Beynimiz ve Biz: Nucleus Accumbens / Ödül Merkezimiz -1

9 Yorum
Yirmi birinci yüzyılın cahilleri okuma-yazma bilmeyenler değil, öğrenemeyenler, öğrendiğini unutamayanlar ve yeniden öğrenemeyenler olacaktır.
Alvin TOFFLER

Hoşlandığınız kişinin, sizinle olan ilk randevusuna gelip gelmeyeceğini bekliyorsanız; aldığınız piyango bileti veya oynadığınız lotoya para çıkıp çıkmayacağını ümit ediyorsanız; burs almak için girdiğiniz sınavın sonucunu heyecanla bekliyorsanız veya sevdiğiniz oyuncunun yeni filmini görmek için hafta sonunu iple çekiyorsanız, o zaman, hiç merak etmeyiniz. Çünkü sizde de bir (daha doğrusu iki adet) nucleus accumbens var demektir.

Nucleus accumbens, beynimizin ön tarafına yakın, aşağı yukarı gözlerimizin hizasında ve beynimizin her bir yarım küresinin iç taraflarında bulunan bölgelerdir. Nucleus accumbens; bizi umut etmeye ve beklentiye sokmakla beraber, hoş tatlara, cinsel çekiciliğe, cömertliğe, sembollere (lüks arabalar, yatlar, katlar) gülmeye, sevdiklerimizle güzel vakit geçirmeye, bize göre yoldan çıkmışları cezalandırmaya hatta intikam almaya iten bir sistemdir. Hani zaman zaman “değer” veya “değerlerimiz” gibi kavramlar hakkında düşünürüz ya, işte bize, değerlerle ilgili bir dolu düşünce ürettiren ve söz söyleten yerlerden birisidir nucleus accumbens. Bizi beklentiye sokar, çevremizdeki fırsatları görmemizi sağlar. Temel yakıtı, dopamin adı verilen nörotransmitterdir.

Dopamin, beyin hücreleri arasındaki bilgi taşıyıcılardan biridir. Aslına bakılırsa, kendisi bir kimyasaldır ve çokluk karbon olmak üzere, hidrojen, oksijen ve azottan meydana gelir. Arzunun, motivasyonun, dikkatin, öğrenmenin ve zihinsel motor işlevlerde rol oynar. Beynin “haz” kimyasalı olarak da bilinir.

Nucleus accumbenslerimiz dopamin etkisinde kaldığında çevremizdeki fırsatları, bizim için ödül olabilecek değerleri araştırır, tehditleri çabucak değerlendirmemizi sağlar. Dopamin arttığında, umutlarımız, özgüvenimiz artar. Özetle kendimizi iyi hissederiz. Tabii ki bu arada, bizi, ulaşmak istediğimiz bir konuda hırslandıran, dopamini yakıt olarak kullanan da yine nucleus accumbensimizdir. Anılan konulardaki dürtülerimizi kontrol eder.

Beynimizin bu bölümü bize neler yaptırıyor veya irademizi kullanarak biz ona neler yaptırabiliyoruz. Biraz da bunlara bakalım.

ÖNEMLİ OLAN HANGİSİ? MİKTAR MI, OLASILIK MI?
Diyelim ki, her çekiliş döneminde bir adet tam piyango bileti almayı alışkanlık haline getirdiniz. Ve yine haftalık çekilişlerden biliyorsunuz ki, piyango şirketi en büyük ikramiye olarak 100 milyon TL veriyor. Bu ikramiyenin çıkma olasılığı da 10 milyonda bir (1/10.000.000) olsun. Sonra bir gün, piyango şirketi bilet fiyatlarında bir değişiklik yapmadan, en büyük ikramiyede değişiklik yapmaya karar veriyor. Şimdi şunu soralım. Piyango şirketi, 100 milyon TL kazanma olasılığını, 10 milyonda birden, yüz milyonda bire çıkartırsa mı hayal kırıklığınız daha fazla olur yoksa eski olasılık olan 10 milyonda bir aynı kalacak şekilde, ikramiyeyi 100 milyon TL’den 10 milyon TL’ye indirirse mi daha fazla hayal kırıklığı yaratır?

Diyelim ki bu paragraf biraz karışık geldi. O zaman da jelibon (şeker) deneyine bir bakalım.

