Beynimiz ve Biz: Yabancı El Sendromu / Alien Hand Syndrome

15 Yorum

Hiç kendi eliniz tarafından sille tokat saldırıya uğradığınız oldu mu? Veya bir markete gittiniz, ürün rafları arasında gezinirken satın almak istediğiniz bir şeyi gördünüz. Sağ taraftaki rafa dönmek istiyorsunuz ama bacaklarınızdan biri, iradeniz dışında, sizi sola dönmeye zorluyor. Sonra, bir o tarafa bir bu tarafa, kendi etrafınızda daireler çiziyorsunuz.

Yazımıza, biraz daha eskilerden başlayarak devam edelim.

Bundan elli yıl kadar evvel, yaşlı bir kadın doktoruna gider. Kadın, normal görünümlü, akıcı konuşan bir kişidir. Sadece, onu, doktoruna götüren şikâyeti biraz gariptir. Kadın, doktora, zaman zaman sol elinin, kendi boğazına sarılarak kendisini boğmak istediğini, sağ eli ile de sol elini boğazından çekmek için mücadele ettiğini anlatır. Doktor, kadının psikolojik bir hastalığı olduğunu düşünerek onu psikiyatristlere yönlendirir. Psikiyatristler kadını histerik olarak tanımlayarak evine gönderirler. Kadın çaresizdir. Ta ki, ünlü Doktor Goldstein’e rastlayıncaya kadar. Goldstein, kadının histerik olmadığına karar verir. Kadının içinde bulunduğu durum başka bir nedenden kaynaklanmaktadır.

İsterseniz bu olayın nedenini tekrar günümüze gelerek, güncel olaylar ve bilgiler çerçevesinde anlamaya çalışalım.

BEYNİMİZDE NELER OLUYOR?
New Jersey’de yaşayan 55 yaşındaki Karen Byrne’nin başına gelen de tam olarak buydu. Karen Byrne’nin mustarip olduğu hastalığın adı; Yabancı El Sendromu (Alien Hand Syndrome).

Yazımızın başındaki yaşlı kadın gibi, Karen’in sol eli ve zaman zaman da sol ayağı, kendi kontrolünün dışında sanki yabancı bir bilinç tarafından yönetiliyor gibiydi.

Karen’in bu hastalığı, 10 yasından beri çektiği epilepsiden (sara hastalığı) kurtulmak için 27 yaşındayken geçirdiği ameliyatla başladı.

Ameliyat, epilepsiden kurtulmak için kaçak elektrik sinyallerini gidermek üzere beynin küçük bir bölümünü kesmek şeklinde tanımlanabilir.

Epilepsi için yapılan ilaç tedavileri sonuç vermez veya beyinde, epilepsiye neden olan hasarlı alan tam olarak tanımlanamazsa bu durumda yukarıda ifade edilen radikal çözüme gidilir. Beyin ameliyatı.

Karen’i epilepsiden kurtarmak için yapılacak yegâne iş; corpus callosum adı verilen kısmı ameliyatla kesmektir. Corpus callosum denen yer, beynimizin iki yarım küresini birbirine bağlayan, yarıküreler arasında bilgi alışverişini sağlayan ve milyonlarca sinir liflerinden oluşan bir banttır. (İçinden milyonlarca tel geçen kalın bir kablo gibi). Corpus Callosum, beynimizin her bir yarıküresinde olanları diğerine aktarır. Böylece beyin bir bütün olarak çalışır. Eğer bu bağlantı ameliyatla kesilirse, beynin her bir yarıküresinin birbirinden habersiz kalma durumu oluşur ve ilginç durumlar ortaya çıkar. Nörobiyolog Roger Sperry’nin ayrık beyin üzerindeki çalışmaları için Beynimiz ve Biz -3 (Ayrık Beyin ve Bilinç) makalesine bakılabilir.


Corpus callosumun kesilmesi ile Karen’in epilepsisi geçti. Karen, ameliyat sonrası her şeyin iyi göründüğünü söyledi. Fakat bu defa da ameliyatı takip eden haftalarda başka bir problem var gibiydi. Doktorlar, Karen’de garip davranışlar görmeye başladılar. Doktor O’Connor, muayenelerden biri esansında bir ara Karen’e dönüp, “Karen, ne yapıyorsun? Elinle, bluzunun düğmelerini açtığının farkında mısın?” diye sordu. Doktor uyarana kadar Karen, sol eliyle bluzunun düğmelerini açtığının farkında bile değildi. Karen, sağ eliyle bluzunun düğmelerini tekrar iliklemeye başladı. O anda durdu, sol eli yine iliklediği düğmeleri açmaya başladı. Bu durum karşısında, doktor, hemen ilk yardım çağrı düğmesine basarak, diğer doktorlardan birine, “Mike, hemen buraya gel, bir problemimiz var” dedi.

KONTROL DIŞI
Bütün bunlar, Karen’in epilepsiden kurtulmak için yapılan ameliyattan sonra başına gelmişti.

Karen şöyle anlatıyor. “Bir sigara yakıyorum, kül tablasına koyuyorum, sonra sol elim sigaraya uzanıp onu söndürüyor. Zaman içinde, çantamdan da bir şeylerin eksildiğini gördüm; önceleri, çantamdaki eşyaları kaybettiğimi sandım. Ta ki ne olduğunu anlayana kadar.”

Karen’in problemi, kendi kafasının içindeki mücadeleden kaynaklanıyordu.

Normal bir beyinde iki beyin yarıküresi vardır ve bunlar corpus callosum aracılığı ile haberleşirler. Beynimizin sol yarıküresi, sağ bacağımız ve sağ kolumuzu ve konuşma becerimizi kontrol ederken, sağ yarıküre ise sol bacağımız ve sol kolumuzu kontrol eder. Genelde, analitik olan sol yarıkürenin aldığı kararlar sağ yarıküreye göre daha baskındır. Hatta zaman zaman, sağ yarıkürenin hırçın davranışlarını sol yarıküre frenler. Yapacağımız işlerde daha çok son sözü burası söyler. Onun içindir ki, sol yarıküresinde hasar olanlar, sağ yarıkürenin idaresi altında kaldıklarından daha depresif olurken, sağ yarıkürede hasar olup da sol yarıkürenin denetimi altında olanlar daha sakin, neşeli ve hatta umursamazdırlar.

Yarıkürelerin baskınlığı konusundaki keşif çalışmaları; epilepsiden kurtulma çaresini, iki yarıküreyi, corpus callosumu keserek karar verdikleri 1940’lara kadar gider. Ameliyat sonrası, hastalar iyi görünüyorlar ama bir müddet sonra psikolojik istem dışı davranış tekrarları ortaya çıkıyordu. Ortaya çıkan davranışlar şaşırtıcıydı. Beyin yarıküreleri ameliyatla ayrılmış kişilerde, her bir yarıküre, sanki ayrı ve özgür bir bilince sahipmiş gibi görünüyordu.

