Beynimiz ve Biz: Beyin Görüntüleme / fMRI

52 Yorum

Bu seferki konumuz; beyin görüntüleme ve bunun için kullanılan cihazlardan biri, Fonksiyonel (işlevsel) Manyetik Rezonans Görüntüleme veya kısa yazılışı ile fMRI (Functional Magnetic Resonance Imaging).

fMRI, beyin görüntülemede kullanılan diğer cihazlara göre en zararsız olanıdır. Şu ana kadar canlılar üzerinde zarar verici bir etkisinin olduğu rapor edilmemiştir. Çünkü, röntgen veya benzeri bir radyasyon yaymaz. Hatta hamileler üzerinde bile zararlı bir etkisi görülmemiştir. Ancak yine de, organ gelişiminin gerçekleştiği ilk üç ay içinde, hamilenin fMRI çekimi önerilmez. Tabii ki, fMRI, manyetik alan yaratarak çalışan bir sistem olduğu için, kalp pili taşıyanlar için tehlikelidir. Benzer şekilde, vücudunda metal protezi olan, hatta ateşli silahla yaralanıp, vücudunda metal kalıntısı olanlar için de fMRI çekimi önerilmez.

fMRI, beyin görüntüleme teknikleri içinde giderek yoğun bir şekilde kullanılan bir sistemdir. Bu amaçla, sinirbilim (nöroloji), psikofizyoloji, bilişsel psikoloji ve benzeri dallarda kullanılmaktadır. Hatta, beynin çalışması hakkında elde edilen bilgilerin neredeyse büyük bir çoğunluğu fMRI tarafından elde edilmiştir. Bu açıdan düşünüldüğünde, beynin çalışma mekanizmasını anlamak için, beyni açıp elektrot yerleştirme veya hayvanlarda, beynin sağlam kısmını bozarak (lezyon) beynin hangi faaliyetlerinin ortadan kalktığını görmek için yapılan işlemleri de azaltmıştır. (Beyin için inceleme yapılacak konunun içeriğine göre her alanda fMRI cihazının kullanılabildiğini söyleyemeyiz.)

Bu yazımızda, beyin görüntüleme konusunu seçmemizin nedeni, daha evvelki yazılarımızda olduğu gibi bundan sonraki yazılarımızda da adını sıkça kullanacağımız bu sistemin (fMRI), beyin faaliyetlerini nasıl görüntülediğini anlatmanın yararlı olacağını düşünmemizdir. Böylece, okurumuzun, beyinle ilgili diğer yazıları okurken, bu sistemin çalışması ile ilgili olarak, makalelerin içinde fMRI için yapılan kısa tanımlamalar yerine, bu makale ile, biraz daha detaylı bilgi sahibi olarak diğer makalelere anlam katmasını istedik.

KISA BİR GİRİŞ
Söz gelimi, bir şey düşündüğümüzde, bir resme baktığımızda, sevindiğimizde, korktuğumuzda elbette ki beynimizin bir faaliyet içinde olduğunu biliriz. Peki bu faaliyetlerin, beynimizin neresinde olduğunu, ne kadar sürdüğünü ve başkaca bilgileri fMRI cihazı vasıtasıyla nasıl anlıyoruz?

Aslında bu konudaki temel prensip çok basit. fMRI cihazının çok yüksek yoğunluklu manyetik alan yarattığını ve bunu yaydığını biliyoruz. Diğer taraftan, beynimizde bir aktivasyon (düşünce, üzüntü, sevinç, korku, bir resme bakmak, müzik dinlemek vb.) meydana geldiğinde, beynin ilgili kısmı bu faaliyetleri yapabilmek için “yakıt” a ihtiyaç duyar. Bu yakıtlardan önemli biri de bildiğimiz oksijendir. Beynimizde, düşüncelerimizi sağlayan sinir hücreleri olduğu gibi, sinir hücrelerinin beslenmesini ve dolayısıyla canlı kalmasında yardımcı olan kılcal kan damarları vardır. İşte, oksijen, kırmızı kan hücrelerine tutunmuş bir durumda, kılcal damarlar vasıtasıyla, kullanılması için, aktivasyon halinde olan sinir hücrelerine ulaşır.

Şimdi, fMRI tarafından yapılan görüntülemenin nasıl sağlandığını açıklayalım. Beynimizde bir aktivasyon olduğunda, aktivasyon olan yere kılcal damarlar vasıtasıyla kan akımı fazlalaşır. Dikkat edilirse, beyindeki aktivasyon ile beraber, bu bölgeye kan akımı “başlar” değil, “artar” kelimelerini kulandık. Bunun sebebi, açıktır ki, beynin o kısmı (nöronlar), aktivasyon olmasa da bir başka deyişle istirahat halinde olsa bile, sinir hücrelerinin canlı kalabilmesi için beslenmeye, yani oksijene ihtiyaç duymasıdır. Soldaki resimde, nöronların, dinlenme halinde de oksijen aldıkları görülmektedir.

İşte bütün olay, kırmızı kan hücrelerinin kendisine bağlı oksijeni, kullanması için sinir hücrelerine vermesi ile başlar. Çünkü fMRI cihazının içinde bulunan kişi ve dolayısıyla beyni, fMRI cihazı tarafından oluşturulan ve yayılan kuvvetli bir manyetik alan etkisi altında kalır. fMRI cihazından yayılan manyetik alan, oksijen taşıyan kırmızı hücrelere başka değerde, oksijen yükünü sinir hücrelerine bırakıp da oksijensiz kalan kırmızı hücrelere başka değerde etkir. İşte bu fark, fMRI tarafından elde edilen, beyin görüntülerine parlak bir leke olarak yansır. Dolayısıyla, beyin görüntülerindeki bu leke gibi parlaklıklar, beynin o kısmında bir aktivasyon olduğunu gösterir.

fMRI CİHAZINA AİT MANYETİK ALANIN GÜCÜ (TESLA)
Her ne kadar yukarıda kısaca özetledik ise de, isterseniz şimdi, teknik olmayacak kadar biraz detaylardan bahsedelim.

Biliyoruz ki, Dünya’nın manyetik bir alanı vardır. Bunun en basit ispatını, elimizdeki basit bir pusula iğnesinin kuzey güney doğrultusunda sapmasından anlayabiliyoruz. Şöyle soralım, mademki, fMRI olarak isimlendirilen bu cihazların manyetik alanlarının olduğunu ve bunların da çok güçlü olduğunu söylüyoruz, peki, bu manyetik alanın gücü ne kadardır? fMRI’ların manyetik alanlarının güçleri, Tesla olarak isimlendirilen birimle ölçülür. Bir fMRI’nın manyetik alan gücü olarak; 1 veya 1,5 veya 2 ve giderek 2,5-3.gibi sayısal değerler kullanılır. Örnek olarak, 'herhangi bir fMRI cihazının manyetik alan gücü 1 Tesla'dır' deyince ne anlamalıyız? Bu durumda tekrar elimizdeki basit pusulaya dönelim. Dünya’nın manyetik alanının gücü yaklaşık yarım (0,5) Gauss kadardır. (Bu değer, Dünya’da bulunduğumuz enlem derecesine göre değişir. Sözgelimi 50 derece paralelde 0,58 Gauss, 0 derece enlemde yani ekvatorda 0,31 Gauss’tur.)