Elimizde iki kavanoz ve her iki kavanozda da kırmızı ve sarı renkli jelibonlar var. Kavanozlardan birinde 10 adet jelibon olup, bu jelibonlardan bir tanesi kırmızı diğerleri sarı renkli. Yani bu kavanozdaki kırmızı jelibon oranı % 10 dur. Diğer kavanozda ise, toplam yüz adet jelibon olup, kırmızı jelibonların oranı % 9dur. Bir başka deyişle, hangi kavanozda hangi oranda kırmızı ve sarı jelibon olduğunu biliyorsunuz. Bildiğiniz bir şey daha var ki, siz, kırmızı renkli jelibonları daha fazla seviyorsunuz. Böyle bir durumda, gözlerinizi kapatıp, elinizi sokup ve jelibonları karıştırıp bir adet kırmızı jelibonu çekmeniz istense, hangi kavanozu seçerdiniz? Yapılan deneyler göstermiştir ki, büyük çoğunluktaki insan, daha fazla çıkma olasılığı olan soldakini değil, olasılığı az olan sağdakinden çekerek kırmızı jelibon şansını denemişlerdir. Peki, çoğunluk, nasıl olur da çekimlerini, şansının daha fazla olduğu sol değil de sağdaki kavanozdan yaparlar? Aslında garip gibi gelen bu deneyin açıklamasını günümüzde değil, henüz düşünen beynimiz olan alın lobumuzun (prefrontal korteks) gelişmediği, insan evrimin eski zamanlarında aramak gerekir. Çok eski zamanda beynimiz, az sayıda ve küçük ama avlanması veya ağaçlardan toplanması kolay (olasılığı yüksek) olanlar üzerine kafa yormak yerine, av veya meyvelerin miktarına, büyüklüğüne veya çokluğuna bakarak karar vermiş olmalıdır. Dolayısıyla, beklentiye sokan nucleus accumbensin günümüzde, bizi bu tuzağa hala düşürüyor olması, atalarımızdan bize kalan bir mirastır. Anlıyoruz ki böyle durumlarda (tabii ki, hele bir düşüneyim demediğimizi varsayarsak) beyin, olasılığa değil miktara bakarak karar vermektedir. Diğer bir ifade ile, gözüne hangisi daha çok görünüyorsa (aslında olasılık olarak diğerine göre daha az bile olsa) onu seçmektedir.

DENETİM YANILSAMASI
Piyango biletinin konu olduğu bir başka deneyde, Psikolog Ellen Langer, bir şirkete gider ve şirketteki çalışanların bir kısmına bedava piyango bileti dağıtır. Bileti alanlardan bazılarına, bilet destesinin içinden istediği numarayı seçme şansı verilirken, bazılarına verilmez. Diğer bir ifadeyle, seçme şansı olmayanlar, seçimlerini deste içinden rastgele yaparlar. Sonraki bir zamanda Psikolog Ellen Langer, aynı şirkete tekrar geri döner. Bu defa, bilet dağıttıkları kişilere giderek ellerindeki biletleri kendisine satmasını ister. Şunu görür ki, bileti, desteden rastgele ve seçim şansı olmadan alanlar, ortalama olarak biletlerini 2 $ karşılığında geri verirlerken, seçimlerini kendileri yapmış olanlar ise biletlerini ortalama 9$ karşılında geri verirler. Anlıyoruz ki, seçimlerimizi kendimiz yaptığımızda, başkasının direktifi ile seçtiklerimize(!) göre daha fazla sahiplenmekteyiz. (Kendimiz istemediğimiz halde, anne, babalarımızın isteği ile meslek sahibi olmak.) Kaldı ki, kişi, bileti ister kendi iradesi ile seçmiş veya başkası seçip de o kişiye vermiş bile olsa, bilete ikramiye çıkma olasılığı değişmeyecektir. Bu sahiplenmenin altında yatan neden, kişinin kendi iradesi ile yaptığı işi haklı çıkartma çabası evrimsel açıdan düşünürsek, kendi varlığını sürdürme nedenidir? Onun içindir ki, günlük hayatta, doğru olmasa dahi bir düşünce veya davranışın kararını biz vermişsek o düşünce veya kararı doğru olarak kabul eder, sahiplenir, rasyonalize ederiz (akla uydurmak) Bu da bizim savunma mekanizmalarımızdan biridir. (Tükürdüğümüzü yalamamak). Daha açık bir ifade ile, duygularımız, sağduyumuza baskın çıkar. Savunma mekanizmalarımız, bizim hayatta kalmamızı, kendimize ve çevreye uyum göstermemizi sağlar. Buradaki uyum, düşünce veya davranışımızın doğruluğu değildir, bu uyumu, bu düşünce ve davranışlarımıza rağmen başkalarını kendimize uydurmaktır. Savunma mekanizmalarımız da evrimim bir kalıntısıdır. Biraz felsefi de olsa denebilir ki, insanların birbirlerine adaletli davrandıkları ve tehdit altında olmadığını hissettikleri zaman belki de bu mekanizma devre dışı kalabilir. Kim bilir? En azından biz, hayal de olsa düşüncelerimizi paylaşalım. Bakarsınız, birkaç yüz bin sene sonra gerçek olur.