Video, epilepsiden kurtulmak için yapılan ameliyat sonrası (corpus callosumun kesilmesi), Karen Byrne’daki yabancı el sendromuna ait görüntüleri içermektedir.


Yabancı el sendromlu hastalarda, iki el birbiriyle çelişir. Bir el, kurabiye alıp ağzına götürmek isterken, diğer el kurabiye yemeyi engellemek için öteki elin bileğinden tutar. Bir el, fermuarı aşağı indirip açmak isterken, diğeri yukarı çekip kapatmaya çalışır. Bir el okumak için gazeteyi almak isterken diğeri gazeteyi kapıp masaya çarpar. Bazen, yabancı el, hastanın kendi boğazını sıkıp boğmaya çalışırken, bilinçli el ona engel olmaya çalışır. Bazı hastalar, yabancı eline “dur” diye bağırınca yabancı elin bu komuta uyduğunu rapor etmişlerdir. Hastanın bilincinin, yabancı eli üzerinde hiçbir öngörüsel etkisi yok gibidir. El, hastanın kendisine ait değildir sanki.

BEN KİMİM?
Hasta, hastalığının ne olduğu teşhis edilene kadar, “yabancı el”in hastaya verdiği sıkıntıyı çevresine anlatmakta güçlük çeker. Bu konuda çevresini inandıramaz. Elinin, kendi bilincinin haricinde hareket ettiğini çevresindekilere inandırabilmek için sürekli yemin eder.

Şimdi şu soruyu sormak gerekir; “ben” derken kimi kastediyoruz? Kendimin “ben” olduğumdan ne kadar eminim? Zihnimiz, iki ayrı bilincin etkisinde mi? O halde biz hangisiyiz? Corpus callosumun kesilmesi durumunda, kafatasımın içindeki “ben” dediğim kişi hangi bendir? Corpus Callosumu kesilmemiş yani normal beyne sahip kişiler olarak, sol beyin tarafından bastırılmış başka bir kişiliği daha mı taşıyoruz?

Bu sorulara bir yenisini eklemek isterseniz, size aşağıdaki videoyu seyretmenizi öneririz. İnançlarımız da beynimizin bu yapısından etkileniyor mu? Peki, ya ruh kavramına inananlar ne düşünürler dersiniz? Onlara göre birden fazla ruhumuz olabilir mi?

Videoyu seyrettikten sonra sizin de ”ben kimim?” sorusuna vereceğiniz bir cevabınız muhakkak ki olacaktır. Belki de olmayacaktır. Ne dersiniz?



Erol

Kaynaklar:
  • http://www.bbc.co.uk/news/uk-12225163
  • Eagleman, David. Incognito, Bkz Yayıncılı (2013)
  • V.S. Ramachandran. Beyindeki Hayaletler, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi (2011)

15 yorum:

  1. Sayın Erol, harika bir makaleydi, emeğiniz teşekkür ediyorum. Son video da çok eğlenceli, gülmekten alamdım kendimi...

    YanıtlaSil
  2. Sayın Erol, bu makaleyle ilgili bazı şeyler (pek bilimsel olamasa da) yazmak istiyorum. Edindiğim izlenime göre, sağ beyin daha ilkel, sol beyin ise daha gelişmiş. Sağ beyin sol beyine yardımcı konumunda, sol beyin ana kumanda masası gibi. Sol beynin, sağ tarafın mantık dışı ve ilkel isteklerini denetleyen ve gerektiğinde engelleyebilen bir konumu var yanlış anlamadıysam. Sağ beynin dişil, sol beynin ise eril olduğu bilgisini de hatırladım. Neden iki tane beynimiz (iki yarım küre) olduğu da benim için ayrı bir merak konusu. Bu durumda aklımdan şöyle bir düşünce geçti. Sağ beyin sol beyne göre daha ilkel gibi görünüyor. Bu durum bana; akıl dışı inanışlara, mantık ve realiteyle uyuşmayan isteklere sahip olan bu beyin yarım küresinin diğerine göre (sol beyne göre) daha eski bir model olduğunu düşündürdü. Depresif olaylardan da sorumlu olduğunu okudum yazıda, yani sağ beyin daha eski ve daha ilkel bir yapıya sahip olabilir mi? Bu konuda ne dersiniz? Sol beyin ise; değişen ve zorlaşan şartlara uyum sağlamak için modellenmiş yeni bir yapı olabilir mi? Çünkü okuduklarımdan anladığım kadarıyla sol beyin, sağ beyni denetliyor, onun zarar verici kararlarını bloke edebiliyor. Sol beyin analitik çalışıyor, sağ beyin ise duygusal ve ilkel arzulara göre? Makaleden çıkardığım bu varsayımlar doğru mudur?
    Kabaca bir benzetme yapacak olursak; sol beyin merkezî otorite konumunda; sağ beyin ise bölgesel bir vali...Ancak ikisi arasındaki bağlantı koptuğunda sağ beyin isyan ediyor ve bağımsızlığını ilan ediyor. Sol beynin kararlarına aykırı davranıyor ve onunla çatışıyor. Bir insanda iki ayrı bilinç ve kişilik ortaya çıkabiliyor. Fakat, gelişmiş olan, mantıklı ve sağduyulu davranan kişilik, sol beynin yarattığı kişilik...
    Son videodaki konuşma ışığında bu durum (beynin iki parçalı olması), bâtıl inanışları da açıklayan güçlü bir teori değil midir? Dünyada yaşanan olay ve olgular karşısında sol beyin her şeyin açıklanabilir bir nedene dayandığını düşünürken; sağ beyin bunları gizemli güçlerle ilişkilendirmeye meyilli değil midir? Söz gelimi, yaşanan bir kazayı rüyalarla, bedduayla, şanssızlık/talihsizlik vb. ile açıklamaya çalışanın sağ beyin olduğunu düşünebilir miyiz? Bu konulardaki görüşlerinizi merak ediyorum. Saygılar...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sayın Cem,

