Beynimiz ve Biz: Neden Merak Ederiz? -1

9 Yorum
"Düşüncelerim, beynimde gerçekleşen kimyasal işlemlerin sonucuysa, mantığın değil, kimyanın kurallarına göre belirlenmiş olmalıdır."

J.B.S Haldane (Genetikçi ve Evrim Biyoloğu. 1892-1964)

Telefonumuz veya kapı zilimiz çaldığında, kim olduğunu merak ederiz. Bir itfaiyenin siren sesini duyduğumuzda veya itfaiye aracını önümüzden hızlı bir şekilde geçerken gördüğümüzde; yangının nerede olduğunu, yangına maruz kalanların durumlarını düşünürüz. Daha doğrusu merak ederiz. “Merak nedir?” diye sorarak merakın ne olduğunu merak ederiz.

Merak bir duygu mudur? Bir içgüdü müdür? Genler vasıtasıyla atalarımızdan bize miras mı kalmaktadır? Öğrenilen bir şey midir? Akıl yürütmenin, muhakemenin, zekânın bir ürünü müdür? Sadece insanlara mı mahsustur? Hayvanlar da merak eder mi? Bize faydası var mı? Merak olmadan da yaşayabilir miyiz?

DOĞANIN İRADESİ
Merakla ilgili bir şeyler yazmadan önce, eğer okumakla canımız sıkılmayacaksa, lisedeki fizik/kimya bilgilerimizden biraz da olsa bahsetmenin konuya yardımcı olacağını düşünüyorum.

O halde deneyimize başlayabiliriz. Bir miktar sofra tuzunu alıp, bir kaba koyduğumuzu ve üzerine de kuvvetli bir asit olan sülfürik asitten bir miktar döktüğümüzü varsayalım. Sülfürik asit, yemek tuzunu etkileyecek ve deney öncesi maddeler, deneyin sonunda başka maddelere dönüşecektir. Bu deneyle ilgili kimyasal denklemi aşağıdaki gibi yazalım.

NaCl + H(2)SO(4) → NaHSO(4) + HCl
(Not: Blogda, indisli gösterim mümkün olmadığı için, bileşiklerdeki atom sayıları parantez içinde gösterilmiştir)

Burada deney öncesi maddelerimiz; NaCl yani bildiğimiz yemek tuzu, H(2)SO(4) diye gösterilen şey de sülfürik asittir. Bu iki maddenin bir birine etkimesi sonucu ortaya çıkan yeni maddeler (bileşikler) de sağa doğru ok (→) işaretinden sonra gösterilmiştir. Bunlar da, NaHSO(4) olarak gösterilen sodyum bisülfat ve HCl olarak gösterilen ve gaz halinde olan hidrojen klorürdür.

Şimdi, bizi burada ilgilendiren, iki maddenin birbirine kimyasal etkimesi sonucu ortaya çıkan iki yeni maddenin (bileşik) ne işe yarayacağı veya özellikleri değildir. Ya nedir? Sülfürik asidi, yemek tuzunun üzerine dökmeyi, yani sülfürik asidini, benim iradem ile yemek tuzunun üzerine dökme düşüncesini bir kenara bırakalım ve şu soruyu soralım. Bu deneyin sonucunda hidrojen klorür gazının oluşmasında benim irademin ne derece bir etkisi olmuştur? Deney, benim irademle başlatılmıştır ama deney sonrası, hidrojen (H) atomunun klor (Cl) atomunu seçerek (aslında biri diğerini seçmiyor, ikisi de aynı anda birbirlerini seçiyor demek daha doğru), hidrojen klorür gazını oluşturması benim irademin değil, doğanın yasası gereğidir. Çünkü, böyle bir yasa olmasaydı, deney şartlarını bozmadığım halde, deneyi her tekrarlayışımda, deney sonrasında farklı bileşikler meydana gelirdi.

Başka bir örneğe bakalım. Lise kimyasından hatırlarız ki, atom çekirdeklerinin etrafında elektronlar döner. Elektronlar, aynı, gezegenlerin güneş etrafında döndükleri yörüngeler gibi yörüngelerde dönerler. Teknik detayları bir kenara bırakacak olursak, güneş etrafındaki her bir yörüngede bir adet gezegen varken, atomlardaki her bir yörüngede birden fazla elektron bulunabilir. Mesela oksijen atomunu ele alalım. Oksijen atomunun, atom çekirdeğinden uzakta olan ikinci ve son yörüngesinde altı adet elektron dönmektedir. Hangi atom olursa olsun doğanın öyle bir yasası vardır ki, bir atomun çekirdeğinden uzakta olan ikinci yörüngesinde, en fazla sekiz adet elektron bulunabilir. Yasa, daha az sayıda elektron bulunmasına izin verir (oksijende altı adet) ama fazlasına izin vermez. Oksijen atomu bu ikinci yörüngesine iki elektron daha alıp elektron sayısını, yörüngede bulundurabileceği en üst sayı olan sekiz adet elektrona tamamlamak ister. Tamamlayamadığı müddetçe, kendisini huzurlu hissetmez. Oksijen, bu yörüngesinde, yasanın izin verdiği miktar olan sekiz elektron bulunsun ister, bunun için kendisini zorlar, mecbur kılar ve bunun için çaba gösterir. Bu da doğanın bir yasasıdır. Böyle olunca da, oksijen, kendisi gibi, dış yörüngelerindeki eksiklerini gidermek isteyen başka cins atomlar ile elektronlarını paylaşma derdine düşer. Kendisine uygun ve yanından geçen atom veya atomların elektronları ile bu paylaşımı yapar. Atomlar arasındaki bu elektron paylaşımı öyle bir olur ki, birbirlerinin elektronlarını koparıp kendilerine mal etmezler. Ya ne yaparlar? Sözgelimi buradaki konumuz oksijen atomu olduğuna göre, oksijen, kendi elektronlarını, yanına gelen diğer atomun (veya atomların) eksiklerini tamamlamak için kullanırken, oksijen atomunun yanına gelen atom da (veya atomlar) kendi elektronunu (veya elektronlarını) oksijene vererek eksiklerini tamamlarlar. Peki, bu eksik nasıl tamamlanır, mekanizması nedir diye sorabiliriz. Oksijen atomu, yanına gelen atomlardan, kendi yörüngesindeki eksiği kadar (2 adet), elektronu alır kendisine ait atom çekirdeğindeki yörüngede döndürdükten sonra, tekrar ödünç aldığı atoma iade eder. İade edilen elektron bu defa sahibinin çekirdeği etrafında döner, sonra tekrar oksijenin çekirdeğinin etrafında dönmesi için, oksijene gider. Bu böyle devam eder. Keza, oksijenin yanına gelen ve elektronu eksik olan atomlar da, eksiklerini, benzer metotla oksijenden sağlarlar. Böylece, eksikleri tamamlanan atomlar mutlu olurlar. Buna göre eksiklerini tamamlamak için yan yana gelen bir adet oksijen atomu ile iki adet hidrojen atomu, bildiğimiz suyu yani H(2)O oluştururlar. Aslında bu kısmı uzatmakla beraber, ilgilendiğimiz konu, elektronların ne yaptığı bilgisi değildir. Bizi esas ilgilendiren kısım, doğanın, kendisini zorladığı belirli bir (çok) yasasının olduğudur. Siz isterseniz, buna dengeye ulaşmak veya başka bir şey de diyebilirsiniz. Bu yasa, irademizin dışında gerçekleşir.