At yarışı oynayan kişiler konusunda da benzer sonuçlara varılmıştır. Bir kişi, kupona para yatırmadan evvel belli bir  atın birinci gelmesine daha düşük bir olasılık tanırken, kuponu aynı atın üzerine oynadıktan sonra daha yüksek olasılık tanımıştır. Zihin (nucleus accumbens) böyle durumlarda beklentiye girmekte, dopamince zenginleşmektedir. Benzer şekilde, yeni bir şey satın aldığımızda, o şeyin negatif taraflarını görmezden gelir, satın aldığımız şeyin bize fayda sağlayacak taraflarının beklentisini zihnimizde arttırırız. Anlaşılıyor ki, zihin kendi seçimini anlamlı kılmak için rasyonalize etmektedir. Çünkü, aksini düşünmek, yukarıda da söylendiği gibi “tükürdüğünü yalamak” olacaktır. Bu deney de bize, günlük hayatta savunduğumuz fikirlerin, aldığımız kararların ne kadarının gerçekçi, ne kadarının duygusal olduğunu göstermesi açısından düşündürücüdür.

Aslında buradaki mekanizma da, aşkın gözü kördür deyişinden çok da farklı değildir. Çünkü bu gibi durumlar, yukarıda da ifade edildiği gibi, düşünen beynin bir görevi değildir. Nucleus accumbens ve iş ortakları, ortaya koyduğu beklenti mekanizması ile, düşünen beynimizin karar verme süreçlerini bir anlamda paralize etmekte yani düşünemez kılmaktadır. Düşünme süreçlerimizdeki bir çok sistem, duygularımız tarafından (aşkta olduğu gibi) bloke edilmektedir. Amaç, düşünmekten daha çok, organizmanın (insanın), hedefine şu veya bu şekilde varması için sahiplenme duygusunu arttırmasıdır.

Diyelim ki, birisiyle bir konuda bahse girdiniz. Şimdi de şunu soralım. Bahse girmeden evvel mi, yoksa girdikten sonra mı kendinize o konudaki güveniniz daha fazladır? Ne dersiniz?

Başlığın neden “denetim yanılsaması” olarak koyduğumuza gelince, bu bölümden de anlaşılacağı üzere, denetlediğimizi sandığımız olayların, büyük bir kısmının bir yanılsama olduğu içindir.

SEVİNÇ VE ÜZÜNTÜ KARŞILAŞTIRILABİLİR Mİ? (OLGU KARŞITI KARŞILAŞTIRMA)
Metre ile metre, kilo ile kilo, renk ile renk karşılaştırılabilir ama üzüntü ile sevinç karşılaştırılabilir mi? Bir başka deyişle ne kadarlık bir üzüntü ne kadarlık bir sevince karşılık gelir? Hiç böyle şey olabilir mi?

Kahneman ve Tversky isimli araştırmacılar, bu soruyu kendilerine sorup bir deneyle araştırmaya girişmişler. Bu kişiler bir takım deneklerden yazı tura atmasını isterler. Şöyle de bir kural koyarlar. Yazı gelince, denekler, ceplerinden 100 Dolar para verecekler. Peki, denekler, tura gelirse ne kazanacaklar? Zaten araştırmacıların da merak ettiği şey bu. Bunu öğrenmek için, araştırmacılar, deneklere şu soruyu soruyorlar. “Bizimle (araştırmacılarla) yazı gelince 100 Dolar kaybedeceğiniz bu oyunu oynamanız için, tura geldiğinde bizden kaç Dolar istersiniz?”. Öyle ya, durduk yerde bir denek, neden yazı tura karşılığında para kaybetmek istesin ki? Denekler, böyle bir oyunu oynamak için, tura geldiğinde en az 200 Doların kendilerine verilmesini isterler. Aksi halde, yazı geldiği takdirde 100 Dolar kaybedecekleri bir oyunu oynamanın hiçbir anlamının olmayacağını söyleyerek düşüncelerinde ısrar ederler.

Araştırmacılar, bu oyun karşısında deneklerin verdiği ortalama cevaplara bakarak, bir miktar para kaybetmenin verdiği acıyı (üzüntüyü) gidermek (telafi etmek, karşılamak) için, kaybedilen paranın en az iki katı kadar para kazanmak gerektiğine kanaat getirirler. Bir başka deyişle, bir miktar para kaybetmenin verdiği acı, aynı miktar parayı kazanmanın verdiği mutluluktan iki kat daha şiddetli bir duygu yaratmaktadır.
Tabii ki, bu örneği her kayıp (acı) için gösterme şansı olmayacaktır. Ancak, kayıplardan doğan ve karşılanabilir (telafi edilebilir) değerde, “mutluluk” anlamında ölçülebilir bir karşılığının olduğunu görmüş oluyoruz.

Berkeley Kaliforniya Üniversitesi profesörlerinden Barbara Mellers de iki bölümden oluşan aşağıdaki gibi bir deney tasarlıyor.

Deneyin birinci basamağı şöyle:
Deneğe, yazı tura attırılıyor. Eğer tura gelirse, denek, 8 Dolar kazanacak; yazı gelirse 32 Dolar kazanacak. (Evet, evet, yanlış okumadınız, denek, yazı da gelse tura da gelse para kazanıyor. Ancak, birinde 8 Dolar kazanırken, diğerinde 32 Dolar kazanıyor)

Böyle bir yazı tura oyunda, para atılıp, tura geldiği ve karşılığında 8 Dolar kazandığınız zaman sevinir misiniz, üzülür müsünüz? Gariptir ki bedavadan 8 Dolar kazandığımız halde, 8 Doları kazandığımız için sevinç değil, 32 Doları kazanamadığımız için üzüntü duyarız.