İşte, elimizdeki pusulanın iğnesini Kuzey-Güney doğrultusunda yönlendiren bu güç, Dünya’nın manyetik alanıdır. Diğer taraftan 1 Tesla, onbin Gauss’a eşittir. (1 Tesla=10.000 Gauss). Eğer, hesap kitapla uğraşmak istemiyorsanız ve daha kolay bir anlatımla ifade edilmesi isteniyorsa, bu şu anlama gelmektedir. Bir fMRI cihazının manyetik alan gücünün 1 Tesla olduğunu söylüyor olmakla, bu gücün, yani fMRI cihazının manyetik alanının, Dünya’nın manyetik alanının 20 bin (20.000) katı bir manyetik alan gücüne sahip olduğunu ifade ediyoruz demektir. Benzer şekilde, bir fMRI’nın 1,5 Tesla manyetik alan gücüne sahip olması demek, Dünya’nın manyetik alanının 30 bin katı, cihazın 2 Tesla değerinde manyetik alan gücüne sahip olması demekle de 40 bin katı bir manyetik alan gücüne sahip olduğunu söylüyoruz demektir. Kaldı ki, böyle bir ortamdaki bir pusula iğnesinin, fMRI cihazının oluşturduğu manyetik alan doğrultusunda yönlendiğini hayal edersek, pusula iğnesini yönlendiği doğrultudan, parmağımızın kuvveti ile saptıramayacağımızı ve dolayısıyla, manyetik alanının gücünü daha iyi anlarız.

fMRI CİHAZININ DUYARLILIĞI
fMRI cihazlarının duyarlıkları, sahip oldukları manyetik alan gücüne diğer bir deyişle Tesla değerlerine göre değişiklik göstermektedir. fMRI cihazlarının Tesla değerleri arttıkça, cihazın duyarlığı (hassasiyeti) de artmaktadır. Peki, duyarlık derken neyi kastediyoruz? Bir fMRI’ın Tesla değeri arttıkça, aynı alan içinden daha fazla manyetik alan geçeceğinden, incelenecek alan daha fazla ayrıntılı olarak incelenebilir demektir. Söz gelimi, 1 Teslalık manyetik alan üreten bir fMRI cihazı ile, beynimizde, kenarları 2 milimetreden oluşan küp şeklindeki bir hacimde bulunan sinir hücrelerinde olabilecek aktivasyonu inceleyebiliriz demektir. Artan Tesla değerine göre de, kenarları 1 mm olan (1 milimetreküp) hacim içindeki sinir hücrelerinin aktivasyonlarını incelemek mümkün olur.

fMRI cihazlarının bir başka duyarlılığı ise zamandır. fMRI deneylerinde beyin kabuğunda (serebral) çalışmalar yapılırken, 1-6 saniye arasında yüzlerce görüntü çekilir. Cihazın Tesla değeri arttıkça, aynı zaman aralığında çekilen görüntü sayısı daha da arttığı için, beyindeki aktivasyonları an be an daha iyi yakalayabilme ve dolayısıyla inceleme imkânı doğacaktır.

NÖRONLARDAN ELDE EDİLEN SİNYAL VERİLERİ NASIL İŞLENİYOR?
Öncelikle şunu söyleyelim ki, beyin kabuğunda 1 milimetre küplük hacimde 100.000 den fazla nöron vardır. Bu kadar küçük bir hacimde bile bu sayıdaki nöron, birbirleri ile 1 milyara yakın bağlantı (sinaps) oluştururlar. Bu anlamda, şimdiki teknoloji ile fMRI, her bir nöronun tek tek faaliyetindeki değişikliği gösteremez.

Dışarıdan gelen bir uyaran (bir resme bakmak) veya bir şey düşünmek gibi durumlarda, beynimizdeki bazı nöronlar az çalışırken bazısı fazla çalışır. Hatta, fMRI ile incelemeye çalıştığımız hacim içinde, dışarıdan bir uyarana karşı herhangi bir nöron aktive olurken (söz gelimi, bir resme bakarken), bazısı, bu görme aktivasyonunu engellemeye/durdurmaya yönelik olarak da çalışabilir.

Dolayısıyla fMRI cihazı ile, hangi nöronun ne tür bir tepki verdiği anlaşılamaz. Ve yine fMRI ile çalışma anında, nöronların aktivasyonu öyle bir zamana denk gelir ki, fMRI ile görüntü alındığı anda nöron bir aktivasyon göstermezken, fMRI cihazının görüntü almadığı zamanda nöron aktive olmuş olabilir. Bir başka deyişle, fMRI cihazının arka arkaya çektiği görüntülerden bazılarına, o nöron grubunun aktive oldukları zaman (an) denk gelmemiş ve dolayısıyla görüntülere yansımamış olabilir. Bu nedenlerden dolayı, belli zaman aralığında çekilen görüntüler tek tek ele alınarak işlenmek yerine bu görüntülere ait değerlerin ortalamaları alınarak tek bir görüntü elde edilir. Şu halde fMRI ile çekildiğini düşündüğümüz tek bir görüntü, aslında yüzlerce görüntünün ortalamasıdır. (Resimdeki dokuz görüntünün her biri, yüzlerce görüntünün ortalamasından elde edilmiştir.)

Nöron faaliyetleri, ekranda veya film üzerinde parlak nokta veya lekeler olarak elde edilir. Bazen, bu lekeleri (nöron aktivasyonlarını) daha iyi ayırt edebilmek içini fMRI cihazının bilgisayar yazılımı bu kısımları yapay olarak renklendirir. Bir başka deyişle, zaman zaman bazı görüntülerde rastladığımız bu renklilik, yapaydır.

Beynin belli yerindeki nöronların aktivasyona ait fMRI görüntülerindeki parlaklıklara bakarak, görüntü alındığı anda, hangi nöronların aktive olduğunu söyleyemiyoruz. Bunu, şu şekilde benzetme ile açıklamaya çalışalım. Varsayalım ki bir odada 20 çocuk bulunmaktadır. (1 milimetreküpte 100 bin nöron olduğunu hatırlayalım). Eğer odadan bir uğultu yükselmeye başladığını duyarsak, bu uğultunun, hangi çocukların bağırmasından oluştuğunu bilemeyiz. Bildiğimiz bir şey varsa, odadaki 20 çocuktan bazılarının sesini yükselterek bir uğultu oluştuğudur. İşte bunun gibi, fMRI cihazına ait hassasiyetin, şimdiki teknoloji ile tam yeterli olmaması nedeniyle söz gelimi 1 milimetreküpteki 100 bin nörondan hangilerinin aktive olduğunu söyleyemiyoruz.

Bu arada, fMRI’nın hassasiyetine bağlı olarak, incelenebilen en küçük hacim parçasına Voksel adı verilir.

BOLD NEDİR?
Bu konuya girmeden evvel bir karışıklığı önlemek için kısa bir açıklama yapalım. Bu yazımızda iki adet manyetik alandan bahsediyoruz. Bunlardan biri, fMRI cihazı tarafından oluşturulan manyetik alan. Diğeri ise, fMRI cihazının oluşturduğu manyetik alanın etkisiyle, oksijen taşıyan kırmızı kan hücrelerinin atomlarının etkilenerek oluşan manyetik alandır. Dolayısıyla, bizim yazımıza konu olan, oksijen taşıyan veya taşımayan kırmızı kan hücrelerinden elde edilen manyetik alanların fMRI tarafından işlenen görüntüleridir.

Yazının başında, fMRI cihazı tarafından belirlenen manyetik alanın, aslında sinir hücrelerindeki aktivasyona bağlı olarak, o bölgeye kan akımının olması ve kan içinde bulunan kırmızı kan hücrelerindeki oksijenin, sinir hücrelerinin kullanması için tüketilmesiyle yani kırmızı kan hücresinin oksijensiz kalmasıyla ortaya çıkan fark tarafından yaratıldığını yazmıştık. Şimdi bu olayı kısaca tekrar edelim ve BOLD olarak isimlendirilen yeni bir kavramı konumuza katalım.