Şu halde, merak konumuz için bize lazım olan iki ana unsuru biz yine doğadan elde ediyoruz.

1- Bu ve benzeri olaylar, benim iradem dışında gerçekleşiyor. (Örnek: HCl’nin meydana gelmesi)
2- Doğanın bir zorlama çabası var. (Örnek: Oksijenin, dış yörüngesini sekiz elektrona tamamlama çabası)

Peki, merak kavramını açıklamak için, neden fizik/kimya bilimi veya benzeri kavramlar üzerinden gidiyoruz diye sorulabilir. O zaman şunu dile getirmek gerekir. Merak, beynimizde olan bir olaydır. Beynimiz de nihayetinde karbon, oksijen, azot, hidrojen ve eser miktarda (çok az miktarda) diğer bilindik maddelerden (elementlerden, bileşiklerden) yapılmıştır. Acaba, beynimiz, doğanın yasalarına tabi olan bu atom, atom altı parçacık veya bileşiklerin uyduğu kuralları bozar mı? Bu mümkün müdür? Beynimiz, doğadaki bilindik maddelerden yapıldı diye atomların davranışları başka türlü mü olacaktır? Beynimizin dışındaki, sözgelimi atmosferdeki oksijen hangi doğal yasaya göre davranıyorsa, beynimizin yapısını oluşturan oksijen de aynı yasaya tabi olmayacak mıdır? Yani, bu oksijen, sırf bizim beynimizi oluşturan maddelerden biri olduğu ve biz de insan olduğumuz ve de daha iyi düşünelim diye dış yörüngesindeki elektron sayısını, fazla mal göz çıkarmaz düşüncesiyle dokuza mı çıkartacaktır? Elbette ki hayır. İşte zihinsel faaliyetlerimiz, bu temel yasaların üzerine inşa edilmiş ve sonsuz kombinasyonel ilişkilerle zenginleşen ve bugün hala araştırdığımız doğanın yarattığı bir organizasyondur.

DOĞANIN YASALARI ve SINIRLANMIŞ DÜŞÜNCELERİMİZİN SONSUZLUĞU
Bunu, şu şekilde de söyleyebiliriz. Atom altı parçacıklarının oluşturduğu yasalar, atomların davranışlarının yasalarını belirler. Atomların tabi olduğu yasalar, atomlardan oluşan bileşiklerin yasalarını, bileşiklerin tabi olduğu bu yasalar, bileşiklerden oluşan hücrelerin, benzer şekilde devam ederek, dokuların, nihayetinde beynimizin nöronlarının çalışma yasalarını belirleyecektir. Yani zihinsel faaliyetlerimizin sınırları (ki bu sınır, sonsuz gibi görünüyor) taaaa en altlardan, atom altı parçacıklarından gelmektedir. Zihinsel faaliyetlerimizin yasası, aşağıdan yukarıya doğrudur. Tabii ki bu ilişki silsilesinden hareket eden bir bakış açısı, “o zaman irade diye bir şey yok mu?” veya “düşünebileceklerimizin sayısı sınırlı mı?” gibi benzeri onlarca soru sorabilir. Bunun böyle olmadığı, hemen yukarıdaki satırlarda verilmiştir. Beyin gibi büyük bir organizasyonun, iradi zihinle ilgili yaratabileceği varyasyonların sonsuz olabileceğini ifade etmiştik. Tabii ki bu da, yüz milyar nöronun birbirleriyle olan bağlantısının çok daha büyük sayılara ulaşmasından kaynaklanmaktadır. Ancak, son söz, beynimizin çalışmasının ve konumuz olan “merak” mekanizmasının da doğanın yasalarına bağlı olduğudur.

ÇOCUK VE LEGOLAR
Biz yine de böyle bir sınır olup olmadığını modellemeye çalışalım. Bir an için düşünebileceklerimizin sınırı olduğunu varsayalım ve bu sınırı da, çocukların oynadığı Lego parçaları ile anlatmaya çalışalım. Bir çocuğun eline, bin parçadan oluşan bir Lego seti verelim. Çocuğun bununla iki çeşit ev, üç çeşit kamyon yapabildiğini ve bunların o Lego setinden yapılabilecek en fazla çeşit olduğunu, yani bin parça ile üretebileceklerinin bir sınırı olduğunu düşünelim. Şimdi de çocuğa iki bin parçadan oluşan bir Lego seti verelim. Bu durumda, çocuk, yapabildiklerine ilave olarak, uçak, masa, araba, dolap vb model çeşitlerini de ekleyecektir. Çocuğun elde edebileceği model çeşitliliği arttığı gibi (ev, uçak, masa, gemi vb.) aynı şeyin varyasyonlarının sayısı da artacaktır. Yani, bin adet Lego parçası ile sadece iki çeşit ev, üç çeşit kamyon yapabiliyorsa, iki bin parça Lego ile yedi çeşit ev, on bir çeşit kamyon yapabilecektir. Peki, bu çocuğa bir milyon ve sonra yüz milyon daha sonra bir milyar ve giderek yüz milyar (beyindeki yaklaşık nöron sayısı) parça versek ne olur? Burada düşünülecek şey şudur. Legoların sayısı sınırlıdır. Hatta teorik olarak bu Lego parçalarından çıkacak şekillerin sayısı sınırlı olsa bile (beyindeki nöronların birbirleri ile bağlantısı), çocuk, kendisini bu Legolar denizinde, sonsuz üretken biri olarak görecektir. Bir başka deyişle, artan Lego parçası (nöron sayısı) ile çocuk, daha fazla sayıda çeşit üretebilecektir.

Başka bir örnek verelim. Bilindiği üzere Sayısal Loto, 49 sayı (top) içinden, rastgele çekilişle gelebilecek 6 adet sayıyı bilmek üzere kurgulanmış bir şans oyunudur. 49 adet sayıdan altı tane sayıyı bilmek için 14 milyon (13,983,816) kadar kolon oynamak gerekir. Bu defa 49 sayısına (topa) 6 sayı (top) daha ilave edip topların sayısını 55’ e çıkarttığımızı düşünelim. Bu durumda, çekilişteki 6 adet tesadüfi sayıyı bilmek için 29 milyona (28,989,675) yakın kolon oynamamız gerekir. Görüldüğü gibi, sisteme sadece 6 yeni top ilavesi ile üretebileceğimiz altılı sayısı yaklaşık 2 katına çıktı. Buradaki her bir topu birer nöron, 6 sayısını da (altı adet topun yan yana gelmesi) herhangi bir nöronun, diğer 5 nöronla (kendisiyle beraber 6 adet) bağlantı kurması olarak düşünebiliriz. Artan toplarla (nöronlarla) artan 6′lı sayısı (nöronlar arasındaki bağlantı) gündeme gelmekte, bu da çeşitliliği (üretilebilecek düşünce sayısını) arttırmaktadır. Kaldı ki, makaleler, bir nöronun diğer on bin nöronla bağlantısı olduğu ifade etmektedir. Görülüyor ki, sınırlı bir durumda dahi, hayal gücümüz bu sınırlara yetişemeyebilir. (Tabii ki şimdilik.) Dolayısıyla, zihnimizin böyle bir sınırı olsa bile henüz bu sınırın neresinde olduğunu bilemediğimizden, üretebileceklerimiz bizim için hala sonsuzdur.