      Öncelikle düşünceleriniz için teşekkür etmek isterim.
      Sorduğunuz sorulara kendimi ifade edebildiğim kadar cevaplamaya çalışayım. Beynimizin sağ veya sol tarafının neye göre daha ilkel olduğunu doğrusu pek söyleyemeyeceğim. Çünkü, beyin bir bütün olarak çalıştığı için, genetik olarak bir iş bölümü yaparak bir bütünlük oluşturduğunu söyleyebilirim. Beynimizin bir yarı küresinin diğer yarıküreye göre daha ilkel olduğunu, sanki bir yarıkürenin daha önceden var olup, diğerinin sonradan oluştuğu ve bir bütünlük kazandığını düşünebiliriz. Ancak, insan oluş diyebileceğimiz ilk zamanlardaki kafatası yapılarına bakıldığında, her iki yarımkürenin varlığın çok eskiden beri gelişerek geldiğini söyleyebiliriz. Beynin evriminde, ilkellik, beyin sapından düşünen beyne doğrudur. Bir başka deyişle, ortalama ifadelerle önce, beyin sapımız oluşmuş bu kısım, organizmanın nefes alma, sindirim sistemi hareketleri, kalp atışı gibi faaliyetlerin merkezi olmuş. (Bugün için de insanlarda hala öyle). Evrimin sonraki safhasında, kabaca beynin orta kısmında yer alan limbik sistem denen yer gelişmiş. Bu kısım aslında birkaç alt sistemin birleşmesi ile oluşmuş. Bu kısım da bizim duygu dünyamızı yönlendiren kısım olarak gelişmiş. Bu kısımla aşık oluruz, bu kısımdaki alt sistemlerle dilenciye para veririz, kavga ederiz, korkarız gibi faaliyetleri üstlenmiş. Zaten limbik denmesinin sebebi de, beyin sapının üzerine bir terzi yüksüğü gibi oturduğu içindir. Limbik yüksük demektir. Evrimin sonraki kademesinde ise alın lobumuz gelişmiş. Bu kısımla düşünür, karar verir, hesap yaparız. Yani evrimsel süreçte bu karşılıklı yarı küreler bir birlerinin tamamlamışlar. Söz gelimi ilkel bir beyin sistemi olarak karıncalara baktığınızda bile onların beyinlerinin de iki yarıküreden ibaret olduğunu görürsünüz. Hatta ve hatta, yukarıda makalede geçen corpus callosum denen sinir bağlantısı karıncalarda da vardır. Özetle bu soru için ikisinin birlikte geliştiğini söyleyebiliriz. Tabii ki evrimin, her iki yarım küre için neye göre paylaştırdığı, niçin o görevin sağ yarımkürede değil de solda olduğu hakkında bir fikrimiz yok. Ancak bu arada, genel olarak, sol beyin, analitik süreçleri ile biraz daha isyankar olan sağ beyni idare eder derken, bu ifade beynin ceviziçi gibi görünen kısmı için değil, limbik sistem için geçerlidir. Bir başka deyişle, duygularımızı yönlendiren kısım yukarıda da ifade ettiğim gibi, beynimizin ortasında yer alan limbik sistemdir. Limbik sistem denen kısmın bir yarısı sağ beynin içine konumlanmış iken diğer yarısı da sol beynin içine konumlanmıştır. Pek doğru bir ifade olmasa da her bir yarı kürenin kendi limbik sistemi vardır diyebiliriz. Depresyon vb olaylar, muhakkak birden fazla neden bağlı olabilir ama, söz gelimi sinirlerin birbirleri ile bağlantı kurduğu yerlerde söz gelimi serotonin denen bir kimyasalın azalması veya bu kimyasalın etki edip de bizi depresyondan uzak tutacak mekanizmanın kalıcı veya geçici olarak iş görmüyor olması, o yarıküreyi depresif hale sokacaktır. Nihayetinde kızgınlık, depresyon gibi durumlarda buna karar veren ve bizi o ruh haline sokan yer limbik sistemdir.
      Neden iki yarıküre olduğu konusunda ise başka bir sisteme bakarak bilgi vermek isterim. Mesela bizde ve (hayvanlarda) sempatik ve parasempatik olarak isimlendirilen bir sistem var. Bunlardan biri kalp atışımızı hızlandırırken, diğeri yavaşlatır yani dengede tutar. Eğer bu mekanizmalardan biri olmasa, biri görevini yaparken diğeri işlev dışı kaldığından çalışan kısım alır başını gider ve organizmayı çökertirdi. Bunu banyolardaki, termosifonların mekanizmalarına da benzetebiliriz. Gaz veya elektrik ile su ısındıkça sıcaklık yükselir, buna karşılık sıcaklığın daha fazla yükselmemesi ve sıcaklığın belli yerde kalması için gaz veya elektriği kesen sistem vardır.. Çünkü, bir sistemin istenilen işlevde çalışmasını denetlemek için başka bir sisteme ihtiyaç vardır.

      Sil
    2. (Devam)

      Özetle, beynin iki yarım küreden meydana gelmesinin sebebi, karşılıklı olarak birbirlerini denetlemesi ve nihayetinde organizmanın hayatta kalıcılığını sağlamak için olmalıdır. Tabii ki, bir hastalık nedeniyle beyin yarıkürelerinden biri alınarak, tek bir yarı küre ile yaşayan kişiler de vardır. Bunun için aşağıdaki Jody’nin bilinen hikayesine ait videoyu gösterebilirim. Tabii ki buradaki beyin yarıküresinin bir tanesinin tamamı alınmıyor. Bu yarıküreye ait ve daha önce de limbik sistem dediğimiz, yani beynimizin bu yarıküreye ait duygudal beyin kısmı bırakılıyor.
      http://www.youtube.com/watch?v=VaDlLD97CLM

      Beyin yarı kürelerinin erkek veya dişil olması konusunda haklısınız. Bir müddet evvel tv’de bir programda konu edilmişti. Konuyu biraz daha irdelemek için aşağıdaki bağlantıyı verebilirim.
      http://www.nbeyin.com/content_detail-275-572-beyninizin-cinsiyetini-ogrenmek-ister-misiniz?.html

      Sizin de dediğiniz gibi, son videoda söylenenler önemli. Hani siz sizin makalenizdeki bir yorumda , Kuran’daki bir ayetle, bilimdeki her yeni buluşa bir açıklama getirmeeye çalışması ile ilgili düşünceniz son derece yerinde. Ramachandra’nın ayrı beyin olayındaki “Dini çevreler tarafından tsunami etkisi yapacağını beklerken hiç kimse dikkate almadı” sözü burada doğru bir söylem. Muhakkak, inananların bu video için söyleyecek bir düşünceleri vardır diye düşünüyorum.

