Modern evrimsel bilimin başlamasından bu yana insanların neden tüysüz olduğu tartışmalı olmuştur. İnsanın Türeyişi’nde Darwin, “Kimse, tenin çıplaklığının insan için doğrudan bir avantaj olduğunu zannedemez: dolayısıyla, doğal seçilim bedeni tüylerden yoksun bırakmış olmamalıydı.” diyor.
Eğer doğal seçilim değilse ne? Kitabının adına rağmen, Darwin insanların kökenine dair pek fazla şey söylememiştir. Bu durumu üstü kapalı bir şekilde en güçlü destekçisi Thomas Huxley’e söyler. Huxley zaten bu konuyla ilgilenmekte ve en yakın akrabalarımız olan Afrikalı maymunsulardan ayıran farklılıklarımız üzerine bir kaç sayfa yazmakla uğraşmaktadır. Vücut tüylerinin kaybının eşeysel seçilimle ilgili olduğunda karar kılmıştır: insanlar (daha ziyade kadınlar) tüyleri azaldıkça eşlerine daha çekici göründüklerinden zamanla daha tüysüz bireyler seçilmesi suretiyle tüysüzleşmişlerdir.
Ancak bu açıklama zamanın testinden geçemedi. Binlerce memeli türünden sadece bir primat türünün tüysüz dişileri daha çekici bularak tüylerini yitirme yoluna gitmesi inanması güç bir tezdi. Eğer Darwin’inki gibi bir deha bile bundan daha ikna edici bir çözüm sunamıyorsa, gözden kaçan daha anahtar bir faktör olmalıydı.
Geçen yüzyılın büyük çoğunluğu boyunca problemin çözüldüğü düşünüldü. 1924’te ünlü Taung bebeği kafatasının önemini farkeden antropolog Raymond Dart, maymunsuların atalarının ağaçlar üzerinde yaşarken bizim atalarımızın açık alanlarda dolaşmak durumunda olduğu fikrini yaygınlaştırmaya başlamıştı. Açık alanda avcılık yapan erkeklerin bedeni çok ısınmaktaydı ve dolayısıyla, tüyleri az olan bireyler bu açık alanlarda beden ısılarını daha düşük tutup daha iyi uyum sağlayabildikleri için topluluk gittikçe tüysüzleşen bireylerden oluşmaya başlamıştır.
Bu teoriyle ilgili problemse diğer hiçbir memeli türünün bedenlerini soğutmak için bu yola gitmeyi tercih etmemiş olması. Tüyler hayvanları gündüz güneş ışığından koruduğu gibi gece de soğuktan korumaktadır. İnsansı dişiler sıcaklayan avcılar değillerdi ve geceleri soğuktan üşümek, derilerinin sıyrılması çizilmesi ve yavruların tutunabilecekleri bir kürk olmaması gibi sorunlardan muzdarip olacaklardı. Ama yine de erkeklerden bile daha tüysüz oldular. Başka bir açıklama söz konusu olmalıydı.
Dart’ın açıklaması 50 yıldan daha uzun bir süre yarışı en önde götürdü ancak herkes tarafından benimsenmedi. 1970’lerde Amerika Ordu Araştırmalarında görevli Russell W. Newman İnsan Biyolojisi dergisinde insanların şu üç eşsiz özelliğe sahip olmasalardı alanlarda sağ kalmayı başaramamış olacaklarını iddia etti: doğuştan kılsız olma, bol terleme ve bol su içme. Diğer bir değişle, çok az tüy, çok fazla ter ve az ama çok sık su içme ihtiyacı. Newman’ın makalesi bir çok karşıt fikir tarafından tartışıldı ve çoğunlukla görmezden gelindi.
Oregon Yerel Primat Araştırma Enstitüsü’nün ve kendi neslinin en yorulmak bilmez öğrencilerinden William Montagna, 1972’de yıllarca yaptığı araştırmalardan sonra insanların tüysüz derilerinin nedenini açıklamada başarısız olduğunu ve bu özelliğimizin açıklamasının erişilemez olduğunu söyledi.
1977’de neoteni hipotezinde durumu tartan Stephen Jay Gould, tüysüzlüğün daha büyük beyinler için geliştirilmiş bir strateji olduğu fikrini ortaya attı. Beyinlerimiz doğmadan hemen önce çok hızlı büyür. Bu basamağı uzatarak, hızlı beyin büyümesini devam ettirmek ve daha büyük beyinlere sahip olarak doğmak şeklinde evrimsel stratejisini belirleyen ve buna elverişli bir vücut yapısı oluşturmaya giden bizler, dolayısıyla diğer genç primatlardan farklı olarak daha düz bir yüz, daha büyük kafalar ve gözler ve daha tüysüz bir deri ile doğuyorduk. Bu fikir bilim dünyasında oldukça geniş yer buldu ve çokça tartışıldı. Bu tezin zayıf noktalarından biri, vücutlarımızın gerçekten tüylerle kaplandığı tek anın doğumdan hemen önceki an olması. Dahası fetüse ilişkin karakteristikleri seçerek ve eğer sadece yetişkinlere faydası olacaksa koruyoruz. Kısa yamuk bacaklarla ve dişsiz olarak doğuyoruz. Eğer bir dezavantaj olduğu doğru olsaydı tüysüz de doğuyor olurduk.