BEYNİMİZ ve BİLGİLER
Bu kadar uzun, belki de ağdalı bir anlatımdan sonra merak kavramına girebiliriz. Peki, beyin nasıl oluyor da iradem dışında, merak denen bu kavramı bende uyandırıyor? Bu itkiyi bende nasıl sağlıyor? Bacaklarımı uzatıp televizyonumu seyrederken, nasıl oluyor da beni durduk yerde rahatsız ediyor ve beni yerimden kaldırıp, aklıma bir şeyler takıp, harekete sevk ediyor? Söz gelimi, geçenlerde kafama takılan bir kelime için bir sözlüğe açıp bakmama neden olabiliyor veya uzun zaman önce evin içinde kaybettiğimi düşündüğüm, bana hediye edilen özel kalemi, bilmem hangi dolapların içinde, çekmecelerde aramaya teşvik ediyor. Beni, o şeyi yapmaya nasıl zorluyor.

Merak kavramına temel teşkil eden bilgi kavramı hakkında da bir şeyler söylemek gerekir. Öyle ya, bilgi denen şey olmasa biz neyi merak ederdik ki? Eğer size, “plaj” kelimesi verilse ve sonra da, bu kelime ile ilişkili olarak aklınıza neler geliyor diye sorulsa, neler söylerdiniz? Muhtemel ki birçoğumuz güneş, kum, deniz, şezlong ve benzeri şeyler söylerdi. (Tabii ki bu, yaşanılan coğrafya veya kültüre göre değişecektir.) Peki, bu ortak çağrışımlar büyük bir tesadüfün eseri mi? Elbette ki hayır. Eğer bu bir tesadüf değilse, beynimizde bunu düzenleyen bir mekanizma olmalıdır. Bu düşünceden hareketle, dış dünyamıza ait bilgiler (gördüklerimiz, duyduklarımız, öğrendiklerimiz vb.) beynimizde yer ederken, beynimde daha önce var olan diğer bilgilerle ilişkilendirilerek beynimize yerleşmektedir. Sözgelimi, plaj ile ilgili bilgiler, kum, güneş, şezlong vb. gibi bilgilerle ilişkilendirilerek beynimizde konumlandırılır. Bir başka deyişle, bilgilerin sınıflandırılmaya ihtiyacı vardır. Daha da doğru söylemek gerekirse, sınıflandırılmaya ihtiyacı olan bilgiler değildir, sınıflandırılmış bu bilgileri kendi yararına kullanacak olan beyindir. Bilgileri ilişkilendirip sınıflandırdıktan sonra, neyi nerede bulacağını neyin ne ile ilişkili olduğunu kullanacak olan beyindir. Ayakkabı bağının, ayakkabımızla ilişkili olduğunu, bu bağın, yürürken, ayakkabımızın ayağımızdan fırlayıp gitmemesi için işe yaradığını beynimiz bir şekilde ilişkilendirir. Eğer bu ilişkilendirme olmasaydı, her defasında yeniden öğrenmek durumunda kalır, çaba sarf ederdik. Böyle olunca da her seferinde yeniden başlamak ile, hayata adapte olamazdık. Bir an için beynimizde, böyle bir ilişkilendirme ve sınıflandırmanın kalıcı olmadığını varsayalım. Bu durumda, her gece yattığımızda, harflerin, kelimelerin anlamlarının birbirleriyle olan ilişkilerini unutup ertesi gün bir gazeteyi okumak için önce harfleri yan yana getirip hangi harflerin hangi kelimeleri, hangi kelimelerin diğerleri ile bir anlam oluşturduğunu hatta okumayı yeniden öğrenmek, günümüzün yarısını alırdı. Her gün, şu kişinin benim babam, diğer kişinin benim kardeşim ve diğerinin de arkadaşım olduğunu öğrenmem gerekirdi.

Bu kelimeler ve kavramlar beynimizde öylesine mi bulunmaktadırlar? Yani beynimizi boş bir cam kavanoz gibi düşündüğümüzde, beş duyumuz vasıtasıyla beynimizin içine giren dış dünyaya ait bilgiler, içine üflenmiş ve sonra da kapağı kapatılmış, içinde rastgele dolanan sigara dumanının olduğu bir kap gibi midir? Eğer öyle olsaydı, beynimizdeki yüz milyara yakın nöron ve gri madde (gliyal hücre) boş yere ağırlık yapıyor olurdu. O halde, bu bilgileri birbirleri ile ilişkilendirmek, sınıflandırmak; bir yerde barındırmak için maddeye (atomlara, elementlere, bileşiklere) ihtiyaç olduğunu söyleyebiliriz.

Bir şey daha var. Bir çiçeğe baktığımızda, çiçekten gözümüze ışık parçacıkları (fotonlar) vasıtasıyla gelen görüntünün, göz merceğimizden geçtikten sonra retinada (görüntünün optik olarak düştüğü yer) oluştuğunu biliyoruz. Şimdi de şunu soralım, retinada, ışık parçacıkları ile oluşan bu görüntü, göz sinirleri vasıtasıyla beynimizin arka tarafına, görüntünün değerlendirileceği ve esas görme işleminin yapılacağı oksipital loba giderken, yine ışık parçacıkları olarak mı gideceklerdir? Tabii ki hayır. Çiçeğin görüntüsünü taşıyan ışık parçacıkları, gözde, retina denen yere çarptıkları anda orada elektrik atınımlarına-sinyallerine (impuls) dönüşecek, beynimizin arka kısmına nöronlar vasıtasıyla taşınacaklardır. Çiçeğe ait bu bilgi, beyinde, çeşitli mekanizmalar vasıtasıyla değerlendirildikten sonra, kendisiyle ilişkili ne kadar başka bilgi varsa (rengi, yaprağının şekli, dikeni, sapının uzun veya kısa oluşu, hangi mevsimde yetiştiği, zehirli mi değil mi, başka çiçeklerden daha mı kısa, başka çiçeğe göre rengi daha mı koyu vb.) bu bilgilerle bağ kuracak şekilde beynimizde yer edecektir. Başka bir yazıda tartışmak üzere hemen söylemek isteriz ki, beynimize giren ve bilgi dediğimiz şey, beynimizdeki atom veya atom altı ve bileşikler vasıtasıyla belirlenmektedir. Bir başka deyişle, bilgi dediğimiz şey, beynimizde bu bilgiyi taşıyacak şekilde konfigüre olmuş (düzenlenmiş) kodlanmış, ilişkilendirilmiş maddelerdir. Hatta hemen söyleyelim ki, bilgiler, nöronlar arasında taşınırken, bildiğimiz yemek tuzundaki sodyum (Na) iyonlarını, mermeri oluşturan kalsiyum (Ca) iyonlarını keza muzdaki potasyum (K) iyonlarını ve nörotransmitter denen kimyasalları kullanmaktadır. Öyle ya, nöronların kendisi bilgiyi taşıyan değil; düzenleyen, bilgi taşıyıcıları yönlendiren ilişkilendiren mekanizmalardır. Bir başka deyişle, nöronun kendisi, bilgiyi taşımak için beynimizin bir tarafından diğer tarafına gitmez. (Beynin oluşumu esnasındaki nöron hareketlerini kastetmiyoruz.) Bahsettiğimiz gibi sodyum, kalsiyum gibi iyonlar bu bilgileri taşırlar. Keza, bilgi taşınması, sinapslar (beyindeki sinir hücreleri arasındaki bağlantı noktaları) arasında da yukarıda ifade edildiği gibi nörotransmitter denen kimyasallar vasıtasıyla olmaktadır. 