      Tabii ki şimdilik bir tam bir belgeleme diyemeyeceğiz ama, meditasyon veya dini telkin esnasında, düşünen beynin (alın lobu) devreden çıkıp devreye daha çok temporal loblar ve büyük bir çoğunlukla da sağ temporal lob devreye giriyor görünmektedir. Bu anda, bunu yaşayanların söylediği şey, benlik anlayışlarını bırakıp, evrenle bir olmak gibi bir hissi yaşadıklarıdır. Böyle durumda akıl devre dışı kaldığına göre sin olgusunun evrimsel sürecimizin kaçınılmaz bir parçası olarak görüyorum. Diğer bir ifade ile, şimdi kuracağım cümle size ters gelir mi bilmiyorum ama, grubu (insanın çok eski atalarını) ortak bir inanç mekanizması oluşturup (aklın dışında bir inanç), insanların dağılmadan, bir arada tutan ve dolayısıyla türün devamında önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Bu anlamda baktığınızda, Tanrı inancı sadece akla dayalı bir zihin faaliyeti olarak görünmüyor. Dikkat ederseniz akla dayalı bir düşünce demedim. Çünkü düşünce, bizim düşünen beynimiz dediğimiz alın lobumuzla olur halbuki zihin faaliyeti deyince, tüm beynimizin, bizim bildik bilmedik tüm faaliyetlerini (bilinçaltı, sezgi vb dahil) kastediyorum. Dolayısıyla inanan bir kitlenin bu kadar çok olması, ve inanan bir kişiyi, inançsız yapmak o kadar kolay bir iş değil.

      Saygılarımla.

      Sil
    3. Sayın Erol, verdiğiniz bilgilerle, pek de sağlam bir temele oturmayan varsayımımda yanıldığımı anladım. Değerli bilgileriniz için teşekkür ederim. Beyin konusunda çok da üst düzey bilgilere sahip değilim. Öğrenmeye çalışıyorum fakat daha çok bir hobi gibi kalıyor. Sizin yazılarınız bu konuya ilgimi arttırdı.Dinin, türün devamında rol oynadığı fikrinize katılıyorum. Sosyolojik açıdan birçok faydaları da olmuştur mutlaka. En başta hayatı ve ölümü anlamlandırmada ve binlerce yıl boyunca hiçlik duygusundan kurtulmada önemli bir araç olmuş olabilir. Aidiyet duygusunu (kendini bir gruba ait ve o grubun değerli bir üyesi hissetme) pekiştirdiği de yadsınamaz. Bu da insanların birbirine kenetlenmelerine ve ortak idealler için birlikte hareket etmelerine katkı sağlamıştır. Bayramlar, kutsal günler, toplu halde yapılan çeşitli dinsel etkinlikler/ibadetler sosyal hayatı güçlendirmiş ve bireylerin toplumun beklentilerine göre sosyalleşmesinde önemli rol oynamış olabilir. Bu durumun binlerce yıllık çok güçlü bir alışkanlık olduğunu da hesaba katarsak, insanların bu alışkanlıktan kurtulmaları ve dinsiz yaşamaları pek mümkün gibi görünmüyor. Fakat benim anlayışıma göre dini yok etmek hem mümkün değil hem de gerekli değil belki. Bunun yerine din revize edilebilir. Sosyal hayat ve özellikle de bilim üzerindeki baskısı yok edilebilir. Din yalnızca kişiyle vicdanı ya da tanrısı arasında bir metafizik bağ olur ve sosyal hayatta belirleyici, kısıtlayıcı, sindirici, korkutucu olmaktan uzaklaştırılırsa bunun bir zararı olmaz. Fakat din bilime/bilim adamlarına, düşünceye/düşünenlere bir engel koyduğu zaman az önce saydığım faydalarından çok daha büyük zarar vermiş olur. Var oluşun/yaratılışın bir gereği olarak daima ilerlemek zorunda olan insanı kaygan bir zeminde patinaj yapmaya zorlar. Umalım ki din, bilime, düşünceye ve sosyal hayata engel olmak yerine sadece inanmak isteyenin inandığı, istemeyenin inanmadığı ve inanan inanmayan hiç kimsenin birbirine karışmadığı bir serbest bölge olsun. Bu konuda herkes için tamamen özgürlükçü bir anlayış yerleşsin toplumsal belleğe.
      Saygılarımla...

      Sil
    4. Sayın Cem,

      Paylaşımlarınız için teşekkür ederim. Ben de, yazdıklarınızdan esinlenerek bazı düşünlerimi, izninizle aşağıdaki gibi paylaşmak isterim.
      Zaman zaman inancın, sahibi ile o inancın kaynağı Tanrı arasında olması, bir başka deyişle kişi ile Tanrı arasına başka kimsenin girmemesinin en doğrusu olduğu söylenir. Ancak böyle bir durum mümkün değildir. Böyle bir durum mantık olarak doğru değildir. İlk etapta bu düşünce şaşırtıcı gelebilir. O zaman düşünelim. Bu düşünceyi, yani, inanan kişi ile inandığı Tanrısı arasına hiç kimsenin girmediğini varsayalım. Bu varsayımı İslam inancı üzerinden kurgulayalım.
      Bir bebek doğup hayatı idrak edebilmeye yaşa geldiğinde, ilk İslami bilgileri kendi kendine alabilecek midir? Eğer bu çocuğun ilkel bir kabilenin değil de, yukarıda ifade edildiği gibi İslam kültürünün içine doğan bir çocuk olduğunu düşünelim.
      O halde soralım. Çocuk dini ritüelleri kendi kendine mi öğrenecektir. İslam’a ait bilgilerin beyninde bir veri olarak girmesi ve bu verilerle bir düşünce oluşturması için harici kaynak veya kaynaklara ihtiyaç vardır. Bu kaynaklar, içinde bulunduğu kültürdür. Şu halde, küçük birey ya gözleyerek ya da birilerinin ona anlatması ile İslam bilgisi ile ilk tanışıklığını elde edecektir. Daha bu adımda bile, çocuk ile inanacağı Tanrı arasına “birileri” girmiştir bile.(“İnanacağı” ifadesi ile, inancının henüz başladığı, Tanrı kavramını yeni yeni edindiği zamanı kastediyorum). Sonraki zamanlarda çocuk büyüdükçe, aynı kültürün içinde olduğu için, bir veya birden fazla kişi tarafından içinde bulunduğu kültürün itikadını elde edecektir. Aksi halde birileri anlatmasa, çocuk İslam inancını (bu inanca ait bilgileri)nereden öğrenecek öyle değil mi? Çocuk büyüyüp de yetişkin olduğu zaman, bu bireyin üzerindeki aracı bilgi sağlayıcılar (ilahiyatçılar, mahallenin imamı, İslam konusunda yetkin bir kişi, veya bu konuda ikna edici bir arkadaş vb.) he daim sizi etkileyeceklerdir. Bunun nedeni, daha evvel daha evvel de “Neden İkna Etmeye ihtiyaç Duyarız=?” yazımda da ifade etmeye çalıştığım gibi, bizler, kendimizi güven altında hissetmemiz için, çevremizdekileri, kendi fikir ve düşüncelerimizin doğru ve geçerli olduğuna inandırmaya çalışırız. Bunun altında yatan neden, benim gibi düşünen bir kişinin bana, düşünebildiğimden daha az zarar vereceği, benim için daha az tehdit unsuru olacağıdır. Çünkü benim gibi düşündüğü müddetçe, ya ortak çıkarlarımızı ortaya koyar dayanışma içinde oluruz veya, benim gibi düşünüp de aklını pek kullanamayan bir kişi ise bu defa da onu kendi düşüncem doğrultusunda yönetmeye başlarım. Bunun iyi niyetle bir ilgisi yoktur. En iyi niyetli bir kişi bile, başkasını sömürmek istemese bile, çevresindekilerin kendisi gibi düşünmesi ister. Çünkü, kendisini bu şekilde güvende hisseder. Bir insanın, çevresindekilerin kendisi gibi düşünmesini istemesi demekle sadece düşünce olarak kastetmiyorum, bu gelenek görenek davranışlar için de geçerlidir. Benim gelenek ve göreneklerim dahilinde olmayan bir kişi de benim için bir tehdittir. Şu halde ben, düşünce de dahil olmak üzere kendi yaşam tarzının içinde olanlarla kendimi daha güvende hissederim. Bu ortak düşünce de kendi kendine olmayacağı için, insanların birbirlerini etkilemesi kaçınılmazdır. İşte bu kademede, İslami bilgiler de birileri tarafından size aktarılırken, inanacağınız Tanrı ile sizin aranızda daima birileri olmak durumundadır.

