı inancını, evrim inancı ile değiştirme esnasında, birbirlerini ret etmesi de son derece doğaldır. Çünkü, neye ait olursa olsun, bir bilgi beynimize girdikten sonra, artık ne Tanrı inancı ne de Evrim Teorisi artık bildiğimiz bilgilerden değildir. Onlar, Kalsiyum, Sodyum, Potasyum gibi iyonların yarattığı voltaj farklılıkları olmuşlardır. Artık bu bilgiler, kimyasal maddelere dönüşmüş, sinir hücreleri arasında Tanrı inancı ve Evrim Teorisini taşıyan transmitterler olmuşlardır.

    Bilgi kodlamaları bu parçacıklar düzeyinde yapılıyorsa, bu bilgi taşıyıcılar için, Tanrı inancı ne kadar soyutsa, yine bu bilgi taşıyıcılar için Evrim o kadar somuttur. Diğer bir ifade ile bu partiküller için artık, soyut veya somut diye bir şey kalmamıştır. Herhangi bir Sodyum iyonu, ben görelilik teorisine ait bilgi taşıyorum, dolayısıyla gidip yüksek matematik öğreneyim demez. Keza, bir potasyum iyonu, ben evrime ait bilgi taşıyorum dolayısıyla Richard Dawkins’e ait bir iki kitap okuyayım demediği gibi, kutsal kitaplardan birine ait bir bilgi taşıyan bir nörotransmitter de kendini daha fazla kutsanmış hissetmez. Dolayısıyla artık, beyin için bilgilerin hepsi “AYNI BİRİM” ile ifade edilebilir hale gelmiştir.

    YanıtlaSil
  39. Sayfa 38
    Aksi halde, zihin, bilgi denen şeyi, aynı birime getirmese, bilgi karşılaştırmasını nasıl yapacaktır ki? “Sana saygı duyuyorum” şeklindeki soyut olarak isimlendirdiğimiz bir kavram ile “elimde bir kalem var” şeklindeki somut olarak adlandırdığımız bir kavram, beyin için, aynı birime indirgenmiştir. İşte bu aşamada, yukarıda da dediğimiz gibi, inanan bir kişi için Tanrı inancı gibi soyut bir kavram, evrime inanan ve somut olduğunu düşündüğü “bilgi” artık karşılaştırılabilir hale gelmiştir. Artık hangi kategoride olursa olsun tüm bilgiler ortak bir dile çevrilmiş ve bu ortak dilde birbirleriyle uyumu sağlayacak (veya sağlamayacak) ve dolayısıyla yeni bilgiler var olan bilgilere ilave olacak veya diğer eski bilgilerle uygun olmadığı için yeni bilgi (kanıtlar eşliğinde de gelse) kabul edilmeyecektir.

    İşte tam da bu esnada, yazının en başındaki J.B.S Haldane’nin sözünü hatırlamakta yarar var. Tanrı inancı olan bir kişinin zihnindeki bilgilerin yukarıdaki bahsi geçen, atomik iyonların ve transmitterlerin oluşturduğu kimyasal yapılar (yerleşik bilgi) ne kadar kuvvetli ise, siz, evrim teorisini hangi kanıtlarla getirirseniz getirin, bu kişinin Tanrı inancını (zihinsel kimyasını) değiştiremezsiniz. İşte, zihindeki dogmatik yapı dediğimiz bilgi sistemi böyle oluşur. Şimdiki teknoloji ile zihindeki bilgileri kolaylıkla değiştiremiyor olmamızın nedeni bu yapıdan dolayıdır.

    Zihnin bu yapısından tekrar evrimsel sürece dönersek, zihnin de evrimsel süreçteki bu tutuculuğu (Tanrı inancı), bireyi korumuş, bir topluluk olarak bir arada kalmasını sağlamış olabilir. Sırf bu nedenle, insanlık tarihi boyunca, Tanrı kavramının zihinde, yer ediyor olması (en azından bilginin değil de, Tanrı kavramının oluşabileceği bir zihin formatı) buna karşılık, birçok kişi için, daha yeni kavramlar olan evrim teorisinin kabul edilmiyor olmasını makul görmek gerekir sanırım. Tabii ki, makul görmek derken, ifade etmeye çalıştığım, evrim düşüncesine inanan bir kişiye, Tanrıya inanan bir kişi tarafından karşı çıkışını kastediyorum. Diğer bir ifade ile, Tanrı inancı için beyinde özel bir bölge, evrimsel sürecin bir parçası olarak gelişmiş olabilir. Buna karşılık, daha yeni bir bilgi, bir kavram olan evrim bilgisi için, beynin özelleşmiş bir yeri olmadığı için, evrim bilgisi, beyne giren diğer bilgilerden daha fazla farklı bir muamele görmeyecektir. Ve inanç bilgisi, özelleşmiş yeri nedeniyle beyin içindeki varlığını, diğer bilgilere göre sürdürme şansı daha fazla olabilir. Tabii ki, beyin için özelleşmiş böyle bir yerin varsayımını, sadece bir fantezi olsun diye buraya aktarmıyorum. Bu varsayımı, aşağıdaki deney ve bilgilere dayandırıyorum.

    İşte, bu anlatımlardan sonra, daha evvelce zihin sistematiğine bilgiler öyle bir konfigüre olmuş, öyle bir düzenlenmiş ve bir birleriyle “uyumlu” öyle bir yapı oluşturmuştur ki, artık bu yapıyı (bilgi bütünlüğünü) bozmak mümkün olmaz. (Tabii ki burada, genel kitlenin düşünsel davranışını kastettiğimizi özellikle belirtmek isteriz). İşte bu nedenle çok daha evvelki paragraflarda, bilginin birbiri ile “uyumu” nun ne kadar önemli olduğunu bahsetmiştik. Ve yine burada da tekrarlayalım ki, eğer zihnimiz, birbirine uyumlu iki bilgiden üçüncü bir bilgiyi sentezliyor, ortaya yeni bir bilgi çıkarıyorsa, bu yeni bilginin doğru olma şartı yoktur. (yap-boz, Ay, ağabey kardeş yarışlarında olduğu gibi). Bundan dolayı, zihnin mekanizmasını oluşturan yukarıda bahsedilen, iyonlar, nörotransmitterler, açılıp kapanan iyon kanalları, miyelin kılıfları, gliyal hücreler, beynimizle ilgili her türlü argümanlar, organizmanın fizyolojik varlığını sürdürmeye yönelik yerleşik bilgileri kullandığı gibi (yerleşik bilgi derken, kalbimizin atışı, nefes alışımızla ilgili, genetik olarak geçen bilgiler) zihnimizin çalışması için de bilgiler üretir. Ancak, burada da tekrarlayacağım gibi, beynin argümanları, bilgi üretirken, bu bilgilerin doğru mu olup olmadığını bilemez. Uyumlu olması onun öncül koşuludur.

    YanıtlaSil
  40. Sayfa 39
    BİRAZ BİLİM KURGU YAPALIM

    Elimizde transkranyal manyetik stimülatör denen bir cihaz olsun. Miğfere benzeyen bu cihaz başımıza geçirildiğinde dalgalı ve aşırı yüksek bir manyetik alan yayıyor olsun. Söz gelimi, bu cihaz ile, beynin tepesinde bulunan motor korteks uyarıldığında farklı kaslarımız kasılsın, parmaklarımız seyirsin veya omuzumuzda sanki arkadan biri dokunuyormuşçasına bir his veya bir silkinme davranışında bulunuyor olmamıza neden olsun. Yine beynin septum denen ve talamusun önündeki bir grup hücreyi bu cihazla uyardığınızda kişilerin yoğun bir haz yaşamalarına neden olsun. Aslında bu bir bilim kurgu değil. Kanadalı psikolog Dr. Machael Persinger’in yaptığı deneylerde yukarıdakine benzer bir cihazla temporal loblar (sağ ve sol şakak tarafındaki loblar) üzerine yaptığı deneylerde mistik duygular elde edildiğini makalesinde belirtmiş. Özellikle sol temporal lobun bu işe daha yatkın olduğunu, nörolog Ramachandran kendi kitabında bunu ifade etmektedir. Tabii ki, bu çalışma beyinde hemen bir Tanrı kavramına bir atıfta bulunmasa da, beynin bu ve ilişkili diğer yerlerinde mistik duygular için hazır bölge, hücre grubu veya sisteme de işaret ediyor olabilir (Zihnimizdeki evrimsel bir Tanrı inancı formatının olabilirliği). Ve yine, beynin duygu merkezi olan limbik sistemdeki epilepsi nöbetleri geçiren kişilerin nöbet sonrası Tanrıyla iletişime geçiliyormuş gibi duygular hissetmelerine dair raporlar da beynin itikat anlamında özelleşmiş yerleri olabileceğini işaret ediyor olabilir.

    Yine, Jefferson Üniversitesi Hastanesi’nde bir sinirbilimci (nörolog) olan Andrew Newberg, Tibetli rahiplerle yaptığı deneyden söz edebiliriz. Newberg, rahiplere radyoaktif boya şırınga ederek, derin trans esnasında boyanın, zihnin nerelerinde daha faal olduğunu görmeye yönelik çalışmalarını aktarmaktadır. Newberg, gözlemlerine dayanarak şunu demektedir. “Rahipler, ruhani deneyimler geçirirken, evrende bir olduğunu hissetmektedirler. Yani, kendileri olma duygusunu (birey olma duygusu) kaybetmektedirler. Şu halde, bu düşünceden hareketle, yazıda da bahsedildiği gibi, zihnin bu yapısı, türün devamı için (insan türü) insanları grup halinde tutmayı sağlayan, zihnin bir mekanizması olabilir.

    California ve San Dieogo’daki bazı nörologlar da, epilepsi nöbeti arkasından Tanrısal bir inancın geliyor olmasını (hastaların hissedişleri ve söylemleri) araştırmaktadırlar. Bu da gösteriyor olabilir ki (ihtimal) bizim, günlük düşünsel alanın başka bir tarafı ile aktive ediliyor olabilir.

    NEDEN BU KADAR İNANAN VAR?
    Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, yeryüzündeki nüfusun neredeyse yarısından daha fazlası bir şekilde Tanrı veya bir yüce güce inanmaktadır. Bu kadar insanın, bu üstün güce ait duyguya olan “inanç” boyutundaki davranışının geçerli bir nedeni olsa gerek. Kim bilir belki de böyle bir inanç, zihnin bilinçli boyutunun değil, onun yapısından kaynaklandığı için vazgeçemediğimiz bir davranışa doğru bizi zorluyor olabilir mi?
    Acaba, bu inanışın altında, evrimin bir parmağı olabilir mi?
    Daha evvel ifade ettiklerimizi, destekleyici bilgileri burada da sürdürmeye devam edelim.

    YanıtlaSil
  41. Sayfa 40
    Evrim denen şey, sadece etrafı daha iyi görelim diye gözlerimizin oluşması, daha iyi karar verebilelim diye prefrontal korteksin gelişmesi veya maymunlar gibi, daldan dala atlamadığımız için, artık ağaçlarda hoplayıp zıplamadığımız için, ayaklarımızdaki ele benzer kavrama yapısının güdükleşmesi şeklinde mi algılamak gerekir? (Evrim sadece, organizmanın doğaya uyumunu sağlamak için yeni bir şeyi geliştirmek olduğu gibi, kullanılmayanı da yok etmek üzere bir yönünün de olabileceğini unutmamak gerekir.) Acaba, evrime inanan bir kimse, Tanrıya inanan bir kimseye, evrimi anlatmak için gösterdiği onca çabaya rağmen, ancak karınca kadar bir adım atabiliyorsa (bazen hiç atamıyorsa) bunun nedeni, evrimcinin savunduğu düşüncenin bizzat kendisi olamaz mı? Diğer bir ifade ile, bir evrimci, kendi gerçeğini anlatmaya çalıştığı bir ortamda, düşünceleri ile Tanrıya inanan bir kişileri ikna edemiyorsa (istisna birkaç kişiyi kastetmiyorum) acaba bunun nedeni, yine evrimcinin kendisinin inandığı evrim olamaz mı? İkna edemiyor olmasının nedeni, kendi inandığı evrimin tuzağına düşüyor olması olabilir mi?
    Diyelim ki siz evrime dair tüm süreçlere sahipsiniz. Karşınızda da evrime inanmayan bir kişi var. Bu kişiye, tüm delilleri gösteriyorsunuz. Bırakın ara geçiş formlarını, bu formların arasının da arasında bulunan formları gösteriyorsunuz. Bilimin sunduğu tüm olanaklarla, evrimin delillerini, o kişileri laboratuvarlara götürerek, mikroskoplar altında evrimin tüm delillerini gösteriyorsunuz. Bilimsel olarak da ispatlıyorsunuz. (Tabii ki bir evrimcinin kendisinin inanacağı bir ispat olacaktır bu.) Fizikten coğrafyaya, epistomolojiden, pedagojiye kadar Dünya’daki tüm bilimsel malzeme ve yöntemleri kullandığınız halde, hatta ve hatta son derece iyi niyetle, içtenlikle anlattığınız halde, Tanrıya inanan kişinin, evrime inanmadığını görüyorsunuz. Bütün bunları gördükten sonra, bu işte bir gariplik olduğunu sezmez misiniz? Yoksa, “dur yahu, ben, bunca delil sunduğum halde, Dünya’nın neredeyse yarısından fazlası hala, din anlayışına inanıyor ama, benin anlattıklarıma inanmıyor, bunda bir iş olmalı, kendimi ve yöntemimi sorgulamalıyım diye mi düşünür müsünüz? Eğer bir kapıyı, defalarca ittirdiğiniz halde açılmıyorsa, aynı yöntemi mi denersiniz? Yoksa, iterek açılmıyorsa, çekerek açmayı mı denersiniz? Kim bilir, belki de sürgülü bir kapıdır ve ne iterek ne çekerek değil yana kaydırarak açılıyordur. Hatta belki de, yukarı ittirmek gerekir. Bilirsiniz ki, Einstein’ın aynı şeyi defalarca deneyip bir sonuç alamıyorsak, yöntemimizde bir yanlışlık vardır şeklinde bir özdeyişi vardır. Bu durumda bir kişi, Einstein’ın izafiyet teorisine inandığı halde, bu sözünü neden göz ardı eder acaba? Hatta belki biraz irite edebilir ama, Maslow’un “Elindeki tek malzemesi çekiç olan bir kişi, her şeyi çivi olarak görür” ifadesi de burası için uygundur sanırım. Peki ne yapmak gerekir? Öncelikle, heeeeyy, bunca çabama rağmen ben ancak karınca misali yol alıyorum, nasıl oluyor da bunca sayıdaki insan din, gibi göksel şeylere inanıyor da, gözünün hemen dibinde olan şeylere inanmıyor; acaba bir yerlerde bir yöntem hatası veya bilgi hatası yapıyorum diye kendime sormak sanırım daha uygun olabilir.
    Şimdi düşünelim, biz evrim veya benzeri süreci, daha çok anatomik benzerliklerde ararız. Genlerde ararız. Hatta insanla maymunun (ister bonobo, ister şempanze, ister goril) genlerimizin ne kadar yüksek oranda birbirine benzediğini yazar ve çizeriz. Hatta, insanlar üzerinde yapamadığımız deneyleri, laboratuvar fareleri üzerinde yaparız. Neden? Çünkü, öğrenmek istediğimiz bazı hücresel özellik bakımından, aynı genlere sahip olduğumuz için. İnsanların bozuk olan kalp kapakçıklarını değiştirmek istediğimizde, domuz veya sığırdan elde edilmiş malzeme ile kalp kapakçığı yapılır. Neden? Çünkü, benzer genleri taşıdığı için? Peki benzer gen taşırsa ne olur?

    YanıtlaSil
  42. Sayfa 41
    Bu durumda da, o parçanın, takılan insanın ümmin sistemi tarafından yabancı görülüp reddedilmemesi sağlanır. Bazen kendi ümmin sistemimiz öyle bir şaşırır ki, beta mikrobu (bakterisi) vücuda, girdiğinde, kalp kapakçığının bozulmasına neden olmaktadır.
    İşin ilginç tarafı, kalp kapakçığını bozan beta mikrobu değil, aksine bu mikrobu ortadan kaldırmaya çalışan kendi bağışıklık sisteminin gerekli şifreleri yanlış algılayarak kendi kalp kapakçığımıza yüklenmesi sonucu kapak mekanizmasını bozmasıdır.

    Şimdi şunu sormak gerekir, evrime inanan bir kişi, evrime dair bunca ayrıntıların farkındadır, laboratuvarda evrimi belgelemektedir ama insanın zihninin de bir evrimden geçmiş olabileceğin, neden göz ardı eder? Evrimsel süreç, organizmanın çevreye uyumu sürecinde ve türün devamını sağlamak için bunca zamandır değişikliğe uğradı ise, bu değişiklik (evrim) beyinde ve dolayısıyla, düşünce sistematiğimizde de olabileceğini neden düşünmez? Sadece elimiz kolumuz, bacağımız veya sindirim sistemimiz mi evrimleşti? Acaba, bunca kişi, din denen bir olguya inanıyorsa, insanın çevreye uyumunu sağlayan (geçmişten gelen) çok etkin bir evrimsel sürecin zihnin düşünsel bir parçası olabileceğini neden düşünmeyiz? Acaba ortada bir gariplik yok mu? Acaba insan türünün, dinsel veya mistik inanışlara sahip olacak şekilde zihnin de evrimsel bir sürece tabi olması, insan denen türü bir arada tutması, topluluk halinde yaşamaları ve dolayısıyla birbirlerine destek vererek türün bugüne kadar gelmesini sağlamış olamaz mı? Bu düşünce ile kutsal kitapların ortaya çıkmaya başladığı 4 bin 4 bin beş yüz seneyi kastetmiyorum. Ondan da önceki birkaç yüz bin yıl evvel, zihnin bu mistikvari gelişimi, değişimi veya evrimi süreci, aslında etrafındaki kaygı ve korkuları bir arada olup diğerleri ile paylaşmak için bir değişimin süreci olamaz mı? Dolayısıyla, çevrelerindeki bu korku ve kaygıları (düşen bir yıldırım, gök gürültüsü, deprem, baş edilemeyen orman yangınları, gök taşı düşmesi, yıldız kaymaları, yanar dağ patlaması) için zihin aynı ortak zihniyete, fikre sahip olması gerekir ki, birbirleri arasında, aynı kaygı ve korkuyu kodlayabilsinler ve kendilerini korumaya alsınlar, saklanabilsinler. Bunun için, bu tür ortak bir zihin, çevrenin yarattığı kaygı ve korkuları ortak olarak algılayacakları zihinsel bir format oluşmuş olabilir. Bu değişen zihin de semboller üretmeye başlamış olabilir. Semboller yetmeyince, bunu üç boyutlu hale getirmiş, güneşe, dağa taşa taparlarken, sonradan, kendi putlarını yapmış olabilirler. Belki de, baktılar ki ulaşabildikleri şeylerin kıymeti harbiyesi olmuyor, bu defa da ulaşamayacakları daha ötelere göklere ötelemiş olmalılar.
    Mesele şu ki, bunca kişi bir varlığa inanıyorsa, bunun bir anlamı olmalı (inanılan şeyin doğru olup olmaması değil) bu inanmayı yapan sistemde (beyinde bir şeyler olabileceğini) sorgulamak gerekir.
    İnsanlar, Tanrıya ait bilgileri dışarıdan (çevrelerinden) alırlar. Yani insan, Tanrı bilgisine sahip olarak doğmaz. Bir bilgiye sahip olmak demek, o bilginin, kendimizin bilinç seviyesinde işleyeceği bir bilgiye sahip olmamız anlamına gelmez. Diğer bir ifade ile, insan için bilincin dışındaki kodlamalar da bilgidir. Şöyle ki: Eğer bilgi denen şey olmasaydı, beyin sapının, kalbimizin çarpması için göndereceği sinyaller olmaz ve dolayısı ile de kalbimiz çarpmazdı. Keza, beyin sapı sinyal göndermese idi akciğerlerimiz nefes almazdı. Biz bilgiyi sadece bilincimize ait bir şey olarak değerlendiriyoruz. Halbuki, bilinç seviyesine çıkana kadar, bilinçaltımızın işledikleri nedir? Zihnimizde, farkında olmadığımız süreçte, bir şekilde işlenip de nihai sonucu gördüğümüz sezgilerimiz ne olacak? Biri, gözümüze doğru ani bir hareket yaptığında, gözümüzü (daha doğrusu göz kapağımızı kapatmamız) refleksle kapatmamız ne olacak? Bunlar hiç de bilince ait değildir. İster bilince ait olsun, ister bilinçaltı, isterse beyin sapının kalbimizin atması için gönderdiği tüm sinyaller bilgidir. Çünkü, daha sonra göreceğiz ki, beynimizin bilinçli kısmı da benzer şekilde çalışır.

    YanıtlaSil
  43. sayfa 42
    Tanrıya ait bilgiler ile doğmayız. Tanrıya ait bilgiyi sonradan dışarıdan elde ederiz. Ancak, Tanrıya ait bilgi ile doğmasak da, evrim sonucu Tanrıya ait bilgiyi işleyecek donanımla veya bölgesel bir format ile doğmuş olabiliriz. Bilindiği üzere fabrikadan çıkan boş bir CD de henüz bilgi yoktur ama, sonradan CD üzerine bilginin nasıl işleneceğine dair bir şablon, bir format belirleriz. (Aslına bakılırsa, bu format da bir bilgidir)
    ZİHNİN EVRİMİ ve TANRI İNANCI
    Sadece mantık güderek (bilimsel yollarla) delil göstererek Tanrıya inanan bir kişiye evrimin var olduğunu anlatmak, Tanrıya inanmanın da beynin evrimsel bir süreç sonucunda elde ettiği, zihnin bir çıkarımı olabileceğini görmezden gelerek, evrimin tuzağına düşmek demektir.
    Şu halde, din denen olgunun sadece kültürden kültüre aktarılan metafizik bir bilgi aktarımı olmadığı, zihnin (daha doğrusu beynin) evrimi ile bu mistikvari duyguları işlemek üzere oluşmuş nöronal bağlar ve bu nöronal bağların da kişinin içinde bulunduğu kültürden aldığı bilgilerle Tanrı inancı oluşmuş olabilir. Bir başka deyişle, Tanrı inancına uygun bir zihinsel formatla doğuyoruz ama Tanrı bilgisini sonradan ediniyor olabiliriz. Bu açıdan baktığımızda, evrime inanan kişiler, evrimi baskın ve somut göründükleri için sadece anatomik faktörlerin dikkate alarak, zihnin de bu değişimini görmezden geliyor olabilirler mi?
    Yukarıda da bahsedildiği gibi, zihnin bu anlamda özelleşmesi yani evrimleşmesi Tanrı kavramını içinde işleyecek (zihnin içinde), içselleştirecek ve dolayısıyla bu uyum değişimi (evrim) sayesinde, toplumsal birliği sağlamış, bireylerin bir arada bulunmasına destek vermiş ve dolayısıyla, insanların sosyal bir topluluk olarak kalıp çoğalarak, türün devamında büyük bir etken olmuş olabilir.
    Yine yukarıda bahsedildiği gibi, insan olsun hayvan olsun, korku mekanizması, bireyin çevredeki tehlike ve tehditlerden kaçması veya duruma göre saldırarak hayatta kalması için önemli bir mekanizmadır. Şimşek çaktığı zaman ve akabindeki gök gürültüsünü duyan kişiler, bir araya gelirler, topluluk oluştururlar.
    Şu halde, hali hazırda limbik sistemimizdeki amigdala hala var olduğuna göre (dalağımız, böbreğimiz gibi), evrimsel sürecin içinde, bu korkularımızı yöneten sistemin bir parçası olarak, Tanrı korkusunun oluştuğu sisteme destek vermiş ve evrimsel sürecin bir parçası olarak günümüze kadar gelmiş olabilir.
    Tanrı kavramı, insanın çevresini, limbik sistemin üzerindeki serebral korteksi ile ilkel de olsa idrak etmeye başladığında, deprem, şimşek, gök gürültüsü, yanardağ patlaması, sel baskınları, hastalık sonucu ölümleri sonucunda çaresiz kalmalarını tolere edecek bir mekanizma, evrim sürecinde gelişmiş olmalıdır? Birkaç milyon değil ama birkaç yüz bin sene evvel başlayan zihnin bu doğaya uyum sürecindeki değişim, aslında bugünkü Tanrı mı, evrim mi kavgasının nedeni olabilir.
    Peki bu durumda şu sorular akla geliyor. Kişiler böyle bir zihinsel yapıya sahip olarak doğmalarına rağmen nasıl oluyor da Tanrı inancı olmayan bir düşünceye sahip olabiliyorlar? Hatta, bazen, Tanrı inancı kuvvetli aileler arasından nasıl oluyor da, inanmayan kişiler çıkabiliyor? Bazen de tam tersi olarak, kişi, inanmaz iken inanan bir kişi olabiliyor? Ve çoğunlukla da, insanların belli bir kısmı, yaşlandıkça Tanrı inancı neden artıyor olabilir?
    Kendimize ait kısımdaki sorulara şu şekilde cevap verebiliriz.

    YanıtlaSil
  44. Sayfa 43
    BEBEKLER VE GÖZLERİNDEKİ ARAZ
    Bu başlık, ilk etapta, konuyla bağlantısı olmayan, bir düşünce gibi görünebilir. O zaman, gözümüz ile bir benzetme yaparak açıklayamaya çalışalım. Geçmiş dönemde, bebekler, gözündeki kornea tabakasında bir araz ile doğduklarında, korneasındaki bu arazı ameliyatla gidermek için büyümesi beklenirdi. Bebek büyüyüp ameliyata uygun bir yaşa geldiğine inanıldığı zaman, kornea tabakasındaki araz giderilirdi. Ancak, arazın giderildiği ameliyat sonrası, gözün, tamir edilen kornea tabakasından başkaca hiçbir yerinde sıkıntısı yokken, çocuğun beklenen görme yetisine kavuşamadıklarını gördüler. Yanlış olan neydi? Her şey güzel yapılmıştı. Aradan geçen zaman, aslında hatanın, ameliyatın, çocuk doğduğunda yapılmaması olduğu anlaşıldı. Çünkü, bebek doğduktan itibaren, ameliyat edilip de, korneasındaki araz giderilmediği için, çocuğun büyüme evresinde, görme sinirlerinden akım geçmemiş, görme işlemi için, oksipital loptaki nöron bağlantıları uyarılmamış ve nihayetinde beyin, uyarılmayan bu nöronların, bir ihtiyaca cevap vermeyeceğine karar verip, sinirsel bağlantıları tamamlamaya gerek duymamıştı. Hatta, çocuk, ameliyat olduktan sonra da aradan geçen zamanda, beyin görme bölgesinde yeni bağlantılar oluşturmamış, görme işleminde bir değişiklik yapmamış, çocuk, görebildiği kadarıyla kalmıştı.
    Zaten onun için, bir çocuğun gerek yeteneklerinin gerekse sosyal, olgun bir kişi olarak yetiştirilebileceği ortalama yaşın altı yaş olduğu bilinir. Bu bağlantılar, sadece duyu organlarımız için geçerli değil, yeteneklerimiz için de öyledir. Söz gelimi, genetik formasyonlarımızın izin verdiği ölçüde, matematiğe, sosyal bilimlere, müziğe, resme bu küçük yaşlarda başlanması bir tesadüf değildir. Bununla beraber bilişsel düşünme sistematiği de daha küçükken belirlenir. Ve keza, duygusal süreçlerimize ait sinir yapısı da yine genetiğimize bağlı olarak bu yaşlarda belirlenir.
    İşte, beynin, daha küçüklükten itibaren inanç sistemi ile işlenerek kalıcılığı sağlanmış olur. Bu nöronal ağın, inanç sisteminin yeterince işlenmemiş olması, nöronal bağların tamamlanmamasına ve dolayısıyla, Tanrı inancının, diğer bireylere göre daha baskın ve kalıcı olarak gelişmemesine dolayısıyla Tanrı inancını sorgulayan bir beynin oluşmasına neden olabilir.
    Tabii ki insanlar tek bir kalıptan çıkmadıkları gibi, farklı genetik özelliklerine bağlı olarak sol yarı kürenin yüksek mertebeden sorgulayıcı analitik süreçleri de zaman içinde gelişmiş olabilir. Eğer yeterli bilgi donanımı ve baskın analitik süreçlere de sahipse, küçüklüğünden itibaren içinde yetiştiği Tanrı inancı olan aileden farklı inanışta (daha doğrusu inanmayan) birey de çıkabilir. Tam tersine, aynı zihinsel yetenekler, içinde yetiştiği aileden daha da fazla Tanrı inancı olan bir kişi olarak da karşımıza çıkabilir. (Yüksek analitik ve akıl yürütme gücüne rağmen, Newton’un kuvvetli bir Tanrı inancı olması gibi. Bazen de, bu süreçler, içinde bulunduğu sistemde, Tanrı inancını bırakmak şeklinde değil, içinde bulunduğu sitemde reform yapacak şekilde ilerlemiş olabilir. Martin Luter örneği gibi.)
    Serebral korteksin son birkaç yüz binyıldaki yolculuğuna bakarak rahatlıkla diyebiliriz ki, aslında inanç olarak, zihnimizin ezelden beri gelen ev sahibi Tanrı inancıdır. Çünkü bu inanç, beynimize, evrimsel sürecin bir parçası olarak yerleşmiş ve yukarıda da ifade ettiğim gibi, türün devamına büyük katkı sağlamış ve günümüze kadar bize gelmiş olabilir. Dolayısıyla biz bu ev sahibini binlerce senedir sahip olduğu evinden çıkartmaya ve bunun yerine yeni sahipler koymaya çalışıyoruz. Haydi diyelim ki, bu ev sahibini evinden çıkartmadan, kuantum teorisini, izafiyet teorisini koyduk. Ev sahibi, bir şekilde birer oda verip, kendisi ile çatışmayan yeni partnerleri birer odaya sığdırır.