Söz gelimi, bu nörotransmitter denen kimyasallardan biri de bize heyecan veren motive eden, beklentiye girmemizde rol oynayan, cinsel doyumumuzda önemli olan hidrojen, oksijen, azot ve karbondan oluşan dopamin isimli kimyasaldır. Bütün bunların olmadığını düşünseydik, yukarıda da dediğimiz gibi, boş kavanoz misali, bilgiler, bir sigara dumanı gibi kendi başına dolanırdı. Bunca madde karmaşıklığına da gerek kalmazdı.

İşte merak kavramına yavaş yavaş burada girmeye başlıyoruz. Beş duyumuz vasıtasıyla dış dünyaya ait elde ettiğimiz bilgiler, zihnimize yerleşmek için, önce, küçüklüğümüzden itibaren (hatta anne karnında duyduğumuz sesler vb. dahil) bilinçli bilinçsiz tüm deneyimlerimiz, yaşantımız, kültürümüzle elde ettiğimiz bilgilerle karşılaştırılır, ilişki kurulmaya çalışılır. Hatta, atalarımızdan bize miras kalan, genler vasıtasıyla gelen içgüdülerimiz, motivasyonel unsurlarımız, korkularımız, kaygılarımız, sevinçlerimiz gibi mekanizmalarla da karşılaştırılır. Çünkü, beynimize intikal eden bilgiler ancak bu şekilde bizim için “anlam” dediğimiz süreci oluşturacaktır. Zaten, başka türlüsü de olamaz. Bu karşılaştırma, bu anlamı üretebilmek için oksijenin, yörüngesindeki eksiği elektronlarla sekize tamamlama zorunluluğu ne kadarsa, ilişkilendirilme zorunluluğu da en az o kadardır. Böyle bir zorunluluk olmayacaksa, böyle bir mekanizmaya ne gerek olduğu sorulabilir. Tabii ki bu karşılaştırma da neyin neyle karşılaştırılacağı konusunda tesadüflük kavramını bir kenara itmiyoruz. Diyelim ki, elimizde bir tarih kitabı (edindiğimiz yeni bir bilgi) var ve bunu tarih kitaplarının olduğu rafa koymak istiyoruz (İlişkilendirme.) Bu durumda rafların üzerinde o rafın hangi tür kitaplara ait olduğuna dair genel olarak isim verilmiş etiketlere (tarih, roman, felsefe vb.) bakarız. Böyle bir etiket yoksa, kitapların sırtlarındaki yazılara bakarız. Kitap sırtlarında da bir bilgi yoksa bu defa da raflardan rastgele bir kitap alır, tarih kitabı olup olmadığına bakar, bir tarih kitabı bulana kadar raflara tek tek bakar ve bir tarih kitabı bulduğumuzda (hatta kendimizi doğrulamak için birkaç tane tarih kitabına daha bakıp), elimizdekini o rafa koyarız. Muhtemel ki beynimiz bunca evrimsel süreçte böyle uzun ve dolaylı bir yolu izlemeyecek kadar akıllanmış ve kolay bir adresleme sistemi geliştirmiştir. Yoksa, sokakta gördüğümüz kişinin bizim en yakın arkadaşımız olduğunu anlayana kadar kim bilir ne kadar vakit geçerdi.

Eğer beynimiz, yeni gelen bilgiyi, referans olarak gördüğü eski bilgilerle mukayese edemez ise o bilgiyi algılayamayacak, anlamlandıramayacaktır. Böylece o şeyin bir tehdit unsuru mu olacağı ve buna bağlı olarak oradan kaçmak veya savaşmak mı gerektiği veya tersine, yaklaşılması ve haz alınması gereken bir şey mi olduğu yoksa nötr mü olduğu konusunda kararsız kalacaktır. Görülüyor ki, beyin yeni bilgiyi, eskisiyle uyumlu olanlarla ilişkilendirip sınıflandırma ihtiyacını, kendi varlığını koruma ve devam ettirmek için ihtiyaç duymaktadır. (duymaya zorunlu hissetmektedir.) Bu sınıflandırmayı yapamadığı müddetçe, insan, harekete geçemeyecek tedirgin olacaktır. (Burada da, tedirginlik, kaygı korku ve benzeri eylemler için şekilde kırmızı ile gösterilen ve amigdala adı verilen iki küçük kısmın devreye girdiği biliniyor) Görülüyor ki, beyne giren her bilgi bir şekilde ilişkilendirilmeye mecburdur. Aynısıyla, oksijen atomunun ikinci yörüngesindeki altı adet elektronunu sekize tamamlama zorunluluğu gibi.

MERAK: HENÜZ İLİŞKİLENDİRİLMEMİŞ, SINIFLANDIRILMAMIŞ BİLGİ.
Buradan itibaren artık şunu söyleyebiliriz. Edindiğimiz her yeni bilgi veya daha evvel beynimize girip ama hala beynimizdeki yerleşik eski bilgilerimizle tam olarak ilişkilendirilmediği müddetçe merak denen ve bizi biraz da huzursuz eden bu duyguyu yaşayacağız. Merak duygusunu yaşatan bir unsurun da belirsizlik, kaygı gibi nedenlerle bağlı olarak amigdala olduğu söylenebilir. Yine, merakımız sonucu oluşan duyguya neden olan bir başka yerin de, beklentilerimizle ilişkili olan nucleus accumbens olduğunu söyleyebiliriz. Eğer sevgiliniz size falanca yerde buluşmak üzere randevu verdiğinde, sevgilinizin gelip gelmeyeceği konusunda sizi beklentiye sokuyorsa ve geldiği zaman da sizi sevince boğuyorsa bu yer; nucleus accumbenstir. Tabii ki, nucleus accumbens ve amigdalanın görevlerini sadece yukarıda bahsettiklerimizle sınırlandırmak doğru olmayacaktır. 


Peki, beyinde bahsedilen bölgelerin hangi davranışlarımızda tepki verdiklerini nasıl anlıyorlar diye haklı olarak soracak olursanız, fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) cihazları ile yapılan çalışmalar bu konuda belirleyici olmaktadır. Söz gelimi korkan bir kişinin amigdalaları şekilde de görüldüğü gibi daha faal (bu bölgeye daha fazla kan akımı sonucu, daha fazla oksijen ve glikoz tüketimi ve sıcaklık artışı) olmakta bu da ekrana yansımaktadır. Yukarıda da ifade edildiği gibi, kendimizde eksik olduğunu hissettiğimiz ve ona eriştiğimizde huzur bulacağımız bilgi nedeniyle bizi arayışa iten merak mekanizmasının bizde yarattığı duygu, tedirginlik olabileceği (amigdala) gibi bizi beklentiye sokan (nucleus accumbens) bir duygu da olabilmektedir. Söz gelimi, burs kazanmak için girdiğimiz bir sınavdan, belirlenen puanın üzerinde not alıp almadığımızı hem merak edip hem de yaşadığımız kaygıyı örnek gösterebiliriz.