      Sil
    5. (Devam)

      (Şöyle denebilir. “Güzel ama, ben İslam’ı öğrendikten sonra kendi aklımı kullanıyorum, dolayısıyla beni kimse etkilemez” O zaman da biraz hayali bir deney yapalım. Varsayalım ki, 30 yaşına kadar birbirinin tamamen aynı İslami bilgiyi almış olan 1000 kişiyi, her birini, İslami kültürün olmadığı ülkelere ve birbirlerini hiç görmeyecek şekilde 20 yıl başka yerlerde yeni hayatlar kurmaya zorlayalım. Hatta ellerine Kuranı verelim. 20 yıl sonra bu kişiler, yanyana geldiklerinde, kuranı, bire bir aynısıyla mı anlayacaklardır dersiniz? Bu mümkün mü? Böyle bir bir şey mümkün değil. Çünkü her bir kişi, farklı bir 20 yıl deneyimleyecek ve dolayısıyla, gerek 30 yaşına kadar öğrendiği İslami bilgiler, gerekse elindeki kuranı, yaşadığı bir olay için yol gösterici olarak kullanamaya başladığında farklı yorumlayacaklardır. Bunun nedeni, beynimiz bire bir bilgisayar gibi çalışmadığı içindir. Bunun neden böyle olduğunu bir sonraki senaryoda aktarmaya çalışacağım. Kaldı ki, aynı kültürün içinde, her gün yan yana olduğunuz ve inanan diğer bir arkadaşınızla bile, aynı sureyi, ayeti, hadisi neden oturup da tartışıyor olasınız ki? Siz zaten sonucu belli olan 2+2=4 ü kaç kişiyle oturup da tartıştığınız oldu? Diyeceksiniz ki, “Tamam, ben arkadaşımla, aslında o ayeti veya sureyi tartışmıyorum, arkadaşımım o suredeki eksik bir bilgisini tamamlıyorum. Böyle yapmakla da kötü bir şey yapmıyorum”. Böyle diyebilirsiniz. Ama o zaman da ben de sormak isterim, aslında siz, arkadaşınız a öğrettiğiniz her yeni bilgi ile arkadaşınız ile Tanrı arasına girmiş olmuyor musunuz? Haydi diyelim ki, bu anlamdaki iyi niyetli bilgiyi bir defa verdiniz, iki defa verdiniz. Peki ondan sonra bu arkadaşınızla, İslam konusunda hiç konuşmayacak mısınız? Elbette ki konuşacaksınız. Diyebilirsiniz ki “Peki, arkadaşımla, İslam konusunda hiç tartışmayacak mıyım, doğruyu bulmak için tartışıyorsak bunun bir zararı olur mu?” diye dönüp bana sorabilirsiniz? Ben de size “zararı olup olmadığı konusunda bir şey diyemem ama emin olduğum bir şey varsa, böyle bir durumda her tartışma veya fikir aktarımında kişi ile Tanrısı arasına giriyorsunuz dolayısıyla kuralı ihlal ediyorsunuz” derim. Özetle, karşılklı olarak bu fikir alış verişi devam ettiği müddetçe, kişiler istese de istemese de birbirlerinin aynı Tanrıya inansalar a arasına bir aracı olarak gireceklerdir. Çünkü, Din denen olgu da beynimize giren diğer bilgiler gibi bilgi olup, bir kişiden diğerine transferine ihtiyaç duyar.

      Yukarıda, 20 sene ayrı kalan kişilerin, aynı İslam’ı, ellerinde Kuran olduğu halde bile tekrar karşılaştıklarında farklı yorumlamasına hiç şaşmamalı, İslam’ın çıkışından itibaren dip dibe yaşayan insanlar, aynı Kuran ve yıllarca değişmediği halde, İslam’ın farklı mezheplere ayrılması bunun en güzel örneğidir. Bu kısımda anlatılmaya çalışılan siz ne yaparsanız yapın, Tanrı inancı ile sizin aranızdaki inanışınız, bir adada mahsur kalıp veya ömrünüzün sonuna kadar tek başınıza yaşamadığonız müddetçe, Tanrı ile aranıza bilgi transferi anlamında birilerinin, (kişi, televizyon, makaleler vb) girip sizi etkileyeceğidir. Yani muhakkak bir aracı olacaktır. Bu aracılar yeri geldiğinde, Devletin bir kurumu (İmam hatip okulları), bir müezzin, bir imam vb. olacaktır.

      Gelelim biraz daha ütopik senaryoya. Yine 1000 çocuk alalım okuma yazma öğretelim. Zihnine de Tanrıya ait en ufak bir kavramı 10 yaşına gelinceye kadar koymayalım. Sonra bu çocukları, yaşayabileceği ve 20 yıl boyunca insanlardan ve her türlü iletişimden izole edilmiş bir ortamda mesela ayrı adalarda ikamet etmeye zorlayalım.