    YanıtlaSil
  45. Sayfa 44
    Oda yoksa da, yanında barındırır. Ama siz kalkıp da, ev sahibi ile tamamen zıt olan evrim gibi bir kavramı koymaya çalıştığınızda, ev sahibinin de evini terk etmeme gibi hakkı olduğunu düşünmesi son derece makuldür. Hani televizyonlarda, geçmiş dönemlerde gecekondu olarak yapılan ve gecekondusundan çıkartılmak istenen veya istimlak ve benzeri nedenler ile bunca zamandır sahibi olduğu evlerini terk etmek istemeyen ev sahipleri gibi. Tabii ki bu benzetmeyi burada ifade ederken, esas olarak belirmek istediğim, beynin, doğaya uyum sağlama ve bir arada kalmayı sağlayan etkin bir neden olarak Tanrı inancına ait zihinsel bir formatın gelişmiş olabileceğidir. Yukarıda da bahsedildiği gibi, amigdala, korku duygusunun temel işlevlerinin merkezidir. Ve yine diyebiliriz ki, söz gelimi, cennet/cehennem gibi dinsel ögeler nedeniyle korkutulan bir bireyin, amigdalası da devreye girecektir.( Hangi dış veya iç etki ile beynin neresinin tepki verdiği fMRI yani fonksiyonel manyetik görüntüleme ile tespit edilebilmektedir.)
    O halde kendimi tekrarlamak da olsa diyebilirim ki, şimdiki zamanda bile, zihnin Tanrıya inancına olan ihtiyacı, Evrime olan inancından fazladır ki, bunca kişi Tanrıya inanmaktadır. Burada, Tanrı inancının, evrim bilgisinden farklı şeyler olduğu ve dolayısıyla, Tanrı inancına ait bilgi ve evrim bilgisinin birer ihtiyaç olarak aynı kefeye konamayacağı veya şu anda benim aklıma gelmeyen benzer savlar öne sürülebilir. İşte bu sav için yazımın en başında bir düşüncesini yazdığım J.B.S Haldane’nin ifadesini işaret etmek isterim. İnsan zihni bir problemi çözmek, anlamak için salt mantık ile bakarak, kendisine ait gerçekleri kaçırıp, mantığının tuzağına düşebilir. Bir çok deneyler göstermiştir ki, psikologlar bile, mantığın, insan davranışlarından kopmaya başladığı anda, yani sadece felsefe üreterek insana ait davranışları açıklayacak model geliştirememektedirler. Dolayısıyla, eğer hasmımızı tanımak için, onun gibi düşünmek, onunla empati kurmak bir kural ise, neden Tanrıya inanıldığına ait sorularımızın cevaplarını sadece mantıksal yoldan aramanın doğru olmayacağını, J.B.S Halde, çok yıllar evvelinden cevaplamış gibi görünmektedir. Aksi halde, sadece mantık güderek,(Tanrıya inanan bir kişiye, kanıtlar göstererek evrim teorisini açıklamaya çalışmak) ile fizyolojimiz hakkındaki gerçeği kaçırmış olabiliriz. Bu, tıpkı, antik çağda, o zamanki bilginlerin bile,(Aristo) beynin vücuttaki kanı soğutan bir organ olarak işe yaradığını düşünen bir konuma düşeriz. Onlar da mantığıyla ulaşmışlardı bu sonuca. Fazlaca felsefeye kaçmış mantık, bizi eğlendirir ama gerçeğe götürmez. Çünkü, o zamanlar, bağırsak, kalp, ciğer gibi her biri müstakil bir yapıların ne olabileceğini var olan bilgileri ile yorumlayabilen insanlar, (kalbin kanı, pompalayabileceği, bağırsakların, yiyecekleri vücuda geçirdiği) her tarafı bir birine benzeyen, ayrı ayrı bölümler olarak görünmeyen ve dolayısıyla ne tür bir iş bölümü olduğu açıkça görünmeyen beyin için böyle bir çıkarsama (kanı soğutan sistem) yapılması da o gün için makuldür. Ve bu kişiler mantıklarını kullanmışlardı. Çünkü, var olan bilgileri o kadarını yorumlayabiliyordu. Bir iki yüzyıl evvel, doktorlar, ishal olan bir kişinin, ishalinin kesilmesi için, hastaya su içirilmemesi gerektiğini söylüyorlardı. Güdülen mantık çok basitti. Vücuda giren su yoksa, vücuttan çıkan su da olmayacak, bu da, ishalin kesilmesine neden olacaktı. Eh, o zamanki bilgiler çerçevesinde son derece makul bir görüş. Eğer, bahçe hortumundaki, suyu kesmek istiyorsan, çeşmeyi kapatmalısın. Tabii ki, o zamanki ishal hastalarının vücudu bugünkünden farklı çalışmadığı için, aslında değil kesilmesi, vücuda verilen su ile vücutta ishale neden olan bakterilerin giderilmesi gerektiğini bilmedikleri için, ishal olan hastaları tedavi ettikleri halde (tedavi ettiklerini sandıkları) neden kaybettiklerini (öldüklerini) anlamaya çalışıyorlardı. Bakteri denen şeyin bilinmediği bir zamanda bu yöntem makul görünüyordu

    YanıtlaSil
  46. Sayfa 45
    Ve ondan da önceki bir zamanda, hasta olan bir kişinin kanını akıtmak da başka bir yöntemdi. Neden? Çünkü, eğer bir kabın içinde istenmeyen bir şey varsa, onu boşaltarak temizlersin. Görülüyor ki, yapılan analojilere bağlı o zamanki doğru mantık bugün için yanlıştı. Ancak, bütün bunları, bugünkü bilgilerimizle geriye dönüp anlayabiliyoruz. Aslında burada yanlış olan mantık değildi. Mantığın bir kabahati yoktu. Yanlışlık, var olan eldeki bilgiler birbiri ile “uyumlu” hale getirmek mantık olarak da doğru olarak idrak ediliyordu. Bilginin zinciri yanlış yerden birleştirilmişti. Şu halde, şimdi yapacağımız akıl yürütmelerin gelecekte yanlış olabileceğini göz ardı etmeden düşüncelerimizde hatalarının olabileceği düşüncesiyle, bazı görüşlerin olabileceğini göz ardı etmeden düşüncelerimizde temkinli ve esnek olmakta yarar görüyorum.

    İşte burada, Tanrı inancı nasıl oluyor da evrime dair bilgileri reddediyor (etkiliyor.) Bunun için beyinde neler olduğuna bakmak lazım. Tanrı inancı gibi son derece soyut, buna karşılık evrim ise, delilleri ile son derece somut olduğuna göre Tanrıya ait bir inanca sahip zihin sistemi, evrime ait bir bilgiyi barındıran aynı zihin sistemi içinde nasıl oluyor da karşılaştırıyor olabilir. Görünüze göre elma ile armudu toplamaya çalışıyor gibiyiz. İşte artık, bu aşamada inacın “epistemolojik” olup olmadığı veya benzer kavramlar bu mukayeseye cevap veremezler. Böyle bir durumda, saf mantığın, zihin sisteminin çalışması dışında üretebileceği her türlü bilgi, ishale bulunacak çözüm gibi olur. (J.B.S. Haldane’yi hatırlayalım). Demek ki, beyin için, ister Tanrı inancı olsun, ister evrime ait olsun, ister izafiyet teorisine ait olsun hepsi birer “bilgi” dir. Öyle ya, eğer Tanrı da olsa, evrim de olsa, izafiyet teorisi de olsa ve hatta elimdeki kaleme ait bilgi denen şey olmasa, beynim onları nereden bilecek de işleyecek ve yeni çıkarsamalar yapacak?

    BİR BENZETME (TETRİS)

    Yerleşik bir inancın değişmezliğini veya zor değişir olmasını Tetris olarak bilinen bir oyuna benzetmek isterim. Bilindiği üzere, Tetris oyununda, L, U, E, N, I benzeri köşeli şekillerden oluşan yapılar vardır. Oyunun temel amacı, oyun başladığı anda, boş bir alanda, yukarıdan aşağıya düşen bu şekilleri, klavye-fare-oyun konsolu vb. vasıtasıyla yönlendirerek, daha evvel tabana düşmüş olan şekillerle uyum sağlayacak ve aralarında boşluk kalmayacak şekilde üst üste yığılmasını (daha doğrusu, yığılmamasını) sağlamaktır. Tabii ki, bu yığılma esnasında herhangi yatay bir sıra, boşluksuz olarak, şekillerin parçaları ile doldurulmuş ise, o sıra, bilgisayar tarafından ortadan kaldırılmakta dolayısıyla, yukarıdan gelen yeni şekilleri, yığının üzerine koymak için bize yeni bir alan açarak, puan kazanılmaktadır. Burada, bizim ilgileneceğimiz kısım, puan alma faslı değil, yığınların oluşturulması üzerinedir.

    Tetris oyununa başladığımızda, ilk şekiller düşmeye başladığında ve bizler o şekilleri yeterince yönlendiremezsek, Tetris alanında, tabana oturan ilk şekiller ile, sonradan gelenler arasında boşluklar oluşmaya başlar. Oyuna yine de devam eder, yukarıdan gelen yeni şekillerle, eskileri arasında bir şekilde uyum sağlamaya çalışıp, bu boşlukları gidermeye çalışırız. Bunu becerebildiğimiz kadar yaparız. Yani, bu oyunu oynayanların her birine göre farklı yetenekleri vardır.

    YanıtlaSil
  47. Sayfa 46
    Şimdi şöyle düşünelim. Başka birinin oynadığı ve oyun alanını şekillerle doldurmuş ve boş alanın bitmesine ramak kala, Tetris oyununa sizin devam etmeniz isteniyor. Ne yapabilirsiniz? Hem zamana karşı, hem de aklınızı en iyi şekilde kullanmaya çalışıp, şekiller arasındaki boşlukları kaldırıp, kendinize yeni boş alanlar yaratmaya çalışacaksınız. Bunun gibi yüz durumdan belki birkaç oyunu kurtarabiliriz. Ancak bizim ilgilendiğimiz genel olduğuna göre, bunu o kadar kolay başaramayacağımız ortadadır. Şunu demek istiyorum ki, daha küçük yaşlardan itibaren (altı-sekiz yaşına kadar kişilik gelişir. Dünyamıza ait değişmez temel prensipler veya bu prensiplere ait bilgi başlangıçları atılmıştır artık) beyinlerimize yerleşen ve kişiliğimizin, var olma nedenimiz gibi inançlarımızı, dışarıdan ikna ederek değiştirmek çok zordur.

    Küçüklüğümüzden itibaren içinde bulunduğumuz kültürle yoğrulduğumuz ve fazlaca sorgulamadan beynimize aldığımız bu bilgiler, beynimizin sinir ağına ilk bilgiler olarak yerleşmeye başlamıştır artık. Hayatımız, klavyedeki bir tuşa basarak bilgileri düzenlemek şeklindeki bir mekanizmaya sahip olmadığı için, beynimize devamlı bir bilgi akışı olmaktadır. Bu bilgiler, doğru olsun veya olmasın, kendisine ait benzer kategorilerdeki önceki bilgilerle kümeleşerek uyum sağladığı müddetçe, Tetris oyununu gibi hayat da devam eder. Bu bilgiler, (Tetristeki şekiller) yeme –içme bilgileri, arkadaşlarımıza ait bilgiler, okul hayatımız, entelektüel bilgilerimiz, hayat arkadaşımız, geleneklerimiz, göreneklerimiz ve inananlar için de dindir

    Tabii ki, beynimiz için yaptığımız bu benzetme Tetris kadar basit değildir. Yüz milyar kadar nöronun olduğu ve de her nöronun diğer nöronlarla bin ile on bin arasında bağlantısı olduğunu düşündüğümüzde, içinde bulunulan kültürle yoğrulan bir kişinin, küçüklüğünden itibaren, ilk defa Tetris oynadığımız gibi boş bir alana (beyne) giren ve yerleşen bilgileri yetişkin bir kişinin beyninde, dışarıdan gelecek ikna bilgileri ile nasıl değiştirebilirsiniz? Hele Tanrı inancı gibi bir inanç, aile yaşantısı, küçüklüğün anıları, içinde bulunduğu grupla oluşturduğu bağ, anne ve babasının, o bireyi sahip olduğu Tanrı inancı nedeniyle sevmesi, aynı inancı paylaştığı kişilerle ibadet yerlerinde buluşması, bu inanç üzerine sohbetler yapması, birbirine bu inanca dayalı söz dizimleri geliştirmesi, korkularını bu inançla gidermesi ve yüzlerce başka bağlantı ile kişiliği ve aslında hayatını oluşturmuş bir kişiyi, evrim teorisi ile düşüncelerini değiştirmek ne derece mümkün olabilir? Diyelim ki, Tanrı inancı dediğimiz kavram, kişinin beyninde balığın iskeletindeki ortadaki omur kısmı olsun. Ve evrime inanan kişi de, bir seferde bu kılçığı çekerek, inanan kişinin zihnini, daha sonra evrim teorisini anlatarak, Tanrı inancından kurtarmak istesin. Aslında bu balık iskeletini çekmekle, ortadaki ana iskelete bağlı diğer uzantıları (kılçık), yani Tanrı inancı ile kuvvetli bağlar kuran, aile yaşantısını, arkadaşlarını, korkularını giderdiği bir inancı, ebeveynlerinin ona olan sevgi ve saygısını ve daha nicelerini da bireyin beyninden çıkarmaya çalışıyorsunuz demektir. Yani kişiliğini. Nasıl ki, Tetriste, tabana düşen şekiller için yapacak bir şey yoksa, yüz milyar nöronun birbirleriyle yaptığı biner ve on biner bağlantılı bir beyne yerleşen ve yukarıdaki değerlerle bağlantı kuran bir kişi için inancı, kişiliğinin bir temel bir parçası olmuş demektir. Yaşadığı Dünya’nın bir gerçekliği delil olarak gösterilse, sizce evrim teorisine tüm bu değerlerini feda eder mi?

    YanıtlaSil
  48. Sayfa 47
    TUTARLILIK
    Şimdi, yazarımızın, kendi makalesinden aldığım aşağıdaki cümleyi irdeleyelim. Bu arada, umarım yazarımız, cümlelerin “cımbızla” alındığı düşüncesinde olmazlar. Çünkü, cümlenin önü ve arkasına dair bilgileri okuduğumdan emin olabilirler. Yine de, yazarın cümlesini, ana temadan kopuk olarak yorumladığım düşünceleri olur ise, zaten beni, gerekli açıklamalarla uyaracaklardır.
    Yazarımız şöyle demişti yazısında. “Bu bakımdan, benim kastettiğim inanç, bilimsel deneyimlere dayanmayan, tutarlılık veya mantıklılık aramayan, sadece öyle olduğu söylendiği için kabul edilen varsayımlara ilişkin.”
    Daha evvelki yazımda da ifade ettiğim gibi, tutarlılık, bir evvelki düşünce, davranış veya veri ile bir sonrakinin uyumlu olması demektir. Peki, birbiri ile tutarlı olan her veri doğru mudur? Diye sormuş ve bunun da doğru olmadığını, göstermeye çalışmıştık. Hatta, her tutarlı (uyumlu) bilginin doğru olmayacağını, ama her doğru bilginin tutarlı “uyumlu” olacağını ifade etmiştim.
    Önce hemen şunu bildirelim, bir şey kendisi ile tutarlı (uyumlu) olmaz, böyle bir karşılaştırma olamaz. Tutarlı olmak demek için, en az iki argüman olması gerekir. Bir şeyin kendisi ile tutarlı olduğunu düşündüğümüz zamanda bile aslında, o şeye ait en az iki şeyi karşılaştırıyor ve bu iki şeyin tutarlı olup olmadığına bakıyoruz demektir.
    İnsanoğlu, sahip olduğu bilgisi ile hangi derecede yeterli olursa olsun, o devir için daha fazlasını elde edemedikleri için, eldeki mevcut bilgilerle bir uyum ararlar. Bu, uyum arama (tutarlı olma süreci) zihnin bir yapısı gereğidir. Özellikle düşünen beynin bir mirasıdır bu bize. Bir bilgi, nereye uyuyorsa, orası bizim için tutarlıdır. Daha evvel de belirttiğimiz yapboz örneğini burada tekrar kullanalım. Yapboz ile ilgilenenler bilir ki, yapbozu satın aldıkları zaman, bu yapboz ile hangi resmin yapılacağına dair resim örneği de kutusu ile birlikte gelir. Yani, yapboz kutusunun üzerinde, yapboz parçalarının birleştirilerek ortaya çıkacak resim bulunmaktadır. Bir an için, yapbozun parçalarını alıp da, resmi almadığımızı varsaysak ne olurdu acaba? Bu durumda, yapboz yine yapılırdı ama çok zorlanılırdı. Çünkü referans noktaları (ana resim) elimizde yoktur. Bu durumda, resim olmadığı halde, yapboz yığınının içinden öyle iki tane parça seçilir ki, (aslında ana resme göre doğru yerlerde olmadığı halde) birbiri ile girintisi ve çıkıntısı ve hatta üzerindeki desen bakımından da “uyumludur”. Dolayısıyla, bizler, doğanın yapboz parçalarını (verileri) yan yana getirirken, doğa bize resmin bütününü vermediği için, elimizdeki parçaları son derece “uyumlu/tutarlı” olarak yan yana getirir ve bir müddet (hatta bazen birkaç yüzyıl) ona (tutarlı olan bu duruma) hem de bilim adına inanırız. Şu halde, bilimin bunca tutarlı düşüncesine olan inanışlar için, dinde hayli hayli tutarlı inanışların olması makuldür. Diğer bir ifade ile, dine ait verilerin tutarlı olamayacağı ve mantıksız olacağı düşüncesini söyleyemeyiz. Resmin bütünü göremediğimiz müddetçe, ister dinde ister bilimde birçok bilgi, birbiri ile tutarlı olabilir. Zaten resmin bütününü görmek demek, evrene ait hiçbir bilinmezin kalmadığını düşünmek demek değil midir?
    Dindeki mantıksal tutarlılığa hiç girmeden, bilimdeki tutarlık adına düştüğümüz yanlışları görürsek, dinin kendi içindeki tutarlı olduğuna inandığı verilere, Tanrıya inanan kişilerin hayli hayli tutarlı ve makul görmesine şaşmamak gerekir. Söz gelimi, Eski Yunan’da evrenin temel taşları hava, şu, toprak, ateş olarak tanımlamışlardı. Bu onlar için varabilecekleri son düşünce olmalıydı

    YanıtlaSil
  49. Sayfa 48
    . Çünkü, ellerinde, evrenin yüz küsur elementten oluştuğunu o zaman için bilmiyorlardı. Ama onlar için bu bilgi tutarlı idi. Çünkü, o zamanki bir insanın çıkarabileceği en tutarlı şeydi bu bilgi. O günlerde yaşayan bir kişi şöyle düşünüyor olmalıydı. Ateş; ne suya ne, havaya, ne de toprağa benzemekteydi. O halde, ateş denen şey, ayrı bir kategoride değerlendirilmeliydi. Su denen şey, toprağa göre daha kaygan, avuçların içinden kayıp gidiyordu. Eli yakmadığına göre, ateş ile eşdeğer tutulamazdı. Hatta ateşi söndürdüğüne göre, ateş kesinlikle sudan farklı bir şey olmalıydı. Hava ise, elle tutulamıyordu bile. Ne ateşe, ne suya ne de toprağa benziyordu. Toprak ise, renkleri farklı olsa bile, birçok yerde aynı katı davranışı gösteriyordu. O halde, yeryüzünü oluşturan şeyin dört temel elemente ayrılması son derece tutarlı idi. Hatta, bu çıkarımları, hiçbir mistik güce (Tanrı veya benzeri) dayanarak yapmadıkları ve bunu doğayı gözleyerek yaptıkları için son derece de mantıksal ve de bilimsel idi.
    Eğer insanoğlu, sadece ve sadece tutarlı düşünerek, gerçeğe varabilmiş olsaydı, bugün herkes aynı değişmez düşünceye sahip olmuş olurdu.
    Dünya’nın düz olduğuna inanıldığı zamanlar, bu bilgiye dair kanıtlar o kadar fazla ve baskın idi ki, aksi düşünülemezdi. Daha evvel de paylaştığım gibi, Dünya’nın düz ve yuvarlak olduğunu düşünenlere, Dünya’nın yuvarlak olduğunu düşünenlere verebileceği cevap olan “o zaman, denizler aşağıya akmaz mı?” sorusu da, son derece tutarlı ve mantıklı idi. Hatta bilimsel.
    Aradan zaman geçti, insanlar, Güneş tam tepedeyken, Dünya’nın farklı yerlerinde, yere dikey konmuş bir çubuğun gölgesinin farklı açılarda olduğunu gördüler ve yeryüzünün düz değil, kavisli olabileceğini düşündüler. Masa başına oturup, eldeki bilgileri yorumladıklarında, Dünya’nın kavisli hatta küre biçiminde olabileceğini düşündüler. Ay tutulmasını, Güneş tutulmasından daha kuvvetli delil olarak görerek, (tutulma esnasındaki, Ay’ın üzerindeki gölgenin, Dünya’nın gölgesi olabileceğini de bilgilerine katarak, Dünya’nın küre biçiminde olabileceğini daha da kuvvetle düşünmeye başladılar. Hatta, bu bilgileri ile, Dünya’nın çevresini bile gerçeğe yakın hesapladılar. Yeryüzünün, düz olduğu bilgisine ithal ettikleri bu yeni bir- iki bilgi ile Dünya artık düz değil küre biçimindeydi. İşin ilginç tarafı, Dünya’nın düz olduğuna dair bilgi de belli bir tutarlılık ve bilimsel çabalarla ortaya konmuşken, aradan geçen zamanla yine bilimsel gözlem ve tutarlılıkla artık Dünya’nın küre biçimde olduğuna inanılmaya başlanmıştı. Yani, bir tutarlılık ve bilimsel gözlemlerden, başka bir tutarlılık ve bilimsel gözlemlere geçilmişti. Ama her iki dönemde de eldeki veriler tutarlı idi. Yeni tutarlılık gelene kadar eski tutarlılık geçerli idi. Görülüyor ki, tutarlı ve mantıklı olmak yeterli değildir. Eğer evrime inanıyorsak, zihnin de evrim geçirdiğini düşünmemiz gerekir. Peki bu ne işimize yarayacak. Burada evrim şunu diyor olmalı. Elinde ne kadar bilgi varsa, onları mantıklı ve tutarlı olarak birleştir, bu birleştirmeden yeni bir bilgi çıkart, onu kullan ve hayatta kal. Bu da türün devamı için bize gereken kuvvetli bir argüman. Bugün için, zihinsel evrimi fazla hissetmiyor olduğumuzu düşünüyor olabiliriz. Ancak, birkaç yüz bin yıl evvel, var olan çevre bilgilerinden (optimum) düzeyde çıkarsama yaparak (o zaman için, tutarlı ve mantıklı-yeni bilgi üreterek) hayatta kalarak türün devamını sağlamada büyük etken olmuş olabilir. Yukarıda da ifade edildiği gibi, aslında evrimsel sürecin bir parçası olarak, beynimizin, sahip olduğumuz bilgileri tutarlı kullanmamıza hazır hale getirmesinin sebebi, bu tutarlı düşünce sistemini, bilgisayar üretmek için veya Mars’a uydu göndermemiz için üretmemiş olmalıdır. Beynin tutarlı davranmasının mecbur kılmasının sebebi, türün (insanın ) hayatta kalması için olmalıdır.

    YanıtlaSil
  50. Sayfa 49
    Burada, her zaman olduğu gibi önemle yinelemekte fayda var. Tutarlılık demek, sahip olduğumuz bilgileri, sahip olduğumuz düşünce sistemi ile, bize yararlı olacağına “inandığımız” bir mantık ölçüsünde yan yana getirmek ve bundan yeni bir fikir, davranış veya bir teknoloji ortaya koymaktır.
    Yukarıda da ifade edildiği gibi, bu tutarlılık, bizim doğruluğuna inandığımız nihai noktadır. Yani, mantıklı olarak (tutarlı olarak) birleştirdiğimizi sandığımız bilgilerin gelecekteki başka bilgilerle bozularak, aslında tutarlı olmadığını yani doğruyu bulmadığımızı da kabul etmemiz gerekir. Peki tutarlılık ile bir insanın hayatta kalmasını, nasıl bağdaştırabileceğimiz ile ilgili bir örnek arayışına girelim. Varsayalım ki, kendinizi, aniden gökyüzünü kapatacak kadar yüksek ve korkutucu eğri büğrü, ağaçların olduğu bir ormanda buluyorsunuz. Ormanın içinden, korkutucu uğultular geliyor. Ormanın bir tarafındaki ağaçlar daha seyrek. Bu seyrek kısımdan, gün ışığı sızıyor. Şimdi buradaki tutarlı düşünce ne olabilir? Muhtemel ki, buradaki tutarlı düşünce, bir an evvel ormandan çıkmak için, ışığın geldiği tarafa doğru koşmaktır. Bu tutarlı bir düşüncedir. Peki, tam da bu tarafa koşacakken, koşacağınız yol üzerinde bir ağacın arkasında bir ayı olduğu bilgisine sahip olsaydınız ne yapardınız? Muhtemel ki, biraz evvel tutarlı gibi görünen, gitmeyi düşündüğünüz yolu değiştirirdiniz. Görülüyor ki, tutarlı ve mantıklı olmak ve dolayısıyla doğru olduğuna inandığınız şey, artık tutarsız mantıksız ve doğru bir yol olmaktan çıkmıştır. Buna ne sebep olmuştur, sahip olduğunuz bilgilere ilave olan yeni bir bilgi.
    Kaldığımız yerden devam edelim. Aradan zaman geçti, kutsal kitap da öyle dediği için, Dünya artık küre biçiminde olduğuna inanılıyor ama Dünya’nın da evrenin merkezinde olduğuna inanılıyordu. Öyle ya, fazla bir bilgiye ihtiyaç duymadan, Kutsal kitap (İncil) olmasa da, bir yaz gecesi, gökyüzüne saatlerce baktığımızda, yıldızların etrafımızda döndüğünü gözleyip, Dünya’nın, evrenin merkezinde olduğunu biz de söylerdik? (Hani, belgesellerde, kameranın gökyüzüne sabit bir noktaya odaklandığında ve kısa aralıklarla çekildiğinde, yıldızların, Dünya’nın etrafında dönüyormuş gibi görünmesi.) Dolayısıyla, evrenin, Dünya’nın etrafında döndüğüne inanmak, son derece tutarlı ve de mantıksal idi. Hatta, bunu gözlemlediğime göre ( o zaman için) aynı zamanda bilimseldi. Bilimsel olarak gözlediğimde, belli mevsimlerde, belli yıldızlar gökyüzünde yine aynı yere gelmekte idiler. Demek ki, bu düşüncem hem tutarlı hem mantıksal idi.
    Aradan zaman geçti, Kopernik, Kepler, Galileo gibi gökbilimciler, gökyüzünde bazı gariplikler görmeye başladılar. Sözgelimi, Mars, belli bir dönem ileri doğru giderken (arkasında kalan yıldızlara göre), belli bir tarihten sonra geri geri gidiyordu. Bu nasıl olabilirdi? Keza, eğer, Dünya evrenin merkezinde ise, Güneş’in mevsimlere göre görünen disk çapı bir azalmakta bir çoğalmakta idi. Demek ki, Güneş, zaman zaman Dünya’dan bir uzaklaşıyor bir yaklaşıyor olmalıydı. Peki bu nasıl bir yörünge olmalıydı? Bu gökbilimciler oturdular ve Güneş’in, yörüngesinin nasıl olması gerektiğini kâğıda çizmeye başladılar. Yani, kağıda çizdikleri yörünge, Dünya’nın Güneş’in etrafında döndüğüne dair bir yörünge değil; Güneş’in Dünya’nın etrafında döndüğüne dair bir yörünge idi bu? Güneş’in bu yörüngesi, sabit bir noktayı merkez alarak, bu sabit noktanın etrafında iç içe helisler çizen bir yörüngeydi. Ancak (o zaman için) bu şekilde bir yörünge doğru olabilirdi bu diye düşündüler. Düşündükleri şey de hem tutarlı hem mantıksaldı. Bu yörüngenin şeklini şu şekilde açıklamaya çalışalım. Basmalı bir tükenmez kalemin içindeki yayı çıkartalım. Sonra da bu yayı, masanın üzerine yatay olarak koyalım (zaten diklemesine zor duracaktır). Sonra da bu yayın üzerine bir ağırlık koyalım.

    YanıtlaSil
  51. Sayfa 50
    Bu ağırlık, yayı yassıltacaktır. Daha sonra bu yassılmış yayı, iki ucundan çekip biraz uzattığımızda, iç içe geçmiş helisler göreceğiz. Uzattığımız bu yayı, iki ucundan birleştirip bir halka haline getirdiğimizde, Güneş’in yörüngesini elde ederiz. Evet, o zamanki gök bilimcilere göre, Güneş, Dünya merkezde olmak üzere aynı bu helise benzer yörünge çiziyor olmalıydı. Dünya merkezli bir Güneş yörüngesinin başka türlü olmasına imkân yoktu. Peki böyle bir çizimi masa üzerinde nasıl elde ederiz? Bugünkü bilgimizle biliriz ki, Dünya, Güneşin etrafında bir çember yörüngede dönmektedir. (Aslında iki odaklı bir elipsin, odaklarından birinde Güneş olan bir elips yörüngede dönmektedir. Ancak biz, açıklamamıza kolaylık getirmesi için çember olarak düşünelim.) Şimdi, Dünya’yı elimizle tutup durdurduğumuzu (yörüngedeki dönmesini durdurduğumuzu düşünelim. Kendi ekseni etrafındaki dönmesi bizi ilgilendirmiyor) varsayalım. Bu defa, Güneşi, Dünya’nın etrafında dönmeye zorlarsak, biraz evvel bahsettiğimiz ve iç içe helislerden oluşan Güneş’in yörüngesi ortaya çıkar.
    İşin ilginç tarafı, Dünya’nın güneşin etrafında dönmesi ile ortaya çıkan çember şeklindeki yörünge ve bu yörüngeye ait denklem (fonksiyon) ile, Güneş’in Dünya’nın etrafında döndüğüne dair elde edilen iç içe helislerden elde edilen yörüngeye ait denklem (fonksiyon) bire bir aynı sonucu vermektedir. Yani her iki denklem de, mevsimlere göre Güneşin nerede olduğunu size göstermektedir. Her iki denklem de “tutarlıdır” ve çok da “mantıksaldır”. Eğer denklemler, sadece kendi matematiği ile değerlendirilecek olsa, her ikisi de bilimseldir. Şu halde, her iki denklem de Güneşin hangi zamanda nerede bulunduğunu göstermesi açısından hem tutarlı hem de bilimseldir. Bu gökbilimcilerin, kendi el yazmalarında bu helisel yörüngeye ait çizimler hala duruyor olmalı mutlaka. Peki hangisi doğrudur? Bizim, bu yazıyı okurken, elbette ki şu cevap doğrudur dediğimiz bir zamanda (günümüzü kastediyorum), eğer cevap bu kadar kolay olsaydı, Kepler, Kopernik, Galileo neden bu kadar uğraşsınlar ki? Evet, artık bu gökbilimcilerin ellerinde hem bilimsel, hem de tutarlı olan iki yol var. Bunlardan birine karar vermeliler. Tabii ki, başka gezegenlerin yörüngelerini de izleyip, bu sistemin içine kattıklarında, helisel bir yörüngenin olamayacağına karar vermişleridir. Ancak burada şu çok önemlidir. Bu kişiler, gökbilimci oldukları halde, bilinçaltı öyle bir etkide kalmışlardır ki, Tanrının mükemmel geometrisinin düzgün bir çember olması gereği düşüncesinden bir türlü kurtulamamış ve Dünya’nın yörüngesinin bir çember olması gerektiğinde ısrarcı olduklarından, çember yörünge, uzun süre çalışmalarını meşgul etmiştir. Ölçümler ile, çember denklemine tam uyum sağlamayan küçük farkların nereden kaynaklanabileceğini, bu yörüngenin bir çember değil, odaklarından birinde Güneş’in bulunduğu ve çembere çok yakın olan bir elips olabileceğini sonraki yıllarda keşfedeceklerdir. İşte bu tutarlığı savunmak adına zihnin oluşturduğu “inançtır”.
    Gelelim Newton’a. Newton, zamanının bilgileri ve kendi özel zihinsel yeteneği ile, bugün klasik fizik olarak liselerde okutulan çıkarsamaları elde etmişti. Peki bu bilgiler, tutarlı değil miydi? Tutarlı olduğu kadar bilimseldi de. Ancak eğer tutarlı ve bilimsel ise, neden bugün, Newton’un tutarlılığı, Einstein’in teorisi ile başka bir tutarlılık ve bilimsel düşünceye geçilmiştir?
    Her defasında aynı kural çalışmaktadır. Ne kadar bilimsel denilirse denilsin, insan, her defasında var olan bilgilerle çıkarsama yapar (orman örneği). Tutarlılığı, bilimsel olarak bu yeni bilgileri birleştirerek yeni bir teori üretmeye çalışır. Her tutarlılık, sisteme, yeni bir düşünce, teknolojinin kattığı yeni bir gözlem yeni bir veri ile tekrar bozulur. Bir evvelkine göre adına yine bilimsel ve tutarlı dediğimiz teorilere ulaşırız.