Bu aşamada, merak ile ilgili uzunca bir tanım yaparsak şunu söyleyebiliriz. Merak dediğimiz şey, beynimizde ilişkilendirilemeyen, sınıflandırılmayan bilginin bu ilişkiyi sağlamamız veya sınıflandırmamız için bizi düşünmeye sevk eden veya bu ilişkilendirme, sınıflandırma için hala ilave bir bilgiye ihtiyaç varsa bu defa da bizi araştırmaya-düşünmeye sevk eden motivasyonel bir unsurdur. Motivasyonel unsur ifadesinin kendisi bile bu tanımda gizemini korumaktadır. Bu, gizem olarak görünen şeyin de, nihayetinde fiziksel ve kimyasal süreçler olduğunu söyleyelim ve bu gizemden kurtulalım. Bir kimyasal olay bizi nasıl harekete geçirebilir diye sorabiliriz. Nasıl ki gözüme doğru hızla bir cisim yaklaşırken gözümü iradem dışında kapatıyorsam (refleks), nasıl ki bir sınava girdiğimde böbreküstü bezimin salgıladığı adrenalin, kalbimizin pat pat atmasına neden olabiliyorsa, merak mekanizmasını tetikleyen kimyasallar da bizi harekete geçirir. Aslında bizim, bu ve benzeri konularda gizem aramamızın nedeni, bir iradeye sahip olan biz insanoğlunun, kendisini evrende yücelterek (süblimasyon) irademiz dışında bir harekete zorlanıyor olmamızı kabullenemiyor olmamızdır. Özetle, bu motivasyonel unsur, canlıyı harekete geçirmeye zorlar (oksijende dış yörüngesini sekiz elektrona tamamlama örneği) bunun için çaba gösterir, eylemde bulunur. Başka bir tanımla, merak; sınıflandırılmamış-ilişkilendirilmemiş bilgiyi, gerekli ilişkilendirme modelini sağlamak için, çeşitli enzimler, nörotransmitterler, iyonlar vasıtasıyla irademiz dışında bize ilk itkiyi (motivasyon) vererek harekete geçirme mekanizmasıdır. Bu itkiyi aldıktan kısa bir beyinsel toparlanma ile aynı andalıklı olarak, düşünen beynimizi, (neyi arayacaksak) yani bilişsel süreci devreye sokmaktadır. (Ayaklarımızı uzatmış TV seyrederken, kaybolan kalemimin aklıma gelmesi yani zihnin, kaybolan kalemle ilgili sınıflama yapma isteği ve bunun sonucu olarak ayaklarımızı toparlayıp, kaybolan kalemimizi aramaya karar verme örneğindeki gibi)

Evet, rahatlıkla söyleyebiliriz ki, merak; cinsellik, açlık gibi bir içgüdü olup aynı zamanda bir motivasyon kaynağıdır. Çünkü, bilindiği üzere motivasyon, sadece bizi heyecanlandıran, anlamında değildir. Motivasyonun anlamının da Latincede “harekete geçiren” olarak anlamlandırılmış olması merak konusuna da uymaktadır. Televizyon seyrederken bizi, aklımıza takılan bir nedenle çekmeceleri dolapları aramaya sevk eden bu unsurdur.

Demek ki belirsizlik denen şey bir anlamda merak ile ilgilidir. Beynimizin içinde olup da ilişkilendirilmemiş bilgi(ler) varsa, bu durum bizi, ilişkilendirme olana kadar (belki bir ömür boyu) rahatsız edecektir. (Amigdala). Beyin, kendisine dâhil ettiği bilgiyi başıboş bırakmamaktadır. Sınıflandırmak istemektedir. Beynimize giren bilginin, irademiz dışında olmak üzere, beynimizde daha evvel var olan bilgilerle ilişkilendirilip döngüyü tamamlamaya yönelik zihinsel faaliyetlerin zorunluluğunu bu dizimizde yer alan Beynimiz ve Biz -2 (Zeigarnik Etkisi) ile de göstermeye çalışmıştık. Merakın, kişide yarattığı ve ömür boyu devam eden huzursuzluk ve beklenti örneği olarak 1963 yılında başlayan, on sene kadar devam eden Vietnam savaşında kaybolan Amerikan askerlerinin, bir gün sağ olarak dönüp dönmeyecekleri beklentisinin, askerlerin ebeveynleri veya eşlerinin yıllar boyu süren zihinsel mücadelelerini gösterebiliriz. Ebeveynler veya sevenleri için kaybolan bu kişilerle ilgili olarak, zihinde bir sınıflandırma, ilişkilendirme yapılmamıştır. (Akibeti belli değildir) Hatta, en azından kaybolan askerlerin öldüğüne dair haberlerini almak bile ve biliniyorsa gömülü olduğu yerleri ile ilgili bilgi sahibi olmak, ilgili kişileri rahatlatacak, meraklarını giderecektir. (İlişkilendirme, sınıflandırmanın tamamlanması). İlginçtir ki, ebeveynler veya sevenleri, kaybolan askerlerin ölüm haberine sahip olmayı, o askerin, zihinlerinde “kayıp” olarak kalmasına tercih etmektedirler. Küçükken bir şekilde kaybolan, çalınan çocukların, özellikle annenin zihnindeki bu travmanın etkisi büyük olsa gerek.

Erol

Beynimiz ve Biz yazı serisinin Neden Merak Ederiz? adlı bölümü biraz uzun olduğu için konunun özünü oluşturan üç ayrı parça halinde yayınlanacaktır. Neden Merak Ederiz? adlı makalenin tamamını PDF olarak indirip okumak isterseniz bu linke tıklayınız.

9 yorum:

  1. Kimyasal olarak merağı açıklamaya çalışmışsınız fakat aklımın takıldığı bir yer oldu. Merak irademiz dısında oluşan doğal bir zorunluluk demişsiniz yani hic bir uyarıcıya maruz kalmamış yeni dogan bilgisiz bir bebekte de olan bi şey fakat merakin sınıflandırılmamış diger bilgilerle iliskinlendirilmemis bilgi sonucunda oluştuğunu da söylediniz peki sadece binasi bulunan içi tamamen boş olan bir kütüphanede bir kitabı siniflandirmak icin ugrasilirmi ?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhabalar Sayın Yunus Emre,

      İlginiz ve sorunuz için öncelikle teşekkür ederim.

      Gündelik hayatımızda, küçüklüğümüzden itibaren öyle yetişir ve yetiştiriliriz ki, gördüklerimiz ve deneyimlerimiz, bizim gerçeklerimiz olur. Çünkü beynimiz belirsizliği sevmez, rahatsız olur. Doğru da olsa yanlış da olsa bir şeye inanmak ister. Tabii ki, doğru bildiği yanlış inançları da olur ve kendisine doğru gösterilse de, inandığından vazgeçmek zordur. Çünkü böyle durumlar irade ve bilginin doğruluğu konusu değildir. İnsanların, Dünya’nın, evrenin merkezi olduğunu sandığı bir zamanda Galileo gelip de bize düşüncesini söyleseydi, ne derece inanırdık. Diyelim ki, inandık o zaman diğerleri neden inanmasın? Demek ki, bu mekanizma yine beyinle ilgili ama kolay olmayan bir mekanizma. Bu açıdan bakınca, anlatacaklarım, sorunuza ne derece doyurucu gelecek bilmiyorum.