      Sil
    6. (Devam)

      Yanlarına da Kuran (tabii ki anlayacağı dilde/hatta Kuranı orijinalinden anlasınlar diye, dilleri de Kuranın dili le aynı olan çocukları) ve Kuranı biraz daha iyi anlamsı için destekleyici kitaplar da verelim. Aradan 20 sene geçsin. Bu 1000 çocuğun hepsi de Kuarnı okuyup, Tanrıya inansınlar. Görüldüğü gibi böyle bir durumda, Tanrı ile inancı arasına hiç kimse girmemiştir (!) (Çocuğun, 10 yaşına gelinceye kadar yetişme /yetiştirilme biçimi bile, Kuranı algılama bakımından farklılık yaratacağından, yine de bir araya girmektir. Çünkü, hayatın geri kalan kısmını algılama biçimiz, eski öğrendiklerimiz tarafından biçimlendirilir. Psikolojide buna ileriye geriye ket vurma denir).
      Şimdi düşünelim, bu çocuklar izole edildikleri yerde, ellerinde sadece bir Kuran ve birkaç destek bilgi kitabı olduğu halde, 20 sene sonra, aynı bilgiye mi sahip olacaklardır? Bu mümkün müdür?
      Şu nedenlerden dolayı mümkün değildir.
      1-Farklı genetik kodlara sahip oldukları için, beynin biçimlenme ve vücudun hormonsal yapısı farklı olacaktır. Beyni anladık ama, hormonal yapı ile ne ilgisi var diye sorabilirsiniz. Düşüncelerimizi etkileyen en ufak şey bile bizim bu deneyimizde önemlidir. Genetik formasyona göre söz gelimi, adrenalin veya stres hormonu kortizol az veya çok olacak ve dolayısıyla, hayatı algılayışımızda düşüncelerimizi etkileyeceklerdir. Özetle, farklı genetik kodlarla, beynimizde oluşan nöron sayısı, ve sinir hücrelerinin bağlantı kolları ve sayısı farklı olacağından, edindiğimiz (okuduğumuz Kuran da dahil) olmak üzere bilgiler farklı algılanacaklardır. Aynı bilgi, bir kişide beynin farklı yerlerinde kodlanırken, başka bir kişi için başka yerlerinde kodlanacaktır. Genetik olarak bir kişinin beyni analitik olarak düşünürken, başka biri sanatsal düşünecektir. Farklı kişilik tipleri farklı davranış geliştireceklerdir. Bunun alamı şu. Bu kişiler, 20 yıl boyun tıpa tıp aynı doğa koşullarına maruz kalsalar, aynı şeyleri yiyip içseler, aynı miktar hoplayıp zıplasalar, aynı miktar uyuşlar dahi, düşünceleri farklı olacaktır.
      2-Bu kişiler, elbette ki aynı doğa koşullarında olmayacağı için, genetik olarak kodlar, çevre şartlarının da etkisiyle farklı gelişecektir. Söz gelimi bu çocuklardan biri devamlı güneşli, diğeri daha soğuk, bir başkası falanca yiyeceğin bol olduğu bir başkası da filanca yiyeceğin bol olduğu bir ortam da yaşamış ise, bu şartlar onları, farklı çevre koşullarına uymada değiştirecek. Peki bunun düşüncelerle ne ilgisi var derseniz. Düşünce denen şey beyinle olduğuna göre, beynimizdeki nöron bağlantıları da yaşanan yere ve genlere bağlı olarak şekillendiğine göre elbette ki ilgili olacaktır.
      3-Ve şimdi de soralım, bu 1000 kişi 20 yıl sonra, deneye gönderilmeden evvelki topluluğa geri döndüğü zaman, döndüğü toplumun İslami düşünceleri ile aynı düşünceye mi sahip olacaktır dersiniz? Bence, bu çocuklar geri döndüğünde neredeyse 1000 ayrı İslami düşünce üretmeyecekler midir? Peki farklı İslami anlayışla gelen bu çocuklar, içine geri döndüğü toplum için farklı İslami inanca sahip oldukları için bir tehdit unsusu olmayacaklar mıdır? . Kaldı ki, herbiri ayrı yerlerde izole bir şekilde yaşadıkları için, kendisi ve Tanrı arasına hiçbir aracı (Kurandan başka) girmemiş kuralına uymuşlardı. Bu durumda şu denebilir. “O zaman da bu çocuklara, yanlış bildikleri şeyler düzeltilir ve öğretilir” İyi güzel de, bunun anlamı, o kişinin kendisi ile Tanrısı arasına girmek olmayacak mıdır? Görülüyor ki, siz, en ufak bir bilgi aktardığınızda araya girmek durumundasınız. Hatta zorunlusunuz. Neden derseniz, yukarıda da ifade ettiğim gibi, İslamı, sizin algıladığınızdan farklı algılayacakları için, sonraki bir zamanda sizin için bir tehdit oluşturacaklardır. Dolayısıyla o kişiyi daima sizin İslami anlayışını doğrultusunda devamlı olarak yönlendirmeniz gerekir ki, sizin anlayışınızdan çıkmayıp, gelecekte sizin için bir tehdit oluşturmasın.

      Sil
    7. (Devam)

      Aksi halde, bu gibi kişilerin sayısı çoğalmaya başlar ve sizin içinde bulunduğunuz İslami inanç onlara ters geldiği için bu defa onlar sizin anlayışınızı değiştirmeye başlayacaktır. Zaten mezhepler arası çatışmanın temelinde de bu yok mudur? Böyle bir tehdit olmasaydı. Herkes kendi mezhebini rahatlıkla yaşardı. Dolayısıyla, hangi dinde olursa olsun, bu inanç bölünmüşlüklerini korumak için, diğerlerinin inancına saldırarak, kendi düşünce biçimini ayakta tutmak gerekir. Bırakın inanç meselesini, bu fizik kimya gibi temel bilimlerdeki bir teoriyi savunurken dahi bilim insanları kavga ederler. Çünkü, bunun altında yatan şey, sadece din konusu veya mezhep konusu değildir. Birey olarak, hayatta kalmak ve kişiliğimizi korumak olarak evrimleşmişiz.
      Özetle, Bir kişiyi Tanrısı ile arasına girmeyecek şekilde yalnız bıraktığınız andan itibaren, bir müddet sonra, ya başkasının hükmü altına girip etkileneceği veya kendi başına sizin İslam’ı anlayışınızdan farklı bir düşünce ile yarın öbür gün karşınıza çıkıp, sizin inandığınız bir çok şeyi sizinle tartışmaması için, ona daima, sizin bildiğiniz, sizin anladığınız biçimde İslam’ı anlatacaksınız, öğretmeye çalışacaksınız. Bu da, birey olarak kendinizi kalıcı kılmak içim makul bir davranıştır. Buradaki makuliyet, yaptığınız şeyin doğru olduğunu teyit etmiyor. Makul olan şey, evrimsel sürecin, sizin hayatta tutmak için atalarınızdan size geçen hayatta kalma ve o toplumun itibar edilir bir üyesi olarak ve tehdit edilmedn ve de hele hele ödül veya o topluluk tarafından yüceltilen bir kişi olana kalıcılığınızı devam ettirme isteği daha doğrusu iç güdüsüdür.