    YanıtlaSil
  52. Sayfa 51
    Newton zamanındaki kendi formülleri tutarlı idi. Çünkü, Newton, formüllerine ışığın hızını katmamıştı. Katamazdı, çünkü, ne ışığın hızını biliyordu, ne de ölçecek bir teknik. Hatta ışık hızını katmaya bile gerek yoktu. Hem bilip de katsaydı ne olacaktı ki? Söz gelimi, eğer bir kişi atıyla, ışık istikametinde (ışıkla aynı doğrultu ve yönde ) koşmuş olsaydı, Newton’a göre atın üzerindeki adam, ışığın hızını, ışık hızından, atın hızının farkı kadar görecek diye düşünecekti. Dolayısıyla, formülleri kendisi için hem tutarlı hem de bilimseldi.
    Keza bugün, Einstein’in teorisine inanıyoruz. Teoriye göre, ışık hızı sabittir. Ne malum. Bugün yine bilim insanları, evrendeki madde miktarını hesap edip galaksilerin çevresinin dönme hızının ne olması gerektiğini modelliyorlar. Ancak bakıyorlar ki, galaksinin çevresinin dönme hızı modeldekinden daha fazla olduğunu görüyorlar. Bu da, momentum ile ilgili, modelde bir şeylerin tutarsız olduğunu düşünerek, şimdilik görülemeyen, kara madde, kara enerji gibi düşüncelere doğru gidiyorlar. Bir başka deyişle, şimdilik görülemeyen bu kara maddeyi de bulurlarsa, modellerindeki eksik madde miktarı da tamamlanmış olacak. Yukarıda da bahsedildiği gibi, ışık hızının sabit olduğu düşüncesi son derece tutarlı bir bilgi olarak biliyoruz. Ancak, Cern’deki çalışmalar, aranan Higgs parçacığı veya benzer bir parçanın, evrende direnç yarattığı düşüncesini gündeme getiriyor. Bunun anlamı, ışık ilerlerken, direnç gördüğü bu maddeden dolayı, belirlenen hızı aşamadığı şeklindedir. Eğer, direnç gösteren bu madde izole edilirse yani ışığın (fotonun) önünden çekilirse (tabii ki bunları varsayıyoruz), ışık daha da süratlenecektir. Bu durumda, Einstein’in görelilik formüllerine yeni parametreler eklenmek durumunda kalınacaktır. Böyle bir durumda, ışık hızının evrendeki tek sabit olduğu inancı da kırılmış olacaktır.
    Nasıl ki bugün, -273 derece Celsius’a kadar soğutulan uygun bir maddenin içinde geçen serbest elektronların, önlerinde hiçbir direnç bulunmadan, bir verimlilik kaybı olmadan iletkenin diğer tarafından çıkabilmesi gibi. (Süper iletkenler)
    Şu halde, tutarlılık ve bilimsellik olgusu insanın, akıl yürütme, teknoloji, zihin sistemi ve ilave edilebilecek başkaca da argümanlara bağlı olduğudur.
    Eğer, Einstein, Newton’un tutarlılığına ve bilimselliğine güvenip, kendi bilgisini, Newton’un zamanına gidip, onunla paylaşsa idi, sanırım, Newton, Einstein’i sopayla kovalardı. Bunun aksi bir düşünce, şöyle olurdu. “Hayır, hiç de öyle olmaz. Eğer, Einstein, kendi izafiyet teorisini, Newton’un zamanına gidip anlatmış olsaydı, Newton elbette ki ikna olurdu” diye düşünülebilir. Böyle bir mantık yürütürsek, Einstein, kendi düşüncelerini bizzat kendi ağzından Kepler, Kopernik, Galileo’ya anlattığı zaman, onlar da ikna olurlardı diye düşünülebilir. Bu mümkün müdür?
    Kopernik ve Keplerin, Einstein’ı anlaması için, türev, integral, diferansiyel denklemler ile ilgili kavramlardan haberdar olmaları gerekirdi. Ama, onların zamanında bu kavramlar yoktu. Peki, Newton, Einstein’ı anlar mıydı? Anlaması lazım diye düşünülebilir. Çünkü, diferansiyel kavramı matematiğe Newton ile beraber girmişti. Muhtemel ki, Newton da anlamazdı. Çünkü Newton’a göre, yukarıda da ifade edildiği gibi, ışık istikametindeki bir atlının hızı 30 kilometre ise, ışığın hızı, atlıya göre ışık hızından 30 kilometrenin farkı kadar olacağıdır. Çünkü bilmediği, ışık hızının sabit olduğudur. O zaman da şu sorulabilir. Eğer Einstein, Newton’a ışık hızının evrendeki en son hız olduğunu anlatmış olsaydı, Newton yine de anlamaz mıydı? Anlamazdı. Eğer anlıyor olsaydı, tüm verileri ile teorisini ortaya koyan Einstein, bu teoriyi anlattığı kendi zamanının bilim insanları tarafından hemen ikna olunurdu. Olmadılar neden?

    YanıtlaSil
  53. Sayfa 52

    Demek ki, bu sadece verileri zihinde birleştirme meselesi değil. Eski ve doğru, tutarlı ve de bilimsel olduğuna dair “inançlarını” yavaş yavaş zihnin terk etmesiyle olur. Bu iradenin değil, zihnin şu anda tam bilmediğimiz (bilinemeyeceği anlamında değil) ve iradenin dışındaki bir mekanizmasına bağlı olarak çalışır.
    Şu halde, Einstein’dan önceki zamanda olanlar özel görelilik teorisini bulamazlardı. Çünkü, Einstein’a kadar olan bilgi birikimine sahip değillerdi. Peki, bilgi birikimi tek başına yeterli mi?
    Yeterli değil. Çünkü, Michelson ve Morley ışık hızını ve hatta sabit olduğunu bulmuş ve ortaya koymuştu. Peki nasıl oldu da, Einstein, bu bilginin bulunmasının üzerinden tam on sekiz yıl geçtikten sonra, ışık hızını özel görelilik teorisine katmayı akıl edebilmişti? Halbuki, denildiği gibi, o zamanda, tüm bilgiler ve verilerin hepsi hazırdı. Demek ki bilgi birikimi ile beraber, eski tutarlı ve bilimsel olduğuna dair bilgilerinin bir kısmını yeniden gözden geçirerek (gözden geçirme kavramı çok hafif kalır) olaya yeni bir “inançla” bakmaya başlaması idi. Çünkü, Einstein, teorisini sunduğu zaman “saçma” olarak telakki edilmişti. Söz gelimi, farklı hızlarda hareket eden ikizlerin, birinin diğerine göre daha az yaşlanması, inanmaktan öte bir inanç oluşturmak için güzel bir örnektir. Bugünkü bilgilerimizle baktığımızda, teori, bilim insanlarına sunulduğu zaman, argümanları ile beraber tutarlı idi. Ve zaten evreni anlatmak için kurgulanan bir teori olduğu için bilimseldi de. Bizim şu anda kabul edip de tutarlı olarak kabul ettiğimiz bir teori, o zamanki bilim insanları için neden tutarlı olarak gelmemişti? Eğer, şu satırları yazarken, Einstein’ın İzafiyet Teorisinin sunduğu ve henüz kabul görmediği zamanda yaşıyor olsaydık hangisine karar verecektik? Tutarlı mı tutarsız mı? Einstein’ın Teorisi, henüz Güneş tutulması olayında gözlenen, güneşin yakınındaki bir yıldızın ışığının sapması ile ispatlanmadan önce, bilim insanları teoriye (apriori) yavaş yavaş inanmaya başlamışlardı. Bu inanma sürecinin nasıl olduğunu düşündüğümüzde, bu inanmanın, teorideki mantıksal arayışlarda, verilerin birbirleri ile tutarlı olduğuna inanıldığını söylerdik. Dediğimiz gibi, bazı bilim insanları, teori henüz ispatlanmadan inanmışlardı. Peki, inanlar daha fazla mı veriye sahipti? Orada değildik ama, şundan kesinlikle emin olunabilir ki, Einstein, bahsi geçen bu bilim insanlarını inandırmak için, dönüp dolaşıp aynı şeyleri anlatmış olmalı. Yani, bilim insanlarının inanması için, tüm klasik fiziğin ne kadar bilgisi varsa hepsini anlattığını sanmıyorum. Aynı teoriyi, aynı sonuca çıkan, ama başka başka örneklerle defalarca anlatmış olmalı. Peki, o zamanın bilim insanları nasıl olur da, tüm veriler ortada iken, inanmada güçlük çektiler. İşte burada, beynin bu anlamda ne yaptığı konusunda fazlaca bir bilgimiz yok. Biz bilimi, eldeki veriler, gözlemler ve benzeri yardımcı cihazlarla elde ettiklerini, akıl yürüterek zekâmızla ve bilinç çerçevesinde irdelediğimizi ve “doğru” yu bulduğumuzu sanıyoruz. Ancak öyle değil. Analojileri basit olan durumlarda, zihin bunu hemen yapar. Ancak, yerleşik bilgiler, yeni bir bilgi karşısında, eski tutarlılığını kolay kolay bozmaz. Beyindeki yüz milyar nöronun her birinin birbiri ile biner veya on biner bağlantı yaptığı ve bilgi denen şeyin bu bağlantılar arasına dağıldığını düşünürsek, eski tutarlılıktan vazgeçip, yeni bir tutarlılığa geçmek, beyin için de olsa kolay olmasa gerek. (Hele bir de Tanrı inancının nasıl vazgeçilmez bir güçle beynimize yerleştiğini düşünürsek) Burada da, Einstein’ın formülleri, gözlerinin önünde olan bilim insanları, bilimsel ve tutarlı olduğu halde kafalarının içindeki baskın bir düşünce devamlı olarak çalkalanmış olmalı. Şunu düşünmüş olabilirler. “Evet, formüldeki argümanlar birbiri ile son derece tutarlı, mantıklı hatta bilimsel. Ancak, ikizlerden biri, hızlı olarak seyahat ediyor ise, nasıl olur da biri yaşlanır diğeri genç kalır? Bunda bir bit yeniği olmalı” diye defalarca düşünmüş olmalılar. Çünkü, hiçbir bilim insanın hayatlarında böyle bir düşünce hiç yeşermemişti.

    YanıtlaSil
  54. Sayfa 53
    Şu halde, kafalarında bu şüphe (formülü geçersiz kılmaya yönelik eski inanç) olduğu müddetçe, Einstein’ın formülüne hemen inanmak o kadar kolay olur muydu? Kendimizi o tarihlerde bir fizik profesörü olarak düşünelim. Bildiğimiz bilgileri temelinden sarsacak ve son derece saçma gelen bir düşünceyi hemen kabul eder miydik? İşte burada, “akla yatmak”, “kanıksamak”, “kanaat oluşturmak” gibi ifadeleri ancak kullanabiliriz ki, pek de bilimsel görünmemektedirler. Ama bilimin işleyişinde, tutarlılık, mantık, zekâ, akıl yürütme ve diğer bileşenler tek başlarına yeterli değillerdir. Bir müddet sonra, “kanıksamak”, “kanaat oluşturmak” gibi süreçler kendisini “emin olma” duygusuna yani “inanma”ya bırakmaktadırlar. Muhtemel ki, Kopernik, Kepler, Galileo zamanında, Güneş’in Dünya etrafında değil de, Dünya’nın Güneş etrafında döndüğüne dair düşüncelere inananların (tabii ki o zamanki dinsel baskıdan dolayı bu düşüncelerini gizli tutanların), hemen bir anda inandıkları söylenemez. Eski yerleşik bilgiden yenisine geçiş belli bir şaşkınlık, bir kanıksama sürecini de beraberinde getirmiş olmalı. Bunca, zamandır süre gelen bir bilgi, hemen çöpe atılmaz. Çünkü zihin bunun için müsait değildir. Bu bilimsel bir konu da olsa. Dolayısıyla, Dünya’nın Güneş etrafında döndüğüne inanma süreci önce bir kanıksanma sürecinin arkasından gelmiş olmalı.
    Peki, biz, Dünya’nın Güneş etrafında döndüğünü nasıl biliyoruz. Çünkü, daha evvel de dediğim gibi, daha çocukken, hiç sorgusuz bize böyle öğretildiği için. Görülüyor ki, doğru bilgi de dogmatik olabilir. Bugün ortaokul düzeyinde bir kişiye (hatta bazı kişiler için lise düzeyinde) eğer sorsak, desek ki “bana, Dünya’nın Güneş etrafında döndüğünü ispatlayabilir misin? Sizce ispatlayabilir mi? Sadece, o zaman kadar kendisine aktarılmış olan bilgileri tekrarlar. Neyin, ne ile bağlantılı olduğunu bilmeden, yerleşmiş bilgilerdir bunlar. Bildikleri bilgi doğrudur ama “dogmatik”tir. Bununla ilgili çok güzel örnekleri, tv’de bir haber kanalında, bir bayanın, halk arasında dolaşıp sorduğu “mevsimler nasıl oluşur? Türkiye hangi yarı kürededir? Bir yılda kaç hafta vardır? Gibi sorulara, halkın neredeyse yüzde yetmişi doğru bir cevap verememektedir. Yani bunların, dogmatik bilgileri bile yoktur. Doğru bildiğini söylediğimiz yüzde otuz içindeki birçoğuna, peki nasıl oluyor da, bize mevsimler oluyor, bir anlat desek, büyük ihtimalle, bize öyle öğrettiler, nedeni hakkında bir fikrim yok diyecektir. İşte, bu bilgilerin hepsi dogmatiktir. Bilimsellikle bir ilgisi yoktur.
    Einstein, bu teorisini sunduğundaki, zamanda, onu eski çağlardaki gibi bir büyücü niyetiyle yakmamalarının sebebi, artık bu düşüncelerin Einstein zamanında Hristiyan âleminin terk etmiş olmasıydı. Ola ki, Einstein, bir şekilde, bu düşüncelerini, Galileo zamanında sunmuş olsaydı, muhtemel ki (düşünülenin aksine) Galileo’ya verildiği gibi son senelerini evinde hapis geçirmek gibi ceza verilmek yerine, deli diye düşünülür, hapse atılmaz, kendisi ile eğlenilirdi. Bilindiği gibi, Einstein, uzun yıllar, teorisini inandırmaya (inanç oluşturmaya) çalıştı. Ve yine burada, daha evvel de paylaştığımız, yüz yıldır çözülemeyen ve dünyanın en büyük 7 probleminden biri sayılan Poincaré sanısı isimli önermesini 2002 yılında çözen, Grigori Yakovlevich Perelman adındaki Rus matematikçiyi bir kez daha anmakta yarar var. Bilindiği üzere, tüm verileri ilgili kuruluşa verdiği halde, karşılığı bir milyon dolar olan bu çözüm için, kendisiyle alay edilen bu matematikçinin çözümün, doğru olduğu, 4 yıl sonra 2006’da anlaşılmıştı.
    Tutarlılık ve bilimselliği ifade etmeye çalıştığım bu uzun başlık altında inanç kavramını da kısaca özetlemekte yarar var. Önce, yine daha evvel de ifade ettiğim gibi, inanç, kişiselleşmiş bilgidir ve insanın düşünen beyninin değil, limbik sistem denen, ilkel beyninin bir parçasına ait bir kavramdır. Çünkü, kişiliğimiz orada oluşur. Bundan hareketle, inancın, inanma denen kavramdan ayırabilmenin en basit yolu şudur.

    YanıtlaSil
  55. Sayfa 54
    İster bilimsel, ister dinsel, ister siyasal ne olursa olsun, inandığınız bir düşünceyi karşınızdakine sunduğunuzda, eğer sunduğunuz düşünce, karşı tarafça geçiştirilmiyor, aksine, karşı çıkılıyor, karşınızdaki, sizin hasmınız oluyor, şu veya bu şekilde bir tehdit unsuru hissediyor ve o bilgiyi savunan kişi de, savunduğu bilgiyi savunurken sesini yükseltiyorsa (davranışları kastediliyor) ve düşüncelerinde ısrarcı ise bu bir “inanç” olmuştur. İnanç, değiştirilmesi zor bilgidir. Yani dogmadır. Hatta, bilimdeki kesin gibi görünen bilgiler de dogmadır. Aşağıda buna biraz daha değinilecektir. Görülüyor ki, siyasi bir görüşünü savunan bir kişinin Tanrı kavramını katmadan hatta bilimsel temaları da katmadan bir bilgi sisteminin (yani bir sosyal yapıyı kurma ve bunu korumaya yönelik bilgi siteminin) savunucusu olmak mümkündür. Bir başka deyişle, siyasal düşüncesi, onun için “inancı” olmuştur. Hatta bu siyasal dava adına, kendisini feda bile feda edebilir. Konu, Tanrı olmadığı halde, inandığı bir fikir uğruna kendisini feda eden bir kişinin bu davranışı “inanç” ile tanımlayamazsak başka ne ile tanımlayabiliriz. Çünkü, Tanrıya olan inanç kavramında da beynin ortak alanlarını kullanıyor olabilir.
    İnanç kavramına daha sonra tekrar devam edeceğiz.
    Bilimsel dahi olsa, her bilgi ve bu bilgilerin tutarlı ilişkilendirilmesi, iradenin bir zaferi değildir. Diyelim ki, okuldayız ve öğretmen bir fizik veya matematik problemi çözmüştür. Ancak, çözümü tam olarak anlamadığımızı varsayalım. Aradan zaman geçer, yatar kalkar ve problemi hiç düşünmediğimiz anda, kafamızda bir ampul yanar ve problem bizim için çözülmüştür, anlamlanmıştır. Bu süre çerçevesinde, problemi ne aklımıza getirmiş ne de üzerinde düşünmüşüzdür. Peki ne olmuştur da problem çözülmüştür. İşte tam bu durum için söyleyeceğimiz şey, bilinçaltı, sezgiler ve benzeri zihinsel faaliyetler devreye girmiştir. Peki, sezgi denen şey irade dâhilinde midir, bilinçaltı denen şey irade dâhilinde midir? Hayır. Her ikisi de iradenin dışında mekanizmalardır. Zihne giren bilgiler, irademizin yetmediği durumlarda, beynin art alanında bilgileri işlemeye devam eder. Uykuda iken veya başka bir şeyle ilgilendiğimiz bir anda, zihnimizdeki, bu bilgileri işler, birbiriyle tutarlı hale getirmeye çalışır. Tekrarlamakta yarar var, her tutarlı hale gelen bilgiler, doğru bilgiler değildir. Zihne giren bilgiler, yazının bir yerinde de ifade ettiğim gibi, bu bilgileri, kalsiyum, sodyum, potasyum iyonlarına çevirir, nöronların aksonları üzerindeki iyon kanallarında voltaj farkı yaratarak bilgileri bir yerden bir yere transfer etmeye çalışır. Bu işlere, nöronlar arasındaki bir anlamda bilgi taşıyıcılar olan nörotransmitter denen kimyasallar devreye girer, ayrıca vücudun o andaki hormonal yapısı bile, bilgilerimizi nasıl birleştireceğimiz konusunda bizi etkiler. Uygun olmayan bilgiler, mevcut ilişkilendirilmiş bilgi havuzunun içinden ayıklanır. Buradaki bilgilerin birbirleri ile ilişki derecesi uygun bir optimum düzeye gelir. Ve zaman içinde bilgiler (yani zihni oluşturan kimyasal ve fiziko kimyasal partiküller) öyle bir ilişki kurarlar ki, işte o anda, ampul yanar ve biz de o problemin çözümünü buluruz. İşin ilginç tarafı, irademizin olmadığı yerde, bu bilgiyi bizim irademizle bulduğumuzu iddia edebilir miyiz? Bu mümkün değil. Başka bir ifadeyle, irademiz dışında, çözüm, zihnimiz tarafından bulunmuş ve bilinçli halimiz de artık hazır ve çözülmüş bir yapıyı, irademiz çerçevesinde bulmuş olduklarına ekler. Burada iki şeyin altı kalın bir şekilde çizilmektedir. Bunlardan biri, basit olmayan bilgilerin ve yeni teorilerin sunuldukları anda hemen kabul edilmemelerinin nedeni, (Einstein’ın teorisi gibi), bu ve benzeri teorilere ait verileri, masa başına oturup irademizle incelemelerin sonucundaki yetersizlikten kaynaklanmıyor, irademiz dışında olan ve zihnimizdeki eski alışkanlıklardan kaynaklanan ve onca nöron bağlantısı arasında yerleşmiş olan uyumlu olmayan bilgiyi, sistemin dışına çıkartıp, yeni bir çıkarsama yapması için, zihnin bilinçten ayrı çalışmasıdır. (Hele bunun Din olduğunu düşünürsek,

    YanıtlaSil
  56. Sayfa 55
    bir evrime inanan bir kişinin Tanrı inancını ortadan nasıl kaldırmadığını daha iyi anlarız) Tekrar etmekte yarar var, eğer, Einstein, ilk zamanlarında bu yeni kavramı, insanlara döndürüp dolaştırıp aynı terminoloji ile anlattığı halde, bilim insanlarının bu teoriye inanması, sadece bilincin zaferi değildir. İşte buna bağlı olarak, bilimsel bir teoride dahi, bunca uğraştan sonra bilim insanlarının inandığı bir kavrama, muhtemel ki, evrimsel bir sürecin bir parçası olarak mevcut bir zihinsel kalıbın vazgeçilmez bir parçası olarak, atalarımızdan taşıdığımız bu özel kalıba, Tanrı inancını yerleştirdikten sonra, kolay kolay nasıl vazgeçebiliriz ki? Hele bir de bu inanç, yüz milyar nöronun, birbirleri ile binler ve on binler mertebesinde bağlantısına yayılmışsa.
    Her defasında ifade etmeye çalıştığım gibi, zihin doğru da olsa, yanlış da olsa tutarlı bilgiyi birbiri ile ilişkilendirir ve işleyerek yeni sonuçlar çıkarır. Çünkü, zihindeki iyonlar veya transmitterler neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda bilgi sahibi değillerdir. Onlar sadece voltaj farkı yaratmak üzere görev yüklenmişlerdir.
    Söz gelimi, Tanrıya inanan bir kişi için, şu soru onun için son derece anlamlıdır. “Ben, aklım ve düşüncelerim ve de gerekli malzemeleri bir araya getirerek elimde tuttuğum telefonu ortaya çıkarabiliyorsam, o halde beni de yaratan bir üstün güç olmalıdır”. Evet bu düşünce, son derece tutarlıdır. Tutarlılık ne idi, bir evvelki düşünce ve davranış ile bir sonrakinin uyumlu olmasıydı. İşte size tutarlılık. Keza, Tanrıya inanan bir kişi için insanın oluşumda tesadüfiliğe yer yoktur. Halbuki, evrim süreci içinde tesadüfiliğe de yer verilmektedir. O halde, zaman zaman literatürde kullanılan bir örneği burada, Tanrıya inananlar lehine verebiliriz. Eğer bir araba veya uçak mezarlığından bir fırtına geçse ve bu mezarlıktaki onca teknik malzeme fırtına nedeniyle çarpışarak, bir şekilde yan yana gelse, fırtına olup bittikten sonra, eski parçalardan yeni ve çalışan bir uçak veya araba ortaya çıkar mıydı? Öyle ya, eğer tesadüfilik söz konusu ise, Böyle bir soru son derece makuldür ve de eldeki verilere göre tutarlıdır. Bu durumda, evrime inananlar, şunu söyleyebilirler. Canlıların ilk ortaya çıkışından bu güne kadar yaklaşık üç buçuk milyar yıl geçti, dolayısıyla, bir tek fırtına ile uçak mezarlığından bir uçak çıkmasını beklemek makul değildir. Bu durumda da, Tanrıya inananlar, “güzel söylüyorsun ama, bu geçen aynı süre içinde, yeryüzünde, bugünkünden farklı olmayan yüz küsur element ve de kimyasallar, o zaman da vardı. Bu durumda, aynı süre içinde olan milyonlarca ve de milyarlarca fırtına ile, hiç olmazsa, ilkel de olsa bir radyo, bir siyah beyaz televizyon olmaz mıydı?” diye sorabilirler.
    Ve bu son derece tutarlı bir sorudur. Çünkü, ortaya konan argümanlar, kriterler, sadece bilimsel düşünceye hizmet etmez.
    Yine bununla ilgili bilinen bir örnek olarak, William Paley’in, yolda bulduğu bir saat üzerine, bu kompleks yapıyı bir insan yaptığına göre, daha karmaşığı olan insanı da bir gücün tasarlamış olacağı düşüncesinden Tanrıya varması da son derece tutarlıdır.
    Bu başlık altındaki yazı için şunları söyleyebiliriz.
    1 Yeni bir fikir, çıkarım, teori veya benzeri bir düşünceyi ortaya koymak için, belli bir bilgi birikimine ihtiyaç vardır. Örnek: Işığın hızının sabitliği, Michael ve Morley tarafından yapılan deneyle ortaya konmasaydı, Einstein’ın ne birinci İzafiyet Teorisi, ne de ikincisi ortaya çıkmayacaktı. Ve bizler, enerjinin, kütle ile ışığın hızının karesinin çarpımından haberdar olmayacaktık.

    YanıtlaSil
  57. Sayfa 56
    2 Bilgiler kendi başlarına yan yana gelip de yeni bir bilgi ortaya çıkmayacağına göre, bu bilgilerden yeni bir bilgi ortaya çıkaracak bir düşünenin, yani düşüncenin (zekanın)olması gerekir.
    3 Mevcut bilgi birikimi, masa başında oturup, matematik gibi bir çıkarsama yapma şansı vermeyeceğine göre, bu bilgi birikimine katkının olması için, gözlem ve teknolojinin de dahil olması gerekir. Michael Morley’in düzeneği ile, ışık hızının bulunması.
    4 Düşünmek de yetmiyor. Nasıl ve hangi sistematikte düşünüleceği de bir o kadar önemli. Yani, ışık hızının sabit olduğu bulunduğu ve aradan on sekiz yıl geçtiği halde bunu farklı düşünen ve bir teorinin bir parçası yapmasını birinin bulmuş olmasıdır.(Einstein)
    5 İşte, benim esas vurgulamak istediğim kısım ise burası. Yeni bir fikrin kabul edilmesinde, tüm veriler ve ilişkiler masaya konmuş iken ve defalarca temcit pilavı gibi aynı şeyler söylendiği halde, zihin bu düşüncesin doğruluğuna karar veremez. Zaman içinde, bazı bilim insanları, apriori olarak Einstein’in teorisine inanmaya başlamışlardı. Ancak bu inanma, yatıp kalktıkça oldu. İşte bu süre zarfında, zihin, tamamen iradenin dışında, eski bilgileri işledi, çelişkilerden rahatsız oldu, uyumlu olmayan bilgiler, zaman içinde, mevcut bilgiler koleksiyonunun dışına itildi ve bir gün (bir gün dediğimiz süre, üç dört yıl) teorinin doğruluğu kabul edilmeye başlandı. Burada özellikle tekrarlamak isterim, teorinin kanıksanması için bu safhada herhangi bir irade veya bilinç söz konusu değildir. Kafamızdaki ampulün yandığı zamana kadar (teorinin doğruluğuna kanaat getirildiği) geçen sürede, kişi uykusunda, yürürken, yemek yerken ve teoriyi hiç düşünmüyorken, zihin tamamen bilinç dışı olarak, teoriye ait bilgileri birbiriyle “tutarlı” hale getirmeye çalışmaktadır. Bu maddede ifade edilen bir kavrama dikkat çekmek isterim. Bilimsel bir kavramdaki çelişkilerden dolayı bir insan nasıl rahatsız olabilir ki? Çünkü, bilim, gözlem ve akıl yürütmenin bir ürünüdür diye düşünürüz. Bu düşünce eksiktir. Akıl yürütmeler eninde sonunda duygularımıza bağlanır. Çünkü, yeni çıkarımlarımızdan yani onun doğruluğundan emin olma duygusu, Limbik sitemden çıkar.
    Einstein’ın teorisini, bugün bir çoğumuz gibi, ortalama zekaya sahip insanlarda kabul etmektedir. Peki doğru olduğu için mi kabul etmektedirler. Hiç sanmıyorum. Bize öyle öğretildiği içindir. Bir an düşünelim, Einstein’ın zamanına ve teorisini henüz sunduğu zamana gidelim. Einstein, bize, “öyle bir teori buldum ki, bu teoriye göre, farklı hızlardaki ikizlerden biri, diğerine göre daha az yaşlanır” dediğini düşünün, ne hissederdiniz? Masal gibi mi gelirdi, yoksa hemen kabul eder miydiniz? Buna verilecek cevaplardan biri, “deney yapar ve gözlerdim” şeklinde olabilir. Ama, bazı bilim insanları, daha teorinin deneysel olarak gözlenmeden evvel de, kanıksamışlardı. Biz de kanıksar mıydık? Hele bir de bilim adamı değilsek. Aslına bakarsak, bu tür teori ve bilgileri, araştırmadan kabul ediyoruz. Bu bir bakıma şuna benzemektedir. Bir arkadaşınızla sohbet ederken, bir davranışımızın, dinimizce uygun olmadığını söyler. Biz de ona dönüp, nereden biliyorsun diye sorduğumuzda, falanca hocadan duyduğunu söyler. Arkadaşımıza, peki, sen ilgili kaynağı kendin, doğrudan okudun mu diye sorduğumuzda, “yoooo” cevabını alırız. Görülüyor ki, aslında, bizler de bilim sonuçlarına, birileri dediği için inanıyoruz. Bunun nedeni, bu bilgiye inananların sayısının artması ve daha küçükken, hiç sorgusuz, bunların bize öğretilmesinden dolayıdır. Aslında bu bir öğretilme değil, dogmatik bir bilgidir.