      İsterseniz, merak kavramı konusunda size makul bir cevap verebilmem için önce bilginin ne olduğu hakkındaki birkaç düşüncemi paylaşayım. Ancak, bu paylaşımdan sonra, merak kavramı, bilgi denilen bu kavramın üzerine bina edilecektir.

      Yıllar evvel John Locke ismindeki filozof da bir bakıma sizin boş kütüphane misali, doğduğumuz anda beynimizin boş olduğu, beynimizdeki tüm bilgilerin sonradan, öğrenme denilen eylemle beynimizde yer ettiğini düşünüyordu. Beynimizin doğuştan boş olduğuna dair bu düşüncesini de “tabula rasa” yani boş levha olarak adlandırdı.

      Sil
    2. Eğer henüz doğmuş ve bir şekilde uykuya geçmiş bir bebeğin yanında, yüksek tonda bir gürültü yaparsanız, bebek irkilir ve ağlamaya başlar. Bu deneyi defalarca, gerek aynı bebek gerekse başka bebeklerde yaptığınızda ististisna durumlar haricinde (bebeğin sağır olması, duyarsız olması, derin uyku vb.) bebek hep aynı tepkiyi verir. Yani gürültü bir uyaransa, tepki olarak da irkilme ve ağlama karşılığı gelecektir.

      Tabii ki, bu deneyi arka arkaya yaparak bebeğin, giderek duyarsızlaşması ve şartlanması, hatta zihinsel kimyası dahi bozabiliriz.

      Şimdi soralım. Bebek, her gürültüden sonra neden irkilmekte ve akabinde ağlamaktadır? Halbuki, bebek her gürültüden sonra başka bir tepki verebilirdi. Söz gelimi, bir gürültünün ardından gülebilir, başka bir gürültünün ardından, somurtabilirdi vb. Görüyoruz ki, aynı uyaran, aynı tepkiye neden olmaktadır. Bir dış uyaran, henüz doğmuş ve daha hiç bir şey öğrenmemiş bebek için aynı tepkiyi veriyorsa bunun anlamı beyinde öğrenmediği ama aynı uyarana aynı tepkiyi sağlayan doğuştan getirdiği bir bilgi/mekanizma var demektir. Bu bilgi/mekanizma, beynin her iki yarı küresinde beyin tabanına yakın iki adet, badem büyüklük ve şeklinde ve adına amigdala denilen oluşumlarda bulunur. Amigdala bizim korku merkezimizdir. Google’dan, şekiller kısmına bakarak amigdalanın beyindeki yerini görebilirsiniz. Eğer amigdala bir şekilde (ameliyat vb.) beyinden çıkartılırsa, korku duygusu olmayan bir kişi olursunuz. Bunun anlamı, cesaretli bir kişi olursunuz demek değildir. Bunun anlamı, üzerinize bir araba gelirken, sizin ne tür bir akibet beklediği konusunda akıl yürütmenizi sağlayan mekanizmayı yok ettiğiniz için korku kalmamış ve yolun ortasında öylece duruyorsunuz demektir.

      Amigdala, insanların daha konuşmayı bilmediği hatta düşünen beyin denilen, alnımızın hemen arkasında bulunan prefrontal korteks denilen kısım yokken de ilkel insanın beyninde vardı. Prefrontal korteks, bizim düşünmemizi, muhakeme yapmamızı, problem çözmemizi, plan yapmamızı, karar vermemizi, strateji yapmamızı sağlayan ve insanı diğer canlılardan ayıran kısımdır. Dolayısıyla söz gelimi bundan bir milyon yıl evvelki atalarımızda alnımızın hemen arkasındaki düşünen beyin yani prefrontal korteks yoktu. Ancak merak vardı. Çünkü, merak denilen mekanizma düşünen beyinleri olmayan kedi ve bir çok hayvanda olduğunu biliyoruz.

      Sil
    3. Buradan çıkan anlam, merak denilen mekanizmanın, düşünen beynin içinde bir yerlerde değil, düşünen beyinden bağımsız, beynin orta kısmı veya beyin sapı ile bağlantılı olduğunu anlarız. Aynısıyla, düşünen beyinleri olmadığı halde cinsellik denilen içgüdünün diğer hayvanlarda da olduğu gibi.

      Merak da doğuştan gelir. Eğer yavru bir kediyi alır ve merak mekanizmasını öğrenebileceği tüm ortamlardan izole etsenizde belli bir dönem sonra, merak ile ilgili davranışları gösterecektir. Nasıl ki, bir kedi, cinsellik konusunu kendi türünden öğrenmese bile, ergin olduğunda cinsel mekanizmanın ortaya çıkacağı gibi. Dolayısıyla, yazıda ifade edildiği gibi, merak da cinsellik gibi bir iç güdüdür. Yani doğuştan gelir. Görülüyor ki, aslında, yukarıda bir açıklama yaparken, cinsellik denilen mekanizma dolayısıyla cinselliğe ait bilginin de sonradan öğrenilmediği ve düşünce veya akıl denilen kavramdan tamamen bağımsız olarak beynimizde kodlu olduğunu anlarız. Keza, cinsellik mekanizmasına ait bilgiler de, amigdala ve başka bir iki beyin organelinin içinde doğuştan kodlanmış olarak gelir. Yani, cinsel davranışımızın büyük bir kısmı amşidaladan kaynaklanır. Gazetelerde, erkeklerin kadınlara tecavüz ve saldırganlığı, aklı dışarda bırakarak neden olan burasıdır. Yani, tecavüz anında, amigdala ve bağlantılı yerler, düşünce sistemini bloke eder ve erkeğin kadına saldırmasın hatta öldürmesine neden olur.

      Şunu diyebilirsiniz. Peki, doğuştan geliyorsa bu bilgiler nereden geliyor? Bu bilgilerin ve aşağıda vereceğim örneklerin hepsinde, bilgiler genlerle gelir.

      Düşününüz, bir tay doğduktan bir kaç dakika bilemediniz on dakika sonra ayağa nasıl olur da, annesi dahi öğretmediği halde kalkar. Deniz kablumbağaları yavruları, yumurtaların örtülü kumdan ve yumurtadan çıktığı anda nasıl olur da, hiç kimse öğretmediği halde deniz tarafına doğru gider ve yüzmeye başlarlar? Bunlara o kadar alışmışızdır ki, bu davranışlara içgüdü der geçer ancak beyinlerindeki yerleşik bilgilerden olduğunu düşünmeyiz.

      Yumurtadan çıkmamış, birinin dişi diğerinin erkek olacağından emin olduğunuz iki kırlangıç yumurtasını alır ve hiç kırlangıç olmayan bir yere götürüp, yumurtadan çıkmasını bekler ve ergin olup da yuva yapmak istediklerinde, yuvalarını diğer kuşlar gibi çalı çırpıdan değil, balçıktan diğer bir ifade ile kil karışımı çamurdan yapar? Peki kim öğretti?


      Benzer yuva yapma mekanizması dokumacı kuşlar için de geçerlidir.

      https://youtu.be/MMJFrOv74aY

      Ve yine, hiç görmemiş olsalar bile, bazı kuşların, karşı cinsle çiftleşme dansları da, beyinlerindeki yerleşik bilgilerdir. Adına iç güdü dense bile.