Peki, bir de bu deneyin ikinci basamağını, tersini düşünelim ve kurgumuzu şu şekilde değiştirelim.

Bu defa, tura gelince 8 Dolar kaybedeceksiniz, yazı geldiği zaman da 32 Dolar kaybedeceksiniz. (Her iki halde de kayıp var.)

Böyle bir deney başınıza gelse, yazı tura atılsa, atım sonucu tura gelse ve siz de 32 Dolar yerine 8 Dolar kaybetseniz, sevinir misiniz, üzülür müsünüz? Yine, burada da, her iki durumda da kaybetme ihtimali olduğu halde, bizler, sanki bir şey kazanmışçasına sevinmekteyiz. (Veya beklenenden daha az üzülürüz.)

Konuyu biraz daha irdeleyelim. Birinci deneyde, bedavadan 8 Dolar kazandığımız halde üzülmekte, ikinci deneyde ise 8 Dolar kaybettiğimiz halde sevinmekteyiz. Sizce bunda bir gariplik yok mu? Günlük hayatın içinde kalarak bu deneylere bakarsak, pek de garip görünmez. Kazançlarda (bedava bile olsa) kafamızdaki hedeflenen değerden düşük bir değer elde edildiğinde, hayal kırıklığı ve sonunda bir üzüntüye dönüşürken, kayıplarımızda ise beklenen en büyük kayıptan (32 Dolar) daha azı (8 Dolar) gerçekleştiği zaman, bir rahatlama olacağı için, bu rahatlama bir sevince dönüşmektedir. Bu tür olaylara, yine, günümüzün mantığı ile değil, zihnimizin evrimsel süreci çerçevesinden, insanların yüzbinlerce yıl evvelinden, doğaya uyumu olarak bakmak daha makul olacaktır. Peki, insan beyninin bu oluşumu, doğaya uyum olarak bize, nasıl bir kazanç sağlamış olabilir acaba?

Bu örneği destekleyen başka bir deneyi de aşağıda anlatmaya çalışalım.

Bir başka deneyde, deneklere, Olimpiyat Oyunlarının madalya töreninde, birincilik, ikincilik ve üçüncülük kürsüsüne çıkanların resimleri, daha doğrusu resimdeki yüz ifadelerinin tanımlanması isteniyor. Resimlerde, olimpiyat yarışmacılarının yüzlerindeki ifadelere bakan denekler, hemen hemen aynı şeyleri söylüyorlar. Üçüncü olan yani bronz madalya alan sporcu, birinci olan yani altın madalya alan sporcu kadar sevinçlidir. Buna karşılık, ikinci olan yani gümüş madalya alanın yüzü ise hüzünlüdür.

Burada da görülmektedir ki, üçüncü olan kişi sevinçlidir çünkü birinci olamasa da, en azından bu üçlünün arasına girerek, hiç kazanamayanlara göre bir üçüncülük elde etmiştir. Bunu bir evvelki deneydeki, 32 Dolar kaybetmek yerine 8 Dolar kaybetme ile eşleştirebiliriz. Diğer taraftan, ikinci olanın üzüntüsü ise, yine bir evvelki deneyde olduğu gibi, 32 Dolar kazanmak varken, 8 Dolar kazanmaya eşdeğerdedir.

Bu türden olaylara yani, kazandığımız halde üzülmeye ve kaybettiğimiz halde sevinmeye sosyal psikoloji bilimlerinde “olgu karşıtı karşılaştırma” adı verilmiştir.

BEYNİMİZDE NELER OLUYOR?
Peki, bu olaylarda beynimizde neler oluyor? Öncelikle hemen söyleyelim ki, bir ödül kazandığımızda, hatta ondan da öte bir ödül kazanacağımıza dair beklentiye girdiğimizde, nucleus accumbens, bolca dopamin etkisi altına girmekte ve bizi sevince boğmaktadır. (Aşık olduğumuz kişiyi, randevulaştığımız yerde, içimiz kıpır kıpır ederken beklememizi hatırlayalım. Tabii ki, bu sözümüz aşık olanlar için.)

Diğer taraftan, kayıptan (riskten) kaçınmayı sağlayan kısım ise beynin önünde ve ön adacık (anterior insula) adı verilen kısımdır. Ön insula, kayba uğrayacağı bir durumun içinde olduğunu değerlendirirse bunu bize acı, iğrenme, bıkma, hayal kırıklığı, ön yargı, pişmanlık, beğenmemek, memnuniyetsizlik, stres hatta panik olarak hissettirerek gösterir. Ön adacık adlı bu kısım, aynı zamanda duygularımız için önemli olan, korktuğumuzda, o yerden kaçmamızı veya gerekiyorsa bizi tehdit eden şeye saldırmamızı sağlayan amigdala, bellek merkezimiz olan hipokampus ve hormon salgılama merkezi olan hipotalamus ile işbirliği yapar.