    YanıtlaSil
  58. Sayfa 57
    Daha evvelki yazımda, nasıl ki, çok yıllar evvel, Güneş’in Dünya etrafında döndüğüne dair inananların sayısı fazla idiyse ve bu fazlalık, aslında daha küçükken onlara bu bilgilerin verilmesinden idi. Bugün ise, Dünya’nın Güneş etrafında döndüğü bilgisine sahip isek, bu da, sahip olduğumuz bilginin doğru olduğuna inandığımız için değil, bize öyle öğretildiği içindir. Bir varsayım olarak, dış dünyadan ile izole edilmiş bir kasabaya, küçük çocukları yerleştirip onlara da Güneş Dünya’nın etrafında dönüyor diye öğretse idik, büyük bir ihtimalle, ömürleri boyunca buna inanırlardı.
    Kastetmek istediğim şey şu. Bugün günümüzdeki teorilere inanmamızın sebebi, genel kabul gördüğü için, bize de öyle öğretildiğinden dolayı kabul ederiz. Bunun anlamı, bu teorilerin doğruluğunu kabul etmiyorum anlamında ifade etmek istemiyorum. Ancak, dediğim gibi, birileri dediği için inanıyoruz. Söz gelimi, Einstein birinci Görelilik Teorisini ortaya koyarken, kendisini yetersiz hissettiği matematiği nedeniyle dönüşüm denklemleri için, Hollandalı fizikçi ve matematikçi Hendrik Lorentz’den destek almıştır. Şu halde, teorinin sahibinin henüz altından kalkamadığı bir matematik işlem için, bizim bu teoriyi bilimsel olduğunu iddia etmek ve inanmak, arkadaşımızın, sahip olduğu bilgiyi hocadan öğrendiğini söylemek ten farkı kalmamaktadır. Söylemek istediğim şudur. Bu bilgileri savunabiliyor olmak için, onunla ilgili tam bir bilgiye sahip olmak gerekir. Sorulabilecek her türlü soruya, denklemleri üzerinden ve doğadaki karşılığını göstererek verebilmeliyiz. Teorinin, hangi diğer teorilerle ve hangi parametreleri ile uyumlu olduğu, teorinin neresinin zaaf gösterdiğini gösterdiğimiz zaman, o teori, o kişi için inanılır olmuştur. Aksi halde, birisi söylediği için yaptığımız bir inanış, körlemesine bir inanıştır ve buna inanç denir. Çünkü, bize biri gelip de, bu teorinin böyle olduğunu ve doğadaki karşılığının da şöyle olduğunu nereden biliyorsun diye sorduğunda, bize de “profesör öyle anlattı” mı diyeceğiz? O zaman, diğer kişinin de, “Hoca öyle anlattı” deme şansını vermiş olmuyor muyuz? Biz, “peki profesör yalan mı söylüyor?” dediğimizde, o da aynı şey için “Hoca mı yalan söylüyor?” anlamındaki müzakereler uzar gider. Özetle, birçoğumuzun, bilimi dogmatik olarak savunduğuna inanıyorum. Söz gelimi, atomdan bahsederiz. Ancak henüz görmediğimiz bir şeydir atom. (Dolaylı, ölçüm veya gözlemleri kastetmiyorum.) Hala, atomun kendisinden değil “model”inden behsederiz. Elimizdeki tüm atomlara ait görüntüler elle yapılan veya bilgisayar animasyonudur? Kendisini, doğrudan görmüş değiliz. Atomun etrafında dönen elektronlar tanecikli bir yapı mıdır, yoksa yörüngeye yayılmış bulut mudur bilmiyoruz. Keza, görelilik teorisi, günümüzde bazı parametreleri ile kendisini kabul ettiriyor olsa da, sicim teorisi gerçekten ve hepten bir teoridir. Çünkü, daha sicim teorisine dair bir şey gözlenmiş değildir. Bunlar, eldeki verilerle çıkartılan modellerdir. (Güneş’in Dünya etrafında döndüğüne inanıldığı zamandaki çıkartılan helisel modelin de, aslında matematiksel olarak doğru sonuç verdiğini hatırlayalım. Ama, sonradan anlaşıldı ki, modelin kendisi doğru sonuçlar verse de, uzaydaki karşılığı öyle değildi) Kim Bilir belki beş defa daha değişecektir. (Einstein’in, kendi teorisinde, yanlış olduğuna inandığı bir parametreyi, sonradan doğru olduğuna inanıp tekrar formüle koyması gibi) Tabii ki bu çalışmalar olacaktır. Ancak, tutarlı olmak demek ve hatta bilimsel tutarlılık, “gerçeklik” değildir. Tutarlılık her defasında farklı teori ve gözlemlerle değişiyorsa bu tutarlılık mıdır? Şu halde, tutarlılık, var olan doğaya ait gerçeği, eksik verilerimizle birleştirme çabamızdan ne algıladığımızdır. Ama gerçeklik değildir. (Gerçek ne demek?, o da ayrı bir soru) Bununla konuyu, mistik bir tarafa götürmek gibi de düşüncem söz konusu değil. Başka bir örnek, kütle çekimin ne olduğunu gözlüyoruz ama neden meydana geldiğini görmüyoruz.

    YanıtlaSil
  59. Sayfa 58
    Kütlenin kendisini, ancak başka parametrelerle tanımlayabiliyoruz. Söz gelimi Kuvvetin, kütle ile ivmenin çarpımı olarak biliyoruz. (F=m.a). Ancak kendisini, kendisi ile tanımlayamıyoruz. Bunlar, son derece tutarlı modeller. Ancak gerçek değiller. Yani gerçeğin kendisi değiller.
    Yine başka bir tutarlılıktan bahsedebiliriz. Galileo denklemlerinden serbest düşmeyi ele alırsak, bir cismin, düşey olarak bırakıldığı anda geçen zaman içinde aldığı yol S=1/2g.t^2 ile gösterebiliriz. Yani, cisim, bırakıldıktan itibaren düşerken aldığı yol, geçen zamanın (t) karesi ile yer çekim ivmesinin (g=9,81)çarpımının yarısıdır. Ancak bu formülü kurarken, cismin Dünya’yı çektiği ve Dünyanın da cimin çektiği graviton denen parçacıkları (veya ne ise) görmüyoruz. Görülür ki, bunların hepsi, tutarlı birer modeldir.
    Tutarlılık, zihnimizdeki bilgilerin, birbirleri ile, doğayı anlamak (veya anladığımızı sanacak şekilde) bir birleriyle ilişkilendirilmesidir.
    Bu arada, tutarlılığı, bir kesinlik olarak görmemek gerektiğini, Eski Yunan’ın ateş, su, toprak, hava ile ilgili bilgileri kadar tutarlı olduğunu; Dünya’nın düz olduğuna inanıldığı zamandaki kadar tutarlı olunduğunu; Güneş’in, Dünya’nın etrafında döndüğüne inanıldığı zamanki kadar tutarlı olunduğunu, Kepler, Kopernik ve Galileo’nun, Güneş ile ilgili helisel bir yörüngede dönebileceği kadar tutarlı olduğu; ve bugün inandığımız teoriler kadar tutarlı olduğumuzu düşünürsek, tutarlılık denen şeyin, her ilave bilgiye göre de değiştiğini görürüz. Denildiği gibi, “değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” sözünün yanına ben, ışık hızının değişmezliğini de ilave etmiştim. Ancak, görülüyor ki, ışık hızının evrendeki değişmezliği bile sorgulanmaya başladı. Tabii ki bununla beraber, altı-yedi kadar başkaca da değişmez var olduğu biliniyor. Mesela, Newton’un kütle çekim formülündeki evrensel çekim sabiti olan “G” gibi. (F=G.m1.m2/d^2). Aslına bakılırsa, bunlar bile değişiyor olmalı, Çünkü, evren sabit değil, dinamik. Tabii ki, e (e=2,71828…) gibi veya Pi gibi (π=3,14159…) gibi insan kültürünün ürünü olan matematiksel sabitleri (transandantal/aşkın sayıları) kastetmiyoruz.
    Evet, tutarlılık adına uzunca bir yazıdan sonra aşağıdaki düşünceye varmak garip gelebilir.
    Şimdi, öyle bir kavram düşünelim ki, bu kavramı karşımızdakine sunduğumuzda kabul görsün, idrak edilsin.
    Şöyle ki:
    Karşımızdakine öyle bir problem veya kavram ve hatta çözümü ile gidelim ki, kavram veya problemin anlaşılması, anlamlandırılması ve çözümü çok az bir zaman sürsün. Karşımızdakine 2+2=4 müdür? Diye sorduğumuzda, karşımızdakinin buna verebileceği cevap için irdeleyip, yorumlayıp cevap verme süresi birkaç saniyeyi geçmez ve size “evet” der.
    Karşımızdakine öyle bir kavram veya problemi ve hatta çözümünü de birlikte getirelim ki, karşı tarafın bunu, anlaması, idrak etmesi ve kabul etmesi birkaç dakika veya birkaç saat sürsün. Söz gelimi, bir havuz problemini çözümü ile beraber götürdüğümüzde, karşımızdakinin bu çözümü kabul etmesi, kişinin ortaokul matematik bilgisine ve bilginin eskiliğine göre, birkaç dakikadan, birkaç saate hatta birkaç güne kadar sürebilir. (Kişi, problemi, ilk etapta çözemez ama, azmiyle illaki çözeceğini söylediği zaman, birkaç gün alabilir)

    YanıtlaSil
  60. Sayfa 59
    Şimdi de karşımızdakine öyle bir kavram veya problem ve hatta çözümü ile birlikte getirelim ki, çözümünün doğru olduğu yıllar alsın. Einstein’in teorisi, bilim insanları tarafından uzun yıllar sonra, nice itirazlardan sonra kabul gördü. Başka bir örnek olarak da yine 2002’de çözülemeyen bir problemi, çözüp, çözümü ile beraber ilgili kuruluşa veren, ancak kendisiyle bu çözümü için alay edilen, ancak 4 yıl sonra 2006’da çözümün doğruluğuna kanaat getirilen Rus matematikçiyi burada tekrar örnek olarak gösterebiliriz. Keza, Alman meteorolog Wegener’in, yeryüzü kabuğunun plakalardan meydana geldiğini söyleyerek, geçmiş dönemde, Güney Amerika’nın, Afrika’nın batısına bitişik olduğunu söylemesi ve kendisiyle alay edilmesi. Bu düşüncesini, 1930’larda söylediği halde kendisinin doğru söylediğinin ancak ellili yıllarda anlaşılmaya başlanması (anlaşılması değil, anlaşılmaya başlanması). Ve tabii ki, Kopernik, Kepler, Galileo’nun savlarının çok sonraları kabul görmesi. (Kepler, Kopernik, Galileo için, dinsel baskıdan dolayı kabul görmediği söylenebilir. Peki, Wegener, Einstein, Rus matematikçi örneğindeki kabul edilmeyişin, bilim adamları tarafından yapılmış olduğuna ne demeli?
    Ve son olarak, öyle bir problem veya kavramı karşımızdakine çözümüyle beraber getireceğiz ancak, bu kavram veya probleme inanmak değil yıllar, değil ömürler, kuşaklar boyu sürsün. Hatta inanılmasın. İşte problem ve çözümü. Tanrıya inanan birine, aslında Tanrı diye bir şey yoktur, insan olarak bizler, evrimsel sürecin bir parçayız densin ve hatta kendilerine bırakın ara formları, araların da arasının formları gösterildiği halde inanmasın. Şu halde, Yeryüzünde, neredeyse, yarısından fazla kişinin (hangi dinden olursa olsun) evrimin kanıtlarını gösterseniz de evrime inanmaması ve bu insanların içinde, doktoru, mühendisi, profesörü, entelektüel bilgiye sahip olduğu halde bunca insan yığınının evrime değil de Tanrıya inanıyor olmasının “TUTARLI” bir nedeni olsa gerek.
    İşte bu tutarlı neden, bunca kişinin akıl yürütemiyor olmasının dışında başka bir şey olabileceğini, kendimi ifade edebildiğim kadar yukarıda anlatmaya çalıştım. Şu halde, evrimi, Tanrı inancı olanlara sadece ikna yolu ile anlatmak mümkün görünmüyor. (Anazognoziyi hatırlayalım)
    İNANMAK NE ZAMAN İNANÇ OLUR?

    Şimdi inanmak ile inanç arasında ne tür bir bağ olduğunu, Tanrıya olan inanç kadar Evrim teorisinin, yeri geldiğinde bir inanç olduğunu ifade etmeye çalışayım.

    İnanç ile ilgili olarak bir ön bilgi vermem gerekirse, hemen şunu söylemek isterim ki, inanç, bir kişinin sahip olduğu bir bilgi bütünlüğünü kişiselleştirmesi ve ondan da öte, içinde yaşadığı toplumla bu bilgi bütünlüğünü ortak duygulara atfetmek demektir.

    Çok soyut gibi gelen bu kavram, aslında pek de öyle değildir. Öyle ya, “duygu” da ne imiş ki diye sorulabilir. Şunu hemen söyleyelim ki, eğer duygu denen mekanizma olmasa, tüm primatlar dahil, hiçbir memeli bugün var olmazdı. Duygu denen şey, daha evvel de ifade edildiği gibi beynin limbik sisteminin bir sonucudur.

    YanıtlaSil
  61. Sayfa 60
    Yani, eğer limbik sistem olmasaydı, bir yakınımızı kaybettiğimizde üzülmez, biri fıkra anlattığı zaman gülmez, türümüzün devamı için, cinsel istekte bulunmaz, anne çocuğunu sevmez, saygı denen kavram olmaz, lider denen kavram olmaz, insanlar birbirine aşık olmaz, kimse yardım kurumlarına, çocuk esirgeme kurumuma yardım da bulunmaz, hastaneler açılmaz, yanımızda birine tecavüz edildiğinde hiçbir tepkimiz olmazdı. Evet, çok soyut gibi gelen bu ve yüzlerce davranış, hatta belki de bazılarımıza komik gelen bu düşünce limbik sistemimizin eseridir. Hatta biraz da evrimsel bir ifade ile söylemek gerekirse, duygu alanımızı oluşturan bu kısım, vücudun kalp atışı, sindirim sisteminin hareketleri, nefes alıp vermemizi sağlayan temel fonksiyonları yürüten beyin sapının üzerinde olup, burada, bu satırları bana yazdırtan ve evrim mi yoksa Tanrı inancı mı diye tartıştıran beynimin düşünen kısmı, bu limbik sistemin üzerine konumlanmıştır. Yani, düşünen beyin henüz yokken, çok milyon seneler evvel limbik sistem vardı. Buradan şunu söyleyebiliriz, düşünen beynimizi (beyin kabuğunu) oluşturan genlerin dizilimi, duygusal beynimizi oluşturan gen diziliminden çok daha yenidir. Yani, düşünen beynimizi oluşturan genler, sonradan oluşmuştur. İfade ettiğim gibi, limbik sistem, bir canlının, kendi türüne ait ne kadar kişiselleşmiş davranış özelliği varsa genelde burada toplanmıştır. Eğer bir aslan, diğerine kızıyorsa, kızan kısım limbik istemdir. İnsanlarda da öyledir.

    Ve şunu da belirtmek gerekir ki, dış dünyadan aldığımız veriler, isterse matematik bilgileri dahi olsa, düşünen beyinden önce limbik sistemimiz tarafından denetlenir. Bu nasıl oluyor diye sorduğunuzda hemen şunu söyleyelim ki, bu bizim elimizde değil. Çünkü, çevremize ait veriler öncelikle limbik sisteme gider, ondan sonra düşünen beyne, kortekse gider. Bunun da nedeni, düşünen beynin, serebral korteksin, limbik sistemin üzerine ve nice yıllardan sonra konumlanmış olmasıdır. Bir başka deyişle, düşünen beyin, duygusal beyinin gelişmiş bir uzantısıdır. Ve dolayısıyla, sadece limbik sistemimizin olduğu zamanlarda, beş duyu vasıtasıyla gelen bilgiler, limbik sisteme gittiği için, düşünen beynin oluşması ile de bu sinirler, limbik sistemden sonra düşünen beyne giderler. Yani, beş duyu vasıtasıyla gelen bilgiler, değerlendirilmek üzere doğrudan düşünen beyne gitmezler. Eğer, çevremizdeki bilgiler, doğrudan düşünen beyne gitseydi işte o zaman Dünya daha çekilir olurdu belki. Çünkü siz, evrime dair delilleri gösterdiğinizde, bilgileri mukayese etmek için ara yollara sapmadan beynim daha aklı başında bir muhakeme yapardı sanırım. Belki kavgalar da olmazdı. Ama öyle değil. Hatta şunu söylemek gerekirse, biraz kötü bir benzetme olsa da, duygusal beyinden düşünen beyne parmak kalınlığında sinir bağlantıları ile bilgiler gidiyorsa, düşünen beyinin aldığı kararları denetlemesi için duygusal beyne saç teli inceliğinde sinir bağlantıları ile gönderir. Bunun anlamı, hayatımızın hemen hemen her anında, duygusal beynimizin, düşünen beynimize baskın çıktığıdır. Her ne kadar, ben iradem ile karar veriyorum desek de, çoğunlukla öyle değildir.

    YanıtlaSil
  62. Sayfa 61
    Şimdi bir bilgi nasıl kişiselleştirilerek, “inanmak”tan “inanç” düzeyine geçilir ona bakalım.

    Yolda yürürken, birisi yanınıza yaklaşsa ve size “2+2=7’dir” dese ne hissederdiniz? “Hissetmek“ kelimesi burada özellikle kullanılmıştır. Sanırım pek fazla bir şey hissedilmezdi. Böyle bir soru karşısında, önce kişinin bu tavrı analiz edilir, maksadının ne olduğu anlaşılmaya çalışılır (kamera şakası veya başka bir şey) sonra bir cevap vermek için bir hamle yapar ve kişiye dönerek “hayır 2+2=4 tür” deriz. Eğer kişi hala, kendi sonucunda ısrar ederse, karşıdaki kişinin aklından zoru olduğunu düşünüp daha fazla uğraşmaz, oradan uzaklaşırsınız. Çünkü siz 2+2’nin 4 olduğundan eminsinizdir. Buna inanırsınız. Şimdi deneyimizi biraz daha renklendirelim. Siz, Dünya’nın Güneş etrafında döndüğünü biliyor ve buna inanıyorsunuz. Ve bir gün, etrafınızdaki kişilerin, Dünya’nın Güneş etrafında değil de, Güneş’in Dünya etrafında döndüğüne inananların sayısının yavaş yavaş arttığını görüyorsunuz. Bununla beraber de, Dünya’nın Güneş etrafında döndüğüne dair belgelerin, teknolojinin yok olduğunu görüyorsunuz? Ne hissederdiniz? Önceleri şaşkınlık. Giderek, tanıdığınız hemen herkesin, Dünya’nın evrenin merkezinde olduğu ve Güneşin de, Dünya’nın etrafında döndüğüne inandığını görmeye devam ediyorsunuz. Ne hissederdiniz? Tehdit? Ve giderek, kendinizi, Kopernik veya Galileo’nun yerinde buluyorsunuz? Artık sizin için, sıradan bir bilgi olan şey savunmanız gereken bir inanç olmuştur. Aynısıyla, Galileo’nun, Dünya’nın, Güneş’in etrafında döndüğünü söyleyerek bu düşüncelerinden dolayı mahkemeye çıkacak ve ömrünün sonunu ev hapsinde geçirmeye gidecek kadar bir inanma. Veya, Kopernik’in, kitabını yayımlarken, içeriğinden doğacak tepkileri azaltmak için önsözünde yazdığı gibi, kitabını, dönemin Papa’sı III. Paulus’a atfetmesi, zaman zaman bu önsözde kendisini aşağılaması, zaman zaman da yalakalık yapmasına, neden olacak kadar inanma (Nicolaus Copernicus, Göksel Kürelerin Devinimleri üzerine adlı kitap önsözü). Keza, Kopernik’in fikirlerini savunduğu için İtalya Roma’da 1600 yılında yakılarak öldürülen gökbilimci Giordano Bruno’nun inanışı gibi. Ve keza Einstein’in, ışığın kütle tarafından çekilmesini belgeleyerek, teorisine destekte bulunması için, Güneş tutulması üzerine çalışan bilim insanlarını, karışıklık içindeki o zamanki Çarlık Rusya’sına gitmesini teşvik etmek ve hatta buradan elde edilen bilgiler sağlıklı olmayınca, yıllar sonra olacak bir güneş tutulmasının ölçümlenmesi için, bilim adamlarını yılmadan mektupları ile teşvik etmeye götüren bir inanma ve daha evvel de belirtildiği gibi, yüzyılın çözülmemiş 7 probleminden birini çözdüğü halde, çözümüne inanılmayan Grigori Yakovlevich Perelman adındaki Rus matematikçinin kendi çözümüne olan inanması. Çevresindeki gençleri, düşünceleri ile zehirlediği gerekçesiyle, kendi düşüncelerinden vazgeçmeyerek, baldıran bitkisinin zehri ile ölüme mahkûm edilen Sokrates’in inanması gibi. Bilim tarihi, kendi savlarının geçerliliği için bir birleri ile çatışan, savaşan bilim insanları ile doludur. Aklıma gelen bir tanesi daha, 1800’lerin sonu ile 1902’lerin başında ikisi de sinir bilimci olan Camillo Golgi ile Santiago Ramön Cajal’ın nöronlar üzerine olan atışmaları ve hatta dalaşmalarıdır.
    İşte, kendi özgürlüklerini, hayatlarını verecek kadar olan bu inanmaya, “inanç” denir. Çünkü, inanılan bilgi, kendi içeriğinden daha fazla olarak, kişiselleşmiş, kişinin varlığının, var olma nedeninin bir parçası olmuştur. İşte onun için inanmaktan öte bir inançtır. Zaten, bu benzeri kişileri, aynı bilimsel yolda vazgeçmemelerini, motivasyonu sağlayan bu inançlarıdır.

    İnanç sadece, bilimsel savlara olan kişisel inanmaları derecesinde olmaz, söz gelimi, herhangi bir siyasi görüşü savunurken de zihin aynı mekanizmayı çalıştırır.

    YanıtlaSil
  63. Sayfa 62
    Dönüp dolaşıp, inanmak, emin olmak, inanç gibi kavramlar için geldiğimiz yer limbik sistemdir. Bilimsel de olsa, kişiselleşmiş bilgi bir “inanç” üretir. Kişiselleşmiş bilgiyi, zihin iç mekanizmasına bakmadan, davranış ve düşüncelere bakarak şu şekilde de ifade edebiliriz. Eğer, savunduğunuz bir bilgi, dışarıdan farklı savlar ile çürütülmek isteniyor, sahip olduğunuz bilgiye karşı çıkılıyorsa, bu bilgiyi savunan kişinin bilgisini savunması için gösterdiği her hamle (düşünce) inanç olarak nitelenir. Nasıl ki dinin karşı çıkmasına rağmen, kendini feda edecek kadar bir kişiselleştirme oluyor ve buna inanç diyorsak, bilim adamı da olsa (yakılarak öldürülen Bruno gibi, hapse giren Galileo gibi,) güttüğü siyaset için de kendisini feda eden kişilerin bu davranış biçimleri inançtır. Keza, liderler de, güttüğü politikalar çerçevesinde kitleleri peşinden sürüklemişlerdir, onlarınki de inançtır. İşte tam burada, yazarımızın yazısında ifade ettiği gibi, Nepaldeki ineğin kutsal olduğuna duyulan inancın bilimsel bir temeli olmadığı gibi, peşinden bir kitleyi koşturan, yeri geldiğinde, bu lider için canını veren, yeri geldiğinde liderin kendisini feda ettiği siyasal düşüncenin ne tür bir bilimsel dayanağı olabilir? Ama buna rağmen bu liderin eşliğindeki grup, karşıt görüştekilerle savaşarak, canını bile verebilir. Canını verdiği bir görüşten daha başka ne tür bir bilgi inanç olabilir? (Aslında, bilimsel temeli yoktur derken, kastedilen, inanç, bilimsel bir konuya bağlı olarak da ortaya çıkabileceği gibi, siyasi bir nedenle de, dini bir nedenle de ortaya çıkabilir denilmektedir. Yoksa, hangi konuya bağlı olarak bir inanç oluşmuşsa, psikoloji, psikiyatri veya nöroloji gibi bilimlerin konusuna girer).

    Görülüyor ki, siyasi bir felsefeye olan inançta din kavramı yoktur. Ancak, bu inanç oluşturulurken, muhtemel ki Tanrı inancı gibi zihnin aynı nöronal devrelerini biraz farkla kullanıyor olmalı. İnandığınız bir bilgiye, bilimsel, dinsel, siyasal da olsa, sahip çıkıp, bu bilgiyi yaymak, savunmak, mücadele etmek bir inançtır. Bir başka deyişle, inanç, hangi kategoride olursa olsun, düşünce sistematiğini “dava” haline getirmektir. İşte, “inanma” eylemi “inanç” olarak değişmiştir. Hatta, inanç kavramının içinde “adanmışlık” kavramı da vardır.

    Evet, inanmak ve inanç üretmek (ister Tanrı, ister Nepal’deki inek, ister cin, ister bilimsel verilerle belgelensin, isterse siyasal) kişiselleştirilmiş inanıştır. Bir düşünceye bir bilgiye bir sembole (her ne ise) inanıyor muyuz yoksa inanç mı duyuyoruz, bunu öğrenmek istiyorsak, bu düşüncemize, doğruluğu konusunda ısrarcı olduğumuz bilgimize karşı savlar üretildiğinde, duygusal tepkimizin yani ne hissettiğimize bakmak gerekir. Eğer, küçük bir tehditle başlayıp, daha sonra kızıyor isek, o bilgi bizim için inanmaktan öte inanç olmuş demektir. Ve yine, eğer bu bilgilerimizi, karşı tarafa deneyip deneyip de anlatamadığımızı gördüğümüzde, yine kızgınlığımızı göstermeye başlarız. Çünkü, savunduğumuz bilgiler (bilimsel de olsa) kişiselleşmiştir. Başka birinin sahip olduğumuz bilgiye karşı gelmesi, onu yok sayması demek, aslında bize (kişiliğimize) karşı gelmesi, yok sayması demektir. Bilginin kişiselleşmesi derken kastedilen budur. Yine yazarımızın, makalesinin (ana yazıyı kastediyorum) en son cümlesi, burada ifade etmeye çalıştığım haykırış için bir örnek olduğunu düşünüyorum.

    YanıtlaSil
  64. Sayfa 62
    Şimdi de biraz tersini düşünelim. Herkesin 2+2=4 olduğuna inandığı bir Dünya’da, yoldan geçen bir kişi bize doğru gelip de 2+2=7 dediğinde, karşımızdakinin aklından bir zoru mu var diye düşünüp, oradan uzaklaşıp fazlaca da bir şey hissetmediğimiz örneğimizi çeşitlendirelim. Bu defa da, Dünya’da Tanrıya inananların hiç kalmadığı, Tanrı kavramının, antik çağdaki gibi, Zeus, Hera, Poseidon ve benzeri bir düşünce olarak tarih kitaplarında yer aldığı ve artık herkesin evrim teorisini çok iyi bildiği ve kabul ettiği hatta evrimsel sürecin içinde bulunmadığına inanılan “ara formların”, bizzat insanlar tarafından genler ile oynanarak bu formların yaratıldığı, bir başka deyişle, genlerin manipüle edilebildiği bir zamanda yaşadığımızı varsayalım. Yani bu teoriyi öyle bir hale gelsin ki, herkes tarafından 2+2=4 gibi kanıksadığı için, üzerinde bile durulmayan bir konu olsun. Böyle bir durumda, yolda giderken, yanımıza yaklaşan bir kişi bize dönüp de, “Tanrı vardır, evrim diye bir şey yoktur” dese ne hissederdik? Hissedilen şey, günümüzdeki 2+2=7’ dir diyene gösterilen tepki kadar olurdu. Kızmazdık bile. İşte, günümüzde evrime inanan bir kişinin, bugün, evrim düşüncesine karşı çıkan kişilere, evrim teorisini anlatırken gösterdiği zihinsel ve duygusal efor ile, herkesin evrim teorisine çoktan inandığı, günlük hayatın bilinen bir gerçeği olduğu zamandaki, yanımıza yaklaşıp da “Tanrı vardır, evrim yoktur” diyen kişiye gösterdiği (daha doğrusu göstermediği) zihinsel ve duygusal efor arasındaki fark “inançtır”

    O halde diyebiliriz ki, tinsel, dinsel, bilimsel, siyasal veya akla gelebilecek bir bilgi sistemi inanç haline gelebilir. (Çünkü başka şansı yok. Nedeni de, inanç denen şey bir duygudur ve zihnin, daha evvel de söylediğimiz gibi, limbik sistemin nöronal ağının bir sonucudur.

    Bu arada bir şeye inanmak tam değilse, bu inanmaya duyulan “şüphe” den bahsedebiliriz. Ancak, inanç için “şüphe” duymaktan bahsedemeyiz, ama o bilgiyi kişiselleştirmeye bağlı olarak, inancın “derecesinden” bahsedebiliriz. Çünkü, inançta, o bilgi sistemine olan inanmada “şüphe” olmadığı gibi aksine bu inanmaya “duygu” katılmıştır. Bu duygunun şiddetine (savunuculuğuna göre) inanç oluşmuştur.

    Evet, madem ki bilimsel temel üzerinden hareket etmemiz gerekiyor, inanma, inanç, emin olma gibi durumlar “limbik sistemin” bir sonucudur.
    Bu paragrafı özetlersek; İnanç, psikolojik tanımla; ister bilimde, ister dinde, ister siyasette veya hangi konuya bağlı olursa olsun, belli bir bilgi sistemine “adanmışlık” halidir. Nörolojik olarak ise, ilgili konudaki bilginin beyinde, prefrontal korteks (beynin karar veren yeri) ve neokorteks (beynin, düşünme işlemini yaptığımız dış kabuğu) ile limbik sisteme (beynin, duygularımızı yaşadığımız) bağlantı kurması sonucu oluşur. Bir bilgiyi, etrafımıza anlatmak için ne kadar çok savunursak, o bilgi, o kadar çok inanç sistemimizin parçası olmuştur. Çünkü o bilgiyi etrafımıza inandırabildiğimiz ölçüde, kendi varlığımızın anlamını daha iyi idrak ederiz. İnancımız arttığı ölçüde (ilave bir bilgiye ihtiyaç kalmadan), inandığımız bilgiye ait muğlaklık ortadan kalkar.

