Evrenin boyutları karşısında çaresiz kalan insan, çözümü, çok defa, daha kolay bir yol olan doğmatizme kaymakla bulmuştur. Bunun sonucu olarak da '' O vardır ve var olacaktır; evrendeki her şey insan için yaratılmıştır; ne görüyorsak, ne algılıyorsak doğru olan odur'' mantık silsilesiyle, bilimsel düşüncenin en önemli öğesi olan ''merak'' duygusunu bastırmaya çalışmıştır.
Çeşitli kültürlerde değişik şekillerde ortaya çıkan öykülerle, bu merak duygusu bastırılmaya, insanlar geçici olarak mutlu edilmeye çalışılmış ve bunda uzun yıllar başarılı da olunmuştur.
Fakat doğmatik düşüncenin, yani bu tarihsel rahatlığın faturasının, doğaya ve pozitif bilimlere yabancılaşma gibi ağır bir bedelle ödendiğini, bu konuda yanlış yola girildiğini erken farkeden toplumlar, hızla tornistan edip, toplumları doğmatik düşüncelerden uzaklaştıracak yolları aramaya başlamışlardır.
Bunun ilk uygulaması olarak da her olayın ve oluşumun bir fiziksel ve kimyasal açıklaması olması gerekeceği düşüncesine ulaşmışlardır. Bu aşamayı yapmış toplumlar gelişmiş ve kalkınmış sanayi toplumlarına dönüşebilmiştir, yapamayanlar ise eski öykülerle avunmalarını sürdürmüşlerdir. Doğal olarak bu gecikmenin ve vurdumduymazlığın bedelini ödeyerek...
Bugüne kadar eğitildiğimiz ve yönlendirildiğimiz şekilde, yani, ''ne görüyorsak ne algılıyorsak doğrusu odur ve her şey bizim algılama ve düşünce sistemimizin yansıttığı şekildedir.'' gibi bir yaklaşımın doğru olduğunu var sayalım. Bunun için geçerli bir nedenimiz de vardır. Örneğin, dünyada belirli koşullar içinde evrimleşerek yaşayan insanlarda ve diğer canlılarda, karşılaştıkları koşulları algılayabilecek bir takım yapılar, yani, ''duyu organları'' ve onlara verilecek tepkiyi saptayan bir takım değerlendirme merkezleri gelişmiştir. Bu algılama ve değerlendirmenin nasıl olduğunu basit bir gözlemle açıklamaya çalışalım:
Hareketsiz duran cisimler göz tarafından şekil ve belirli renk nitelikleriyle algılanırlar. Çünkü canlıların evrimsel gelişim süreci içersinde, hareketsiz cisimlerin renk ve şekil olarak algılanmasını öngören mekanizmalar gelişmiştir.
Sadece şekil ve renk olarak görülen böyle bir cisim, eğer, gittikçe artan frekanslarla titreştirilirse (20-40.000 titreşim/s.=Hz.), bu kez, kulak, ilk olarak bas, daha sonra tiz sesler duymaya başlayacaktır. Algılama gözden kulağa geçmiştir.
Bu cisim, daha doğrusu cismi oluşturan molekül ve atomların belirli parçaları daha hızlı titreştirildiği zaman (40.000-400.000 titreşim/s.) bu kez, derimiz, ısı algılamaya başlayacaktır. Titreşim daha da arttırıldığı zaman (400.000-650.000 titreşim/s.) göz, tekrar devreye girerek ilk olarak kırmızı daha sonra turuncu... ve en sonunda mor renkleri görmeye başlayacaktır.
Daha sonraki titreşimler (daha doğrusu dalgalar) bizde herhangi bir uyarı meydana getirmeyecektir. Bu spektrum belki değişik canlı grupları için biraz daha geniş ya da biraz daha dar olabilir. (Bal arılarının ultraviyole=morötesi ışınları görmesi; yarasaların ultrasonik= çok kısa ses dalgalarını algılaması gibi).
Bu sapmaları göz önüne almazsak, canlıların duyu organlarında belirli bir birlik ve benzerliğin olduğu açıktır. Canlıların tümü, maddenin değişik enerji düzeylerini, daha bilimsel bir tanımla, değişik frekanslı dalgaları, değişik algılar halinde belirlemektedir. Ama bu dalga profillerine baktığımızda, gerçekte, evrende ne gördüğümüz, daha doğrusu tanımladığımız gibi ışık, ne işittiğimiz ses ve ne de algıladığımız gibi bir sıcaklık mevcuttur. Yani, duyu organlarımız, dış çevre ile beyin arasında bizi yanıltmakta ve beyinde, kapsamı sınırlı yorumlara neden olmaktadır.
Bu ise, çevremizdeki ve evrendeki gerçekleri tam anlamıyla anlamamıza engel olmaktadır. Eğer, biz, ileride evrenin sırlarına ve temel yapısına gerçek anlamda erişmek istiyorsak, ne gariptir ki, beş duyunun dışında, en azından onların koşullandırmasından meydana gelen sınırlı yönlenmelerden kurtulmuş olarak, düşünmemiz gerekecektir.
Prof. Dr. Ali Demirsoy
0 yorum:
Yorum Gönder