Görülüyor ki, nucleus accumbens bizi sevindirecek durumlarda devreye girerken, ön insula denen kısım ise, bize acı verecek olaylarda devreye girmektedir. Ödül ve kayıp sistemleri birbirinden büyük ölçüde bağımsız ise de, biri devreye girdiğinde, diğeri çalışmasını azaltır.

Tabii ki, bütün bunları, yani sevindiğimizde veya acı çektiğimizde beynimizin neresinin tepki verdiğini nasıl anlıyoruz diye de sormak gerekir. Beyin faaliyetlerinin fazla olduğu yerlere kan akışı ve dolayısıyla glikoz ve oksijen tüketimi daha fazladır. Bu ise o kısımdaki sıcaklık artışına neden olmaktadır. Bu farklılıklardan yararlanarak, fMRI (fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme veya PET (pozitron emisyon tomografisi) cihazları ile bu tür belirlemeler yapılabilmektedir.

Gündelik hayatımıza baktığımızda, başarılardan daha çok, bu başarıları elde etmeye giderken, yolun, sakınacağımız tuzaklarla dolu olduğunu görürüz. Bir başka deyişle, gündelik hayatımızın büyük bir çoğunluğu, sakınmalarla geçer (karşıdan karşıya geçerken araçlara, çayı bardağa koyarken elimizi haşlamamak için dikkat etmek vb.) İşte evrim süreci de, bizleri, elde edeceğimiz ödüle ulaşırken risklerin daha fazla olduğu bir ortamda, beynimizi sakınmaya itecek şekilde düzenlemiştir. Diyebiliriz ki, risklerle çevrelenmiş bir kazanım varsa, beynimiz bizi daha dikkatli bakmaya yöneltmektedir. Tıpkı, papatya toplarken daha az dikkatli olurken, gül toplarken daha dikkatli davranmamız gibi.

Peki, hangisi bizi daha fazla heyecanlandırır? Kaybetmek mi, kazanmak mı? Eğer, ortada kazanmaya yönelik bir süreç varsa, bunu kaybetme olasılığı, kazanma olasılığından daha fazla olarak bizi heyecana sürükler. Kestirme bir cevap olarak, kaybetmek, kazanmaya göre bizi daha fazla heyecanlandırır.

*****

Beynimiz ve Biz yazı serisinin Nucleus Accumbens / Ödül Merkezimiz adlı konusu iki bölüm halinde yayınlanacaktır. Bu, ilk bölümdür. Bir sonraki bölümde şu konular yer alacaktır:
  • İstediğimiz bir şeyi beklemek mi daha heyecan verici yoksa o şeyi elde etmek mi?
  • Sabır, ya sabır!
  • Bağımlı olmak.
  • Ya kumar bağımlısı bir kişi isek.
  • Alışveriş ve Nucleus Accumben.
  • Belirsizlik ve biz.
  • Ödül sistemi çok çalışırsa?
  • Uzun bir süre ödüllendirilmezsek?
Erol

Kaynaklar

9 yorum:

  1. gerçekten çok keyifli bir yazı dizisi. yazar erol arkadaşımıza teşekkürlerimizi iletiyoruz. 8. bölümün 2. partını da heyecanla beklemeye başladık.

    YanıtlaSil
  2. Teşekkür ederim Sayın Adsız. Bir düşüncenizi belirtiyor olmanız ile, beni başka yazılara motive ediyorsunuz.

    YanıtlaSil
  3. Kazanmaya odaklanmanin veya bir seyi cok istememizin istedigimiz seyi elde etme olasiligini artirip artirmadigi hakkinda bilimsel yazilarinizi bekliyorum

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sayın Aruza Maris,

      Öncelikle, yazıma değer verip okumanız nedeniyle teşekkür ederim. Ve ayrıca, "Kazanmaya odaklanmanın veya bir şeyi çok istememizin istediğimiz şeyi elde etme olasılığını artırıp artırmadığı" şeklindeki değişik bir bakış açısının bir başlık olabileceğini hiç düşünmemiştim. Bunun için teşekkür ederim. Uzun zamandır bloga bir konu aktarma şansım olmadı. Bu vesile ile Sayın Hayyam’ın anlayışına da ayrıca teşekkür ederim.