      Özetin özeti olarak diyebilirim ki.
      1)Bir kişi arada bir aracı olmadan kendi Tanrısı ile baş başa kalamaz. Nedeni, bir bilgisayara veri girilmediği müddetçe o bilgisayarın işleyeceği veri olmayacağı için bu bilgiler biri tarafından o kişiye aktarıldığı anda, o kişi, birey ile Tanrı arasına girmiş demektir
      2)Bu kişi, Kurana ait Tüm bilgiler verilse ve izole edilse dahi, kişinin genetik faktörlerinden dolayı beyin yapısı farklı olacağından, Kutsal kitabın aynı cümleleri farklı algılanacaktır. Çıkarımlar farklı olacaktır.
      3)Bu izole kişiler, yaşadıkları ortama göre, farklı bir kişilik geliştirecek, (soğuk, sıcak, beslemesi için mücadele eden veya besinini çok kolay bulan vb.) buna bağlı olarak da bu kişi, aynı cümleleri kendi yaşam biçimine göre, kendi deneyimlerine göre farklı algılayacaktır. Yani, farklı bir İslam anlayışı gelişecektir. Bu örnekler fazla ütopik gelebilir. Peki o zaman aynı kaynaktan nasıl olur da bu kadar mezhep çıkarın da bir açıklamasını yapabilmeliler.
      4)Bu kişilerin, yıllar sonra aynı topluma döndüklerinde siz bu kişilerin İslami anlayışını hoş karlar mıydınız? Bu kişilerin varsayalım, kendi anlayışlarında kişilerle olarak çoağalmasını ister miydiniz? Demek ki sizin için bir tehdit oluştururdu.

      Sil
    8. (Devam)

      Sonuç: Dini kültürün baskın olduğu bir ortamda bireyin Tanrısı ile arasına hiç kimsenin girmemesi pek mümkün görünmüyor. Peki, kişi ile Tanrısı arasına hiç kimsenin girmediği bir yaşam hiç mi olmaz. Elbette ki olur. Ve bir çok yerde vardır da. Ancak bu kişiler, kendi inançlarını çevresine yaymaya çalışmadığı, bu konudaki kendi fikirlerini başkasına empoze etmediği yani bir tehdit olarak görülmedi zamanlar kimse kimseye karışmaz. Tabii ki burada da, kimse kimseye karışmadığı için, o inanca ait bilgiler fazlaca derlenip toparlanmadığı için (disipline dilerek, bir öğreti haline gelemeyeceği ve devamlı tekrarlanmadığı için (Kuranın okunarak tekrarlanması gibi) dedenin bildiği dini bir bilgi, torununa değişerek geçecektir. Ve böyle bir durumdaki dini bilgiler sekülerize olmaya daha fazla açık olacaktır. Sayın Cem, buraya kadar beni bıkmadan okuduysanız, sabrınızı kutlarım.

      Saygılarımla.

      Sil
    9. Sayın Erol, yorumlarınızı ilgiyle okudum, sizin gibi bir entelektüelin yazdıkları benim için değerlidir. Bilgi ve kültür benim için hayattaki her şeydir. Bilgili ve kültürlü insanların sözleri de asla yabana atılamaz.
      Gelelim konumuza: Ben insanın tanrısıyla arasına kimsenin girmemesi konusunda yazarken tabi ki bunları kastetmemiştim. O açıdan bakacak olursak; semavi (göksel) olan veya olmayan her dinin bir kurucusu vardır. Semavi dinlerde bu kurucu peygamber (haber getiren) diye adlandırılır ve insanlara bir dini tebliğ etmekle görevlendirilmiş olduğuna inanılır. Onan inanan insanlar da o dini mecburen onun anlattığı gibi öğrenirler. Dolayısıyla, işin daha en başında kişiyle tanrısı (varsa öyle bir tanrı) arasına zaten biri girmiş oluyor. Sonra da bu bir gelenek şekline dönüşüyor ve daima dinin açıklayıcıları (müfessirler/yorumcular), yeni bir yol veya çığır açanlar (mezhep imamları), yeni bir ibadet ve zikir şekli geliştirenler (cemaat ve tarikat şeyleri/tasavvuf anlayışında öne çıkanlar) olarak bir dizi aracı çıkıyor karşımıza. Benim kastettiğim karışmama konusuysa biraz farklı. Tabi ki din var olduğu sürece, birileri mutlaka o dini insanlara aşılamaya çalışacaklar, tanrıyla kul arasında aracılık yapacaklar, kendi din anlayışlarına göre müritler/inananlar yetiştirmek için gayret gösterecekler. Fakat benim hayal ettiğim toplum/din modelinde, bu aracıların pek bir hükmü kalmayacak. Yani insanlar dine eksik gedik de olsa inanmaya devam edecekler fakat din adamlarını pek de o kadar takmayacaklar. Tıpkı dinsel reform sonrası Avrupa gibi... Bugün Avrupa'da insanların büyük bir çoğunluğunun din adamlarına pek itibar ettiğini sanmıyorum. Biz de o seviyeye gelebiliriz belki diye umuyorum. Bir çocuğa 10 yaşına kadar tanrı kavramından bahsetmeme konusunda yazdıklarınızla ilgili bir şeyler belirtmek isterim izninizle. Hepimizin bildiği gibi çocuklar çok meraklıdır. Akıllarına takılan her şeyi merak ederler. Tam olarak hangi yaşlarda olduğunu bilemiyorum ama merak edip sorgulama evresine geldikleri an, kendilerinin nasıl var olduğunu merak edip sorduklarını tahmin ediyorum. Somut düşünme çağında "Ben nasıl var oldum?" sorusunu, soyut düşünme çağına gelince, "Ben bu hayata nereden geldim?" sorusu takip ediyor. Dolayısıyla 10 yaşına kadar bu aşamalarda çocuğa bir açıklama yapmak gerekir diye düşünüyorum. Yani bu alandaki soruları karşılıksız bırakılamaz. Toplumdaki genel inanış/din/kültür her ne ise, ona göre bir yanıt verilir çocuğun sorularına. Çocuğun, o yanıtların doğru ya da yanlış olduğunu irdeleyeceğini sanmıyorum. Çünkü kendisine söylenen hemen her şeye inanma eğilimi vardır o yaşlarda.