      Keza, bir bebek doğduğu ve hiç öğrenmediği halde, anne, bebeğini göğsüne götürdüğü anda, bebek bir iki denemeden sonra annenin meme başını ağzıyla bulur. Nasıl?

      Sil
    4. Bunlara iç güdü desek de, bunlar da birer “bilgi”dir ve genlerde kodlanmıştır.

      Bizler öyle kanıksamışızdır ki, bilgi dediğimiz zaman gündelik lisanda konuştuklarımızı, okuduklarımızı, yazdıklarımızı, duyduklarımızı bilgi olarak adlandırırız.

      Halbuki bir kişi her hangi bir şey konuştuğunda. O konuşma, o kişinin konuştuğu şekliyle beynimize gidip de onu bir bilgi olarak idrak ettiğimizi sanırız. Düşününüz ki, ilkokuldayken diyelim ki öğretmeniniz size “Türkiye’nin başkenti Ankara’dır” diye bir bilgiyi söylemiş olsun. Buna ait ses dalgaları kulağımızın zarına çarptıktan ve kulağın mekanik mekanizmalarından sonra sinirler boyunca, duyduğumuz bu bilgi, öylesine gidip de beyinde bir anlam üretmez. Ya ne olur? Bu bilgi, kulak sinirlerine geldiği anda sinirler üzerinde bulunan milyarlarca deliklerden bir içeri bir dışarı çıkarak potansiyel farkı yaratarak ve her defasında bu işlevi yandaki deliklere aktararak, duyduğumuz bu bilgiyi alt küçük parçalara (kodlara) ayıran iyonlar (serbest atomlar) vardır. Sinirlerdeki bu deliklere iyon pompası adı verilir. Bu deliklerin yani iyon pompalarının içine girip dışına çıkarak her defasında, öğretmenimizin söylediği yani duyduğumuz şeye ait alt bilgi parçacıkları olarak muzda bulunan potasyum, tebeşirde bulunan kalsiyum, tuzda bulunan sodyum iyonlarına (serbest atomlara) aktarılır. Bununla da bitmez. Çünkü beyindeki bilgi iletimi sadece iyonlarla bir anlamda sadece elektriksel değildir. Sinirler dümdüz ip gibi değildirler. Milyarlarca sinir hücrelerinin birbirlerine temas ettiği yerlerde (aslında birbirlerine temas etmezler) ki buraya sinaps adı verilir, bu temas yerlerinde adına nörotransmitter denilen ve bir düzine çeşidi bulunan kimyasallar vardır. Bunun anlamı şudur. Kulaktan gelen bilgiler milyarlarca sinir hücrelerinde triyonlarca iyonlara, iyonlar da trilyonlarca nörotransmitterlere bilgi kırıntılarını aktara aktara beynin çeşitli yerlerine taşır ve işler.
      Söz gelimi bu kimyasallardan biri de dopamindir. İnternetten, dopamin kimyasalının açık formülüne bakınız. Ve bu kimyasalın, öğretmenin söylediği bir sözün mesajını nasıl taşıyor olabileceğini düşününüz.

      Sil
    5. Nihayetinde, sonuç olarak beynimiz bunca işlem ve kod kırıntısından, öğretmenin söylediği “Türkiye’nin başkenti Ankara’dır” anlamını idrak ederiz. Ancak burada şunu sormak gerekir, “Türkiye’nin başkenti Ankara’dır” ifadesini “bilgi” olarak kabul edersek, bu bütünlükten önceki kırıntılar bilgi değil midir? Elbette ki onlar da ‘bilgidir’. Aksi halde, bunlar bilgi olmasa, “Türkiye’nin başkenti Ankara’dır” bilgisini oluşturanın ne olduğunu sormak gerekirdi.

      İşte bu minimal düzeyde, bir taraftan bir tarafa bilgi parçacığı (sinyal) taşıyan bu iyonlar, nörotransmitterler aynı zamanda, beyin sapından kalbin atmasını, yine beyin sapından çıkan sinyallerle (bilgi) ile nefes alıp vermemiz ve hazım için bağırsaklarımızın kasılması sağlanır.

      Demek istediğim, bilgi dediğimiz kavram, rn azından bilgi diyebileceğim en küçük birşm, sadece “Türkiye’nin başkenti Ankara’dır” ifadesi gibi değil, beyin sapından çıkıp da kalbimizin atmasını sağlayan, iredemizin dışında nefes almamızı sağlayan, bağırsaklarımızın kasılmasını sağlayan sinyaller de birer “bilgi”dir. Ve görülüyor ki, bilgi dediğimiz kavram, sadece günlük dildeki bilgiden daha geniştir.

      Ve yine görülüyor ki, irademizle de doğrudan bağlantısı yoktur. Çünkü, bu bilgiler beynimizden değil, beyin sapından çıkmıştır. Buradan da anlıyoruz ki bu tür bilgiler beynimizde doğuştan vardır. Adına ister iç güdü deyin ister refleks deyin ne derseniz deyiniz, eğer bir dış uyaran, iradeye sahip olsun veya olmasın, ilkel veya gelişmiş bir sistemi harekete geçiriyor ve onda davranış değişikliği yapıyorsa o sitemdeki kod, en minimal anlamda bilgidir. Buna göre, bir ayçiçeğin, güneş ışığı ile, gün boyu güneşi takip etmesi (fotonasti) dahi, ayçiçeğinin içinde foton ile uyarılıp, ayçiçeğini güneşe göre hareketlendiren kodlar dizisi yani bilgi mevcuttur. Bunlar da ayçiçeğinin tohumunda, genlerinde saklıdır.

      Diğer bir deyişle bazı konular size fantastik gelebilir düşüncesiyle tekrar insana dönersek sizin bahsettiğiniz kütüphane asla boş olarak doğmayız. Eğer bebekler beyni boş doğmuş olsaydı. En basitinden, korkutulduğunda bir tepki vermezlerdi. Demek ki, beyinlerinin içinde bir bilgi olmalı ki, dış uyarana karşı tepki göstersin. Aksi halde, beyin bomboş olsa, dış uyaran beyinde neyi etkileyecek de bebek ağlayacak? Korkunun, kod yani bilgi kaynağının amigdala olduğunu söylemiştik.

      Yukarıdaki ifadelerim size makul gelmediyse, biraz daha ele avuca gelir bir deneyden bahsedelim.

      Sil
    6. Ancak ifadelerimi daha iyi anlatabilmek için öncelikle şu videoyu izlemenizi öneririm. Aksi halde, sözlerim yetersiz kalabilir.

      https://m.youtube.com/watch?v=u_EAZ78lqaU


      Videodan da anlıyoruz ki, ahlak denilen kavramı doğduktan sonra öğrenmiyoruz. Ahlak’a ait temel bilgilerin hepsi doğuştan geliyor. Yani bunlar da birer bilgi. Kütüphane, düşünüldüğü gibi boş değil. Çünkü boş olsa, tepki veremezdik. demek ki, iyilik ve kötülük kavramlarını öğrenme denilen eylemden çok önce beynimizde zaten kodları var. Zaten, ahlak, gelenek ve görenek denilen kavramlar da zaten doğuştan gelen bu bilgilerin üzerine, içinde bulunduğumuz kültürele inşaa ediliyor.

      Ola ki, bir deney yapılabilse, bin kadar küçük çocuğu daha doğru dürüst ahlak konularında eğitilmeden, bir adaya bırakılsa, beslenmeleri ve sağlıklı yaşamaları için uygun ortam yaratılsa ve yetişkin hiç bir kişi ile temasa geçmeseler de, hiç kimseden öğrenmedikleri halde ahlak yargılarını ortaya koyarlar. İyi olanlar da olur, kötü olanlar da. Ama hiç biri iyilik ve kötülüğü deneyimlemeden, yani öğrenmeye gerek kalmadan doğuştan zaten getirdikleri ve yetişkin oldukça kendi içlerinde keşfedeceklerdir.

      Mesela, duygu dediğimiz kavramlar da öğrenilmez, doğuştan gelir. Çünkü, birbirleriyle hiç bir bağlantısı olmayan toplumlarda da aynı duygular vardır. Yani duygularımıza ait bu temel bilgiler hepsi doğuştan gelir. Düşününüz ki, Amerika keşfedildiğinde, oradaki topluluklar da avrupa ile hiç bağlantısı olmadığı halde gülüyor, ağlıyor, korkuyor, tiksiniyor, heyecan duyuyor, şaşırıyor (bunlar, psikolojideki temel duygulardır). Bir başka deyişle, kızılderilier, bu duyguları, Avrupalılardan öğrenmemişlerdi. Bu tür bilgilerin doğuştan beynimizde nasıl taşındığı hatta bu tür bilgilerin genlerlerle nasıl taşındığı garip gelecektir. Zaten, genetiğin yeni bir dalı olarak epigenetik denilen kısım da, bu fantastaik gibi görülen bu bilgilerin genlerle nasıl taşındığı araştırılmaya başlanmıştır.

      Evet, duygular da birer bilgidir. Bizler, dediğim gibi; okuma, yazma, duyma ile edindiklerimize bilgi demeye alıştığımız için bu tür kavramları kabullenmede zorlanırız. Aslında, beynimizdeki yerleşik iyi kötü kavramı gibi, duygular da yerleşiktir ve doğuştan gelir. Yani duygular da birer bilgidirler.

      Sil
    7. Görülüyor ki, bir benzetme yaparsak, beynimizde, kendisine has bir işletim sistemiyle doğuyoruz. Sizin tabirinizle, kütüphanemiz (beynimiz) yaşamak, varolmak için en temel ihtiyaçları karşılayacak şekilde donanımlı. Aksi halde, kütüphane boş olsaydı, bir dış uyaran ile kütüphanede kitap olmadığı için, ilişkilendirecek bir şey olmazdı. Daha öte, o canlı, hiç bir uyarana tepki vermeyeceği (daha doğru bir ifade ile kütüphane boş olduğundan veremeyeceği için) canlının, doğduktan sonra yaşama şansı olmazdı.

      Özetle, her bebek hatta yaşamaya programlanmış her canlı mutlaka kendi sistemini hayatta tutacak, yaşayacak ve çevreye uyum sağlayacak kadar minimal düzeyde bir bilgi donanımı ile doğmaktadır. Geri kalanını ise, başlangıç bilgileri bu temel bilgiler oluşturmak üzere öğrenme dediğimiz yöntemle, sonradan elde ediyoruz. Yani, öğrenme dediğimiz her şey bu temel ve zorunlu bilgilerin varlığı ve bu bilgilerin üzerine inşa edilmektedir. Bu bilgiler, genlerle geçmektedir.

      Merak kısmına, sorunuzda fazla yer ayırmadım ancak, merak da, yukarıda ifade ettiğim gibi doğuştan gelmektedir. Beynimizdeki belirsizliği giderme çabasıdır ve bizim çevreye uyum sağlamamızda hatta hayatta kalmamızda çok önemli bir faktördür. Sorduğunuz her soru ile merak mekanizmanız çalışıyor demektir. Keza, size sorunuzu sordurtan da aynı mekanizmadır.

      Merak denilen kavramın illaki irade veya düşünce ile beraber olacak diye bir kavram güdemeyeceğimizi yukarıda söyledik. Çünkü, düşünen beynin olmadığı zamanlarda da merak olmalı ki, ilkel insan çevreye uyabilsin. Zaten, merak mekanizmasının, irade ve düşünce mekanizmasının alnımızın arkasındaki düşünen beyin yani prefrontal kortekste olmadığını beynin daha ilkel olan orta kısmında bulunan bir mekanizma olduğunu söylemiştik. Keza kedilerde de merak var olduğunu biliyoruz. Eğer, merak irade mekanizmasının bizzat içinde olsaydı, kedilerin de iradesinin olduğunu söylemek gerekirdi.

      Merak mekanizması ve düşünme eylemlerinin olduğu yerler, beyinde farklı yerler olsa da elbette ki bağlantılıdır. Tabii ki, insanlarda, düşünme kapasitelerinin genişliğine vağlı olarak daha fazla merak alanı varken, kedilerin bu anlamdaki kapasitelerinin darlığı nedeniyle sadece kendi yaşamlarını temel alan içgüdüleri kadar merak mekanizması çalışmaktadır.

      Buna göre yeni doğan bir bebek, kaldı ki, iradesini kullanması gibi bir davranış bekleyemeyiz, eline aldığı bir şeyi uzun uzun bakıp incelemesi, hatta annenin yüzünü tanımak için ona bakması, iradeye gerek kalmadan bebek için içgüsel dahi olsa merak eylemi sonucunda beynindeki bir bilgi ile karşılaştırıyor olması demektir. Söz gelimi, yukarıda amigdaladan bahsettik. Bebek, anneye bakarak onun yakınlığını görerek, annenin kendisi için bir tehlike olmadığını haberdar eden amigdaladır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi amigdala bizim güvende olup olmadığımızı, genlerle geçen davranışlarla yerleşik bilgilerle karşılaştırarak yapar, eğer, annenin bebeğe olan davranışı sevecen ise, amigdala devre dışı kalır böylece görev bizi neşelendiren nucleus accumbense geçer çocuk agucuklar dağıtır, güler. (Nucleus accumbens konusunda, yazılardan, ödül merkezimiz başlıklı yazıya bakabilirsiniz) Bu durumda bebeğin anneye bağlanmasını sağlayan oksitosin kimyasalı beyinde salgılanır ve anneye yakınlık başlar, görülüyor ki, bebeğin, bırakın iradesini kullanmayı, kendi benliğinin bile farkında olmadığı bu davranışlar, beynşndeki yerleşik bilgilerle oluşur. Keza, videodaki bebeklerin, iradeden bağımsız davranışlarının temelinde de aynı mekanizmalar yatar.

      Esenlikler diliyorum.

      Sil
  2. http://www.haberler.com/yeni-acilan-osmangazi-koprusu-nde-ilk-kaza-8579779-haberi/

    Osmangazi Köprüsü'nü merak eden 22 yaşındaki Murat G., 09 FE 871 plakalı otomobiliyle Yalova yönünden gelip köprüyü geçtikten sonra çıkışlara karar veremedi ve yol ayrımında bariyerlere çarptı. Dikkatsizlik ve tedbirsizlik sonucu meydana gelen trafik kazasında otomobil ağır hasar görürken, sürücü Murat G. hafif sıyrıklarla kazayı atlattı.

    YanıtlaSil