      Sayın Aruza Maris, zaman olarak size bir sözüm olmasın, ancak ifade ettiğiniz konuyu bir başlık olarak blogda, gerekli derleme ve yapabildiğim ölçüde araştırmalarla paylaşmak isterim. Kendimin de öğreneceğim kavramlar olduğunu düşünüyorum.
      Bununla beraber, eğer çok kabaca da olsa özetlememe izin verirseniz sorunuzdaki “kazanımın” gerçekleşmesi ile ilgili bazı değişkenlerin zorunlu olarak bir araya gelmesi gerektiğine dair birkaç düşüncemi aktarmak isterim.
      Her insanın, bana göre, sizin de bahsettiğiniz “kazanıma erişme” şansı olmayacaktır. Eğer öyle olsaydı, bugün yeryüzündeki 7 milyardan fazla insanın yetişkin yaşa gelmiş olanlarının hepsi başarı denen kavrama ulaşırdı. Hatta yine bana göre, “kişisel gelişim” veya “başarı kitapları” da herkes için geçerli değildir.
      Küçük bir örnek vermek istiyorum. Eğer, bir kişide genetik olarak beynin VTA olarak isimlendirilen yeri yeterli düzeyde dopamin sağlamamış olsaydı, bu kişinin beyninde, yukarıdaki yazıda geçen nucleus accumbens bize motivasyon denen atılımı/hareketliliği sağlamayacak, kararlarımızı verdiğimiz, düşündüğümüz kısım olan prefrontal korteks yeterli düzeyde yeni çıkarımlar/fikirler üretmeyecek, bizi daha fazla, yaratıcı düşünceye sevk etmeyecektir. Bunun anlamı şudur, siz istediğiniz kadar yaratıcı düşünmeye çalışın, dopamin gerekli miktarda olmayınca sizi başarıya götürecek argümanları bulma şansı olmayacaktır. Çünkü önce, bu argümanları bulacak (sizi başarıya götürecek veriler vb.), sonra bu argümanlar arasındaki bağlantıyı kurup bir atılım yapacaksınız. Atılım yapmak demek, motive olmanız demektir. Bu ise nucleus accumbense dopamin gitmesi demektir. Diğer bir ifade ile, belleğinizdeki bilgileri, geri çağırıp bu bilgileri yeni düşünceleriniz veya yeni fikirleriniz için kullanmak demek, beyin sinir hücreleri arasında iletişim kurmanız demektir. Bunu da sağlayanlardan biri dopamindir. Kötü bir örnek olacak ama, tüm kablo ve bağlantıları tamam olan bir sisteme elektrik vermediğiniz sürece o sistem çalışmayacaktır. Özetle, dopaminin yolu üzerindeki ve dopaminerjik olarak adlandırılan kanalların dopaminle beslenmesi gerekir. Bırakın motivasyon denen kavramı, düşünce olarak ifade ettiğimiz soyut kavramın (diyelim ki, birkaç veriyi bir araya getirip yeni bir kavram ortaya koymaya çalışıyorsunuz) varsayalım bin adet parametresi varsa bunlardan biri de dopamindir. Tersten söylersek, beynimizdeki sinirlerde, yemek tuzundaki sodyum, muzdaki potasyum, tebeşirdeki kalsiyum iyonu, dopamin, serotonin, GABA ve onlarca kimyasal ve bunların birbirleriyle olan ilişkileri (fonksiyonlarından) sadece ve sadece biri olmazsa, düşünce denen kavramdan bahsedemeyiz.

      Sil
    2. Bırakınız düşünceyi, bilinçaltımız çalışması, belleğimiz, rüyalarımız bile bu malzemelere ihtiyaç duyar. Bunlardan tek bir tanesinin olmayışı, sitemin çalışmaması demektir. Dolayısıyla, bu malzemelerin ve bunların ilişkilerinin belli eşik düzeyin üzerine çıkması, bizde davranışlarımızı, sosyal ilişkilerimizi, çıkarlarımızı gözetmemizi vb. binlerce günlük faaliyetlerimizin arasında bir de başarı elde etmemizi sağlayacaktır. “Eşik düzey” derken yine yukarıdaki elektrik ile çalışan örneği kullanmak isterim. Varsayalım ki bu sistemin üzerinde 100 watlık bir ampul var. Siz, devreye 10 wattlık bir enerji verirseniz, devrede elektrik olmadığını söyleyemeyiz, ancak ampulün filamanı gerekli parlaklığa erişemeyince, ampul işimizi görmeyecektir.(Başarı şansımız olmayacaktır). Çok özet olarak genetik faktörler ve çevrenin bileşkesi başarı denen kavrama bizi yaklaştırır. Ancak, bu iki faktör tek başına başarı için yeterli değildir elbette. Bir de, sizin başarı olarak addettiğiniz amaca ulaşmak için o kaynağın da olması gerekir. Varsayalım ki, siz konunuzda bir uzman olup, tüm zihinsel faaliyetleriniz iyi bir şekilde çalışıyor, motivasyonunuz yüksek, ulaşmak istediğiniz konu için gerekli finansmanı, araçları sağlatacak kadar insanları ikna etseniz bile, varsayalım ki aradığınız şey petrol olup, petrol de aramak istediğiniz yerde yoksa, yine başarı şansınız olmayacaktır. Keza, mekan ve zaman da elbette ki önemli. Siz yeni bir ürün çıkartıyorsunuz ancak içinde bulunduğunuz toplum, o ürünü hayatının parçası yapacak kadar ihtiyaç duymuyor ve kavramıyor ise onca akıl enerjiniz, motivasyonunuz boşa gidecektir. Buna karşılık, aynı ürün ya başka bir toplum da ya da aynı toplumda ama belli bir zaman sonra o ürüne ihtiyaç duyduğunda, ürününüz başarılı olacaktır. Tabii ki illaki bu örnekte olduğu gibi başarılı bir ürün olması gerekmez. Mesleğinizdeki veya düşündüğünüz bir şeyi uygulamaya koymak da bir başarı da aynı mekanizmayı çalıştıracaktır. Eğer sizin de belirttiğiniz gibi olasılıklar çerçevesinde başarının bir formülasyonunu kurmak istersek şöyle diyebiliriz
      BAŞARI=(genetiğin size kazandırdıkları/Motivasyon vb.)x(çevrenin size kazandırdıkları)x(akıl yürütme şekliniz)x(başarı için istediğiniz şeyin toplumun ihtiyacı olması)x(başarı için istediğiniz şeyin zamanının gelip gelmediği) Buradaki değişkenler elbette ki bir olasılık içermekte olup, bunu şimdilik bilmiyoruz. Veya ben öyle zannediyorum.
      Bu arada çevre faktörlerinden biri olarak “ahlak” da başarı için önemli bir faktördür. Kastettiğim, sizin başarıya ulaşmak için ahlak olarak adlandırılan değerler kümesinden hangilerini esnetip, hangilerini görmezden gelip, hangilerine uymanız veya uyuyor gibi görünmeniz de başarı için göz ardı edilmeyecek bir faktördür. Ahlak denen kavram da aslında beynin amigdala, insula, anterior cingulat korteks ve diğer bazı yerleri ile bağlantılıdır.
      Yukarıda da ifade ettiğim gibi, konunuzu içeren bir başlığı blogda bir yazı olarak aktarmak benim için keyif verici olacaktır. Teşekkür ederim.