Diğer bir azınlık ise Darwin’in yazıştığı bilim insanlarından birinin de belirttiği üzere tüysüz insansıların kene ve benzeri parazitlerden kurtulmaları daha mümkün olduğu için zamanla tüysüz olanların hayatta kalıp insan neslini tüysüzleştirdiği yönündeki fikri de savunuyor. Ancak Darwin buna, diğer savan hayvanlarının da aynı sorunla karşı karşıya olduğu ama tüylerini azaltma yönüne gitmemelerini göstererek karşı çıkmıştır. Bu fikir sık sık kendisine dile getirilse de Darwin’in şüpheleri dinmemiştir.
İncelenmeye değer bir diğer fikir ise Oxford Üniversitesi’nden Alister Hardy’e ait. Kendisi bir deniz biyoloğu olan Alister insan derisinin sadece çıplak değil aynı zamanda bir yağ tabakasıyla da kaplı olduğunu not ederek bunun bir takım sucul memeli için geçerli olduğuna dikkat çekti. New Scientist’te 17 Mart 1960’ta yayınlanan makalesinde: “İnsanlar geçmişte sucul muydu?” diye sorsa da savan teorisi karşı konulmaz görülüyordu.
Ancak yüzyılın sonlarına doğru, ilk insansı fosilleriyle bağlantılı olan bitkisel ve hayvansal fosiller daha yakından incelendikçe savan teorisiyle ilgili soru işartleri oluşmaya başladı. Tempe’deki Arizona State Üniversitesi’nden Kaye Reed çalışmalarının sonucunda yaşam alanlarının otlardan, çalılardan, sığı sulardan, ormanlardan ve orta yoğunluktaki ağaçlık alanlardan oluştuğunu ortaya koydu. Artık ilk iki ayaklılığın ağaçlık hatta ormanlık alanlarda ortaya çıktığı genel olarak kabul görmektedir..
Bu ilk iki ayak üstünde yürüyüşe evrimin savanda başlamadığı yönünde bulgular sunsa da, tüyler fosilleşmediği için insansıların tüyleri ne zaman kaybetmeye başladıklarını söylemek zor. 2006’da Penn State Üniversitesi’nden antropolog Nina Jablonski Deri: Bir doğa tarihi isimli kitabında, iki ayak üstünde yürüyenlerin savana çıktığında –eninde sonunda savana çıktıklarından kimsenin şüphesi yok- terlerinin buharlaşması için kıllarını kaybettiklerini öne sürdü. Böyle bir insansının günde 13.6 litre kadar terliyor olması gerektiğini hesapladı. Ancak neden aynı ortamda yaşayan ve bir bu kadar terlemekte olan kırmızı patas maymunlarının tüylerini kaybetmediğine ya da insansılar kadar çok su içmediğine bir açıklama getiremedi.
Son zamanlarda araştırmalar tarz değiştirdi ve insanların neden tüylerini kaybettiklerini sormaktansa ne zaman kaybettiğini sormaya başladılar. Paleontologlar bize bunun cevabını veremedikleri için başka alanların uzmanları işe karıştılar.
2004’te genetikçi Alan Rogers, Stephen Wooding ve Dave Iltis, melanokortin 1 resptörü (MC1R) hakkında bir makale yazdılar. Melanokortin reseptörü ten ve saç rengimizi belirleyen bir proteini etkilemektedir. Bu allelin ne zaman ortaya çıktığını tarihlendirmek mümkündür. İlk atalarımız tüylerini kaybedip bir koruma mekanizmasına ihtiyaç duyduklarında bu allelin güneş rezistansı olarak seçilmiş olabileceği fikrini ortaya attılar. Geni birçok bilim insanının düşündüğünden daha erkene 1.2 milyondan daha öncesine tarihlendirdiler.
Üç yıl sonra, Florida Doğa Tarihi Müzesi’ndeki bir parazitolojist olan David L. Reed, bir bit DNA’sında meydana gelen farklılıkların, ev sahipleri olan insanların derileri hakkında ne kadar çok şey söyleyebileceğini gösterdi. İnsanlardaki kafa bitiyle şempanzelerdeki bit genetik olarak ilişkiliyken, insanlar ve şempanzelerin farklılaşmasıyla beraber onlar da farklılaşmaya başlamışlardı. Ancak insanlardaki kasık bitleriyle gorillerdeki bitler çok daha yakın akrabadır ve daha sonra şans eseri karşılaşmış olup çaprazlanmışlardır. Bu Reed’i atalarımızın kasıklarındaki ve koltuk altlarındaki kıllar hariç diğer bölgelerdeki tüylerini 3.3 milyon yıl öncesinde kaybetmiş olduğu hipotezine götürdü.
Bunların hiç biri Hardy’nin, insanların sucul bir aşamadan geçtikleri ara bir süreçte vücut tüylerini kaybettikleri teorisini etkilememektedir. Ancak o bu teorisi birçok gizemli insane özelliğini açıklamak için kullanıyordu: iki ayaklılık, tüysüzlük, yağ tabakası, alçalmış gırtlak, koku duyusunun yokolması ve benzeri. Eğer bunlardan en büyük ikisi olan iki ayaklılık ve tüysüzlüğün kabaca aynı zamanlarda ortaya çıktığı bulunursa ibre Hardy’nin teorisine doğru kayabilir.
0 yorum:
Yorum Gönder