    YanıtlaSil
  65. Sayfa 63
    MAYMUNDAN MI GELDİK?
    Daha evvel ki yazımda, evrime inanan bir kişinin, insanın maymundan değil de maymunun da ondan türediği bir ortak atadan geliyor olmasının söylenmesinin evrime inanmayan bir kişi için ne tür bir faydası olabileceğine dair düşüncemi belirtmiştim. Belirtmek istediğim şey şudur ki, savunduğunuz sistemin tamamına “inancı” olmayan bir kişinin, savunduğunuz sistemin küçük bir kısmının yanlış anlaşıldığı düşüncesiyle bir düzeltme yapmasının ne tür faydası olabileceği idi
    İkna etmeye çalıştığımız bir sistemin bütününe inanmayan bir kişiye, bu bilgi yapısının içindeki bir detaya ait bir düzeltme yapmak ile, aslında kendimizi karşı taraf için daha da savunulmaz kılarız. Bunu, sizin araba kullanmadaki yeteneğinize hiç güvenmeyen ve dolayısıyla arabanıza bindirmeye inandıramadığınız bir kişinin, araba ile ilgili olarak yanlış bildiği bir şeyi, mesela, cam sileceğinin falanca düğme değil de filanca düğmeye bastığı zaman çalışacağı bilgisini düzeltmeye benzer. Diğer bir ifade ile, bu bilgi düzeltmesi, o kişinin sizin arabanıza binmesini sağlamayacaktır. Kaldı ki, maymundan değil, daha alt bir atadan geldiğine dair görüş, Tanrı inancı olan bir kişinin, üzerinde bulunduğu Dünya’nın ve tüm nimetlerinin ve cennetteki hurilerin kendisi için yaratıldığını düşünerek, kendisini Dünya’nın hatta evrenin merkezine koyan bir kişi için büyük bir “aşağılama” olarak kabul etmesi son derece makuldür. Çünkü burada, evrime inanan bir kişi için bu detaya ait düzeltme iyi niyeti, tamamen mantıksal iken, Tanrı inancı olan bir kişi için duygusal bir saldırıdır. Başka bir deyişle, gönderilen mesaj yerini bulmaz. Duygusal bir mesaj duygusal olarak mantıksal bir mesaj mantıksal olarak idrak edildiğinde anlam üretir. Ben, bir evvelki yazımda, bu detayın (düzeltme detayı) aktarılmasının (insanın ve maymunun ortak atadan geldiği bilgisi) boşa zaman kaybı olduğunu söylerken, Tanrıya inanan kişileri küçümsemek adına söylemedim. Zaten böyle bir düşüncem de olamaz. Benim söylemek istediğim, zihnin bu şekilde çalıştığıdır. Yani zihin, sistemin tümünü reddederse, detayı görmezden gelir. Buna “zihinsel çarpıtmalar” adı verilir. Dokuz-on kadar zihinsel çarpıtma vardır. Bilişsel terapi, psikoloji veya psikiyatri kitaplarında bunları görebiliriz. Bazen de, bir detaydan dolayı, sistemin tamamını (bütünü) reddederiz. Bunun en güzel ve basit örneği, yemek yerken tabağımıza sinek düştüğünde tabaktaki yemeği reddetmeyi gösterebiliriz. (buradaki reddedişin bile evrimsel bir sürecin parçası olabileceği söylenebilir) Çünkü, sineği ve sineğin temas ettiği kısmı tabaktan alıp yemeye devam edebilirdik (bazılarımız yapabilir, ancak biz geneli konuşuyoruz). Burada, tabağı toptan reddettiren düşünce, beynimizin düşünen kısmından değil, bizim düşüncemize egemen olan limbik sistemden çıkmıştır. Sinek, midemizi bulandırmış (limbik sitem) limbik sistem düşünen beyne verdiği talimat ile, sineği tabaktan çıkartıp yemeye devam etmeyi değil, tabaktaki yemeğin tamamının reddine karar verdirmiştir. Bunun muhtemel nedeni, geçmiş zamanda, kuyu veya su havzalarındaki harici bir karışım nedeni ile, bireyin zehirlenmeden hayatta kalması veya benzeri bir iç güdü veya kalıtımsal bir davranış olabileceğidir.
    Konumuza kaldığımız yerden devam edersek, Tanrıya inanan bir kişi, evrime inanan bir kişiye gelse ve şu surenin şu ayetinin meali böyle biliniyordu, aslında yanlış bilinen mealin doğrusu şu şekilde imiş dese, ve gerçekten de yanlış bilinen bir şeyi düzeltmiş olsa, evrime inanan bir kişi için bir itibar görecek midir? Çünkü, bir şeyin parçasına itibar göstermeye başlayan zihin, bütüne doğru ikna olmaya başlayabilir. (Buna, İkna psikolojisinde, küçükten başlatma metodu denir)

    YanıtlaSil
  66. Sayfa 64
    Evrime inanan kişi, kitabı ve kitabın sahibini (Tanrıyı) tanımaz (inanmaz) olduğuna göre, evrime inanan bir kişinin, olsa olsa, kendisine sunulan detay düzeltmede bile, karşı taraf için kullanacağı malzemeler arayacaktır. Keza, çok eskiden beri bilinen, Darwin’in kafasının, maymun vücuduna oturtulmuş karikatürü bunun güzel bir örneğidir. Bundan bir iki sene kadar evvel, bir Matematik dergisinin, derginin kapağında benzer bir konuyu karikatür olarak gündeme getirmesi nedeniyle, dergiyi çıkartan tanınmış matematik profesörünün, ülkemizce bilinen bir bilimsel kurumla araları bozulmuş ve derginin, öğrencileri için kullandığı ödenek, ilgili bilimsel kurum tarafından kesilmişti. Sonuç olarak, bu tür detaylar (maymundan veya daha alt bir atadan gelindiğine dair kavramlar) Tanrıya inananlar tarafından dikkate alınmayacak bir detay olarak görülmesi de makuldür. Çünkü, daha evvel de dediğim gibi, insanı Tanrının yarattığına inanan bir kişi için, değil maymundan geliyor düşüncesini kabul etmesi, daha ilkel bir atadan geliyor olduğuna dair düşünce hiç kabul görmez. Çünkü, maymundan da olsa, daha alt atadan da olsa, insanın bu veya benzer bir kökenden geldiğine olan düşünce, insanı merkeze koymuş bir kişi için aşağılayıcı olacağı gibi, tanrıya inanan ve evrimi kabul etmeyen bir kişi için de hayli aşağılayıcıdır. Sadece evrim veya Tanrıya inanmak değil, ortaya konan bir sav, karşı taraf için tüm yapısıyla kabul görmüyorsa, o savın sahibinin küçük bir detayda düzeltme yapma çabası sadece rasyonalizasyon olabilir. Ayrıca, Tanrıya inanan kişilerin, karşı düşüncede olanların kaynaklarını okumadığını okumadığı, bilgi sahibi olmadığını düşünmek yanlışlık olur. Hatta, sizden bizden daha fazla, bilgi sahibi bile olabilirler. “Eğer bu kadar bilgi sahibi iseler, o zaman evrim teorisine de inanırlardı” gibilerinden anlık söylenebilecek bir cümle için de, uzun uzadıya yukarı anlatmaya çalıştığım, zihnin özelleşmiş bölgesini de anlatamamışım demektir.
    Kaldı ki, yazının birçok yerinde atıfta bulunulduğu gibi, beynin inanca dayalı kısmının, bizim günlük olarak kullandığımız kısımlardan farklı yerler olduğunu ifade etmeye çalıştım. Bir başka deyişle, siz, insanın maymundan değil, daha alt bir atadan geldiğine dair bilgisini, Tanrıya inanan bir kişinin Beyninin A bölgesine aktarıyorsunuz ama, Tanrıya inanan bir kişinin beyni, Tanrıya olan inanç kavramını beyninin B bölgesiyle algılıyorsa (yazıdaki bir çok deney kastediliyor) bu durumda bu detay (insanın daha alt atadan geldiği) bilgisi, mesaj olarak yerine varmayacaktır. Bu, 100.5 ten yayın yapan bir FM kanalını 90.6 Mhz frekansından dinleme isteğindeki ısrar gibi olacaktır. Yani, sonuç alınamayacaktır. Ve nihayetinde, Tanrıya inanan kişilerin, evrime inanan kişilerin bu detay söylemi karşısında duyarsız kalmaları da bu yüzdendir. Çünkü, sistemin tamamına dair bilginin yanlış olduğuna inanıyorsam, bu sitemin detayına ait bir yanlışın düzeltilmesi benim için bir itibar göstermeyecektir. Sistemin tamamına ait temel inanç oluşmuşsa, detaylar ile ilgili çelişki ve tutarsızlıkların düzeltilmesi üzerine çalışmalar yaparım. Siz, eskidiği için yıkmaya çalıştığınız bir bina için “binanın kapısı burada yanlış olmuş, dolayısıyla, kapıyı oradan şuraya alalım” diye düşünür müsünüz? Kapı nerede olursa olsun (insanın, maymundan değil, daha alt bir atadan geldiği ) düşüncesine bakmadan, eskiyen binayı yıkmak istersiniz. Çünkü, isteğiniz, tüm binayı yıkmak olduğu için (evrim teorisi) kapının nerede olduğu umurunuzda değildir. (Tanrıya inananlar için)

    YanıtlaSil
  67. Sayfa 65
    SONUÇLAR
    1-Tutarlılık; insanoğlunun sahip olduğu nihai bilgiler koleksiyonunu (o an için sahip olduğu bilgi) sahip olduğu nihai teknoloji (o an için ulaştığı teknoloji) yardımıyla, mantık ve akıl yürütme (o an için sahip olduğu düşünme sistematiği) çerçevesinde, bir amaca hizmet etmek üzere planlayıp, çelişkisiz olarak bir araya getirerek, “doğru” olarak ilişkilendirildiğine dair inançtır. Görülüyor ki, bu, yani tutarlılık denen kavram, tamamlanmamış bir süreçtir. Sisteme ithal edilecek her yeni bilgi, teknoloji, akıl yürütme, var olan tutarlılıkta çelişki yaratabilir. Var olan tutarlılık, yeni bilginin yarattığı çelişkiyi ortadan kaldırmak için, bazı bilgileri sistemden çıkartarak, bilgiler koleksiyonu tekrar ilişkilendirilerek yeniden tesis edilir. Bu döngü ne zaman kadar devam eder? Ta ki, evrene ait tüm bilgilere sahip olana kadar. (Yapbozun tamamını elde etmek için, bize referans olarak verilen esas resim gibi.) Şu halde, bilimsellik, tutarlılık, akıl yürütme vb. argümanlar, sahip olduklarımız kadardır ve mutlak değildir. Zaten, tutarlılığın kendisi tutarlı olsaydı, insanoğlu, kendisini ilk bildiği andaki tutarlı bilgileri bile bugün hala tutarlı olarak hiç değişmeden günümüze kadar gelmiş ve bu değişmez bilgileri kullanıyor olurduk. Bu düşünceden hareketle, tutarlılık, bilgiler arası uyumlu ilişki kurmak olduğuna göre, dinsel temalarda da bunu yapmak mümkündür. Bu açıdan bakılınca, Dinin kendi kuralları da tutarlıdır.
    2-Dinin kendisi de, bilim ve benzer diğer unsurlar gibi, inançlı insan için fayda sağlar.
    3-Özellikle, temporal lopların, Tanrı inancı anlamında evrimleşmiş olabileceği düşüncesi tartışılabilir.
    4- İnanç, psikolojik tanımla; ister bilimde, ister dinde, ister siyasette veya hangi konuya bağlı olursa olsun, belli bir bilgi sistemine “adanmışlık” halidir. Nörolojik olarak ise, ilgili konudaki bilginin beyinde, prefrontal korteks (beynin karar veren yeri) ve neokorteks (beynin, düşünme işlemini yaptığımız dış kabuğu) ile limbik sisteme (beynin, duygularımızı yaşadığımız) bağlantı kurması sonucu oluşur. Bir bilgiyi, etrafımıza anlatmak için ne kadar çok savunursak, o bilgi, o kadar çok inanç sistemimizin parçası olmuştur. Çünkü o bilgiyi etrafımıza inandırabildiğimiz ölçüde, kendi varlığımızın anlamını daha iyi idrak ederiz. İnancımız arttığı ölçüde (ilave bir bilgiye ihtiyaç kalmadan), inandığımız bilgiye ait muğlaklık ortadan kalkar .
    İnanç, sadece dinde değil, bilim, siyaset, hatta bir takımı tutmak ile de gündeme gelebilir. İnanç, içine duygu katılmış, kişiselleşmiş bilgidir. (Limbik sistem)
    5-Yeryüzünde, inançlı insanların yoğun olması, inanç sisteminin, beynin özelleşmiş yerinin, içinde bulunduğu kültürle yoğurulmasından olabilir.
    6-Eğer, insanın inanç sistemi, evrim süreci ile oluşmuş özel bir neyin bölgesine hitap ediyorsa, evrim teorisini inançlı bir kişiye klasik ikna usulleriyle anlatmada başarısız kalınmasının nedeni bu olabilir. Öyle bir rahatsızlık düşünelim ki, aslında vücudun A kısmında sıkıntı olduğu halde, bu sıkıntının, vücudun B kısmına kendisini belirti olarak gösteriyor olmasından dolayı B kısmını tedavi etmeye kalkmamız, tedaviye yönelik tüm hamlelerimizi B noktasına yapmak gibidir. Veya sadece100.5 Mhz FM yayınını alabilen bir radyoya, 95.0 Mhz’den yayın yapmak gibi.

    YanıtlaSil
  68. Sayfa 66

    7-İnancın da zihnin (beynin) evrimsel bir sürecin parçası olduğu varsayımını kabul edersek, insanlar, İnanç sistemi için evrimleşmiş nöronal bir beyin ağı ile doğmakta, ancak tanrı bilgisi, içinde yaşadığı kültür tarafından bu nöronal ağa yerleştiriliyor düşüncesi gündeme gelebilir.
    8-Bir sistemin bütünü ile ilgili bir inanç söz konusu değilse, zihin, bu bütüne ait ayrıntıdaki bir düzeltmeyi dikkate almaz. (İnsan ve maymunun ortak atadan geldiğine dair yanılgı)
    9-Bilimsel teorilere ait detaylara, bu detayları sorgulayacak kadar vakıf olamadığımız müddetçe, öğrendiğimiz her bilgi dogmadır. (Küçükken, ıspanağın demir içeriği bakımından ne kadar faydalı bir besin olduğunu öğrendiğimiz gibi. 25 yıl evvel anlaşıldı ki, Ispanağın içindeki demir oranı, bize öğretilenin çok altında imiş. Hatta bu konuda Popeye/Temel Reis isimli bir çizgi kahramanı bile vardır.

    YanıtlaSil
  69. Sayfa 67

    www.ted.com'daki aşağıdaki videoda, yukarıdaki düşüncelerimle örtüşen bazı söylemler olduğunu düşünüyorum.

    http://www.ted.com/talks/lang/tr/jonathan_haidt_humanity_s_stairway_to_self_transcendence.html

    YanıtlaSil
  70. http://www.ted.com/talks/lang/tr/jonathan_haidt_humanity_s_stairway_to_self_transcendence.html

    YanıtlaSil
  71. Sığmadığı için linki bölerek tekrar yazmak zorunda kaldım.

    http://www.ted.com/talks/lang/tr/
    jonathan_haidt_humanity_s_stairway_
    to_self_transcendence.html

    YanıtlaSil
  72. Sayfa 68

    Bilim Teknik dergisinin Mayıs sayısında, kromozomların uçlarında bulunan “telomerlerden” bahsedilmektedir. Uzun zamandır, telomerleri uzun olan kişilerin, daha uzun ömürlü olduklarına dair çalışmaların yürütüldüğü bilinmektedir. Benim, odaklanmak istediğim, dergideki makalenin son paragrafıdır. Son paragrafta, "Yapılan çalışmalar, insanların hayatta belirli hedeflerinin olmasının, pozitif düşünmenin, spor yapmasının ve hatta meditasyon yapmasının stresi azaltarak telomerleri koruduğunu ve yaşa başlı olarak ortaya çıkan hastalık ve ölüm riskini azalttığını gösteriyor." denmektedir.

    Bu cümleden hareketle, meditasyon kavramını, kendi tekniği çerçevesinde zihnin bir dinginlik süreci olarak değerlendirirsek, bu süreci, Nepal’deki ineğe, inanan, Zen düşüncesine sahip kişilere, Budistlere ve diğer dinlere de genişletebiliriz. Çünkü, içeriğini, hangi kaynaktan alırsa alsın, zihnin bu sisteminin (meditasyon) içine giren bilgi, o sistemi (o bilgiyi işleyen beyni ve dolayısıyla o beyne sahip olan vücuda) fayda sağlamaktadır. Yani, daha uzun bir ömür sağlamaktadır. Bu da, yazımın çok yukarılarında, kaynak göstererek yazdığım psikolog Michael McCullough’ın çalışmalarının istatistiki olarak ulaştığı sonuçlarının molekülerbiyoloji ve genetiği açısından da bir teyidi niteliğindedir. Burada da söylemek isterim ki, zihnin (daha doğrusu beynimizin) bu meditasyon sisteminin içinde Nepal ineği, Zen, Budizm, puta tapmak vb. hangi bilgiyi işlediği (inandığı) değil, vücuda fayda sağlayan şey, meditayonu sağlayan sistemin kendisidir.

    YanıtlaSil
  73. evrim tanrıyı inkarı gerektirir mi?

    YanıtlaSil
  74. 'Tanrı'dan ne anladığınıza göre değişir. Mesela, Kur'an'ın tanrısı olan Allah'ı kastediyorsanız evet tanrı inkarını gerektirir. Çünkü Kur'an evrimsel bakış açısını reddeden bir mantık içermektedir.

    Ancak din dışı bir tanrı söz konusuysa, mesela hiç din göndermemiş, sadece evreni yaratmış ve bırakmış bir tanrı varsa, bu tanrının evrim ile ilgisi yoktur. Diğer bir deyişle, evrim mekanizmasının olması öyle bir tanrı anlayışını etkilemez.

    Ancak gelgelelim evrim mekanizması canlı türlerinin nasıl oluştuğunu ortaya koyduğu için tanrı fikrini gereksiz kılar. Elbette ki bu mutlak bir doğru değildir; evrim ile din dışı tanrı arasında doğrudan bir korelasyon yoktur.

    YanıtlaSil
  75. evrim; "hali hazırda var olan bir evren içerisinde, canlıların, dıştan bilinçli bir etki olmadan, birden bire belli bir madde/cisim-hücre ya da onun gibi birşeyin farklılaşması-bölünmesi-çoğalması sonucu oluşmasıdır" diyebilir misiniz?

    YanıtlaSil
  76. Evrim için şöyle bir anoloji kullanayım:

    Yağmur yağması için bulutların yeterli nem düzeyine ulaşması ve sonra onu taşıyamayıp bırakması gereklidir. İşte evrim o bulutların oluşması ve yağmurun yere bırakılma evresidir. Nasıl ki her yağmur durumunu tanrının oluşturduğunu düşünmüyorsak, evrimsel sürecin de tanrı müdahelesi ile şekillendiğini düşünmeyebiliriz. Bence mantıklı olan da budur.

    Dolayısıyla yukarıdaki cümlenize katılabilirim elbet. Ancak şu vardır; "hali hazırda var olan bir evren içerisinde" kısmı önemlidir. Zira bizler evrenin oluşması için belli teoriler üzerinden hareket ediyor ve tamamen materyalist bir bakış açısı kullanıyoruz. Bence yine mantıklı olan budur. Ancak durumun böyle olması, başlangıçta bir tanrı olmadığı anlamına gelmemekle birlikte, evrenin oluşması için de tanrının zorunlu unsur olduğu anlamına gelmez.

    YanıtlaSil
  77. evrenin oluşumunu izah etmek için oluşturulan teorilerden, günümüzde en kabul edilebilir olanı big-bang olsa gerek. zannımca bu patlamanın gerçekleşmesini de tanrı ile açıklayabiliriz. yani tanrı evreni böyle bir yöntem ile yarattı. sonra evren bir evrim sürecine girerek canlıların oluşmasına imkan sağlayacak konuma geldi. sonrasında da yukarıda yazdığım merhale başladı ve hala devam ediyor. böyle düşünebilirmiyiz?

    YanıtlaSil
  78. Sorun, materyalizmi mi idealizmi mi benimseyeceğimiz sorunu aslında. Yani tamamen maddesel süreçlere dayandıracaksak her şeyi, tanrıyı işin içine katamayız. Ancak madde-ötesi bir şeyin varlığını kabul edeceksek tanrı ilk neden olabilir.

    Şahsi kanım bu durumu şimdilik bilemeyeceğimiz. İleride kuşkusuz bir şekilde maddesel süreçlerle evrenin oluştuğu ve dolayısıyla maddesel süreçlerle işlediği bilimsel olarak tatmin edici bir biçimde ortaya konabilir. Veya bilim tamamen ters yönde bir sonuca da ulaşabilir. Şu an için ortada belirsizlik var. Ama içimden geçeni sorarsanız, bence tamamen maddesel sürecin evreni açıkladığı ihtimal gerçekleşecektir.

    Dolayısıyla bir tanrıyı ilk neden olarak kesin bir tavırla kabul etmeyi uygun bulmuyorum. Yine de tamamen kestirip atmak mümkün değil.

    YanıtlaSil
  79. (Sayfa 69)

    24 Ağustos 2012 tarihli Hürriyet Gazetesinin beşinci sayfasında şu başlıkta küçük bir haber vardı: DİNDAR İNSAN DAHA SAĞLIKLI. Başlığın altındaki yazı şu şekilde devam ediyor. ABD’deki Missouri Üniversitesi’nin son araştırmalarına göre, Tanrı’ya inanmak, kişinin ruhsal sağlığını iyileştiriyor. Kanser veya kalp krizi gibi ciddi fiziksel rahatsızlık geçirdikten sonra psikolojileri bozulan hastaların arasında inançlı olanların daha çabuk iyileştiği görüldü. Araştırmayı yürüten Profesör Dan Cohen’in iddasına göre, dinsel inanç; kişinin bencilliğini azaltıyor ve bir topluluğa bağlı olduğunu hatırlatıyor bu da kişinin moralini yüksek tutup tedaviye olumlu cevap vermesini sağlıyor. Gazetenin haberi bu kadar.
    Konuyu Google’den biraz daha araştırınca, Profesör Cohen’in, Güney Asya dinleri, din ve kültür, din ve hukuk, din ve nöropsikoloji ve hafıza konular ile ilgilendiği ve gazetenin bu haberindeki araştırmayı 20 Ağustos 2012’de sonuçlandırdığını anlıyoruz.
    Profesör Cohen’in inançlı olup olmadığı konusunda bir fikrim yok. Diğer bir ifade ile Cohen’in raporu Journal of Religion and Health’de yayınlanmasından dolayı raporu konusunda ne kadar tarafsız olabileceği düşünülebilir. Ancak, araştırmaya katılanların ortak ifadelerine bakılırsa, çok daha yukarıdaki paragraflarda ifade ettiğim gibi, diğer araştırmacıların yaptığı araştırmalardaki ortak bir ifade, bu araştırmada da aynısıyla öne çıkmaktadır. Araştırmaya katılanların ortak ifadesi olarak “artan maneviyat sonucunda, insanda kendilik hissi azalmakta, buna karşılık evren ile bağlantı kurmak, onunla (evrenle) birlik olma (bütünleşme) duygusunun öne çıktığı”na dair söylemleriydi. Bu anlayış bana göre önemlidir. İlk etapta, benim bu konuyu burada tekrarlamamın nedeni, bu anlayışın yani maneviyatı temel alarak anlaşılması istenmiş gibi görülebilir. Aslında bu süreci de evrimsel bir süreç içinde düşünmek için önümüzde birçok argümanlar olduğunu düşünüyorum. Gazete metninde de yazdığı gibi, din; toplumsal süreçlerin (aidiyet duygusu gibi) mekanizmasını sağlamada etkin bir rol oynamaktadır. Sosyalpsikolojiden biliriz ki, korkuya maruz kalan (veya deneysel olarak korkuya maruz bırakılan) bireyler bir araya gelirler, topluluk oluştururlar. Bireyler, bir araya gelerek, dış tehdidin bir nebze azaldığını düşünür ve kendilerini daha güvende hissederler. (Fırtına, deprem, sel felaketlerinde kırgın dahi olsalar insanların bir araya gelerek, birbirlerine destek vermelerini örnek gösterebiliriz). Dolayısıyla, aslında Tanrı veya benzeri bir dış güç (yanardağ patlaması, büyük yangınlar, salgın hastalıklar, depremler, seller vb.) tehdidi altında kalan insanlar, topluluk halinde yaşamaya zorlanmış ve dolayısıyla birbirine güvenlik anlamında ihtiyaç duyan bir tür yaratmada zihnin evrimsel süreci etkin olmuş olabilir. Daha açık söylemek gerekirse, Tanrı faktörü veya yüceltilen korkutucu dış tehditler, insan türünün devamında etkili bile olmuş olabilir. Çünkü, kalabalık bir grubun, doğaya uyum sağlayabilecek yeni kuşaklar meydana getirmesinde, gen havuzunun zenginliği de bir o kadar önem arz etmektedir (Grubun büyüklüğünün önemi)

    YanıtlaSil
  80. (Sayfa 70)

    Kanaatim odur ki, yukarıdaki paragraflardan birinde de başlık olarak yazdığım gibi, bilim; Tanrının varlığı veya yokluğunu ortaya koyacak bir bilgiyi henüz üretmemiştir. Şu anda, inanmayan kişiler, bilimin argümanlarını, Tanrının yokluğunu gösterme açısından, Tanrının kitaplarındaki çelişkileri ortaya koyarak göstermeye çalışmaktadır. Diğer bir ifade ile, bu çabalar, kutsal kitaplarda bulunan ve evren ile yani bilimsel bulgularla çelişki olarak gösterilen kısımları içindir. Yani kitaplardaki çelişkileri ve geçersizliği ortaya koyarak (koymaya çalışarak) Tanrı’nın yokluğuna varmayı amaçlayan bir akıl yürütme şeklindedir.(Evrim gibi). Genelde yapılan da budur. (Şu ayetin, şu bilimsel tema ile çeliştiğini göstermek gibi). Ancak, aynı yöntemi, Tanrı’nın varlığını kabul eden ancak kitaplarını kabul etmeyen kişiler için yürütemeyiz. Yani şimdiki bilimsel bilgiler ile, kutsal kitapları dikkate almadan, bir Tanrının varlığı veya yokluğunu –doğrudan- ortaya koyacak bir bilimsel bilgi üretilmemiştir. Çünkü, sadece Tanrı’ya inanan (dolayısıyla kitaplara inanmayan) bir kişi için evrim gibi argümanlar ile Tanrı’nın yokluğunu ortaya koyma çabaları geçersizdir veya yetersizdir. Daha somut bir ifade ile düşüncemi paylaşırsam, kutsal kitaplar olmadan sadece Tanrı’nın yokluğunu (veya varlığını) hedef alan bir bilgiye şimdilik sahip değiliz. (En azından ben bilmiyorum. Aksi halde, bu kavga çoktan biterdi.). Ancak, varsayımsal olarak, yine yukarıda ifade ettiğim gibi, bu inancı, evrimsel sürecin bir parçası olarak bugüne kadar taşımış olabileceğimizdir. Diğer bir ifade ile, zihinsel evrimimiz sonucunda, Tanrı inancına dair bir zihinsel sistematik gelişmiş olabilir. İşte tam da burada, bilim, Tanrı’nın varlını veya yokluğunu doğrudan sorgulamak yerine, eğer varsa, beynimizdeki bu inancın nedenini ve çalışma mekanizmasını ortaya koyacak bilimsel bilgiyi üretmek daha yakın tarihli olacaktır. Burada tekrarlamak gerekir ki, söylenmek istenen şey, Tanrının kendisinin var olup olmadığının değil, Zihnin, evrimsel bir sürecin parçası olarak, Tanrı inancının yaratmak zorunda olup olmadığı ve bu inancın zihnin hangi mekanizmaları arasında gömülü olduğudur.

    Kaynaklar:
    Hürriyet, 25/08/2012, sh 5.
    https://nbsubscribe.missouri.edu/news-releases/2012/0820-
    spirituality-correlates-to-better-mental-health-regardless-of-
    religion-say-mu-researchers/

    http://religiousstudies.missouri.edu/people/cohend.html

    YanıtlaSil
  81. Sayın Erol,

    Her ne kadar söylediklerinize katılsam da bilim bugün Zeus'un olmadığı yönünde yeterli kanıyı oluşturabildiği gibi Allah'ın olmadığı yönünde de aynı yeterli kanıyı oluşturabilecek güçtedir.

    Sizin bahsettiğiniz tanrının insana mutluluk vermesi de genel olarak bir dinin tanrısı olan tanrılardır. Yani din dışı deistik bir tanrıdan ziyade belli vaatleri olan tanrılardır. Her ne kadar bu tanrılar mutluluk veriyor olsa da, eğer işimiz 'hakikat' ise tanrı fikrinin mutluluk verip vermediği bizi ilgilendirmez. Çünkü uyuşturucu almak da insanı mutlu kılabilir, insanı sürekli bir uyku haline sokmak da... Bizlerin amacı mutlak mutluluğu insanlara sunmak değil; doğruyu gösterebilmek. Özellikle bilim kişinin yararına olan hayat seçimini belirlemek amacıyla değil; olanı tespit etmek amacıyla vardır.

    Bugün Kur'an'ın içinde ister ahlaksal ister bilimsel yönden eksikler olmasına rağmen insanların Kur'an'a inanıyor olması sizin yukarıda açıkladığınız birçok sebebe dayanmakla birlikte bilimin cevap verememesine dayalı değildir.

    Diğer bir deyişle, günümüzde bilim din gönderen tanrılar için yeterli veriyi sunabilmekte. Dinler doğal olarak bilime terslerdir ve bu yüzden objektif olan biri için bilim, din gönderen bir tanrı anlayışını reddetmeyi sağlayan bilgiyi önümüze sunar. İnsanların kültürel, sosyal veya bireysel seçimleri sebebiyle bu verileri görmezden gelmeleri bilimsel verinin yetersizliğiyle açıklanamaz.

    Ancak tekrar belirteyim; din göndermeyen deistik bir tanrı anlayışı için bilim kesin bir veri sunmamıştır; bu konuda size katılmaktayım. Ancak bu, insanların tanrıya inanmasını haklı kılmaz. Hala eleştirilebilir bir tavırdır tanrıya inanmak. Sizin gibi mazur göremiyorum tanrı inancını.

    YanıtlaSil
  82. sayın hayyam; hem tanrının varlığını (çok küçükte olsa) ihtimal dairesinde görüyorsunuz, hem de tanrı inancını mazur göremem diyorsunuz. bu bir çelişki değil mi?