      Sil
    10. (Devam)
      Çocuğa o yaşlarda verilen kalıp inanış ve düşünme biçimleri onun zihninde de birtakım değişikliklere uğrayarak hayatı boyunca onu etkiler. Yaşadığı olaylara, deneyimlere, sahip olduğu inanç ve dinsel birikimlere göre anlam yükler, açıklama getirir. Hayattaki pek çok seçimini o inanç perspektifinde yapar.
      Kişisel olarak benim ütopyam, dinsiz ama ahlaklı bir insanlık... Fakat gerçekçi olmak gerekirse, bunun daha çok uzun bir zaman ütopya olarak kalacağını söyleyebiliriz. Bunun nedeni de insanların büyük çoğunluğunu, bu dünyadaki yaşamın tatmin etmemesi...Bu durum da doğal olarak daima bir öbür dünya özlemine yol açıyor. Bu hayatta sahip olamadığı her şeye orada sahip olmayı umuyor. Böyle insanlara bir öbür dünyanın/ölüm sonrası hayatın/cennetin var olmayabileceğini, eldeki verilere göre var olmamasının var olmasından daha mantıklı ve gerçekçi olduğunu anlatmayı denediğinizde dehşete düşüyorlar. Zaten dünyada istedikleri gibi bir hayat yaşayamıyorlar, pek çok şeyden mahrum kalmışlar; tek tesellileri, öldükten sonra gidecekleri ve sonsuza kadar diledikleri gibi yaşayıp mutlu olacakları bir cennet... Buna en çok inananlar, her toplumda en fakir insanlardır. Ve gelişmemiş ülkelerde bunlar çoğunluktadır. Yaşam standartları yükseldikçe, gelir arttıkça, dinsel inanışın şiddeti azalır. Çünkü ötelerde bir yerlerde bir cennet beklemeyi bırakıp, bu dünyayı kendisi için cennete çevirme olanaklarına sahip olmaya başlamıştır artık. Bu hiyerarşide en tepede olanlar, yaşam standartları en yüksek olan en zenginler, küçücük bir azınlıktırlar ve onların dini ve tanrısı yoktur. Ya da belki şöyle diyebiliriz: Dünyadaki tüm zenginler (Arap kralları ve petrol zengini şeyler/emirler de dahil olmak üzere) aynı tanrıya ve dine inanırlar. Paraya ve kapitalizme... Kimi müslüman görünür, kimi hristiyan, kimi yahudi, kimi hindu, kimi budist...Ama emin olun, o zenginler o sözde sahip oldukları dinleri ve vaat edilen cennetleri zerre kadar takmazlar. Onların önemsedikleri tek şey, sayılamayacak kadar çok parayla yaratabildikleri dünyevî cennettir.

      Sil
    11. (Devam)
      Kapitalizmi en çok besleyen damar da dindir. Fakir çoğunluklar; öbür dünyada bir cennete inanmaya devam ettikçe, bu dünya, zengin ve mutlu azınlıkların cenneti olacaktır. Fakat ne var ki, o fakir azınlıkları bu konuda uyarmak, uyandırmak pek mümkün görünmemektedir. Çünkü kapitalizm de, kendini besleyen en önemli damarı, dini beslemektedir. Yani aslında dinsiz olan o zengin ve mutlu azınlıklar, kendileri için yarattıkları dünyevî cenneti korumak için, din adamlarını beslerler, dinsizliği topluma bir zehir gibi gösterirler. Çünkü bir dinsiz, bir zenginin, Allah'ın lütfuyla zengin olmadığının bilincindedir. Onların ve ve besledikleri din adamlarının palavralarına inanmaz. Onların o küçük cennetlerinde mutlu mesut yaşamaları için din/vatan/millet/cihat/Allah vs. gibi aldatmacalarla savaşmaya ve ölmeye gitmez. Bu nedenle, o zengin ve mutlu azınlıklar, dinsizlere karşı savaş açarlar ve onları toplum düşmanı gibi gösterirler. Onları ahlaksızlıkla, sapıklıkla, hatta ensest ilişki peşinde olmakla suçlarlar. Bu aşamadan sonra o dinsizler öldürüldüğünde, toplum sevinç çığlıkları atar. Dehşet verici bir tiyatrodur bu. Yunan trajedilerinde bile böyle bir trajedi yoktur.

      Sil
    12. Çok dağınık bir anlatım oldu sanki, esas konudan uzaklaştık mı bilemiyorum ama, aklıma ne gelirse yazıyorum işte. Çünkü bu düşünceleri insanlarla yüz yüze rahatça konuşmak halen pek mümkün değil. Ancak böyle bir ortamda (internette) yazarak paylaşabiliyorum.
      Sayın Erol, sonuçta yakın bir gelecekte dinsiz bir insanlık bizler için biraz hayal gibi... Ama en azından, dinin topluma olan tahakkümünü en düşük düzeye indirmek mümkün olabilir. Bu da tabi ki zorla değil, konuşup tartışarak, bilgiyi çoğaltıp yayarak mümkün olabilir. Toplumdaki dindarlarla dinsizler bu konuları yüz yüze rahatça konuşup tartışabilecek seviyeye geldiklerinde artık korkulacak pek bir şey kalmamıştır diye düşünüyorum.
      Richard Dawkins'e bir programda dindar gençler dinle ilgili çeşitli sorular soruyorlardı. Bir genç: "Dinsizlik yayılırsa toplum ahlaksız olur. Bu konuda ne dersiniz?" diye sormuştu. Dawkins de: "İçinde yaşayacağımız toplumun ahlakını kendimiz belirleyemez miyiz? Ben emredilmiş ve dayatılmış bir ahlaka inanmıyorum. Ben hepimizin konuşup tartışarak oluşturacağı, akıl ve bilime uygun olan ahlaka inanıyorum." demişti.
      Saygılarımla...

      Sil
    13. Sayın Cem,

      Düşüncelerinize aynısıyla katılıyorum. Yazınızın sonlarına doğru konudan uzaklaşıp uzaklaşmadığınızı bilemediğinizi ifade etmişsiniz. Değil uzaklaşmak, aslında benim kendi yorumlarımda anlatmaya çalıştığım bir detayın, tabanını oluşturan bir toplum veya toplumların profilini çıkartarak, nedenlerini, ortaya koymuşsunuz. Benim yazdıklarım, sizin daha evvelki yazdıklarınızın bir eleştirisi değil, yazdıklarınızın arasındaki bir kavramın, bende uyandırdığı bir düşüncenin kendi anlayış biçimime göre bir yorumudur. Benim düşüncem, eskiden de duyduğum ve bir kişi ile Tanrısı arasına girmemenin hangi şartlarda ne derece mümkün olup olmadığını kendime göre yorumlamaktı. Yazdıklarınızı okuyarak şimdi tekrar düşünüyorum ki, insanların kendisini güvende hissetmemesinin nedeni olarak başkalarını düşüncelerini, kendi çıkarlarımız doğrultusunda yönetmeye çalışıyoruz. Bunun da nedenleri arasında, sizin de dediğiniz gibi, ekonomik nedenler, sahip olduğumuz bilginin evrensel geçerliliği ve başka nedenler. Zaten siz, en etkin kavramları sıralamışsınız.

      Düşünceleriz için tekrar teşekkür ederim.

      Saygılarımla.

      Sil