      Saygılarımla.

      Sil
    3. Kazanmaya odaklanmak/bir şeyi çok istemek, ne demek. Hırs mı bu dediğin.

      Sil
    4. Sayın Adsız sorunuzu şu şekilde cevaplayabilirim.
      Öncelikle “azim” ve “hırs” kavramlarını, zihnin bu mekanizmasını daha iyi ifade edebilmek için ayırmak uygun olacaktır.

      Esas makalede ifade edildiği gibi, beynimizin önünde (alnımızın arkasında) ve gözlerimizin hemen hemen hizasına gelen ve her iki beyin yarımküresinde bulunan nucleus accumbens denen yapının, bizim ödül mekanizmamız olduğunu biliyoruz. Bu ödül mekanizması, yani nucleus accumbens hem hırs hem de azim dediğimiz kavramlar gündeme geldiğinde ikisinde de görev yapar. Ancak, azim ve hırs kavramları, tanımları gereği farklı kavramlardır ve beyinde de farklı devreleri çalıştırır.

      Azim denen kavramda, sizin de dediğiniz gibi bir şeyi yapma isteği vardır. Ancak bu istek denetimlidir. Diğer bir ifade ile, yapılması istenen bu işin nasıl yapılacağı, hangi süreçlerden geçeceği, planlanır, karar alınır. Planlama ve karar alma süreci beynimizde prefrontal korteks denen yani alnımızın hemen arkasındaki kısımla yapılır. Keza, “odaklanma” ve “dikkat” denen süreçleri denetleyen de yine alnımızın arkasındaki prefrontal korteks olarak adlandırılan kısımdır. Bu kısımlar, bizim bilincimiz çerçevesinde çalışır. Diğer taraftan, beynimizin ortasında ve yine ön tarafa doğru adı singulat sirus olarak ifade edilen bir kısım daha vardır. Bu kısım, yapacağımız işin, vicdana uygun olup olmadığını denetler. Yapmayı çok istediğimiz iş ile küçüklüğümüzden itibaren içinde bulunduğumuz çevrenin bize öğrettiği gelenek görenek ve doğru davranış olarak bildiklerimizle çelişkili olabilecek bir durum varsa düşünen beynimizi uyarır. Söz gelimi yapmayı çok istediğimiz şeyi elde etmek istediğimizde, başka biri veya birilerine zarar vermek söz konusu olduğunda, duyduğumuz “rahatsızlık” hissi singulat sirus ve benzer şekilde çalışan diğer beyin bölümleridir. Kabaca bu kısım bizim vicdan denen mekanizmamızı çalıştırır. Dolayısıyla, Azim, hem planlama bakımından düşünen beynimizin hem de vicdan bakımından singulat sirus denen kısmın ve benzeri denetimden geçip uygun görülen süreçleri kapsar. Elbette ki azim denen mekanizmada istediğimiz bir sonuca ulaşırsak, ödül mekanizması nucleus accumbense dopamin gider, serotonin ve benzeri kimyasallarla da kendimizi mutlu hissederiz.