Oksijen, kırmızı kan hücrelerinde bulunan hemoglobin adı verilen proteinlerine bağlı olarak taşınır. Oksijenin hemoglobine bağlanması durumuna oksihemoglobin adı verilir. Eğer, kırmızı kan hücresinde bulunan oksijen bağlı hemoglobin, sinir hücresinin kullanması için oksijen yükünü atarsa bu durumda da deoksihemoglobin yani oksijensiz hemoglobin oluşur. Zaten, oksijenli ve oksijensiz durum arasındaki farkın da manyetik alanı yarattığını biliyoruz.

Şu halde tekrar edecek olursak, beyindeki sinir hücrelerinde bir aktivasyon olduğunda, yakında bulunan kılcal damarlardaki kırmızı kan hücrelerinin üzerindeki hemoglobinlere bağlı oksijenler sinir hücrelerinin kullanımı için serbest bırakılmaktadır. Şimdi de kendimize şu soruları soralım. Aktive olmayan sinir hücreleri oksijen tüketmezler mi? Vereceğimiz yanıt “tüketirler” olacaktır. Çünkü, bu sinir hücreleri, o an aktive olmasalar bile, “hayatta kalabilmek, canlılığını devam ettirebilmek” için oksijene ihtiyaç duyarlar. Diğer bir soru da şöyle olabilir: Aktive olan sinir hücreleri aynı miktar mı oksijen tüketir? Bunun da yanıtı “hayır”dır. Diğer bir deyişle, sinir hücrelerinin aktivasyon derecesine göre tükettikleri oksijen miktarı da değişecektir. Eğer, yukarıda, sinir hücrelerinin aktive olduğu anda, kırmızı hücre üzerinden oksijenin alındığı temsili resme bir daha bakacak olursak, oksijene sahip ve sahip olmayan kırmızı kan hücrelerini aynı kılcal damar içinde görmek mümkündür. Dolayısıyla, aynı kılcal damar içinde oksijeni tüketilmiş kırmızı kan hücreleri ile hala oksijen taşıyan kırmızı kan hücreleri bir arada bulunurlar. Şu halde aynı kılcal damar içinde, oksijensiz olan kırmızı kan hücresi ne kadar fazla, oksijenli olan ne kadar az ise, o kılcal damardan beslenen sinir hücrelerinde o derece aktivasyon var demektir. Veya tam tersi düşünülebilir. Şu halde, oksijene sahip kırmızı kan hücrelerinin seviyesi (miktarı), sinir hücrelerinin aktivasyonuna bağlı olarak devamlı değişmektedir. İşte, kılcal damarlardaki oksijendeki seviye değişikliğine bağlı olarak sinyal üretildiği için buna BOLD (Blood-Oxygenation-Level-Dependent signal) açık ifadeyle, kan oksijen seviyesine bağlı sinyal adı verilir. Bu arada, oksijeni tüketilmiş kanın “venöz” olarak isimlendirildiğini ilave bir bilgi olarak aktaralım. Burada da tekrar edecek olursak, sinir hücrelerinin aktivasyonuna bağlı olarak, kılcal damarlardaki kırmızı kan hücrelerinin oksijen taşıyıp taşımaması arasındaki “fark”ın oluşturduğu manyetik alan, fMRI cihazları tarafından elde edilen görüntüleri oluşturmaktadır.

MANYETİK MEKANİZMANIN OLUŞUMU
Şu sorulabilir: Peki, fMRI cihazının kendisinde oluşturulan manyetik alan, gerek cihazdaki mıknatıslar ve gerekse elektrik tarafından oluşturulurken, kanın oksijenlenme seviyesine bağlı olarak kırmızı kan hücrelerindeki manyetik alan nasıl oluşuyor?

Bilindiği üzere, madde atomlardan meydana gelir. Atomların da merkezinde çekirdeği vardır. Nasıl ki Dünya’nın bir manyetik alanı ve bu alanın da bir yönü (kuzey-güney) varsa (yukarıda, Dünya’nın manyetik alanının gösterildiği resim), atom çekirdeklerinin de manyetik alanları ve bu alanlarının yönü vardır. Normalde, birçok atomu yan yana birer bilye gibi düşünürsek, bunların manyetik alanlarının yönelimleri rastgeledir. Ve bir çubuk mıknatısın manyetik alanına konan pusulalara ait iğnelerin doğrultuları nasıl ki bu mıknatısın manyetik alanın doğrultusuna bağlı olarak yönelirse, kırmızı kan hücreleri, üzerlerindeki hemoglobin de atomlardan oluştuğu ve oksijenin de bizzat kendisi atom olduğu için, kuvvetli manyetik alan yayan fMRI cihazının manyetik alanı, sayılan bu oluşumlara ait ve rastgele yönelmiş olan atomların çekirdeklerine ait manyetik alan doğrultularını, aynı doğrultuya sokar. İşte, atom çekirdeklerinin manyetik alanları fMRI cihazının etkisiyle aynı doğrultuya girerken, her bir atom çekirdeğinden sinyal çıkar. Birçok atom çekirdeğinden çıkan bu sinyaller birbirleri üzerine toplanarak, yine fMRI tarafından algılanan daha güçlü bir sinyal haline gelir. fMRI cihazının manyetik alanı diğer bir ifade ile Tesla değeri ne kadar yüksek olursa, atom çekirdeklerinin manyetik alanlarının yönlenmesi de o derece kuvvetli olur ve atom çekirdeklerinin gönderdiği sinyaller de o kadar artar ve güçlenir. İşte, atom çekirdeklerinden yayılan bu sinyallerin toplamı, ne kadar güçlü ise, beynin o kısmındaki aktivasyonun yüksek olduğu anlaşılır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken konu şudur ki, yukarıda da ifade edildiği gibi bu sinyaller, aktivasyon içindeki sinir hücrelerinden çıkan sinyaller değildir. fMRI cihazı tarafından algılanan bu sinyaller, aslında, kırmızı kan hücrelerindeki hemoglobinin oksijenini tüketip tüketmemesine bağlı olarak çıkmaktadır. Şu halde, tekrarlayacak olursak, bizlerin, fMRI cihazları tarafından oluşturulan görüntülerdeki parlaklıklar, sinir hücrelerinin doğrudan bir aktivasyonu değil, sinir hücrelerinin ihtiyacı olan oksijenin, kırmızı kan hücrelerindeki hemoglobinden ayrılmasına bağlı olarak üretilen sinyaller vasıtasıyla yapılan bir ölçümdür. Daha da açık söylemek gerekirse, sinir hücrelerinde bir aktivasyonun olup olmadığı, kırmızı kan hücrelerinde bulunan hemoglobindeki oksijenin salınıp salınmamasına bağlı olarak yapılan dolaylı bir ölçümdür.

Özetlemek gerekirse fMRI cihazından yayılan manyetik alan, kılcal damarda bulanan ve oksijen bağlı kırmızı kan hücrelerinin seviyesine bağlı olarak, atomların çekirdeklerindeki manyetik alanların aynı doğrultuya gelmesi ile, atom çekirdeklerinden çıkan sinyallerin parlaklıklar halinde fMRI görüntüsü olarak edilmesidir. Tabii ki bu sinyaller ne kadar güçlü olursa, görüntülerdeki parlaklıklar da o derece fazla olacaktır. İşte bu, makalenin konusudur. Ve artık biliyoruz ki, bu görüntüler, beyindeki sinir faaliyetlerinin dolaylı görüntüleridir.

fMRI CİHAZININ ZAYIF TARAFLARI
fMRI cihazının beyni daha iyi tanımamızda büyük faydası yanında, hala teknolojik yetersizlikleri de bulunmaktadır.

Söz gelimi, beynin ilgili bölgesi bir uyaran karşısında aktive olduğunda, aktive olan yere, oksijen taşıyan kanın hücumu hemen olmamaktadır. Ayrıca, oksijen taşıyan kan hücrelerinin oksijeni, sinir hücrelerine geçirmeleri ve dolayısıyla kırmızı kan hücrelerinin oksijensiz kalmalarından doğan farkın yarattığı manyetik sinyallerin fMRI cihazına ulaşması 5-6 saniye kadar gecikmektedir. Dolayısıyla ölçülen aktivitenin net olarak hangi zaman aralığındaki uyarıma verilmiş tepki olduğunu söyleyebilmek pek mümkün olmamaktadır. Yine yukarıda da ifade edildiği gibi, Bu durumda, BOLD sinyallerinin sinirsel aktivite artışına mı bastırılmışlığına mı işaret ettiği şimdilik söyleyemiyoruz.

SON CÜMLELER
Yukarıda da ifade edildiği gibi bu makalenin amacı, Beynimiz ve Biz adlı yazı dizisinin önceki ve sonraki yazılarını daha anlaşılabilir kılmak ve sık sık referans olarak kullanmak içindir.

Makalede, evrenin maddesinden yapılmış bir araç olan fMRI ile, yine evrenin maddesinden yapılı bir sistemin (beynimiz) çalışmasından elde edilen manyetik farklılıkları (BOLD) inceledik. Ve şimdilik (!) beynimizde soyut ve fizik ötesi bir şey bulamadık. Acaba bir gün, beynimizi araştırırken, ruh gibi evren ötesi (!) bir şeye rastlar mıyız dersiniz?

Erol

Kaynaklar:

52 yorum:

  1. Ses görüntüleme yapılmadı değilmi henüz?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sayın Adsız ,
      Ses görüntüleme ifadenizle sorunuzu tam olarak anlayamadım. Ses kullanılarak beyin görüntüleme ve bu goruntulemenin hangi fonksiyonel özelliklerin tedavi veya araştırma için kullanıldığına dair bir teknoloji varsa da ben o bilgiye sahip değilim
      İlginiz için teşekkür ederim.

      Sil
    2. Erol Bey,
      Bunu nerede sorayım diye baktım ama uygun bir yer bulamadım.
      Müziğin zihinsel ve evrimsel gelişimi hakkındaki fikriniz nedir?
      Selamlar...

      Sil
    3. Ses dedim ya, bildiğimiz ses. Hani kulaktan duyulunca anlaşılıyor ama, görüntüsü yok ya o. Hani bir zamanlar çok tartıştığımız ses. Sesi duyuyorsun ama görebiliyormusun falan, Allah'a giden tartışmalar. Gerek beyin içinde gerek dışında görüntüsü. Acıyı görüntüleme mesela yada.

      Sil
    4. Merhabalar Sayın Kölge,

      Benim kanaatim o ki, soracağınız bir sorunuzu veya belirteceğiniz bir düşüncenizi, kendinize kısıt getirmeden istediğiniz yerde sorunuz veya iletiniz lütfen. Sizin bir düşünceniz, benim ufkumu genişletirken, sorduğunuz soruya cevap bulmasam da sorduğunuz soru benim için yeni düşünce kanalları açacaktır.

      Evrime dair ve insana has gibi görünen sizin sorduğunuz özellikli sorularda, genelde yaptığım şey, muhakemeyi olabildiğince insan faktörü üzerinden uzaklaştırmaktır. Çünkü, insana özgü gibi görünen evrime ait konuları sadece insan üzerinden uyarlayarak yapmak, insanı merkeze koyan ve insan olmanın kibrini de katarak konuya temel oluşturacak detayları kaçırıyormuşuz gibi geliyor bana.
      Aşağıdaki düşüncelerin benim kanaatim olduğunu ve dolayısıyla eleştiriye açık olduğunu ve yazıdan çıkabilecek her soruya karşılık veremeyeceğimi peşinen söylemekte yarar var.
      Doğadaki hemen her ses, gök gürültüsü de dahil olmak üzere, ama kulağa hoş gelsin ama gelmesin bir notaya bağlanabilir. Ve nasıl ki, evrim sürecinde, yeni bir bireyin, türün veya sınıfa dahil olacak farklılaşmalar; biyolojik, fizyolojik kimyasal ve fiziksel etkiler altında birer oluşumsa, aslında dediğiniz gibi müzik yani müziğin kökeni olan ses dalgaları da fizik yasaları çerçevesinde, doğadaki bireyleri evrimsel olarak şu veya şu şekilde etkilemiş olmalı. Nasıl ki, ışığın, giderek etkimesi altında gözün oluşumundan bahsedilebiliyorsa, ses ve bunun harmonik düzenlenmesi müzik de insan evriminde yer almış olmalıdır.

      Bir anne, çocuğunu uyuturken söylediği ninni çocuğu rahatlatıyor ve endorfin salgılattırıyor ve çocuğu uyku moduna getiriyorsa, zihnin buna uygun bir yapısı çok eskilerden gelmiş olmalı. Elbette ki, ninninin kültürel farklılığını göz ardı etmiyorum. Keza, yapılan araştırmalardan bilinen, yine bir anne, onca bebeğin bulunduğu bir odada ve bir çok bebeğin ağladığı bir ortamda kendi çocuğunun sesini tanıyabiliyorsa, bu annenin, sadece çocuğunu sevdiği için değil, çocuğunun sesinden tanıyarak çocuğunu koruması ve türünün devamında önemli olmuş olmalı.

      Sil
    5. (Sayfa 2)

      Şu anda araştırmacının adını hatırlamadığım, iletişim ve ikna gibi seminerlerde kullanılan bir istatistik vardır. İnsanların iletişimindeki faktörlerin temel dağılımı olarak % 60 beden dili, % 30 ses tonu, % 10 kadar da günlük dilde kullandığımız kelimeler olduğu anlatılır. Her ne kadar oranlar konusunda bu kadar kesin konuşamasak da, iletişimdeki beden dilinin önce, arkasından ses tonu gelmesi son derce makuldür. İnsanların (o zamanki fizyolojilerine göre nasıl isimlendiriliyorsa) henüz konuşamadığı ve ifadelerini kelimelere dökemediği bir zamanda, vücut dili, mimikler ile kızgınlığını, sevincini, üzüntüsünü anlatırken bu vücut dili ve mimiklere uygun ses tonalitesinin olduğunu söyleyebiliriz. Hatta üzüntülerini ses olarak belirttikleri bir zamanda bile aslında bir anlamda notaya dökülebilecek sesler çıkarttıklarını, yine sevinçlerini de benzer ses formları ile birbirlerine geçirerek, kendileri ve varsa çevreleri ile ilgili mesajları aktarmış olmalılar.

      Yeri geldiğinde bu ses tonlaması, çevreden gelen bir tehlikeyi gruba haber vermede haykırışlar, yeri geldiğinde bir su kaynağı bulduklarındaki sevinçlerini de belli ses formları ile birbirlerine aktarmış oldukları hayal edebiliriz. Bugün bile belgesellerde, saldırıya uğrayan şempanzenin çığlıkları ya kendisinin acı çektiğini veya grubun diğer fertlerini tehlikeden haberdar ederken, yine halinden memnun olan bir yunusun kendine has melodik seslerini duyabiliyor, izleyebiliyoruz.

      Söz gelimi gök gürültüsü hemen tüm canlılarda bir korku unsurudur. Geniş katılımlı bir orkestrada vurmalı çalgıların aşağıdan başlayarak artan bir derecede kuvvetlenerek artan sesleri aslında birer notadır ve bizde adrenalin artımına neden olur. Vurmalı çalgılardaki artışla beraber bizde de bir heyecanlanma ve dolayısıyla bilincimiz dışında bir kalp atışındaki artış bize, aslında konserden zevk almamızdan çok yıllar evvel, bizi tehlikelerden haberdar etmek için zihnimizin bir düzenlenmesi olmalıdır. Çünkü biliyoruz ki korku ve benzer konularda beynimizin her iki tarafında ve “amigdala” olarak isimlendirilen sinir oluşumu, “ya savaş ya da kaç” anlamında türümüzün korunmasında çok önemli görev almıştır. Tabii ki bu oluşum sadece insanlara mahsus değil tüm memelilerde ve diğer türlerde de (hayvanlar alemi olarak sınırlandıracağım bu bilgimle, türlerin hepsinde amigdala olup olmadığını bilmiyorum) mevcuttur. Şu halde, bir türe ait bir ferdin çıkarttığı sese ait harmoni hem kendi durumunu hem de türün tehlikede olup olmadığı gibi unsurlarda rol oynamıştır. Bir gorilin göğsüne vurarak ve sesini de bu vücut diline katarak, koruduğu çevresindekileri bu çevreden uzaklaştırması, aslında karşı tarafın amigdalasına ya benimle savaş ya da gücün yetmezse kaç anlamındaki kuvvetli mesajdır.

      Sil
    6. (Sayfa 3)

      Kuşların, bir ormanda veya kendilerine konak olduğu yerdeki cıvıldamaları bile bir müzik ise, evrim süreci onları da korumak adına, birbirlerine çevrenin durumunu, şakıma çeşitlerindeki farklılığa göre haberdar eden bir mekanizma olarak geçirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
      Nasıl ki insanların yüz ifadeleri olarak bilinen beş temel duygu bildirimi olarak şaşkınlık, tiksinme, üzüntü, sevinç ve korku varsa ve hatta bu evrenselse (yani bu yüz ifadeleri kültüre göre değişmez) hangi kültürde olursak olalım, bir yeri incinen bir kedi de aynı ciyaklamanın oluşturduğu bir miyavlama ile ses çıkartıp ortamdan uzaklaşacaktır.
      Her sesin frekansı olduğuna göre bu bir şekilde bir notaya karşı gelecektir. Tabii ki, her ses bilinen bir notaya karşı gelecektir ifadesi tam doğru değildir. Söz gelimi, Türk musikisi olarak bahsedilen notaların bir kısmı batı müziği notalarında karşılığı yoktur. Diğer bir deyişle, Türk musikisindeki notalar daha zengindir. Onun içindir ki, batı müziğine göre dizayn edilmiş piyano ile Türk musikisinin eski şarkıları çalınamaz. Buradan şunu demek istiyorum, insanlar, kendi geçmişindeki coğrafya, gelenek görenek ve mevcut teknolojilerine (o andaki mevcut materyallerden neler bulabiliyorlarsa, hangi materyalleri işleyebildilerse) göre müzik üretmiş “nota” dedikleri kavramları hayatlarına dahil etmişlerdir. Söylemek istediğim, doğadaki her sesin karşılığı “bilinen” bir nota olmayabilir. Bunun anlamı, frekansı olan “kulağa uygun” (yaşam tarzlarını da katarak) her sesin bir nota olarak isimlendirilmesi insan aklının bir ürünüdür. Dolayısıyla duyduğumuz ama o zamana kadar karşılığı nota olarak kullanılmayan (mevcutlar yeterli ve birbirleriyle uyumlu olduğu için) bir işaret dahi doğadaki o sese (frekansa) bağlı olarak bir nota işareti kullanışlı olsun olmasın icat edilebilir. (Batıda olmayıp Türk musikisinde olduğu gibi)
      Görülüyor ki türün kendisini korumak için bir şekilde kullandığı bu sesler bir anlamda doğanın müziğini oluşturmuş olmalı. Nasıl ki, en azından insanlarda notalardaki hızlı geçişler böbrek üstü bezlerini çalıştırıyor, kalbimizi daha fazla çarptırıyorsa, bunun altında yatan bağlantı, seslerin duygularımızla ilişkili olmasıdır. Nasıl ki korku filmlerinde, artan müzikle beraber tedirgin oluyorsak aslında atalarımızdan gelen amigdala devreye girmiş demektir. Nasıl ki, coşkulu bir müzikte neşemiz yerinde ise aslında beynimizdeki birkaç merkezle beraber nucleus accumbens denen ödül ve keyif merkezimiz devreye girmiş, kandaki stres kimyasalı kortizol azalmış buna karşılık bizi mutlu kılan serotonin artmış ve bu coşkuda önemli yeri olan dopamin artmış demektir. (Müzikten onun için zevk alırız ve kendimizi huzurlu dolayısıyla emniyette hissetmemize neden olur)

      Sil
    7. (Sayfa 4)

      Keza, tavus kuşlarının veya başka türlerin belli harmonideki frekanslar çiftleşmek için dişilerin erkeklerini seçmede etkilidir. En azından, günlük hayatımızda, güvercinlerin melodik seslerini duymuşuzdur. Güvercinler dahi, birbirlerine sinirlendiklerindeki sesleri daha farklıdır.
      Müzik ilginç bir olaydır. Çünkü, hele bir de o kişi müziği icra eden bir kişi ise müziğe konsantre olduğu için, beynimizin ön lobu, duygularla ilişkilendirildiği için yan loblar (temporal loblar) ve limbik sistem (duygularımızın merkezi olan ilkel beyin), notaları okuduğu için beynimizin arkasındaki görsel lob, özetle beynimizin neredeyse bir çok yeri devreye girmektedir. Tabii ki buna bağlı olarak, hormonal ve nörotransmitter denen sinirsel bilgi taşıyıcılar da had boyutta devrededir.
      Bilirsiniz ki, günlük hayatta eğlenmek için söylenmesi zor olan bazı tekerlemeleri karşımızdaki kişiden söylemesini isteriz. Çok denemedikçe, en azından ilk söylemlerde bu tekerlemeleri arka arkaya söylemek zordur. Halbuki, aynı tekerlemeyi ya oldukça yavaş veya tekerlemeler içindeki kelimeleri belli bir ara verip de tek tek söylediğimizde bu tekerlemedeki kelimeleri söyleyebiliriz. Peki nasıl oluyor da beynimiz, bildiğimiz kelimeleri arka arkaya söylememize izin vermiyor.
      Bunu, bir suya atılan taşın oluşturduğu hallere benzeterek açıklamaya çalışayım. Suda oluşan bu haleler (çemberler) büyüyerek taşın atıldığı merkezden uzaklaşırken suda yükseltiler (tepeler) ve girintiler (çukurlar)oluştururlar. Eğer, durgun suya bir taş yerine iki taş atar ve bu defa oluşan halelerin birbirlerini kestiği yerlere bakarsak, bazı yerlerde ne tepe ne de girintiler vardır. Su yüzeyiyle aynı düzeydedir. Halbuki orada, atılan taşlardan dolayı oluşan bir enerji ile yine de bir hareketlenme olmalıydı. Aslında buradaki keşişim yerlerinde, dalgalardan biri inerken biri çıkmak istemekte ve nihayetinde birbirlerini sönümlendirerek orada bir dalga değil düzlük oluşmasına neden olmaktadır. Hatta, yine lise fiziğindeki optikteki girişim konularından bildiğimiz üzere, eğer iki ışık kaynağından çıkan ışık, aynı frekansta çıksalar dahi, bir ışığın dalga tepesi, diğerinin çukur kısmına denk gelirse, iki ışığın birbirlerini kuvvetlendirip fazladan ışık olmasını beklerken o kısım “karanlık” olur. Mekanizma bire bir aynı olmasa da, bu tür tekerlemelerde, bir evvelki kelime ve bununla oluşan zihinsel aktivasyon öyle bir faza gelir ki, bu faza uygun olmayan bir kelime (ses/frekans) ya bozulur veya sönümlendirilir. (Tabii ki, beynimizin içindeki durum hala ses veya frekans değil, bu ses veya frekansın bilgilerini taşıyan elektrik impulsları veya nörotransmitterlerce taşınan bilgilere dönüşmüşlerdir). Beyin de buna uygun sinyal üretemez. Buna uygun sinyal üretemeyen ve beynimizin tepesinde motor korteks olarak adlandırılan yer, dilimize ve diğer ilgili yerlere (kas sistemine) uygun sinyal gönderemediği için, tekerlemenin o kısmın söyleyemeyiz. Kötü bir örnek olacak ama, bir sınava girip de tüm soruları bildiğimizi düşündüğümüz bir anda, öğretmenin, başımızda durup da, bizim, cevapları unutmamız gibi düşünebiliriz bu olayı

      Sil
    8. (Sayfa 5)

      Bu örnekle şunu ifade etmek istiyorum. Bir müzik eserinde, kulağı müziğe yatkın olmasa da, bir kişi, müzik dinlerken müziğin içinde öyle bir yerde öyle bir nota çalınır ki, kişi o notanın oraya uymadığını anlar. Çünkü, o nota müziği bozmuştur, kişi müziğin o kısmında rahatsız olmuştur. Peki şu sorulabilir. Müziği bozan o notanın kendisi de bir nota olduğu halde ve başka müziklerde kullanıldığı halde, müziğin o kısmında bizi neden rahatsız etmiştir? Bunun cevabı olarak, “o notanın, müziğin o kısmına uygun olmadığı” şeklindeki bir geçiştirme cevap olamaz. O notanın oraya uygun olmaması, beynin evrimsel sürecine bağlı olarak, bir evvelki notaların, beynin ilgili nöronal yapılarını ve bağlantıları için belli bir duruma soktuğundan dolayı, ancak bu duruma uygun şu nota veya notalar gelirse bu uygunluk devam edecek fizyolojik yapısını kurgulamış olmasındandır. (Sudaki dalga ve ışık örneğinde olduğu gibi) Aksi halde, kişi rahatsız olacaktır. Zaten evrimsel süreçte de bu rahatsızlık, aslında ortada bir tehdidin olduğuna işaret olarak veya bir gürültü (gök gürültüsü), volkan patlaması gibi görülürken, birbirleri ile harmonik olarak takip eden notalar ise tehdidin olmadığı ve dolayısıyla türün emniyette olduğunu gösteren etkili işaretlerdir. Tabii ki insan, birçok konuda olduğu gibi evrimsel olarak bize yardımcı olan bu fiziksel özelliği de kendisine müzik olarak hayatına katmış olmalıdır.
      Nihayetinde son söz olarak, doğanın her türlü etkisinden de yararlanarak fizyolojimizde evrimsel değişiklik yapan, türün hayatta kalmasında, gerektiğinde bireyin kendisini ifade etmesinde etken olan bir olgu, insan aklının, kendisine sanat olarak çevirdiği müzik de evrimin bir mirası olmalıdır.

      Saygılarımla

      Sil
    9. Sayın Erol
      Değerli yorumlarınız, bilgileriniz ve emeğiniz için çok çok teşekkürler.
      Beden dili ve ses tonu kullanmadan da harika etkileyici bir anlatım olmuş:)

      Sil
    10. Düşünceleriniz için ben teşekkür ederim Sayın Kölge.

      İşin ilginç tarafı, benim uzun uzun anlattıklarımı, sizin de ifade ettiğiniz beden dili, ses tonu, kelimeler ve müzik ile ilişkisini belki de evrim konusu ile hiç ilgilenmemiş olan Orhan Veli Kanık iki satırla özetlemiş.

      ...
      Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
      Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu...

      Sil
    11. Sayın Erol, harika bir anlatım olmuş; verdiğiniz değerli bilgiler için ben de çok teşekkür ederim. Müzik benim ilgi alanlarımdan biridir; amatörce bağlama çalar, türkü söylerim, enstrümental müzikler dinlerim. Şarkı-türkü söylerken, müzik dinlerken beynimde neler olduğu benim için hep bir merak konusuydu, müziğin keyif verme nedeni de öyle... Sanırım beynimizi tam olarak anlayabildiğimizde, çözebildiğimizde evrende çözemeyeceğimiz pek bir şey kalmayacak. Evren beynimizin içindeymiş gibi geliyor bana. Bedensel varlığımızı evrenin sonsuzluğuyla kıyasladığımızda, ne kadar önemsiz görünüyoruz; bedenimizin içindeki beynimizse bir zerre bile değil evren karşısında. Fakat evreni keşfetmeye aday, işleyiş yönüyle belki evrenden daha karmaşık bir mikro-evren taşıyoruz kafamızın içinde. Fakat bu durum kendimizi (insanlar olarak) kutsamanın, diğer canlıların hepsinden üstün olduğumuza inanmanın bir nedeni de olmamalı. Bütün canlıları bir aile gibi düşündüğümüzde, insansı kibir ve üstünlük kompleksi ne kadar da anlamsızdır. Bu konuda bir deneme yazmaya hazırlanıyorum. Saygılarımla...

      Sil
    12. Sayın Cem,

      Sizin sözünüzden yola çıkarak; işleyiş yönüyle belki evrenden daha karmaşık bir mikro-evren taşıyoruz kafamızın içinde ama bağlama çalan, türkü söyleyen bir kişi olarak siz, yüreğinizde, makro boyutta, karmaşık olmayan, son derece net “insanlık” taşıdığınıza eminim.

      Yazılarınızı zevkle okuyor ve bekliyorum.

      Saygılarımla.

      Sil
  2. Sayın Erol, yine her zamanki gibi çok güzel bir makale...Bu değerli bilgileri bizlerle paylaştığınız için teşekkür ederim.

    YanıtlaSil
  3. Sayın Cem,

    Düşünceleriniz ve her zamanki sıcak uslubunuz icin ben size teşekkür ederim.

    Bu vesileyle şunu söylemek isterim ki, daha ilk yorumlarinizla tanımış olduğum, bilgi donaniminiz ve bu bilgileri en makul ve size has mutevazi ve bir o kadar da etkileyici cumlelerinize bakarak, ne kadar şanslı ogrencileriniz olduğunu söylememe lütfen izin veriniz. Yazı ve yorumlarinizla bizi ozletmeyiniz.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sayın Erol,
      Benim hakkımda yazdıklarınızla beni mahçup ediyorsunuz. Sizin gibi büyük bir entelektüelden şahsıma yönelik olumlu ve yüreklendirici ifadeler duymak benim için gerçek bir gurur kaynağıdır. Siz de şunu belirtmeme izin verin: Ben bir örgün eğitim kurumunda öğretmenim fakat siz de burada öğretmensiniz. Çok daha geniş ve her türlü yaş aralığından oluşan bir kitleye hitap etmektesiniz. Oldukça sade, anlaşılır ve akıcı bir dil ve üslupla verdiğiniz değerli bilgilerle, ne kadar çok insanın ufkunu açıyorsunuz; bilim sevgisini yayıyorsunuz. Binlerce yıldır yanlış bilinen ezber ve kalıpları (duyguların merkezinin kalp olduğunu sanmak gibi) yıkıyor ve doğru bilgileri vererek insanları aydınlatıyorsunuz. Sanırım Konfüçyüs'e aitti, bir söz vardı bu duruma uygun: "Bir yıl sonrasını düşünüyorsan tohum ek. On yıl sonrasını düşünüyorsan ağaç dik. Yüz yıl sonrasını düşünüyorsan halkı eğit."
      Çok teşekkür eder, saygılarımı sunarım...

      Sil
  4. iyi günler kardeşim siteni devamlı takip ediyorum. Yazılarından gerçekten bilgili ve zeki biri olduğun çok belli,bu yüzden bir kaç soru sormak isterim. Ben dinleri ve peygamberleri reddeden biriyim. Fakat yaratıcı konusunda çelişkilerim var. Çünkü gerçekten böyle bir sistemin tesadüfi olarak bir araya gelmesinin imkansız olduğunu düşünüyorum. Sencede böyle değil mi ? Bir ikinciside cennet ve cehennem kavramının olmadığını düşünmekte bir o kadar canımı yakmakta. Düşünsene Adolf Hitler gibi bir adama yaptıklarının hesabı sorulmayacak, ya da Afrika da ki aç bir çocuk mükafatlandırılmıyacak. Sence de garip değil mi ?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhabalar sayın Adsız,

      Bu yazı (ve Beynimiz ve Biz adlı yazı dizisi) Erol beye ait ama blogda Cem bey ve ben de yazılar yazıyoruz. Sorunuzu bu bakımdan kime yönelttiğinizi kestiremesem de, ben bir şeyler söyleyeyim, diğer yazarlar da görüşleri varsa belirtirler.

      Açıkçası, evrene ve insana bakıldığında, 'bilinç' üzerine kafa yorulduğunda ve insan kendi doğasına doğru eğildiğinde bir yaratıcı bulmak ve görmek ister. Ancak bunun temeli, içinde yetiştiğimiz toplumda böyle alışkanlıklar edinmemizdir bana göre. Düşünüş biçimimizden tutun da karakterimize kadar birçok şey, sosyal ortamımızın bize kattıklarıdır. Çocukluğumuzdan beri o kadar alışmışızdır ki bu düşünce şekline, aksi bir durum -yani tanrının yokluğu- mantıklı gelse bile bunu kabul etmekte güçlük çekeriz. En nihayetinde insanın varoluş amacını ve durumunu baştan sona değiştiren bir yanı vardır bunun.

      Gerçekten iyi ve adil bir tanrının olması belki bir bakıma iyidir (faydalıdır). Ancak bir tanrı varsa bile, onun iyi ve adil olacağını bilemeyiz. Bizler, kendi hayallerimiz, temennilerimiz ve isteklerimiz doğrultusunda tanrı fikrini şekillendiriyoruz. Hitler cezasını çeksin istiyoruz ve bunu yapmaya gücümüz yetmediği için, bunu gerçekleştirecek doğa-üstü bir kavrama sarılıyoruz. Diğer bir deyişle, tanrıyı, kendi isteklerimize alet ediyoruz. Oysa tanrı neden iyi ve adil olmak zorunda olsun ki? Veya neden insani değerlere göre karar vermek durumunda olsun? Veya aynı şekilde, iyi ve adil olmanın kıstaslarını bile biz insanlar, kendi zihinlerimize göre çizmiyor muyuz? Tanrı, bunların ötesinde ve belki de bizim şimdiki anlayışımıza ters düşecek bir yapıda olamaz mı?

      Diyeceğim o ki, bir tanrının olması da sorunu çözmez. Bizler, bir tanrının, yani yaratıcının olmasını değil, bizim istediğimiz şekilde bir tanrının olmasını diliyoruz. Ve bu yüzden, içimizde hissettiğimiz 'tanrı' kavramı, en az dinler kadar insan ürünü bir kavrammış gibi geliyor bana. Şöyle düşünün: Kötü bir tanrı olamaz mı? Hitler'i yaptıklarından dolayı ödüllendiren bir tanrı mesela? Bu durumda, tanrının olmaması, kötü bir tanrının olmasından daha iyi değil midir?

      Ben, 'dinler insan ürünüdür; tanrının da var ya da yok olduğunu bilemeyiz' diyorum; ama içimdeki hissi ve genel kanımı sorarsanız, bence bir tanrı yok. Bu biraz karamsar bir sonuç doğurabilir, kabul. Ancak şayet gerçek buysa, bunun aksini, sırf kendimi rahatlatmak adına kabul edemem, ki böyle bir şeyi zaten istesem de başaramam.

      Sil
    2. Sayın Hayyam,
      Ben de Adsız'ın yukarıdaki yorumuna yanıt yazmaya hazırlanıyordum ki, siz tam da duygularıma tercüman olmuşsunuz. Gerçekten harika yorumlar...Şu cümle çok çarpıcıydı: "Hitler cezasını çeksin istiyoruz ve bunu yapmaya gücümüz yetmediği için, bunu gerçekleştirecek doğa-üstü bir kavrama sarılıyoruz." Ben de aynı düşünce paralelinde buna benzer bir cümle yazacaktım ama eminim ne yazarsam yazayım, bu kadar güzel olamazdı.
      Saygılarımla...

      Sil
    3. Sayın Ati,

      'Düzen' kelimesi ile ne kastedildiği, 'evrende düzen var' derken akılda ne şekillendiği çok önemlidir kanımca. En nihayetinde 'düzen' dediğimiz şey, insan zihninin çevresinde olup bitenleri anlamlandırmak adına geliştirdiği faydalı bir yöntemdir. Misal, psikolojideki algıda organizasyon veya gruplama algısı denilen şeylerle yakından bir ilgisi olduğu kanaatindeyim bu evrendeki düzen anlayışının.

      Evrenin oluşum ve gelişimine baktığımda, bir amaç için yaratıldığını ve dolayısıyla bu amaç doğrultusunda bir düzen taşıdığını pek göremiyorum. Özellikle insan merkezli bir amaç ve düzeni hiç göremiyorum. Sadece evrende kapladığımız hacimsel boyutun azlığı için demiyorum bunu, aynı zamanda, evrenin genel işleyiş mekanizmasına uyum sağlamayan yapay yapılanmamızla da, evrenle bir birlik ve bütünlük kuramıyorum.

      Bu konuları irdeleyen iki yazı sunmak isterim:

      1. http://tanrivarmi.blogspot.com/2011/04/douglas-adams-dunya-bizim-icin-yaratilmis-olmali.html

      2. http://tanrivarmi.blogspot.com/2012/03/evrendeki-ince-ayar-uzerine-dusunceler.html

      Sizin kastettiğiniz, her şeyin hesaplanabilir olması, dolayısıyla da sanki baştan sona her şey ayarlanmış da, bizler bilimsel kavrayışımızı geliştirirsek bunu anlayabiliriz gibi bir şey galiba. Diğer bir deyişle, tüm doğa yasaları ve bu yasaların işleyişleri, bizlere düzenli bir evren sunuyormuş gibi görünmekte size. Açıkçası burada, matematiksel formül gibi, 'şöyle yanlış düşünüyorsunuz, işin aslı budur' diyemem. En nihayetinde, felsefenin konusu içerisine giriyor irdelediğiniz durum. Zaten çoğu ateizm karşıtı felsefeci de, doğa yasalarının oluşumu ve bu yasaların işleyişinin üzerinde durmuş, bunların bir yaratıcıya işaret ettiğini ifade etmiştir. Daha açık bir anlatımla, kütleçekim kuvvetini (yasasını) oluşturan bir 'şey' olması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. 'Yeter sebep ilkesi' olarak da öne sürülmüştür bu durum.

      Sil
    4. Şahsen, böyle bir düşünce çerçevesine pek sıcak bakmıyorum. Bunun da iki ana sebebi var:

      1. Doğa yasalarının olması ve onların işleyiş şekli, bizi 'tek' tanrı fikrine doğrudan götürmediği gibi, olası tanrı veya tanrıların mahiyeti hakkında da hiçbir bilgi vermez. Öte yandan, o tanrı veya tanrıların nasıl bir üst yaratıcıya ihtiyaç duymadan var olduğunu da açıklayamıyoruz. Şöyle ki, doğa yasaları için bir üst güç olması gerektiğini düşünmemize rağmen, iş tanrı veya tanrılara gelince, onların böyle bir güce ihtiyaç duymuyor oluşlarını pek önemsemiyoruz. Şayet durum buysa, doğa yasaları için de aynı mantığı neden işletemeyelim?

      2. Doğa yasalarının varlığı ve işleyişi, özellikle sizin belirttiğiniz gibi önceden hesaplanabiliyor olması, kuantum mekaniğinin prensipleriyle biraz sarsıldı. Şöyle ki, klasik fizikte, bir parçacığın yeri ve hızı bilinirse, onun sonraki konumu ve durumunun bilineceği düşünülüyordu. Hatta kim olduğunu hatırlayamadığım biri, evrendeki her atomun yerini ve hızını bilirsek, -ve bu bilgiyi işleyecek bir akla sahip olabilirsek- geleceği tüm ayrıntılarıyla bilebileceğimizi söylemişti. Oysa kuantum mekaniği ile atom-altı parçacıklarda durumun bu kadar net olmadığı ortaya çıktı. Heisenberg Belirsizlik Prensibi ve Schrödinger Denklemi ile, maddenin doğasının ve dolayısıyla doğa yasalarının klasik fizikteki gibi işlemediğini, hatta kimi zaman sağduyuya aykırı durumlar ortaya çıkardığı gösterilmiş oldu. Bu durumda, tesadüf ve düzen kelimelerini fiziğin hangi alanına göre belirlemeliyiz veya depremlerin ne zaman olacağını gerçekten hesaplayabilir miyiz? Hele bir de, kuantum mekaniğinin daha emekleme çağlarında olduğunu düşünürsek ve doğa yasalarının özünü tam olarak kavrayacak teknolojilerin (CERN gibi) daha yeni yeni geliştiğini göz önünde bulundurursak, şimdiki kısıtlı bilgimizle nihai bir sonuca varma isteğimiz biraz beyhude bir çaba olmaz mı?

      Bizler, bulunduğumuz çağın, bizlere 'nihai sonuç'u veya 'gerçek'i vereceğini zannederiz her zaman. Zihinsel aktivitelerimize çok güvendiğimiz için, yürüttüğümüz mantıkla, doğadaki tüm bilgileri ve değişkenleri haiz olmasak bile, öyleymiş gibi düşünür ve elimizdekilerin bizleri sonuca götürmeye yeteceğini sanırız. Bence henüz erken, henüz bizleri bir sonuca götürecek bilgiye sahip değiliz. Elbette belirli ipuçları var ve ileride de bilim her şeyi sonuna kadar açıklayacak diye bir kaide yok; ancak rasyonel düşünme taraftarı olduğum için, evreni ve canlılığı doğa-üstü sayılan kavram veya kavramlarla ilişkilendirmeden açıklama taraftarıyım ben.

      Saygılarımla.

      Sil
    5. Sayın Ati,

      Öncelikle yazınız için ben kendi adıma teşekkür ederim. Örneğinizi yer bilimlerinden verip, yazınıza destek olarak göstermişsiniz. Sizi daha iyi anlayabilmek için ve daha sağlıklı cevap verebilmem için bana aşağıdaki iki soruda yardımcı olunuz lütfen.
      1-Depremlerin levha tektoniği ile oluştuğunu yazmışsınız. Bu konuda şunu sormak istiyorum. Bu levhalar nihayetinde, üzerindeki fauna ve florayı bir kenara bırakırsak, cansız maddeden oluşmuş kütleler olduğuna göre, bu levhaları veya plakaları hareket ettiren nedir? Dediğim gibi, bu plakalar cansız olduğuna göre bir şeyin bu plakaları harekete geçiriyor olması gerekir. Bu kaynak nedir?
      2-Richter ölçeğine göre Yerkürede olduğu boyuttaki kadar büyük depremler Ay'da ve Mars'ta da benzer şekilde olmuş olabilir mi?

      Sil
    6. Sn. Hayyam,

      Öncelikle yazımın hiç bir noktasında tanrı lafı geçmemiştir. Benim tanrı kavramında anladığım evrenden bağımsız olarak varlığını sürdüren kişileştirilmiş bir yaratıcıdır. Böyle bir yaratıcı fikri doğal olarak onu yaratan başka bir tanrıyı sorgulamanıza sebep olacaktır. Böyle bir yaratıcının iyi mi kötü mü olacağını bilemeyeceğimiz gibi mükemmel olup olmadığı da bilemeyiz. Hatta tekliğini bile sorgulayabiliriz.
      Örneğin online oynanan bir bilgisayar oyununu ele alalım. Bu oyunu bir veya daha fazla kişi yaratabilir (tanrı/lar). Oyunu yaratanlar oyun için belli kurallar belirlerler (fizik yasaları). Katılımcılar kendi karakterlerini seçerler (bizler). Sonra da oyunun yaratıcılarının belirlediği amaç (kullanım kılavuzu - kutsal kitap)doğrultusunda eylemlerde bulunmaya başlarlar (yaşam). mümkün mü? bence mümkün. Bilgisayar oyununu yaratanları kimin yarattığı bir sonraki aşamadır. Birinci aşamayı çözmeden ikinci aşamaya geçemezsiniz. Çünkü soru bizim kendi evrenimizdeki yaratılışın tesadüfi olup olmadığıdır. (Not: bilgisayar oyunu örnektir ben aslen böyle bir düşüncede değilim)
      Quantum fiziğindeki atom altı parçacıkların tutarsız hareketlerinin gözlemlenen parçacığın çok küçük olması sebebiyle, gözlemlenme şartlarından etkilenmelerinden kaynaklandığına dair teoriler mevcut. Yani parçacığın her yeni gözlem altında farklı davranma ihtimali. Doğa ve Fizik yasalarının ne varlığını, ne de geçerliliğini sarsacak bir durum yok. Kullandığımız tüm aletler, cihazlar, ilaçlar vb. hali hazırda bu yasaların sonucu ortaya çıkıyor.
      Hem"şimdiki kısıtlı bilgimizle nihai bir sonuca varma isteğimiz biraz beyhude bir çaba olmaz mı? ve "henüz bizleri bir sonuca götürecek bilgiye sahip değiliz." yazmışsınız ki her iki ifadeye %100 katılıyorum ama sonrasında "rasyonel düşünme taraftarı olduğum için, evreni ve canlılığı doğa-üstü sayılan kavram veya kavramlarla ilişkilendirmeden açıklama taraftarıyım ben." demişsiniz.
      Ben doğa-üstü tanımlamasını doğru bulmuyorum. Doğa-üstü bir olay olabileceğini düşünmüyorum. Geçmişte doğa-üstü diye nitelendirilen olayların bazıları artık bilim sayesinde açıklanmış olup doğa-üstü olmadıkları ispatlanmıştır. