İnsan ve Birey - Varoluş Savaşı
Bir Tanrının ya da hakikatin ya da gerçekliğin-ya da her ne derseniz-olup olmadığı sorusu kitaplar, rahipler, filozoflar ya da kurtarıcılar tarafından asla cevaplanamaz. Sizden başka hiç kimse ve hiçbir şey bu soruyu cevaplayamaz, işte bu yüzden kendinizi tanımanız gereklidir. Toyluk ancak kendinden tamamen bihaber olmaktan doğar. Kendini anlamak bilgeliğin başlangıcıdır.
“Değişmek istemiyorum” diyebilirsiniz. Çoğu insan değişmek istemez, özellikle sosyal ve ekonomik açıdan güvende olanlar ya da dogmatik inançlara sâhip olup kendilerini ve olayları olduğu gibi ya da biraz değiştirilmiş hâliyle kabul etmekten hoşnut olanlar.
Ya da, “Kendimde köklü bir iç değişikliğin gerekli olduğunu görüyorum ama bunu nasıl yapabilirim? Lütfen bana yol gösterin, o yola koyulmama yardımcı olun.” diyebilirsiniz. Bunu söylüyorsanız, sizi ilgilendiren değişimin kendisi değildir; aslında ilginizi çeken köklü bir devrim değildir: Sâdece değişimi gerçekleştirebilmek için bir yöntem, bir sistem arıyorsunuz demektir.
“Değişmek istiyorum, bana bunu nasıl yapacağımı söyleyin.” diyen kişi çok samimi, çok ciddiymiş gibi görünür ama değildir. İstediği, iç dünyasına çeki düzen vereceğini umduğu bir otoritedir. Ama otoritenin iç dünyaya düzen getirmesi mümkün müdür? Dışarıdan zorla kabul ettirilen bir düzen, daima düzensizlik yaratmaya mahkumdur.
Kendimizi Tanımak - Sadelik ve Alçakgönüllülük - Şartlanma
Şimdi, kendimizi anlamaya nereden başlayacağız?
Kendimi ancak bir şeyle ilişki kurarken gözlemleyebilirim çünkü hayatın kendisi ilişkiden ibaret. Bir köşede oturup kendim hakkında düşünmenin yararı yok. Tek başıma var olamam. Ancak insanlarla, nesneyle ve fikirlerle ilişki kurarak var olurum; ve ancak iç dünyama ait şeylerin yanı sıra dış dünyadaki şeylerle ve insanlarla olan ilişkimi inceleyerek kendimi anlamaya başlarım.
Anlamak zihinsel bir süreç değildir. Kendiniz hakkınızda bilgi edinmek ve kendiniz hakkınızda bir şeyler öğrenmek farklı şeylerdir; çünkü hakkınızda topladığınız bilgi daima geçmişe aittir, geçmişin yükünü taşıyan bir zihin de hüzünlü bir zihindir. Bir şeyi anlamak için onunla yaşamanız, onu gözlemlemeniz, bütün içeriğini, doğasını, yapısını, hareketlerini bilmeniz şarttır. Hiç kendinizle yaşamayı denediniz mi? Denerseniz, ‘kendiniz’in durağan bir hal olmadığını, taze, canlı bir varlık olduğunu anlamaya başlarsınız. Canlı bir varlıkla birlikte yaşamak için zihninizin de canlı olması gerekir.
Kendimizi anlamak için ayrıca alçakgönüllülüğe ihtiyacımız var. İşe, “Kendimi tanıyorum,” diyerek başlarsanız kendiniz hakkında yeni şeyler öğrenmeyi zâten bırakmışsınızdır; veya, “Hakkımda öğrenilecek pek bir şey yok çünkü ben bir hatıralar, fikirler, deneyimler ve gelenekler toplamıyım,” derseniz, o zaman da kendinizle ilgili gerçekleri öğrenmeyi bırakmış olursunuz.
Şartlandırılmış olduğunuzun farkında mısınız? Kendinize ilk sormanız gereken soru, şartlandırmadan nasıl kurtulabilirim değil, budur. Şartlandırmadan hiç kurtulamayabilirsiniz ve “Bundan kurtulmalıyım,” derseniz, bir başka şartlandırma türünün tuzağına düşebilirsiniz.
Nasıl şartlanmış olduğunuzu, ancak zevkin devamlılığı ya da acıdan kaçınma konusunda bir sorun olduğunda görebilirsiniz.
Etrafınızdaki herkes kusursuz bir şekilde mutluysa, eşiniz sizi seviyorsa, siz de onu seviyorsanız, güzel bir eviniz, güzel çocuklarınız ve yeterince paranız varsa, şartlanmış olduğunuzun hiç de farkına varmazsınız. Ama rahatsız edici bir durum olunca-eşiniz başka birisine bakınca ya da siz para kaybedince ya da savaş veya başka bir acı veya endişe tehdidi altında kalınca-o zaman şartlandığınızı anlarsınız. Rahatsız edici bir durumla baş etmeye çalışırken ya da kendinizi herhangi bir iç veya dış tehdide karşı korumaya çalışırken şartlanmış olduğunuzun ayrımına varırsınız.
Peki ne yapacağız? Çoğumuzun yaptığı gibi, bu rahatsızlığı kabullenip onunla birlikte mi yaşayacağız? Sırt ağrısıyla yaşamaya alışır gibi, ona alışacak mıyız? Ona tahammül mü edeceğiz?
Hepimiz olaylara tahammül etmeye, alışmaya ve suçu içinde bulunduğumuz duruma atmaya meyilliyiz. “Ah, her şey olması gerektiği gibi olsaydı, farklı olurdum” ya da “Bana fırsat verin, yapmak istediklerimi gerçekleştireyim” ya da “Hayatın adaletsizliği altında eziliyorum” deriz, rahatsızlıklarımızdan dolayı başkalarını, çevremizi ya da ekonomik koşulları suçlarız.
İnsan rahatsızlığa alıştıysa zihni körelmiş demektir, tıpkı insanın etrafındaki güzelliğe artık onu fark etmeyecek kadar alışabilmesi gibi. İnsan kayıtsızlaşır, katılaşır, acımasızlaşır ve zihni gittikçe körelir. Buna alışmazsak bir uyuşturucu madde alarak, siyasî bir gruba katılarak, bağırarak, yazarak, futbol maçına veya bir tapınağa veya kiliseye giderek ya da başka bir eğlence yolu bularak bundan kaçmaya çalışırız.
Şartlanmanızdaki tehlikeyi sâdece zihinsel bir kavram olarak görürseniz, bu konuda hiçbir şey yapmazsınız. Bir tehlikeyi sâdece bir fikir olarak görmek, fikirle hareket arasında bir çatışma yaratır ve o çatışma da bütün enerjinizi alır. Ancak şartlanmayı ve getirdiği tehlikeyi o anda bir uçurumu görür gibi gördüğünüz zaman harekete geçersiniz. Öyleyse görmek harekete geçmektir.
Bilinç - Hayatın Bütünlüğü - Farkındalık
Bilinç, düşüncenin faaliyette bulunduğu ve ilişkilerin var olduğu alandır. Bütün amaçlar, niyetler, arzular, zevkler, korkular, ilhamlar, hasretler, umutlar, kederler ve mutluluklar bu alanda yer alır. ama biz bu bilinci aktif ve uyuyan, üst ve alt katmanlar diye ikiye ayırmış bulunuyoruz; yâni bütün günlük düşünce, duygu ve aktiviteler yüzeyde, bunların altında da bilinçaltı denen, aşina olmadığımız, kendilerini zaman zaman bâzı ima, sezgi ve rüyalarla açığa vuran şeyler var.
Biz hayatımızın büyük bir bölümünde bilincin küçücük bir köşesiyle meşgul oluyoruz; bilinçaltı dediğimiz, bütün o amaçları, korkuları, ırksal ve kalıtımsal nitelikleri içinde barındıran geri kalanına nasıl girileceğini bile bilmiyoruz. Şimdi size soruyorum, bilinçaltı diye bir şey var mıdır aslında: Bu kelimeyi çok serbestçe kullanıyoruz. Böyle bir şey olduğunu kabul etmişiz ve psikanalistlerin ve psikologların bütün deyimleri ve mesleki terimleri dilimize sızmış; ama böyle bir şey var mı?
Parçalar halinde yaşıyoruz. Ofiste başka, evde başka birisiniz: Demokrasiden bahsediyorsunuz ama içten içe otokrasi yanlısısınız; komşunuzu sevmekten bahsediyorsunuz ama onunla rekabet ediyorsunuz; bir parçanız diğerinden bağımsız çalışıyor ve bakıyor. İçinizdeki bu parçalı varoluştan haberdar mısınız?
Dikkatle konsantrasyon aynı şey değildir. Konsantrasyon dışlamaktır; tam bir farkındalık anlamına gelen dikkat ise hiçbir şeyi dışlamaz. Bana öyle geliyor ki çoğumuz sâdece neden bahsettiğimizin değil çevremizin, etrafımızdaki renklerin, insanların, ağaçların şeklinin, bulutların, suyun hareketinin de farkında değiliz.
Oysa farkındalık hakkında bol bol konuşuyoruz.
Kapıyı açacak olan her gün farkında olmak ve dikkat etmektir; nasıl konuştuğumuzun, ne dediğimizin, nasıl yürüdüğümüzün, ne düşündüğümüzün farkında olmak. Bu bir odayı temizleyip onu düzenli tutmaya benzer. Odayı düzenli tutmak bir anlamda önemlidir ama başka bir anlamda tamamen önemsizdir. Odada düzen olmalıdır ama düzen kapıyı ya da pencereyi açamaz. Kapıyı açacak olan sizin iradeniz ya da isteğiniz değildir. Ötekini davet etmeniz mümkün değildir. Tek yapabileceğiniz, odayı düzenli tutmaktır; bu da getireceği yararlar için değil, erdemli olmak için erdemli olmak demektir. Aklı başında, mantıklı, düzenli olmak. O zaman belki, şansınız varsa, pencere açılır ve rüzgâr içeri eser. Ya da esmeyebilir. Bu sizin ruh halinize bağlıdır. Ve o ruh halini ancak siz anlayabilirsiniz, onu gözlemleyerek ama asla şekillendirmeye çalışmayarak, asla taraf tutmayarak, asla karşı çıkmayarak, asla uyuşmayarak, asla bir şeyleri haklı çıkarmayarak, asla kınamayarak, asla yargılamayarak-bu da hiçbir seçme şansınız olmadan onu gözlemlemek anlamına gelir.
Zevk Arayışı
Zevk toplumun yapısıdır. Beşikten mezara kadar gizlice, kurnazca ya da açıkça zevki ararız. Onun için aradığımız zevkin türü konusunda bence çok net olmalıyız, çünkü o tür ne olursa olsun, hayatlarımızın yönünü belirleyecek ve onu şekillendirecektir.
Zevk dört aşamadan oluşur: Algı, hissetme, temas ve arzu. Diyelim güzel bir araba gördüm; ona bakmak içimde bir his, bir tepki oluşturur; sonra ona dokunurum ya da dokunduğumu hayal ederim, o zaman da ona sâhip olma ve onunla hava atma arzusu kendini gösterir.
Düşünce hiçbir zaman yeni değildir, çünkü düşünce hafızanın, deneyimlerin ve bilginin verdiği tepkidir. Düşünce, eski olduğu için, sevinçle izlediğiniz ve bir an için iliklerinize kadar hissettiğiniz bu şeyi eskitir. Daima eski olandan zevk alırsınız, yeni olandan değil. Yeni olanda zaman diye bir şey yoktur.
Birazcık zevkten mahrum bırakılınca neler olduğunu hiç gözlemlediniz mi? İstediğinizi elde edemeyince telaşlanır, kıskançlaşır, kindarlaşırsınız. İçki veya sigara içme, seks yapma veya istediğiniz her neyse onu yapma zevki sizden esirgendiğinde içten içe ne mücadeleler verdiğinizi fark ettiniz mi?
Ama eğer zevke son vermek istiyorsanız, ki bu aynı zamanda acıya son vermektir, zevkin yapısına tüm dikkatinizi vermelisiniz; keşişlerin ve sannyasilerin yaptığı gibi günah olduğunu düşündükleri için hiçbir kadına bakmayarak ve bu şekilde kavrama kabiliyetlerini yok ederek zevki kesip atmamalı; zevkin bütün anlamını ve önemini görmelisiniz. O zaman hayatınız büyük bir sevinçle dolar. Sevinç, üzerinde düşünülebilecek bir şey değildir. Sevinç anlık bir şeydir, üzerine düşünürseniz, zevke dönüşür.
0 yorum:
Yorum Gönder