      Ancak, “hırs” azimden farklıdır. Hırs kavramında, düşünsel denetim yani beynimizin karar aldığı kısım hemen hemen devre dışıdır. Yani bilinç devre dışı olup, duygularımız bizi yönetir. Hırs kavramında, yine beynimizin ödül merkezi çalışırken aynı zamanda, bizi saldırgan yapan, tutkulu hale getiren ve beynimizin her iki yarım küresinin tabanında bulunan ve adı amigdala olan badem şeklindeki yapılar devreye girer. Amigdala denen kısım, aynı zamanda bizim cinselliğimizin ve cinsel saldırganlığımızın da merkezidir. Bu durumda, singulat korteks denen vicdani denetleyiciler neredeyse devre dışıdır. Hatta şunu söyleyebiliriz ki, hırs kavramında biz duygularımızı değil, duygularımız bizi yönetir.

      Özet olarak diyebiliriz ki, ulaşmayı çok istediğimiz şey için düşünüyor, nasıl ulaşılacağına dair plan yapıyor ve bu ulaşma esnasında vicdani denetlemeler ile başkalarını elimizden geldiği kadarı ile üzmüyorsak bunu azim olarak ifade ederiz.

      Sil
    5. Diğer taraftan, yapacağımız işi tutku haline getirir, gözümüzü karartır, hedefe ulaşmak için gerekli sorumlulukları hissetmez isek buna da hırs adını veririz.
      İlginçtir ki her gerek hırs gerekse azim süreçleri ile istenilen hedefe ulaşıldığında duyduğumuz mutluluk nucleus accumbens/ödül mekanizması tarafından hissettirilir. Ancak, azim ile elde edilende gerekli vicdani kurallara uyulması nedeniyle nucleus accumbensin hissettirdiği mutluluk daha kalıcı iken, hırs vasıtasıyla aynı hedefe ulaştığımızda yine nucleus accumbens bizi mutlu kılar. Ancak, hedefe ulaşırken bazı vicdani argümanları görmezden gelmişsek, hırs ortadan kalktığında, pişmanlık duyabiliriz. Pişmanlık mekanizması vb. duyguları da bize, şakaklarımız ile alnımız arasında ve beynin birkaç santim derinlerinde yer alan ve insula olarak isimlendirilen yerler hissettirir.
      Sonuç olarak, hedefe ulaşırken beklenenin hırs değil azim olması, zihnin rasyonel düşünmesi açısından da önemlidir diyebiliriz.

      Sil
    6. Azim=çaba demek istiyorsun herhalde. İsteme başka çaba başka.

      “Azimle sıçan betonu deler” diye bir söz var. Bu sözü savunuyorsun herhalde.

      Azimle düşünen beyni deler, hırs ile düşünen beyni deşer (kalbi deler). Yani her ikiside beter.

      Azimle düşünen kaza, hırs ile düşünen hata yapar. Azim hastalık, hırs mezarlık (ihtimal). Azimde zorlanma, hırsta kolaylanma var. Azimde sabır, hırsta sabırsızlık (aceleceilik) var. Azim ilahi (rahmani), hırs nefsani (şeytani). Azim hedefe yavaş ulaştırır, hırs hızlı ulaştırır. Azim az kayıp, hırs çok kayıp verdirir. Azmettim patladım, hırsettim çatladım. Devlet azim, halk hırs gösterir. Azim hırsa, hırs azime dürter. Erkek hırslı kadın azimli olur. Erkeğin azmi kadınınkinden yavaştır. Erkek azmi seçtiğinde pratiği/tekniği çalışmıyor. Azim daha korkak hırstan. Futbolcu azim, taraftar hırs. Azim başı, hırs kıçı ağrıtır. Azim kendine, hırs kendine/başkasına zarar verir. Hırs mutluluğu azimden daha erken getirir. Azim iş, hırs kumar.

      Azim ve hırs bedene kimbilir başka neler yapar. Azim yada hırs varsa birşeyler eksik olmalı, değilse doğru seçenek azim olabilir. Ama risk alırım diyen için hırs doğru seçim. Azim seçildi diye olumluyu seçtik diyemeyiz.

      Azim yada hırs niye var? Buna girmemişsin. Odaklanma diyosun, dikkat diyosun. Bunlar neden var? Güvenliğim niye yok? Azim mantık/felsefe, hırs duygu/psikoloji mu diyorsun? Kendini hiç düşünmüyorsun, kendimizide üzmemeyi unutmayalım. Neye azim göstericez, neye göstermicez?

      1-Not : Yukarıdaki açıklamalar/kavramlar bilimsel değildir. Yani bilim/bilgi yoksa bu ikisi vardır. Azim ve hırs bilimsel olamaz, bilimde bulunamaz.
      2-Not : Biraz edebiyat, biraz din, biraz felsefe yaptım. E zaten konu bilimsel olmayıp bunlar arasında geziyor, bir sorun yoktur herhalde.
      3-Not : Ben seni tam anlamamış olabilirim.

      Sil