    YanıtlaSil
  83. Şöyle anlatayım:

    Kapısı kapalı bir oda var ve biz odanın içinde ne olduğunu bilmiyoruz. Biri diyor ki oda tamamen boş, biri diyor ki odada bir sandalye var. Ben de diyorum ki odanın içinde ne olduğunu bilemeyiz. Evet, odada sandalye olma ihtimali vardır ve azdır; çünkü başka birçok şey olabilir ya da hiçbir şey olmayabilir. Hatta içeride bir şey olduğunu düşünmemize sebep bir neden de yok. Ama biri sırf içeride sandalye olma ihtimali var diye içeride kesin bir tanrı var derse bunu mazur göremem.

    İşte tanrı da buna benzer. Tanrının var ya da yok olduğunu bilemeyiz diyorum. Ama biri sırf tanrının olma ihtimali var diye, "o halde kesin tanrı" var deyince bunu iyi karşılamıyorum.

    Umarım meramımı anlatabildim.

    YanıtlaSil
  84. Allah hakkında Batın-Zahir (Gizli/Kapalı/Görünmeyen-Edimsel/Açık/Görünen) Çelişkisi.

    Aslında bu konuda çelişki var. Oda yada sandalye kapalımı-görünenmi/açıkmı -görünmeyenmi çelişkisi var.

    http://tr.wikipedia.org/wiki/B%C3%A2t%C4%B1n_(%C4%B0slam)

    http://tr.wikipedia.org/wiki/Z%C3%A2hir_(%C4%B0slam)

    YanıtlaSil
  85. Burada yaptığımız epistemolojik bir tartışma. Temelde kapalı bir odanın içinde sandalye olup olmadığını bilmek ile tanrının olup olmadığını bilmek aynı. Çünkü buradaki bilgi hali söz konusu varlığın niteliğinden bağımsız, bize ait bir durum.

    Ayrıca söze 'tanrı' ile başladınız; şimdi 'Allah' diyorsunuz. Bu ikisi farklı kavramdır. Allah da Zeus gibi gelmiş geçmiş tanrı anlayışlarından biridir. Allah'ın olduğuna dair ihtimal zaten vermiyorum. Benim ihtimal verdiğim din göndermemiş, deistik bir tanrı anlayışı. Daha doğrusu yaratıcı, madde-ötesi bir güç.

    YanıtlaSil
  86. şimdi biz bu kapının odasını açabiliyormuyuz? açamıyormuyuz? eğer açabiliyorsak zaten ne olduğu görülecek ve deist ile ateist müsavi olacak. açamıyorsak sandalyenin varlığını yokluğuna, yokluğunu varlığına tercih ettirecek kanıtlara bakılacak ve bu yönde hareket edilecek. nihayetinde üç durum söz konusu olacak. birincisi sandalye vardır diyerek deist olmak, ikincisi yoktur diyerek ateist olmak, üçüncüsü bilinemeyeceğini söyleyerek septik olmak. Hayyam bu olasılıkların tam olarak neresindedir?

    YanıtlaSil
  87. Odanın içini göremediğimiz için içinde ne olduğunu bilemeyiz diyorum elbette. Zaten gizli bir bilgi değil; defalarca söyledim, ben agnostiğim.

    Ama şu da var; biri çıkıp 1x1'lik bir odanın içinde 'fil' olduğunu söylerse, ona karşı çıkarım. Bu da şu anlama gelir: Odanın içinde olabilecek büyüklükteki eşyalar deistik bir tanrıya tekabül eder. Ancak din gönderdiği söylenen tanrılar odaya sığmayacak absürt tahminleri simgeler. Yani odanın içinde 'fil' veya 'tır' var derseniz, bu iddianız gülünç olur. Ancak ihtimal dahilindeki iddialar değerlendirmeye açıktır elbette ki.

    YanıtlaSil
  88. Saygıdeğer Hayyam,

    Beni şaşırttığınızı ve de biraz da tebessüm ettirdiğinizi ifade ederek yazıma başlamak istiyorum.

    Önce, yazdıklarınız karşılığında yine uzun bir yazı yazmayı planladım ama sonradan planladığım yazıyı yazmaktan vazgeçerek, kendimi yani daha evvel yazdıklarımı ifade edebilme becerimi (veya beceriksizliğimi) sizin düşüncenizle görmek istedim. Tabii ki, bloğunuzdaki bunca yazı arasından, bana ait olan yazıların dolayısıyla Tanrı düşüncemin ne olduğuna dair tüm bilgileri zihninizde tutmayı, sizden hiç kimse isteyemez. Ama olsun, ben yine de, cevaplayacağınıza inandığım bazı soruları aşağıda belirttim. Bu soruları cevaplarsanız, ben de, yazdığınız yazıya karşılık daha sonra yazacağım (belki de sizin vereceğiniz cevaplardan sonra, düşüncelerimi değiştirerek yazmaktan vazgeçeceğim veya içeriğini değiştireceğim) yazımı, sizden alacağım bilgilerle daha yansız (önyargısız) yazma şansını bana vermiş olacaksınız.

    Öncelikle, bir evvelki yazımı üç maddede özetlemek isterim.

    1-Yapılan araştırmaya göre, özetle, dindar insanların hayatın problemleri ile daha iyi baş ettiği, daha iyi hissettiği vb.,
    2-Tanrıya inanma sürecinin, insanın ortaya çıkışından itibaren, evrimin zihinsel bir süreci olarak, insanı bir topluluk halinde bir arada tutan hatta türün hayatta kalabilmesinde bir etken olabileceğini,
    3) Tanrı’nın varlığına, kitaplarından dolayı inanan kişiler için, bilimin, evrim teorisini delil göstererek çelişkileri ortaya koyduğunu, ancak herhangi bir kitap olmadan bir Tanrı’ya inanan için, Tanrı’nın varlığı veya yokluğu için bilimin henüz bilgi üretmediğini yazdım.

    Şimdi, aşağıdaki sorular da tarafınıza sunuyorum.

    1-Yazımda, bir Tanrının varlığını kabul ettiğim kısım nerededir?
    2-“Tanrıya inanmanın”, sizin tabirinizle “mutluluk” veriyor diye Tanrı’ya inanmanın, iyi veya doğru bir şey olduğunu nerede yazdım?
    3-“ İnsanların kültürel, sosyal veya bireysel seçimleri sebebiyle bu verileri görmezden gelmeleri bilimsel verinin yetersizliğiyle açıklanamaz.” İfadenize dayanarak, hangi bilgiyi görmezden geldim?

    Teşekkür ederim.

    YanıtlaSil
  89. peki ya o oda, bir filin veya bir tırın sığabileceği kadar büyükse ve siz bunu göremiyorsanız. ihtimalleri doğru belirlediğinize eminmisiniz? sizce de koca bir evreni yaratan ama onunla hiç ilgilenmeyen, ya da ilgilenebilecek, müdahele edebilecek akıldan ve güçten yoksun olan bir tanrı inancı saçma değil mi?

    YanıtlaSil
  90. Sayın Erol,

    Yazımda tanrının varlığını kabul ettiğinizi ve tanrıya inanmanın iyi bir şey olduğunu düşündüğünüzü belirtmedim. Ancak her ne kadar tarafsızlığınızı korumaya çalışsanız da -daha önce yazdıklarınızla birlikte değerlendirdiğimde- tanrı fikrinin çok da zararlı olmadığı düşündüğünüzü hissettirdiniz, belki onun yansıması vardır yazımda.

    3. şıkkı ise biraz daha açmalıyım sanırım: 'Bu veri' ile kastım kutsal olduğu iddia edilen kitaplardaki bilim ile çelişen kısımlardır. Özellikle Kur'an'ı baz alırsak, burada geniş örnekler vermek yerine Erdoğan Aydın'ın "İslamiyet Ve Bilim" adlı kitabını gösterebilirim. O kitapta da yeterli bir şekilde üzerinde durulduğu gibi Kur'an'ın günümüz bilimsel verileriyle çelişen ayetleri vardır. Sadece evrim olarak da düşünmeyin bunu.

    Şimdi, Kur'an'da astrofizik veya astronomi ile çelişen açık bilgiler varken, "Bilim Allah'a inananları bu inançlarından caydıracak güçte veri sunamıyor." demek bana uygun görünmüyor. Örnek vererek açıklayayım: Şu an dünyada tek bir din olsa ve o dine göre dünyanın düz olduğuna inansa dindarlar ve bilim de dünyanın düz olmadığını 'yeterli' verilerle ortaya koysa, sırf inancın güçlülüğü sebebiyle 'yeterli' olan bilimsel verilerin din karşısında işe yaramaması o bilimsel verilerin güçsüzlüğü olarak gösterilemez.

    Evet, belki bilimsel bir metot olarak bilimin dine olan inancı yıkıp bilimsel gerçeği kabul ettirmesi söz konusu değil; ancak bu, bilimin yeterli olmadığını göstermez kanımca. Çünkü bilimsel verinin dinsel inanç karşısında üstün gelmesi temelde bilimin bir problemi değildir.

    İşte en başta 'bu veri' ile kastettiğim budur. Sizin görmezden gelmeniz söz konusu olmamakla birlikte; irrasyonel sebeplere dayalı ön-kabullerin (ki siz bazı bilimsel verilerin de irrasyonel ön-kabul olduğu durumlar olduğunu düşünüyorsunuz, ve ben de katılıyorum buna aslında) rasyonel sonuçlar gibi beynimizde işlem görmesi dolayısıyla 'gerçek' hakkında bir boşluk veya yetersizlik olduğunu söylüyorsunuz. Ben de duruma bu kadar ince yaklaşılmaması gerektiğini, zira bu ziyadesiyle özenli tavrın absürt derecede uygunsuz olan bir durumu bile haklı çıkarabileceğini ve bizi yanıltabileceğini düşünüyorum.

    Umarım demek istediğimi anlatabilmişimdir. Bu arada uzun yazılarınızı okumak keyif verici ancak karşılıklı şekilde konuşmaya uygun olmuyor gibi. Bu başlık altında yazdığınız şeylere cevap mahiyetinde bir yazı yazacaktım 15 sayfadan sonra yoruldum, bıraktım; konu derinleştikçe derinleşti. Parçalara bölüp öyle tartışma taraftarıyım. Ancak cevap beklemediğiniz, okumamızın faydalı olduğunu düşündüğünüz yazılar varsa lütfen istediğiniz uzunlukta yazın; okurum, okunur.

    Saygılarımla.

    YanıtlaSil
  91. Sayın adsız,

    Kur'an elimizdeki bir veridir. Bu veriyi inceleyip işe yarar olup olmadığını anlama kapasitemiz var. Belki de deistik tanrı kavramını yanlış kullandım; tanrı var ve ilgileniyor da olabilir. Ancak semavi dinler ve kitapları ne yazık ki umduğum kutsiyeti taşımadığı için odamıza göre fantastik veya absürt ihtimallerdir. Oda hakkında yanlış veri ve değerlendirmelerde bulunabiliriz; ancak binanın aslında odanın içinde olduğunu söyleyemeyiz, değil mi?

    İşte Zeus veya Allah gibi tanrılar da geniş açıdan bakıldığında insanların kültürel ve tarihsel süreçlerde yarattıkları tanrı inanışlarıdır ve bir gerçek olarak değerlendirmeye alınmamalıdır. Ya da sizler alın; ancak ben alamıyorum, bu blogda da neden bir ihtimal olmadıklarını anlatmaya çalışıyorum.

    YanıtlaSil
  92. Kişi Tanrı'nın varlığına ya inanır ya da inanmaz. İnanma fenomeni ışığında bakıldığında, teizmle ateizm arasında orta bir yerde bulunmak pek mümkün görünmemktedir. Tanrı'nın varlığına inanmak başka şey, O'nun var olduğunu kanıtlamak
    ise daha başka şeydir. Tanrı'nın varlığını kanıtlayamamaktan agnostisizmi veya ateizmi çıkarmamız doğru olmaz. Agnostisizmin haklı
    olabilmesi için, şu iddialardan birinin ya da ötekinin kabul edilmesi
    gerekir: (a) Tanrı'nın hem var hem de yok olduğunu gösteren birtakım
    ipuçları vardır; (b) Tanrı'nın var veya yok olduğunu gösteren hiçbir
    ipucu yoktur. Agnostik birinci iddiayı kabul edemez; çünkü "orta yerde"
    (yani teizmle ateizm arasında) durabilmesi için, leh ve aleyhdeki
    ipuçlarını tam anlamıyla denkleştirmek zorundadır. Aksi takdirde ya
    teizme, ya da ateizme kaymadan edemez. O, ikinci iddiayı da kabul edemez;
    çünkü Tanrı'nın varlığı veya yokluğu hakkında hiçbir ipucu yoksa agnostisizmin dayanacağı bir temel de yok demektir. Bundan dolayı
    yalnız teistler değil, ateistlerin de çoğu (Marx ve Engels başta olmak üzere) agnostisizmi tutarlı ve geçerli bulmamaktadırlar.
    (ALINTI: Ateizm ve Çıkmazları, Mehmet Aydın)

    YanıtlaSil
  93. Agnostisizm ne ateizm ne de teizm tarafından sevilmez; çünkü iki görüşe de karşıdır. Kanıtlayamadığımız veya makul derecede açıklama getiremediğimiz bir şey için var ya da yok demek mantıklı ve tutarlı görünmemektedir. İlla ki bir şey hakkında bilgimiz olmasına gerek yoktur.

    Daha detaylı inceleme için bakınız:

    1) http://tanrivarmi.blogspot.com/2010/08/agnostisizm-nedir-ne-der.html

    2) http://tanrivarmi.blogspot.com/2011/03/tanrinin-varliginin-veya-yoklugunun.html

    YanıtlaSil
  94. Saygıdeğer Hayyam,

    Yazdıklarınızla ilgili, yarın yazmayı düşünüyorum. Ancak, Sayın Adsız'a yazdığınız bir cümle, sizin gibi bilimsel düşünen bir kişinin söyleyebileceği bir söz olarak garibime gitti doğrusu.

    Sözünüz şu: "İllaki bir şey hakkında bilgimiz olmasına gerek yoktur" ifadenize bakarak bilmediğiniz şeyi nasıl bilebilirsiniz? Veya bir şeyi ancak bildikten sonra o şey hakkında kavram, algı bilgi üretebiliriz. Yani, bilmediğimiz bir şey hakkında nasıl bir bilgi üretebiliriz ki? Bildiğimiz anda da az veya çok o şeyi artık biliyoruzdur. Eğer bir şey bize faydalı olacaksa veya olmayacaksa, öncelikle onu bilmemiz gerekmez mi? Ne dersiniz? Yazdığınız bu yazı, bence onlarca soruyu da beraberinde getiriyor. Hani tutarlılık konusu var biliyorsunuz...

    YanıtlaSil
  95. Sayın Erol,

    Cümlemi üstteki cümlelerimle birlikte değerlendirmek gerekmektedir: Tanrı hakkında var ya da yok şeklinde kesin bir bilgimizin olmasına gerek yoktur. Diğer bir deyişle, önümüzde bir şeye ilişkin bir olma durumunu belirten bilgiyi haiz olmak zorunda değiliz. Kastettiğim budur.

    Yani illa ki tanrı var ya da tanrı yok gibi bir bilgiye sahip olmasak da olur; belirsizlik içinde veya söz konusu şeyin bilinemeyeceği bilgisi içerisinde de yaşayabiliriz.

    Cümlelerimi bağımsız olarak değil; en azından paragraf ile bir bütünlük içerisinde değerlendirmeniz daha faydalı olacaktır; ya da ben aklımda zaten anlattığımı düşündüğüm bir düşünceyi daha geniş olarak açıklamalıyım, zira kendimi ifade edemiyor olabilirim.

    YanıtlaSil
  96. hayyam tam bir agnostik düşünceye sahipsin

    YanıtlaSil
  97. (Sayfa 71)
    Saygıdeğer Hayyam,

    Anlıyorum ki siz bana bayağı kızmışsınız. Bu kızgınlığınızı da düşüncelerinizi aktarırken, yazılarınızın içine kattığınız nazik sitemlerinizden anlıyorum. Kim bilir, belki de alınganlık yapıyorum. Olsun, ben sadece ne düşündüğümü belirtmek istedim.
    Benim sizi rahatsız ettiğim konunun farkındayım; sizin de belirttiğiniz gibi, yazılarımı yazarken, düşüncelerimi tarafsız olarak yazdığımı, herhangi bir tarafı net olarak belirlemediğimi, ortadan yazdığımı düşünüyor olmanızdan kaynaklanıyor. Ama hiç de öyle değil, düşüncelerime baktığınızda sizin beni bir tarafa ait düşüncelerimi sergiliyor olduğumu görmeniz gerekirdi diye düşünüyorum.
    Yazılarımda, beklediğiniz ölçüde bir taraf olduğumu çok keskin bir şekilde belirtmememin nedeni, yazımı, siz veya başka bir okuyan olduğunda, yazımın daha en başından itibaren bir önyargı ile okunmadan terk edilmemesi içindir.( Bu kadar uzun bir yazıyı, sziden başka kim okur, o da başka bir konu) Eğer siz, sizin düşündüğünüzden farklı ve de özellikle böyle bir zamanda, hasmane düşüncelerin olduğu bir ortamda yazı yazıyorsanız, böyle ölçülü davranmak önemlidir diye düşünüyorum. Bu tür yazılar (din konulu), henüz matematik veya fizik olgular kadar bir kesinlik kazanmadığı (zaten de kazanmayacağı) için, siz, yazının en başından itibaren kesin tavrınızı koyarsanız, esas okumasını istediğiniz kitlenin, en başından itibaren yazınızı okumadan terk etmesini veya okuyan biri çıkarsa da, bloğunuzdaki düşünceleriniz doğru olsa dahi, sırf size muhalif olmak için, sizin düşüncelerinize karşı düşüncelerini size belirteceklerdir. Siz, benim düşüncem bu, ne isterlerse onu düşünsünler, isteyen okusun isteyen okumasın diye düşünebilirsiniz. Bu durumda, yazılarınız, zaten sizin (bizim) gibi düşünenler tarafından okunacaktır. (“gibi” derken, bu kelime bir aşağılama değil, aynı ekolde yani bilimsel bilgiyi temel alan kişiler grubunu kastediyorum). Bu durumda, sizinle aynı düşünceye sahip olanlar, sizin bloğunuzdan, sahip oldukları bilgilerine, ilave bilgi katarlar. Buraya kadar kabul. Ancak, sizin üstlendiğiniz görev, anladığım kadarıyla, sadece sizin-bizim gibi düşünenlere değil, dinsel temalı düşünenler için de bilimsel temayı temel alan bir hayat tarzını, dinsel temalıya göre terk etmeleri, tercih etmeleri değil midir? Hatta, esas hedef kitle bu kesim değil midir? Zaten bunca kişiye getirdiğiniz açıklamalar için gösterdiğiniz çaba bunu işaret etmiyor mu? Belki ben yanlış anlamış olabilirim. Yanlış anlamış isem de, beni doğrusu ile yönlendireceğinizi biliyorum.

    YanıtlaSil
  98. (Sayfa 72)
    Şimdi de sizin yazdıklarınız için, benim düşündüklerimi aktarayım. Bunun için de, sizin cümlelerinizi buraya aktarayım ki, hani cümlenize karşı, hangi düşüncemi belirttiğimi net olarak ortaya koyayım. Bu arada,, cümlelerinizi aktarırken, önünü ve arkasını açık bir şekilde okuduğumdan emin olunuz. Hatta, daha evvel de bana dediğiniz gibi, size ait bir cümlenin, önünü ve arkasını okumadan bağımsız olarak değerlendirdiğimi ifade ettiniz. Halbuki, aşağıda da ifade edeceğim gibi, yazdığınız o cümle, kendi başına bir felsefe içerdiğinden, başka hiçbir cümle ile ilişkilendirilmeden, cevap verilmeye hak kazanıyor.
    Evet önce sizin cümleleriniz sonra benim düşüncelerim…

    Sizin ifadeniz…
    “Her ne kadar bu tanrılar mutluluk veriyor olsa da, eğer işimiz 'hakikat' ise tanrı fikrinin mutluluk verip vermediği bizi ilgilendirmez.“

    Hemen ifade etmek isterim ki, ben “hakikat” kelimesi yerine, tam karşılığı mıdır bilmiyorum ama “gerçek” demeyi tercih ederim. Keza “ilim” yerine “bilim” demek bana daha uygun geliyor. Sebep olarak da, “hakikat”, “ilim” gibi kavrayışların bana daha mistik iadeler çağrıştırdığını buna karşılık gerçek ve bilim gibi kelimelerin ise daha ele avuca gelir olarak gördüğüm içindir. Görüyorsunuz değil mi, benim de önyargılarım var…

    Gelelim cümlenize.

    Bir kere, sizin ifadenizle “hakikat” bana göre gerçek denen şey, hangi disiplin türü ile ilgili olursa olsun, bilimi ilgilendirir. Çünkü o olay veya olgu bir “gerçektir”. Çünkü onun bir hakikat olduğunu siz ifade ettiniz. (gerçek nedir, ne değildir felsefesine girmiyoruz tabi ki)
    Eğer bir dine vakıf olan (din diye bir şey olmadığını düşünsek bile, hatta olmadığını biliyor olsak bile) bir kişi, bu dinin çeşitli argümanlarından dolayı kendini daha huzurlu hissediyor, din olgusu, inanan bir kişinin ömrünü uzatıyor ona fayda sağlıyor ise, bu önemli bir tespittir.

    YanıtlaSil
  99. (Sayfa 73)

    Siz bu tespiti, din denen olgunun ortaya koyduğu bu gerçeklere (fiziksel gerçeklere) ve bilimsel tespitlere bakarak, insanların mutluluğunu sağlamak için yayılması gereken bir felsefe olarak görüyorsanız, sanırım, siz yanılıyorsunuz. Ben şunu demek istemiyorum. Madem ki din dediğimiz olgu, inananlarına bir fayda sağlıyorsa ve de bu fayda fiziksel olarak tespit ediliyorsa, o zaman bu din iyi bir şeydir ve bunu yaymak gerekir” Ben bunu demek istemiyorum ki. Cümlelerime böyle bir anlam yüklediğinizi nereden çıkarttığınızı da bilmiyorum.

    Ben şunu söylüyorum, din dediğimiz olguya inanan kişilerin vücutlarında, metabolizmalarında o bireyin faydasına olacak mekanizmalar gündeme geliyor. Söz gelimi, beyinde sinaptik bağlarda bulunan nörotransmitter denen kimyasallar, kişinin ömrünü uzatan (uzun ömür ile ilişkisi olduğu düşünülen) kromozomların ucunda bulunan telomerleri, her hücre bölünmesinde nispeten koruyor (sizin bloğunuzda da yazdığı gibi, hücre bölünmesinde telomerler kısaldıkça, insan ömrü de kısalıyor). Diğer bir ifade ile, din olgusunun sağladığı bu etkiler, telomerlerin boyunun kısalmasını önlediği için, insan ömrü daha uzun oluyor. Bir dine, hatta sizin tabirinizle Nepal ineğine inanan bir kişinin vücudundaki bu değişiklik bilimsel olarak tespit edildi ise, sizin gibi bilimi savunan bir kişi, sırf din olgusunu destekliyor gibi görünüyor diye dinin insan yaşamındaki faydayı görmezden mi gelecektir? Şimdi siz, bu cümleme bakarak, dini savunduğum cümlesini çıkartırsanız, bana kızamayınız ama, psikolojide “düşünsel çarpıtmalar” diye bazı savunma mekanizmaları vardır, o tuzaklardan biri olan “akıl okuma” denen birine düşmüş olursunuz diye düşünüyorum. Dediğim gibi, bu cümleme bakarak, din denen olguyu kabul ettiğim düşüncesini değil, insanların, belki evrimsel belki de kültürel olarak yarattığı ama aslında var olmayan bir düşüncenin (Tanrı ve/veya din), insanı nasıl da olumlu yönde etkilediğini araştıran bir göz olarak bakmanızı ifade etmek isterim. Yani, vay canına, aslında insanın zihninde yarattığı ve nesnesi olmayan bir şey nasıl oluyor da insan zihnini ve metabolizmasını bu kadar etkileyebilir diye bilimsel olarak bakmak gerekmez mi? Bizi etkileyen her şeyin, bizatihi nesnel bir varlığı olması gerekmez. Mesela, yolda giderken bir ipi bir yılana benzetebiliriz. Yılan yoktur ama zihnimizde bir yılan imajı vardır ve bizi korkutur. Nesnesi olmayan bir şey bizde korkuya neden olup, stres hormonu kortizolü arttırabilir. Keza, depresyon anında, gerçekte olmadığı şeyler için zihnimiz halüsinasyonlar yaratabilir

    YanıtlaSil
  100. (Sayfa 74)

    Benzer şekilde, rüyalarımız, gerçek hayatta olmadığı halde, rüyalarımız bizi etkiliyor. Kim bilir kaç sabah, bir rüyanın arkasından uyandığınızda kan ter içinde kaldınız, kaçında gülücüklerle ve kaçında üzülerek uyandınız? Peki, rüyanın nesnesi, bizim bedenimizin dışında gerçek olarak var mı? (Dış dünyadaki olayların, rüyalarımıza değişerek malzeme olmasını kastetmiyorum.) Hayır, yok. Ancak, zihnimizin yarattığı bir olay var mı? Evet, var? Peki gerçek mi? Evet gerçek. (Yani rüyada yaşananlar gerçek değil ama rüya görüyor olduğumuz bir gerçek, yani rüya diye bir gerçeklik var) Nasıl ki, kendi nesnesi bizim bedenimizin dışında olmadığı halde rüya, halüsinasyon vb. olaylar hakikat “gerçek” ve bunun da bilimsel olarak incelenmesi gerekiyorsa, insanların din olgusu ile etkilenerek, bedenlerine ait bu faydayı nasıl sağladıkları da bir o kadar önemli. Şimdi, tekrar sizin cümlenize dönerek, cümlenizde kullandığınız ifadeyle “bizi ilgilendirmez” diyebilir miyiz? Eğer siz, “evet, hala beni (yani sizi) ilgilendirmez” diyorsanız, ben sadece düşüncemi söylemekle yetineceğim. İşin ilginç tarafı nedir biliyor musunuz? Sizin “bizi ilgilendirmez” dediğiniz “dinin insanlar üzerindeki olumlu etkileri” konulu benzer araştırmalar, yine çok çok yukarılarda ifade ettiğim ve isim verdiğim gibi, ateist akademisyenler tarafından da araştırılmaktadır. Eğer siz bilim diye bir şeyden bahsettiğiniz anda, “bizi ilgilendirmez” diye bir şeyden bahsedemeyiz. Bilim her şeyle ilgilidir. Metafizikle de ilgilidir. Bunun anlamı, bilimin bir metafizik olduğunu göstermek için değil, ne oluyor, nasıl oluyor veya hangi nedenle insanlar metafizik kavramlara inanmaya ihtiyaç duyuyorlar, metafizik bir şeye ihtiyaç duymaları ile aslında zihnin hangi yetersizlik mekanizması devreye giriyor ve benzeri binlerce soruyu sormak, araştırmak bilimin görevi değil midir?

    Sizin ifadeniz

    “Bizlerin amacı mutlak mutluluğu insanlara sunmak değil; doğruyu gösterebilmek. Özellikle bilim kişinin yararına olan hayat seçimini belirlemek amacıyla değil; olanı tespit etmek amacıyla vardır.”
    Sanırım bu cümleniz olabildiğince eleştiriye açık bir ifade olmuş. Ben bu cümlenizi, aslında bilimsel bir olguya atıfta bulunmak değil, din olgusuna karşı bir kızgınlığınızın nedeni olarak, bir meydan okuma olarak değerlendirdim.

    YanıtlaSil
  101. (Sayfa 75)
    Öncelikle şunu ifade etmek isterim. Bilim, bizlerin doğayı anlamak adına ortaya koyduğu bir modeldir. Eğer, insanların yarattığı (düşünsel veya fiziksel) her şeyi “kültür” olarak tanımlarsak, bilim de bir kültürdür. Doğayı anlamak için yarattığımız bir kültürdür. Şimdi siz, bu ifademle, bilimi küçümsediğimi düşüneceksiniz. Hayır, kastetmek istediğim bu değil. Şunu demek istiyorum, doğayı anlamak adına insanoğlunun ortaya koyduğu her şey kültürdür. Bunlardan doğayı anlamak adına koyduğumuz ve bugünkü bilgilerimizle doğadan (gerçeklikten) uzak olan ve onu temsil etmeyene din diyorsak (tabii ki, inananları bu düşüncenin dışında bırakacağız), bilim de doğayı temsil ettiğine inandığımız kültürel bir bilgi birikimidir. “Bilim, doğayı temsil etmek üzere insanın ürettiği bir kültürdür” ifademe de alınganlık göstereceğinizi biliyorum. Bunu şu şekilde ifade etmeye çalışayım. Bizler, yani insanoğlu evrene bir bütün içinde bakmaya çalışarak modeller oluştururuz. Bu, genler mertebesinde de olsun, kimyasal olsun, fiziksel olsun, ne olursa olsun her kademe için geçerlidir. Örnek olarak bir aspirini ele alalım. Aspirinin, 9 adet karbon, 8 adet hidrojen ve 4 adet oksijenden meydana geldiğini biliyoruz. (Bu blogda, aspirin formülünü, indisli olarak gösteremediğim için ancak bu şekilde ifade edebildim). Şimdi, daha da açık olarak yani formüle değil de, aspirinin uzaysal açılımı olan ve atomların birbirleri ile bir yapı oluşturduğu esas duruma bakalım. Bu yapıda karbon atomlarından birini ele alalım. Buradaki karbon atomu, her element gibi dış yörüngesindeki elektron boşluklarını tamamlamak ister. Bahsettiğimiz bu karbon atomu, bir tarafı ile başka bir karbon atomu ile bağlantı kurarken, diğer tarafı ile de oksijen atomu ile bağlantı kurar. Bununla ne demek istiyorum? Anlatayım. Eğer buradaki karbon atomunun dili olsa da konuşsa ve siz ona şu soruyu sorsanız. “Sevgili karbon, sen şu anda hangi yapının bir parçası olduğunu, bu yapıdaki hangi diğer atomlarla bağlantılı olduğunu, bu yapıda senden başka kaç atom olduğunu biliyor musun? diye sorsak” o da bize “yooo, bunların hiç birinden haberim yok, der. Ben sadece bir tarafımda başka bir karbon atomu olduğunu ve diğer tarafımda da bir oksijen atomu olduğunu biliyorum, diğer hangi atomların olduğunu bilmiyorum” der. Çünkü gerçekten de, diğer atomlarla olan bir irtibatı yoktur. Bir şekilde bilgi alışveriş yapacağı bir ortam yoktur. Onun yegâne amacı, kendi dış yörüngesindeki eksik elektronları tamamlayan atomlarla bir araya geldi mi, işi bitmiştir. Bundan sonra bu karbon atomunun ister aspirinin bir parçası isterse, benzinin, mazotun veya yediğimiz elmanın bir parçası olduğu onun umurunda değildir. Zaten bilemez de. Bunu şöyle düşünebiliriz, Arka arkaya ve uygun olarak dizilmiş olan yüzlerce domino taşından en baştakini devirdiğimizde, bildiğimiz üzere, domino taşları birbirlerini devirerek son domino taşına kadar devam eder.

    YanıtlaSil
  102. (Sayfa 76)

    Ancak, ortadaki herhangi bir domino taşını aldığımızda ve ona sorduğumuzda, onun bize söyleyeceği yegâne şey, o domino taşının kendisinden bir evvelki domino taşı tarafından devrildiği ve kendisinin de önündeki domino taşını devirdiğini ve bunun dışında hiçbir bilgisinin olmadığını söyleyecektir. Yani bu domino taşı, ne kendisinden önceki ne de sonraki dominoların haricinde ne olup bittiği ile ilgili tek bir bilgisi bile yoktur. Hangi sistemin bir parçası olduğunu bilmez. Eğer biliyor olsaydı, bu dominoların bilincinin olduğunu düşünmeye başlardık (!). Şu halde bir taşı fırlattığımız zaman, o taşın nereye düşeceğini biz insanoğlu olarak eğik atış formülleri oluşturarak ve hesaplayarak biliriz. Bu oluşturduğumuz formül bizim bilim için evreni modellediğimiz kültürümüzün eseridir. Doğanın kendisi değildir. Yani taş, bizim tarafımızdan atıldığı zaman nereye düşeceğini bilmez ama biz biliriz. Eğer, eğik atış formülünü, hem biz hem de taşın kendisi vakıf olsaydı, o zaman bilim sadece insanoğlunun doğayı modellemek için yarattığı bir kültür olmaz aynı zamanda, doğanın da bizatihi kendisi olurdu. İşte, insanın evreni anlamak adına yarattığı, ortaya koyduğu tüm bu ilişkiler, modeller, formüller doğanın kendisinde yoktur. Bu formüller, biz doğanın kendisini anlayalım diye adına bilim olarak baktığımız bir anlayış, algılama tarzıdır. Bu algılama tarzının etkisini doğadan alır. Tekrar etmek gerekirse, ne zamanki attığımız taş atıldığı yerden itibaren, daha henüz varacağı yere varmadan, düşeceği yeri de biliyor olsaydı, bu bilgiyi barındıran yatay atış formülüne ait tüm parametreler ait bilgileri de biliyor olurdu ve işte o zaman bizim bilim dediğimiz şey bire bir doğanın kendisi olurdu. Ancak, domino taşları gibi, doğadaki her bir partikül (düşüncelerimiz de partiküllerin bir eseridir) diğerini etkiler ama ondan sonra ne olduğunu bilmez. Yani evrende her bir partikül, çevresindeki, diğerini etkiler, etkilenen de diğerini. Bu etkileşimler ile bileşikler, canlılar, kayalar oluşur. Ancak dediğim gibi, her bir partikülün etkilediği ve etkilenenden başka bilgisi yoktur. Yani, bizim insanoğlu olarak sahip olduğu bilimsel bilgiye sahip değildir. Dolayısıyla, eğer yeryüzünden insanlık denen varlıkları kaldırırsanız. Bilim de yoktur. Demek istediğim, bilim bir kültürdür.

    Bilim, ifadenizdeki savınızın aksine fayda için vardır. Bu fayda, eninde sonunda haz mekanizmalarınızdan birini doyurmak, haz mekanizmalarınızdan biri veya bir kaçındaki ihtiyacı gidermek, tamamlanmamışlığı tamamlamak için vardır.

    YanıtlaSil
  103. (Sayfa 77)
    Bildiğiniz üzere belli bir süre sonra bu açlık, ihtiyaç tekrar başlar ve bu süregider. Mesela bunlardan biri ve yine evrim süreci ile zihin yapımızın parçası olan “merak” kavramıdır. Merak bilince ait değildir. Eğer siz hayvan ve insanlardan merak denen kavramı, mekanizmayı bir şekilde çıkarttığınızda, o organizmanın yaşamına varlığına dair tüm aksiyonları engellemişsiniz demektir. Daha evvel de bahsetmiş olabilirim. Eğer siz, beş aşamadan olan bir problemi kalem kâğıt ile çözerken, zihniniz kendiliğinden, daha üçüncü aşamada iken sonucu bulmuşsa, kalem kâğıdı bir kenara atarsınız. Çünkü, artık, problemi çözmek için zihindeki motivasyonel unsurlar, gerekli kimyasal yapıyı kurarak sizi yapmakta olduğunuz şeyden uzaklaştırır. Merak ettiğiniz şey daha üçüncü aşamada iken bulduğunuzda, o bilgiye duyulan açlık (meraka ait motivasyon) sönümlenmiş yani merak konusu değersizleşmiştir. Altmışlı yıllarda, doğal ışığın karışık dalgalarını, tek bir dalga boyunda ve bu dalga boylarını çakıştırıp ortaya lazer ismi verilen ışığı bulan kişiye, bu buluşunun ne işe yarayacağı sorularak hafifçe dalgaya alınmıştır. Ancak, gözde retina arazlarını gidermek, göz merceğini onarmak, CD, DVD leri okumak vb. birçok alanda bugün lazer kullanılıyor. Keza, bugün Higgs parçacığını milyar dolar harcayarak bulsalar ne olacak bulmasalar ne olacak, bizi mutlu etse ne olacak mutlu etmese ne olacak diyerek, doğanın gerçeğini anlamaktan kaçmalı mıyız?

    Sizin cümlenizde dediğiniz gibi, “bilim bir şeyi tespit edip de ne yapacaktır ki?” Bilim, bizden bağımsız başka bir üçüncü kişi değil ki. Bilim biziz, yani bilim dediğimiz, biz insanın eseri, bilincimizin bir ürünüdür. Bana bilimin yani bizim (insanlığın) tespit ettiği ama yararına kullanmadığı bir şey gösterebilir misiniz? Tarihe baktığımızda, bir şekilde tespit ettiğimiz şeyi kullanmışızdır. Hatta bulunan bir şeyi, uzun zaman ne işe yarayacağını bilmeden, yıllar sonra bulunan o şey hayatımıza girmiştir. Kullanmak derken, tespit ettiğimiz o şeyi tüketmek anlamında değil elbette ki. Ancak şu veya bu şekilde tespit edilen o şey zihnimizi bile meşgul ediyorsa, o şeyi kullanıyoruz demektir. Kendisine ulaşamıyorsak da o şeyin bilgisini kullanıyoruz demektir. (Yıldızlar gibi) Eğer tespit ettiğimiz şey insanlığa yararlı değil de, insanlığın kendisinden uzak tutulması gereken bir şey ise (varsayalım ki insanları öldüren virüsler) bu tespitte bile, o virüsleri uzak tutarak, onlardan korunmasını öğrenerek, onların yayılmasını önleyerek yine bize fayda sağlayan bilimsel bilgiyi kullanıyoruz demektir. Geçmiş dönemde, lazerin ne işe yarayacağını bilmeden bir buluş yapsak da, bugün birçok alanda kullanıldığı gibi, bulunan Higgs parçacığının bugün için kullanılacak, bize fayda sağlayacak hiçbir alanı yoktur.

    YanıtlaSil
  104. 8Sayfa 78)

    İşte size bir tespit. Aslında eğer biraz daha derin düşünürsek, bilimsel bir bilgiyi bulduğumuz anda o şey yararımıza olacak şekilde kullanılmaya başlanmıştır bile. Bu fayda, ya o şeyi doğrudan fayda sağlayacak şekilde kullanmak gibi olabileceği gibi, tespit edilen o şeyi uzaklaştırarak da fayda sağlayabiliriz. Zaten fayda denen şey de, o bireyin kendisi için izafi bir kavramdır. Yani, Dünya’nın oluşumundan beri kendi üzerinde oluştuğu canlı türünün bugüne kadar neredeyse % 97 sini yok eden bir Dünya için, insan için neyin fayda neyin fayda dışı diye bir düşüncesi olamaz. Mesela doğanın dengesini bozmayalım diye gösterdiğimiz çaba da, aslında kendi yararımız içindir. Ormanlar, hayvanlar, insanlar, mikroplar, Dünya üzerinde oluşan canlılar, evrenin çok mu umurunda dersiniz? Böyle bir şey söz konusu olamaz. Eğer böyle düşünürsek, Dünya’nın biz insanlar için oluşturulduğu yanılgısına varırız. (Teleolojik düşünce). Bu da bizi tekrar, dinsel düşüncelere iter. Bizler hasbel kader oluşmuş varlıklarız. Evren, zamanı gelince bizlerin Dünya’sını yok ederken, başka tarafta başka oluşumları ortaya koyuyor olabilir. Yani fayda sadece insanlar içindir (tabii ki diğer canlılar için de) Kaldı ki, bir insan veya topluluk için olan fayda başka bir insan veya topluluk için zarar da olabilir. Yani fayda izafi bir kavramdır.

    Cümlenizdeki “Bizlerin amacı mutlak mutluluğu insanlara sunmak değil; doğruyu gösterebilmek.” İfadenizi bir kere daha düşünmek gerekir. Hangi bilimsel bilgi olursa olsun ya onu teknolojide kullanarak, ya statümüz için kullanarak veya gündelik hayatımız için kullanarak çıkarımızı yani hazzımızı, ihtiyacımızı tatmin ederiz. Hiçbir bilgi yoktur ki o bilgiden (bilimsel bilgiyi kastediyorum) ya o bilgiyi kullanarak veya ondan uzak durarak (virüsler gibi) bize mutluluk vermesin. Çünkü bilgiler nihayetinde, benim haz mekanizmamda bir şeyleri telafi eder. Dolayısıyla, doğruyu gösterebilmek ile mutluluk (mutluluk yerine haz mekanizmasının ihtiyacının giderilmesi demek daha uygun) eş zamanlı olarak çalışır.

    Lafı uzatıyorum ama, “gerçek” kavramına küçük bir bakalım. Mesela, siz bir arkadaşınıza baktığınızda, onu kendi gerçekliği ile gördüğünüzü iddia edebilir misiniz? Gördüğümüz şey, yani gözümüze giren şey, o kişinin bedenine ait bir partikül olsaydı, onu gördüğümüzü nispeten söyleyebilirdik. Ama öyle mi oluyor? Güneşten veya bir ampulden gelen bir foton, arkadaşımızın yüzüne veya bedenine çarpan bir foton, diyelim ki, gözümüze doğru gelmek üzere yansıyarak yönelsin

    YanıtlaSil
  105. (Sayfa 79)
    . Bu foton, daha gözümüze girmeden, arkadaşımıza ait bir parça olduğunu söyleyebilir miyiz? Aslında bu foton, arkadaşımıza ait değil, çıkmış olduğu ampule veya güneşe aittir. Nasıl ki, duvara attığımız bir lastik top bize geri geldiğinde, gelen topun duvara ait bir parçası olmadığı gibi. Bu foton, gözümüze girip de, retinada, ilgili almaçlar tarafından alınıp, beynimizin görme ortamı olan oksipital loba doğru giderken, bu foton mu yol alacaktır? Hayır, aksine, retinada, bu foton da görevini bitirecek ve üzerindeki bilgiyi retinadaki elektronlara devredecek bu elektronlar da, görme işlemi için görevini (!) tamamlayacak ve zihnimizde bir görüntü oluşturacaktır. Şimdi, ne fotonun ne de elektronun arkadaşımızın bizzat kendi gerçekliği ile ilgili olduğuna dair bir hükümde bulunabilir miyiz? Hayır. Peki o zaman gerçek nedir? Peki, bunu düşünen ben (benden önce düşünen binlerce kişi) bilim denen bir şeyin olmadığını mı söylüyoruz? Hiç de öyle bir şey demiyoruz. Ama şimdilik elimizden gelen budur diyor ve bilimde ağır aksak da olsa devam ediyoruz.. Dolayısıyla, bilim denen yapı da doğanın tam bir gerçekliğini aktarmasa da, şimdilik elimizdeki yegâne yol gösterici bilimdir diyoruz. Ama sonuç şu ki, evrenin kendisinin olduğu ama insanlığın (bilincin) olmadığı bir ortamda bilim yoktur. Yani, yukarıdaki anlattıklarım çerçevesinde, yeryüzünde kaç kişi varsa, hepsini tek bir insan kalamayacak şekilde, yeryüzünden alınsa, hatta evrenden alınıp yok edilse, ne yeryüzünde, ne de evrende bilim denen bir şey kalır. Bilim denen şey düşünen beyin denen mekanizma var oldukça vardır. Çünkü, bilim doğayı modellemek adına bilincin yarattığı bir kültürdür.

    Sizin ifadeniz..

    “Ancak tekrar belirteyim; din göndermeyen deistik bir tanrı anlayışı için bilim kesin bir veri sunmamıştır; bu konuda size katılmaktayım. Ancak bu, insanların tanrıya inanmasını haklı kılmaz. Hala eleştirilebilir bir tavırdır tanrıya inanmak. Sizin gibi mazur göremiyorum tanrı inancını.”

    Bu cümlenize bakarak kitap gönderen ve neticede bu kitap etrafında oluşan dinin (din kültürü) ne bilimsel eleştiri getirebilme konusunda ikimiz de aynı düşünüyoruz. Neden? Çünkü, bir bilgiye karşı sav üretebilmek için, elimizde işlenebilecek bir bilgi olması gerekir. Aksi halde, bilmediğimiz bir bilgiye bir sav üretmek gibi anlamsız bir konuma düşeriz.

    YanıtlaSil
  106. (Sayfa 80)

    O zaman daha açık ifade etmem gerekirse, bilim, kutsal kitap olarak isimlendirilen bir bilgi yığınındaki, çelişkileri göstermesi açısından ve bunu da sadece evrim değil multidisipliner (fizik, astronomi, evrim vb.) olarak göstermesi açısından sizinle mutabıkız. Zaten ben de yazılarımın hiçbir tarafında aksini söylemedim. Ancak hemen ilave etmeliyim ki, bilimin, bir Tanrı ve onun da bize karşı sav üretebildiğimiz konusu, sadece bilimi baz alanlar içindir. Bu konuda sizinle mutabıkız. Ama, Tanrıya ve bize göre ve çelişkilerine rağmen, inanan kesim çok mu saf sizce. Aşağıda aynı konuyu biraz daha irdelediğim için burada bırakıyorum.

    Ancak, bir kişi ortaya bir sav atıp da, bana bu savla ilgili detay olabilecek hiçbir bilgisini vermiyorsa, ben karşı sav oluşturabilecek bir ortamı nasıl yaratabilirim? Aslında bu bir sav da değildir. Yani biri çıkıp da, size “Tanrı vardır” dese (kitabı olmayan Tanrı kavramını bahsediyorum) ve de başkaca hiçbir bilgi vermese, siz hangi bilgiyi işleyerek bir sav üretebilirsiniz ki? Bildiğimiz üzere Euclid geometrisinde iki noktadan bir ve tek doğru geçer hükmü vardır. Şimdi ben size, bir tek nokta versem ve buradan tek bir doğru geçer desem (iddia etsem) siz bunu bana ispatlayabilir misiniz? Bilim böyle bir sav için karşı sav üretmiş midir? Eğer elinizdeki veri yetersiz ise, debelenir durursunuz. Dolayısıyla, insan zihni, her türlü yaratıcılığa ve hayal kurmaya açıktır. Evrensel kanunlara uysa da uymasa da bir söylem yaratır. Hani derler ya dilin kemiği yoktur diye. Mesela rüyalarımızı ele alalım. Rüyalarımızda bildiğimiz fiziksel gerçeklere uymayan birçok davranışın içinde kendimizi buluruz. Söz gelimi rüyamızda uçarız. Peki, nasıl oluyor da, kanadımız olmadan rüyamızda uçabiliyoruz? Rüyamızda bize yerçekimini yenip de uçtuğumuza dair bilgileri mi kullanıyoruz? Tabii ki böyle bir şey söz konusu değil. Düşünün lütfen, rüyamız dahi, bildiğimiz fizik kanunlarına karşı gelecek şekilde bizi belli bir konumun içinde bulundurabiliyorsa, uyanıkken yani bilinçli halimizde de zihin istediğini uydurmaya muktedirdir. Yani, zihin size öyle şey diyebilir ki, karşısında bilimsel olarak gösterebileceğiniz bir argüman yoktur. Sadece bu düşünceyi karşı tarafın bir inancı olarak görürsünüz. Ama geçerli veya geçersiz olduğunu ispatlayamazsınız. Öyle ya, ben rüyamda kendimi, kanadım da olmadan uçtuğumu gördüm. Nasıl oluyor da rüyamda uçabiliyorum dese ne dersiniz? Siz, ama rüyada gördükleriniz bir gerçeklik değil ki diyebilirsiniz. Biliyor musunuz? Bunu deme şansımız bile yok aslında. Çünkü, rüya olgusu bir gerçeklik değil mi? Reddedebilir misiniz? Edemezsiniz. Ancak, rüyanın tam mekanizmasının ne olduğunu biliyor ve rüya görürken nasıl olup da uçuyor olabileceğimizi ispat etmek gerekir.

    YanıtlaSil
  107. (Sayfa 81)
    Diğer taraftan, cümlenizde “Ancak bu, insanların tanrıya inanmasını haklı kılmaz” ifadesini kullanmışsınız. Burada “haklı kılmaz” ifadesi ile neyi demek istiyor olabilirisiniz? Bana göre, bir insan, ister doğru ister yanlış olsun her şeyi düşünebilir. Buna da hakkı vardır. Ben size durup da, neden Fenerbahçeli oldunuz buna hakkınız var mı? Diyebilir miyim? Desem ne olacak ki? Tanrıya inanıp inanmama konusunu bir kenara bırakıp şöyle düşünelim. Siz genetik üzerinde bir konuda çalışıyorsunuz ve ortaya çalışmanızdan dolayı bir sonuç çıkardığınıza inanıyorsunuz. Ben de sizinle aynı konuda çalışıyorum diyelim. Bana geldiniz. Şimdi, siz kendi çalışmanızın sonucundan bana bahsetme hakkına sahip değil misiniz? Elbette ki sahipsiniz. Nasıl engelleyebilirim ki? Ha ben ne yapmam lazım, eğer, sizin bana verdiğiniz bilgiler yeterli ise ben sizin söylediklerinizin karşı savını ortaya koyup ya sizin savınızı çürütür ve geçerliliğini ortadan kaldırırım, ya da siz benimkini. Ama siz bana eksik verilerle gelip ortaya bir sav koyarsanız, benim hangi dayanağını tam olarak bilmediğim bir konuda size nasıl karşı sav üretebilirim ki? Ama eksik de olsa bu sizin bana, eksik savla gelmenizi engellemez. Nitekim bu bilimde de var. En azıdan matematiksel olarak hala çözülmemiş onlarca problem var. Hatta bazı bilimsel paradokslar var. Bildiğiniz üzere Zenon’un hala matematikçileri uğraştıran ve sezgilerimize ters düşen ama sanki doğru gibiymiş gibi bizi yönlendiren paradokslar var. Özetle, isteyen istediğini söylemeye hakkı var. Hele bu, bir de din konusunu içeriyorsa ki, kendi inancını artıracak ve söyledikçe de bu inancı pekiştirmekten mutlu olacak bu kişi için söyleme hakkının olmadığını düşünmememiz gerekir. Nasıl ki ben bu yazıları yazmaya hak görüyorsam o da bu hakkı kendinde görür. Önemli olan bu hakkının kendinde görüp görmemesi değil, kendinde hak görüp de, ortaya koyduğu sav her ne ise (Tanrı vardır gibi) sizin bu savın geçersizliğini ortaya koyacak karşı sav üretmenizle çabanızı göstermeniz olmalıdır. Aksi halde, düşünceye baskı yapmış olursunuz. Bırakın Tanrı kavramını bir kenara, ben bilimsel olarak yanlış olan bir savı ortaya koyduğumda siz de bana bunu söylemeye hakkın yok deyip, nasıl ve nedenini açık bir dille gösterip ispatlamadıktan sonra ve sadece sonuca inanmamı isterseniz, ben size inanır mıyım? Bunu (siz savınızda haklı bile olsanız) ben bunu bir tehdit olarak algılar ve sizden doğruyu öğrenmek yerine sizi hasmım olarak görmeye başlarım. İşin kötü tarafı, yanlış bildiğim şeye, sizden dolayı daha da sarılır ve onu doğru olarak kabul ederim. Ve de benden sonrakilere bu yanlışı aktarırım. Zaten, okullarımızda, eğitim sistemimizde, öğretmenler, gerekli doğru açıklamaları yapmadığı için bizlere dogmatik (doğru bile olsa) bilgi öğretmiyorlar mı? Dogmatik bilgi demek, illaki, metafizik bilgi değildir. Doğru dahi olsa, irdeleyemediğim, detaylarına vakıf olmadığım her bilgi dogmatiktir. Çünkü onu kafana nakşedersin, sorgulamazsın. Bilgi bu değildir. Öyle ya, bir bilgiyi ancak neden değişmez olduğunu o bilgiye ait parametrelerin tüm ilişkilerini bildiğimizde o bilgi bizim için artık dogmatik değildir.

    YanıtlaSil
  108. (Sayfa 82)
    Sizin ifadeniz:

    “Yazımda tanrının varlığını kabul ettiğinizi ve tanrıya inanmanın iyi bir şey olduğunu düşündüğünüzü belirtmedim. Ancak her ne kadar tarafsızlığınızı korumaya çalışsanız da -daha önce yazdıklarınızla birlikte değerlendirdiğimde- tanrı fikrinin çok da zararlı olmadığı düşündüğünüzü hissettirdiniz, belki onun yansıması vardır yazımda.”

    Bu cümleniz ile de şu cevabı vermek istiyorum. Ben bir tarafım. Bilimin tarafıyım. “tanrı fikrinin çok da zararlı olmadığı düşündüğünüzü hissettirdiniz…” ifadeniz için de şunu söylemek isterim. Olmayan bir şey, nasıl zarar verebilir ki? Zarar veren, olmayan bir şeyi, zihninde yaratan yine insandır. Öyle değil mi? Şu halde sizce, tanrı fikrinin çok da zararlı olmadığı…” şeklinde bir düşüncem olabilir mi?

    Sizin ifadeniz:

    “3. şıkkı ise biraz daha açmalıyım sanırım: 'Bu veri' ile kastım kutsal olduğu iddia edilen kitaplardaki bilim ile çelişen kısımlardır. Özellikle Kur'an'ı baz alırsak, burada geniş örnekler vermek yerine Erdoğan Aydın'ın "İslamiyet Ve Bilim" adlı kitabını gösterebilirim. O kitapta da yeterli bir şekilde üzerinde durulduğu gibi Kur'an'ın günümüz bilimsel verileriyle çelişen ayetleri vardır. Sadece evrim olarak da düşünmeyin bunu.”

    Yukarıda da ifade ettiğim gibi, kitaplar, şu veya bu şekilde veri içerdiği için, bilimsel temelli olarak bu verilere karşı sav üretebilir, çelişkileri gösterip, bu verileri (yani bu verilerin sebebi olduğu bir Tanrıyı) yokluğunu veya varlığını rahatlıkla sorgulayabilirsiniz. Yani bilim, bu konuda yeterince bilgi üretmiştir. Ancak tekrarlamak da yarar var, bilim, inanmayanlar için veri üretmiştir. Size göre bilim, inananlar için de veri üretmiştir. Ama şimdi tekrar soralım. Üretmiştir üretmesine ama, nasıl oluyor da, Dünya üzerinde bunca dindar hala vardır. Daha evvel de dediğim gibi, bunların arasında bilim insanları, mühendisler de var. Şu halde, bu kişiler kitabı olan bir Tanrıya inandıkları için saf ve akılsız olamazlar. Benim demek istediğim, hem kitaplarına hem de onun Tanrısına inanan bu kişileri, din diye bir olgu olmadığına dair bir düşünceye götüren bir bilgi, bilim tarafından üretilmemiştir. Üretilen bilgiler, inanmayan kesimi ikna etmeye yetmektedir

    YanıtlaSil
  109. (Sayfa 83)

    Tekrarlamak da yarar var. Bunca, insan din denen olguya inanıyorsa, bence bu kişilerin Tanrının olduğu ve kitabı da olduğu için inandıklarına değil, zihinlerde ne oluyor da, bunca insan olmayan bir şeye inanıyor diye araştırmak gerekir. Evet, tekrar soruyorum. Sizce, dine inanan insanları ikna edecek böyle bir araştırma biliyor musunuz? Ama kitaplarına inanmayıp da sadece Tanrı’nın varlığına inananlar için yapacak hiç bir şey yok. Yukarıda da dediğim gibi, işlenecek veri yoksa, karşı sav da yok. Yani bilim, sadece Tanrıya inananlar için, Tanrının olmadığına dair bir bilgi üretmemiştir. Benim demek istediğim budur.

    Sizin ifadeniz:

    “Şimdi, Kur'an'da astrofizik veya astronomi ile çelişen açık bilgiler varken, "Bilim Allah'a inananları bu inançlarından caydıracak güçte veri sunamıyor." demek bana uygun görünmüyor. Örnek vererek açıklayayım: Şu an dünyada tek bir din olsa ve o dine göre dünyanın düz olduğuna inansa dindarlar ve bilim de dünyanın düz olmadığını 'yeterli' verilerle ortaya koysa, sırf inancın güçlülüğü sebebiyle 'yeterli' olan bilimsel verilerin din karşısında işe yaramaması o bilimsel verilerin güçsüzlüğü olarak gösterilemez.”
    Bu paragrafla ilgili olarak şunu söylemek isterim. Özellikle son cümleniz için. Ne yazık ki, zihin, sizin düşündüğünüzden farklı çalışıyor. Çünkü, zihin, doğru veya yanlıştan çok, kendi kişilik çıkarlarına, kültürel birikimlerin de etkisiyle doğruyu, yanlış olarak benimseyebilir. Buna kendimi de katıyorum. Hatta böyle düşünceler, doğru düşünenleri de yok eder. Yakar, yıkar vb. Tek başına bir argüman olarak bilimsel verilerin gücü diye bir şey olmadığını söylemek isterim. Çünkü bilimsellik denen şey, insanın doğayı anlama çabası için ortaya koyduğu modellerdir. Ve yine bilim denen kavram, bizim dışımızda (insanları kastediyorum), başka bir varlığın egemenliğinde olan güç değildir. Yani, bilimsel denen kavram, insan zihnindedir. Siz tek kişi olup da istediğiniz kadar doğru söyleseniz, (Galileo gibi) ben sayıca çoksam, sizin bir gücünüz yoktur anlamına gelir. Yani, sizin savınıza karşı olanların sayısı çoksa ve de bu bilgiyi anlatabilme gücü yetersizse, o kişinin (Galileo)nun gücü de yani bilimin gücü de yetersizdir demektir. Öyle ya, bilim, bizim dışımızda bir mahlûk değil ki gücü olsun.

    YanıtlaSil
  110. (Sayfa 84)

    Bunu şu şekilde örneklemeye çalışayım. Bildiğiniz üzere Kuzey Amerika da dinsel bağnazlığın doruğa çıktığı ve ilginç olayların yaşandığı Salem kasabasının hikâyesini biliriz. Burada, oradaki din adamları, şeytana karıştıkları nedeniyle neredeyse 12-13 kişiyi (belki biraz daha fazla olabilir) asmışlardı. Olay, Valiye yansımış ve Vali de olaya el koymuştu. Daha sonra, Salem kasabasındaki bu olayların içinde yani şeytana karışmış olanlardan biri olarak valinin karısı da gösterilince, vali bu defa, kasabadaki şeytan olayını abartıp da kişileri asanların kaba tabirle çanına ot tıkamıştı. Mesele şu ki, vali ister doğru olsun (bilimsel veya değil) şeytanla işbirliği yapıyor diye diğer insanları asan rahip veya kasabanın bağnaz ileri gelenlerini ortadan kaldırmasının yegâne nedeni, onun statü gücüydü. Bilimin kendi gücü diye bir şey olamaz, insanın, bilim temalı düşüncesinin, kendine sağladığı kolaylık ve tabiatı kullanma üstünlüğünden bahsedebiliriz. İnsanın, bilimden doğan bu gücünü kullanabilmesi için, aynı zamanda da belli bir etkinliğe, statüye egemen gücü de elde etmesi gerekir. Sadece doğru söyledi diye bilimsel bir güçten bahsedemeyiz. Galieo örneğinde olduğu gibi. Başka bir örnek olarak 1800’lerde Afrika’daki o zamanın son derece donanımlı İngiliz müfrezesinin, ellerindeki son model silahlara karşı bölgeleri istila edilen kalabalık kabileler tarafından yok edilmesidir. Sahip olduğunuz bilimsel bilgi, tek başına sizin gücünüzün bir göstergesi de olamaz, o gücün karşısında daha da güçlü olan cahil kesimin kuvvet gücüdür. (kuvvet gücü ne demekse: ) Halbuki biliyoruz ki, kuvveti zaman bölünce güç elde edilir)

    Sizin ifadeniz:

    “Evet, belki bilimsel bir metot olarak bilimin dine olan inancı yıkıp bilimsel gerçeği kabul ettirmesi söz konusu değil; ancak bu, bilimin yeterli olmadığını göstermez kanımca. Çünkü bilimsel verinin dinsel inanç karşısında üstün gelmesi temelde bilimin bir problemi değildir.”

    Yukarıda da ifade ettiğim gibi. Bilimin böyle bir problemi olamaz. Bilimin böyle bir problemi olamaz derken, bilimin böyle konularla duyarsız kaldığından değil, dediğim gibi, bilim bizim dışımızda bir varlık değil, onun için olamaz. Ama, bilimi şiar edinmiş bir insan için olur. Çünkü, bilim temelli bir insan, dinsel kesim üzerinde yaptığı araştırmalarla (Hürriyet Gazetesi ve daha evvelki araştırmaları kastediyorum) acaba Tanrı olmadığı halde, bunca insan buna neden inanıyor, bunun bir şekilde bir nedeni olmalı ve bunu olabildiğince objektif olarak nasıl irdeleyebilirim diye düşünmelidir.

    YanıtlaSil
  111. (Sayfa 85)

    Ben böyle düşünüyorum. Tekrar etmem gerekirse, Saygıdeğer Hayyam, Tanrı olmasa da, acaba insanın böyle bir varlığa inanmasının evrimsel bir nedeni olabilir mi? Bunca insan deli ve de inatçı değildir desem ne dersiniz?

    Sizin ifadeniz:

    İşte en başta 'bu veri' ile kastettiğim budur. Sizin görmezden gelmeniz söz konusu olmamakla birlikte; irrasyonel sebeplere dayalı ön-kabullerin (ki siz bazı bilimsel verilerin de irrasyonel ön-kabul olduğu durumlar olduğunu düşünüyorsunuz, ve ben de katılıyorum buna aslında) rasyonel sonuçlar gibi beynimizde işlem görmesi dolayısıyla 'gerçek' hakkında bir boşluk veya yetersizlik olduğunu söylüyorsunuz. Ben de duruma bu kadar ince yaklaşılmaması gerektiğini, zira bu ziyadesiyle özenli tavrın absürt derecede uygunsuz olan bir durumu bile haklı çıkarabileceğini ve bizi yanıltabileceğini düşünüyorum.

    Saygıdeğer Hayyam, benim yazılarımın neresinde bilimsel bir temayı işlerken kendime ait olduğunu ifade ettiğiniz irrasyonel bir düşünceden bahsettim? Merak ettim doğrusu. Sizin gibi, bilimsel temalarla ilgilenen ben, irrasyonel bir düşünceye sahip olarak nasıl düşünebilirim? Eğer “rasyonel” kavramını akıl çerçevesinde düşünme olarak kabul edersek irrasyonel demek, akıl dışı demektir. Hiç akıldışı bilim olabilir mi? Acaba sizin ifadenizi ben mi yanlış anladım. Aslına bakarsanız rasyonel ve irrasyonel kelimeleri de eskilere dayanıyor. Rasyonel kelimesi bir sayının diğerine bölümü olan ve “oran” anlamına gelen Latince kelime “rasyo” dan geliyor. Matematikle uğraşan eski Yunan bilim insanları, sonlu ondalık bir sayıyı veya devirli tekrarlanan bir sayıyı pay ve payda olacak şekilde yani oran halinde yazılabileceğini keşfetmişler. (1,71428571428571 şeklindeki bir sayının 12/7 olarak yazılması gibi) ondalık sayıyı oran halinde yazmaya rasyo demişler. Ancak bir gün içlerinden biri çıkıp da söz gelimi, 2 sayısının veya 3 sayısının karekökünü almaya kalktığında, elde ettikleri ondalık sayıyı ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, oran yani rasyo haline getiremediklerini görmüşler. Bu türden sayılara da oran haline getirilemeyen yani rasyonel olmayan anlamında irrasyonel sayı demişler. Hatta bildiğiniz üzere, bu bilgiyi de kimseye söylememek üzere aralarına sözbirliğine varmışlar, bir tarikat oluşturmuşlar. Zamanla, rasyonel ifadesi “akılcı” irrasyonel ifadesi de “akıldışı” anlamında lisanlara karışarak günümüze kadar gelmiş. Yani özetle ben de bilimi irrasyonel bir çerçevede düşünmediğimi belirtmek isterim

    YanıtlaSil
  112. (Sayfa 86)

    Sizin benim düşüncelerimde irrasyonel olarak gördüğünüz şeyin aslında, zihnimizin bize o kadar da dürüst davranmadığı, dolayısıyla akılcı düşünmek için zihnin çalışma mekanizmasını göz ardı etmememiz gerektiğidir.

    İfadenizdeki son cümleyi buraya tekrar almak isterim.

    “ Ben de duruma bu kadar ince yaklaşılmaması gerektiğini, zira bu ziyadesiyle özenli tavrın absürt derecede uygunsuz olan bir durumu bile haklı çıkarabileceğini ve bizi yanıltabileceğini düşünüyorum.”

    Bu cümleye bakarak, hangi bilim dalı ince eleyip sık dokumuyor, hangi bilim dalı ince yaklaşmıyor dersiniz. Yeri geldiğinde üç katlı integral alıp sonuca varmamız gerekiyor. Yeri geliyor, sadece bir matematik ispatı yapabilmek için sayfalar dolusu işlem yapmak gerekiyor. İnce bir yaklaşım karşımıza çıkıyor diye, gerçeğe varma sürecinden kaçınmamız mı gerekiyor. Elbette ki, kolay bir yol varsa da hiçbir bilim adamaı kendisine çile çektirecek bir uzun yolu seçmez. Ancak, bilim, sizin de kabul edeceğiniz gibi, ince ve hassas yoldan gitse dahi, absürt sonuçlara rastladığında onu yani absürtlüğü elemeyecek mi? Şu halde bu son ifadenizin eleştiriye açık olduğunu ifade etmek isterim.

    Sizin ifadeniz:

    “Umarım demek istediğimi anlatabilmişimdir. Bu arada uzun yazılarınızı okumak keyif verici ancak karşılıklı şekilde konuşmaya uygun olmuyor gibi. Bu başlık altında yazdığınız şeylere cevap mahiyetinde bir yazı yazacaktım 15 sayfadan sonra yoruldum, bıraktım; konu derinleştikçe derinleşti.”

    Eh yani bu sözünüze alındım doğrusu. Eğer siz blog açıp da, düşüncelerimizi yazmamız için güzel bir ortam sağlamış iseniz, başkaları değil ama sizin mutlaka okumanız gerekmez mi? Yazmaktan yorulsanız da, bence bunu söylemeyiniz ki, ben de alınmayayım. Hatta beni motive ediniz ki, dahasını yazayım. Bilmiyorum çok mu yanlış düşünüyorum.

    YanıtlaSil
  113. (Sayfa 87)

    Sizin ifadeniz:

    “Parçalara bölüp öyle tartışma taraftarıyım. Ancak cevap beklemediğiniz, okumamızın faydalı olduğunu düşündüğünüz yazılar varsa lütfen istediğiniz uzunlukta yazın; okurum, okunur.”

    Elbette ki, okuyan okuyacaktır. Ama zaman zaman, sizin de düşüncelerinizi alma ihtiyacımız olacak ve bu anlamda geç de olsa sizden cevabını sabırla beklediğimiz sorular sorma şansımız olmalı diye düşünüyorum.

    Sizin ifadeniz:

    “Cümlemi üstteki cümlelerimle birlikte değerlendirmek gerekmektedir: Tanrı hakkında var ya da yok şeklinde kesin bir bilgimizin olmasına gerek yoktur. Diğer bir deyişle, önümüzde bir şeye ilişkin bir olma durumunu belirten bilgiyi haiz olmak zorunda değiliz. Kastettiğim budur.”

    İnanın ki, tüm cümlelerinizi, önü ve arkasına bakarak bir bütün olarak değerlendiriyorum.

    Başka bir kişi için yazdığınız aşağıdaki yazıyı da sizinki ile beraber kopyalayıp düşüncelerimi yazıyorum.

    Sizin ifadeniz:

    “Agnostisizm ne ateizm ne de teizm tarafından sevilmez; çünkü iki görüşe de karşıdır. Kanıtlayamadığımız veya makul derecede açıklama getiremediğimiz bir şey için var ya da yok demek mantıklı ve tutarlı görünmemektedir. İlla ki bir şey hakkında bilgimiz olmasına gerek yoktur.”

    YanıtlaSil
  114. (Sayfa 88)

    Ben başkasına cevap olarak yazdığınız yazıya bakarak, sadece “İlla ki bir şey hakkında bilgimiz olmasına gerek yoktur.” İfadenize cevap yazdığımda, siz de bana, yazıyı bir bütün olarak değerlendirmemi istemiştiniz. Ama şimdi eğri oturup doğru konuşalım. Muhakkak ki önermeler mantığı çerçevesinde bir hüküm olacak bir cümle yazdığınızı biliyorsunuzdur. Eğer “İlla ki bir şey…” dedikten sonra, cümlenizin arkasında veya önünde ne olursa olsun, bu cümle kendi başına bağımsız bir anlam taşır. Yani diğer değişkenlere bağlı değildir. Eğer ben size x+y=12 diye bir ifade versem, siz burada x için veya y için arzu ettiğiniz her değeri koyabilirsiniz, anlamına gelir bu ifade sağlandıktan sonra ben sonsuz değer kullanabilirim ve hepsi ile de denklemin sonucu olan 12 değerini elde ederim. Dolayısıyla cümleniz böyle bir keyfiyeti, daha doğrusu okuyana bu serbestliği sağlıyor. Bu nedenle bana kızmayınız ama böyle bir cümlenin önü arkası olmaz. Haydi burada kelime oyunu olmadan Tanrı’yı kastettiğinizi söylüyor olabilirsiniz ama, bilimsel bilgiye sahip olma çabası içindeki bir kişi (yani sizi kastediyorum) için aşağıdaki nxedenlerden ötürü düşüncenizden farklı düşündüğümü belirtmek isterim.

    Sizin ifadeniz:

    “Yani illa ki tanrı var ya da tanrı yok gibi bir bilgiye sahip olmasak da olur; belirsizlik içinde veya söz konusu şeyin bilinemeyeceği bilgisi içerisinde de yaşayabiliriz.”
    Bu cümle, sizin tabirinizle bana biraz absürd geldi. Hadi Tanrı kavramını bir kenara bırakalım. Ama belirsizlik içinde yaşamak kavramı size de biraz ters gelmiyor mu? Hele bir de yukarıda ifade ettiğiniz “. İlla ki bir şey hakkında bilgimiz olmasına gerek yoktur.” Cümlenizle bu düşünceyi daha da genişletebiliriz.

    Nihayetinde, sizin de dediğiniz gibi, bilmediğimiz bir kavramı bilmesek de yaşamaya devam ediyoruz.( kötü bir cümle oldu) Çok eskiden tv nin bile Türkiye’de olmadığı bir zamanlarda köydeki Mehmet efendi de, tarlasını ekip buğdayını almaktan başla bir şey bilmese de bir şekilde hayatını sürdürüyordu. Ama , bilim temelli olarak ilgilenen sizin için yukarıdaki cümleyi söylemeye hakkınız yok (hadi bakalım, şimdi de hak var mı yok mu konusunda ben kendimle ters düştüm) Şaka bir yana, zihnin en rahatsız olduğu şey, belirsizliktir.

    YanıtlaSil
  115. (Sayfa 89)

    Bir insan ne kadar çok bilirse, bunca bilginin zihnimizde yayana gelip, gerek bilincimiz vasıtasıyla gerek sezgisel gerekse bilinçaltımızın hazırladığı yeni sorularla bizler belirsizliği gidermek üzere evreni sorgulamıyor muyuz? Öyle olması gerekmez mi ne dersiniz?.Belirsizlik, insanı rahatsız eder. Size komik gelir mi bilmiyorum ama, belirsizlik de zihnin evrimsel bir parçası olmalıdır diye düşünüyorum. Çünkü verdiği rahatsızlık ile kişi bu belirsizliği ortadan kaldırmak için araştırmaya 8becerebildiği ölçüde) yönleniyor. Bunun sonu olarak da aslında varlığını devamında etkili bir rol oynamış olabilir. Söz gelimi, avcı toplayıcı bir zamanda, arazide yürüyen bir insanın, çalıların arkasından gelen ve kaynağını tam olarak bilmediği bir sesin, insanda yarattığı belirsizlik, kişinin zihin faaliyetinin oraya yönlenmesini sağlayarak, oradan gelebilecek bir tehlikenin (veya zihinsel aldanışın) ne olduğunu öğrenene kadar bu belirsizlik için çaba gösterecek ve dolayısıyla hayatta kalma şansını arttırmış olabilir. Yani belirsizlik türün hayatta kalmasına yardımcı olmuş olabilir..

    Yine bu sayfadan kopyaladığım ve sizinle ilgili şu yazı da hoşuma gitti doğrusu. Şöyle yazmış arkadaşımız.

    “Adsız dedi ki...

    hayyam tam bir agnostik düşünceye sahipsin”

    Saygıdeğer Hayyam, düşüncelerimi, eleştirilerimi, aynen sizin beni eleştirdiğiniz gibi, kendi iletişimsel sıcaklığı içinde kabul ediniz. Ben karşılıklı ve iyi niyet çerçevesindeki bu eleştirilerin zihinlerimize yeni sorular sordurup, zihnimizi zenginleştireceğine inananlardanım.

    İyi ki varsınız ve iyi ki bu bloğu kurmuşsunuz.

    Saygılarımla.

    Not: Ben de sizin gibi bilimin tarafıyım.

    YanıtlaSil
  116. Sayın Erol,

    Size kızdığımı ve içerlediğimi düşünmenizin göreceli sebepleri olabilir ancak kolay kolay sinirlenmem. Mizacım genel olarak sert ve bazı tartışmalarda üslubum keskin olabiliyor; bu da size karşı olumsuz bir yargıya sahip olduğumu düşündürmüş olabilir. Böyle bir şey yoktur; önceki yazdıklarınızı da bilakis keyifle okumuşum, takdir etmişimdir.

    İlk konuya değineyim kısaca:

    "Her ne kadar bu tanrılar mutluluk veriyor olsa da, eğer işimiz 'hakikat' ise tanrı fikrinin mutluluk verip vermediği bizi ilgilendirmez."

    Burada dinin etkilerini değil; ve fakat, dinin doğruluğunu/gerçekliğini/geçerliliğini araştıranlar olarak 'biz' ifadesini seçtim. Her ne kadar dinin insan hayatı üzerindeki mental olarak olumlu sayılan özellikleri olsa ve bunu kimi insanlar araştırma konusu yapsa da, 'biz'lerin yani dinin doğru/gerçek/geçerli olduğunu araştıranlar için bu bilgi o kadar önemli değildir.

    Şöyle örnekleyeyim: Fisyon üzerinde çalışan fizikçiler vardır ve fisyon aynı zamanda atom bombasının yapımında kullanılarak insanların ölümüne de sebep olabilmektedir. Burada fisyon ile ilgilenenlerin ilgi alanında değildir atom bombasının sonuçları; diğer bir deyişle, fisyonun işlerlik olarak sonuçları fisyon araştırmasının odağı değildir. Bizim durumumuzla birebir uymasa da, işte oradaki fizikçiler de fisyona bir olgu olarak yaklaşıp hedefledikleri sonuca ulaşmaya çalışmaktadırlar; aynı bizlerin dinin doğruluğuna/gerçekliğine/geçerliliğine ulaşmaya çalıştığımız gibi. Burada din, insan hayatına olumlu etkide bulunabilir (aynı fisyonun atom bombası şeklinde insanlar için olumsuz sonuçlar doğurabilmesi gibi) ama bu, bizim temel ilgi alanımız değildir.

    Nitekim bu konu ayrıca bir incelemeyi hak edecek cinstendir. Örneğin; toplumun çoğunluğunun kabul gördüğü dini anlayışın aksi durumda davrananların sosyal olarak cezalandırılması (mesela Afganistan veya İran'daki gibi) ya da sizin bahsettiğiniz gibi dinin birey üzerinde kimi durumda olumlu sonuçlar bulundurması... Bunun gibi durumlar ilk başta bahsettiğim dinin doğruluğu/gerçekliği/geçerliliği tartışmasının daha farklı bir boyutudur ve farklı bir tartışma zeminini hak etmektedir.

    İşte 'bizi ilgilendirmez' ifadesi ile kastettiğim budur. Genel olarak idealist fikirlerin irdelenmesi elbette bizi ilgilendirir, lakin amaç dinin doğruluğu/gerçekliği/geçerliliği olunca tartışma alanına dinin sosyal etkilerini katmamak faydalı gibi geliyor bana; aksi durumda sosyal olarak olumlu ve olumsuz birçok değişken girer işin içine. Nitekim din dediğimiz şey de tek bir mutlak anlayış oalrak karşımızda durmamakta; her ne kadar kaba hatlarıyla benzerlik gösterse de sosyal etkileri bakımından çeşitlilik arz etmektedir.

    YanıtlaSil
  117. Geleyim ikinci duruma:

    "Bizlerin amacı mutlak mutluluğu insanlara sunmak değil; doğruyu gösterebilmek."

    Burada gözden kaçırdığınız şey, mutlak mutluluk adına bilimsel değeri olmayan verileri savunmanın yanlış olduğunu ifade etmeye çalışmamdır. Diğer bir deyişle, siz bilimin temel amacı mutluluktur demektesiniz ve ben de buna katılmaktayım bir anlamda. Ancak bilim insanı olarak adlandırılanların asıl ve tek amacı da mutluluğu insanlara sunmak değildir. Bilimsel veriler içerisinde kalarak mutluluğu sunmak asıl olandır. Bu sebeple diyelim ki dinin bilimsel hiçbir geçerliliğinin kalmadığı bir ortamda bilim insanları, din insanları mutlu kılıyor diye dini reddedemezlik yapmamalıdır.

    Bahsettiğim şeyi daha güncel bir örnek ile açıklayayım: Bugün astroloji bireylerin kendilerini hem oyaladıkları hem eğlendirdikleri hem de genel olarak günlük olumlu burç yorumlarıyla daha özgüvenli hissettikleri bir 'hurafe'dir. Hurafedir diyorum çünkü bilimsel hiçbir temeli yoktur. Tamamen ilkel varsayımların yansımasıdır bu düşünce. Her ne kadar yararlı yanları olsa da, bilim bu düşünceyi desteklemez; özellikle astronomlar, astrofizikçiler, astrobiyologlar ellerinden geldikçe astrolojinin saçmalığını gözler önüne sermeye çalışırlar. Bunun sebebi de, bilimin sadece insanların mutluluğunu düşünmemesi, eğer öne sürülen veri bilimsel ise desteklenmesidir.

    Son olarak bir başka deyişle meramımı anlatayım: Bilimsel verilerin ve araştırmaların en nihayetinde insanlığa fayda sağlamak için olduğunu söylemişsiniz. Bunda yanlış bir şey olmamakla birlikte şöyle bir yanılgıya da düşülmemelidir: "Mutluluk sağlayan her şey bilimin içine dahil edilmelidir". Sizin bunu kastetmediğinizi biliyorum; lakin benim kastettiğim de bilimsel verinin mutlulukla hiç ilgilenmemesi değil; mutluluğu bilimsel araştırmanın odağı yapmamamız gerektiğidir. Nitekim mutluluk, bilimsel araştırmalar neticesinde bilimin işlerliği/etkinliği ile ulaşılabilecek bir sonuçtur. Yani ben Higgs Bozonu araştırmalarını anlamsız bulmamakta; bilimsel olmayan ama mutluluk verebilecek şeylerin bilimsel düzlemde ciddiye alınmaması gerektiğini söylemekteyim.

    YanıtlaSil
  118. Üçüncü durumu ele alalım:

    "Ancak bu, insanların tanrıya inanmasını haklı kılmaz."

    Buradaki haklılık inançlıların inançlarından mutlak olarak emin olması durumuna karşı söylediğim bir şeydir. Şöyle ki, biri deistik veya teistik bir tanrıya ya da tamamen panteistik bir tanrıya inanıyor olsun. Buna inanmak benim için her ne kadar mesnetsiz olsa da o kişi böyle bir tanrıya inanabilir. Ancak inanç beraberinde eminliği getirdiği ve kendi inançlarından hiç kuşku duymadan bir mutlaklık içerisinde kendisinden emin olunca o inançlı kişi, benim de, "Ancak bu, insanların tanrıya inanmasını haklı kılmaz." ifadesini söylemeye hakkım var. (Burada, çok daha yukarılarda bahsettiğiniz inanmak ve bilmek üzerine yorumlarınızı hatırlıyor ama o kadar derinlikte bir irdelemenin gerekmediğini düşünüyorum).

    Daha geniş olarak ifade edeyim: Yukarıda söylediğim 'oda' örneğinden devam edelim. İçinde ne olduğunu bilmediğimiz bir odanın içerisinde sandalye olduğuna inanabilir bir kişi. Buna hakkı vardır. Ancak o kişi odanın içinde sandalye olduğuna inanmasına karşın (bu inancı rasyonel veya irrasyonel olsun, fark etmez) bir süre sonra bu inancının doğru olan, olması gereken, mutlak bir inanç olduğu; daha da doğru bir ifade ile, mutlak gerçek olduğunu ifade ederse işte buna hakkı yoktur.

    Gelgelelim, şimdiye dek hem tanrıya inanıp hem de şüphe içinde olan çok kişi görmedim. Samimi bikaç insan dışında tanrıya inandıktan sonra tanrının var olduğuna su götürmez bir biçimde inanıyor insanlar; hatta bu inancın haklı ve doğru bir inanç olduğunu düşünüyor. İşte cümlemdeki 'haklı kılmaz' ifadesi böyle düşünenler için geçerlidir.

    YanıtlaSil
  119. Dördüncü durum:

    Bilimsel verilerin tanrıya inananlar için yeterli veri üretemediği konusuna başka bir boyut getirmek istiyorum: Bilim temel de materyalist yöntemi kullanır. Materyalizm de idealizmin zıttıdır. Bugünkü tanrı anlayışı da idealist bir fikirdir, gelenek ve görenekler de. Şöyle söyleyelim: Bugün bilim gelenek ve görenekleri yıkamamıştır. Halbuki materyalist bir yaklaşım ve aynı zamanda ulaşılan materyalist sonuçlar gelenekler gibi idaealist uygulamaları unutturmalıydı. Oysa böyle bir şey olmadı. Örneğin; büyüklerin yanında bacak bacak üstüne atmanın ayıp olması (artık o kadar da ayıp değil) bilimsel yaklaşımla açıklanamayan idealist düşüncelerin günümüze aktarılmasıdır. Tanrı fikri de aynı gelenekler gibidir. İşin temeline inildiğinde elle tutulur bir gerekçe kalmamakla birlikte, geçmişten uygulana gelen kültürel öğeler topluma ve bireye işler.

    Burada bilimsel verinin geleneği yok edememesi bilimsel verilerin güçlülüğü veya yeterliliği ile açıklanabilmekten ziyade, sizin dediğniz gibi insan zihninin işleyişi ile ilgilidir. Ancak ben tüm geleneklere baktığımda hepsinin hemen hemen tüm geleneklerin eşit derecede irrasyonel olduğunu görüyorum. Bilimsel verilerin rasyonelliliğinin yetersizliğinden farklı bir etken var ortada.

    Hazır sırası gelmişken rasyonel-irrasyonel kavramlarını kullanışımı da açıklayayım: Benim kastettiğim rasyonel ve irrasyonel kavramı Max Weber'in Aktivite Tipolojisi'nde kullandığı anlam ile eş-değerdedir. Şöyle ki: Rasyonel sonuç, belli bir akıl yürütmenin sonucu olarak ulaşılan sonuçtur. Max Weber, değere yönelik ve amaca yönelik eylemleri bu kapsamda değerlendirmiştir. İrrasyonel sonuç ise, belli bir akıl yürütmenin sonucu olmayan, muhakeme edilmeden ulaşılan sonuçtur. Geleneksel ve duygusal eylemler bu kapsamda değerlendirilir. Yani rasyonel olmak belli bir akıl yürütme yapmakken; irrasyonel olmak akıl yürütme yapmamak demektir. Ulaşılan sonuç anladığımız anlamda doğru veya yanlış olabilir; ancak buradaki temel nokta, sonuca ulaşılırken izlenen yoldur. Akılcı ve akıl-dışı anlamlarında değil; zihinsel süreçleri kastediyorum.

    İşte "Saygıdeğer Hayyam, benim yazılarımın neresinde bilimsel bir temayı işlerken kendime ait olduğunu ifade ettiğiniz irrasyonel bir düşünceden bahsettim?" sorunuzun cevabı da yukarıda anlattığım Weber tipolojisi açıklamasına dayanmaktadır. Yani akıl-dışılığı kabul etmeniz değil; ulaşılan sonuca muhakeme etmeden ulaşılmasıdır irrasyonelden kastım. Dolayısıyla bu sorunuza da yeterli cevabı verdiğimi düşünüyorum.

    YanıtlaSil
  120. Beşinci duruma geleyim:

    "Eğer siz blog açıp da, düşüncelerimizi yazmamız için güzel bir ortam sağlamış iseniz, başkaları değil ama sizin mutlaka okumanız gerekmez mi?" demişsiniz.

    Ben okuyorum tüm yazdıklarınızı. 15 sayfadan sonra bıraktığımı söyleyerek size cevap mahiyetinde yazacağım yazıyı kastettim. Zira sadece ilk sayfasına karşılık 15 sayfa çıktı ve adam akıllı bir cevap tahminimce 100 sayfayı rahat rahat aşacaktı. Normalde işlerim olduğu için ve ara vererek yazı yazmayı pek sevmediğim için bıraktım. Zaten birçok konuda aynı fikirdeyiz ancak nüanslar var; mesela bu yazı bile aynı fikirde olmamıza rağmen uzadıkça uzadı. Bu bakımdan lütfen alınmayın, hatta bir ara bloga yazı yazmayınca cevap vermediğim için alınıp alınmadığınzı düşündüm.

    Altıncı duruma gelelim:

    "Zihnin en rahatsız olduğu şey, belirsizliktir."

    Zihin belirsizlikten rahatsız olabilir; ama olabilecek en koyu agnostiklerden biri olarak belirsizliği kabul ediyorum.

    Aslında bu günlük anlamdaki belirsizlikten biraz daha farklı. Bu belirsizlik bir durumu bilemeyeceğimizi savunma hali. Yani ben tanrının var ya da yok olduğunu bilemeyiz diyorum. Biri çıkıp, "Tanrı var mı yok mu net bir şey söyle!" diye diretince "Bilmiyorum." veya "Belirsiz." diyebilirim; ama asıl kastettiğim bunu bilemeyeceğimizdir. Bu, rahatsızlık verebilir ama yapılabilecek bir şey yoktur, en azından benim durumumda. Zihnim emin olmadığı bir sonuca yaklaşmaktansa bu belirsizliği yeğliyor ve kabulleniyor.

    Son olarak,

    Kurduğum cümlelerde kimi durumlarda kastetmediğim anlamları bulup yakalıyorsunuz. Ben sizinle aynı doğrultuda olduğuma inandıkça siz cümlelerimi kelime kelime inceleyerek kimi zaman farklı sonuçlara ulaşıyorsunuz. Muhtemelen benim anlatmak istediğimi uzun ve yeterli bir biçimde anlatamayışım da bunda büyük bir rol oynuyor. Ancak bundan her ne olursa olsun, size şikayet ediyor gibi görünsem de, bu durumdan pek rahatsız değilim. En nihayetinde aklı başında olduğunu düşündüğüm biriyle belli bir muhabbet veya tartışma yürütmek gün içerisinde yaptığım onca işten çok daha makul görünüyor bana.

    En içten sevgi ve saygılarımla...

    YanıtlaSil
  121. Ben ortaya şu soruyu atmak istiyorum;

    Varoluş/nasıl olduğumuz/evrenin oluşumunun nasıllığı bilinemez olabilirmi?

    YanıtlaSil
  122. Saygıdeğer Hayyam,

    Size teşekkür ederim. Konu, uzamış gibi görünmekle beraber, düşünceleriniz, önerileriniz, hipotezleriniz, düşünsel modellerinizle beni zenginleştirdiniz. Yazılarınız arasındaki bazı düşüncelerinize bakarak, kendime "hımmm, hiç de böyle düşünmemiştim, konuya bir de bu şekilde bakmak gerekirmiş" dedirttiniz. Yazıya kattığınız ılımlı üslubunuz ise başka bir güzellik.

    Diğer taraftan, bir kaç nüansın dışında sizden farklı düşünmediğimi ben de ifade etmek isterim.

    Sanırım, aramızdaki nüanslardan en temel olanı, sizin bir agnostik olarak tanrının varlığı veya yokluğu konusundaki argümanlar ile zihniniz meşgulken ve düşünsel enerji harcarken, benim beynimdeki aynı yerin bu konuda enerji tasarrufu yaptığıdır :)

    Saygı ve sevgilerimle.

    YanıtlaSil
  123. Hayyam, bence agnostik mantık yersiz bir mantık. Allah'ın varlığı hakkında Batın (Bilinemez/Gizli/Görünmeyen) denmiyor, hem batın hem zahir (Bilinir/Görünen) deniyor. Yani çelişki var. Aslında Batın ve Zahir'in kendi içinede çelişki var. Yada Batın ve Zahir açıklaması yetersiz diyelim.

    Ne dersek diyelim, Allah açıklaması belirsizlik taşıyor.

    Dolayısıyla Agnostisizm'in bu çelişkinin farkında olmadığı kanısındayım.

    YanıtlaSil
  124. http://tr.wikipedia.org/wiki/Gnostisizm

    YanıtlaSil
  125. Sayın adsız, bence siz agnostisizmin ne demek olduğunu tam anlayamamışsınız. Agnostisizm zaten dinleri ve dinlerdeki tanrıları reddeder; öyle tanrıların olmadığını söyler.

    Agnostisizmin bilinemeyeceğini iddia ettiği tanrı dinlerdeki tanrı, mesela allah, değil; vahiy veya din göndermemiş, insanlarla iletişime geçmemiş bir tanrı, daha doğrusu yaratıcıdır.

    Yani ya islamın tanrısı allah vardır; ya da hiç tanrı yoktur düşüncesi yersizdir.

    YanıtlaSil
  126. Agnostik : Gnostik olmayan. Yukarıdaki linkteki Gnostisizm tanımına uymayan. Doğrumudur? Mistik olmayan, ruhsal olmayan.

    YanıtlaSil
  127. Bir müslüman "Allah Var" deyince, bir ateist "Allah Yok" deyince ne diyorsunuz, tepkiniz ne oluyor?

    YanıtlaSil
  128. Neden Gnostisizmin tanımının aksinden yola çıkıyorsunuz, anlamıyorum. Vikipedi'den istiyorsanız burayı okuyun: http://tr.wikipedia.org/wiki/Agnostisizm

    Bu blogda benim daha kapsamlı yazım var: http://tanrivarmi.blogspot.com/2010/08/agnostisizm-nedir-ne-der.html

    Ayrıca allah yok; müslüman var derse karşı çıkarım; ateist yok derse destek veririm. Çünkü allah yok. Ama allah dışında evrenin bir yaratıcı güç tarafından yaratılmadığı kesin olarak söylenirse buna karşı çıkarım; çünkü bunu bilemeyiz.

    YanıtlaSil
  129. Yazınızı okudum. Wikipedia Agnostisizm'i de okudum.

    Agnostisizm'i anlamışım ama ben Agnostikleri anlamamışım sanırım. Ya da tam tersi. Neyse. Şu an durum maalesef Agnostisizm'i anlayamadım. Araştırmaya devam.

    YanıtlaSil
  130. ".............. inanç duyulmaz. Evrim Teorisi ya kabul edilir ya da kabul edilmez."

    Hayyam, cümle yanlış. Bunu okuyan yine inanca bürünüyor. Yine inanç çıkıyor. Anlamıyor kimse.

    "Evrim inanç değil teoridir" başlığı iyi olabilir.

    YanıtlaSil
  131. "Evrim Teorisi'nin hiçbir zaman dinleri yok sayalım gibi bir amacı olmadı ve komplo teorisi olarak dünyadaki bir grup insanın ortaya attığı fikir olmadı. Dolayısıyla Evrim Teorisi'ni kabul etmek dinsizlik demek değildir. Ancak açıkca söyleyebilirm ki Evrim Teorisi'ni kabul etmemek cahillik ve yobazlıktır."

    Müslüman evrimi bilse Allah'a sıkı sıkı bağlanır, ne Dinsizliği. Evrimi büyük mucize olarak mı anlatsak ne yapsak.

    YanıtlaSil
  132. Evrim olgu ise, evrim Dinsizliği doğurur mu?

    YanıtlaSil
  133. http://www.aklatakilanlar.com/evrime-ve-evrim-teorisine-nasil-bakmali/
    adresinde evrim-inanç ilişkisi konusunda çok güzel bir makale var.

    YanıtlaSil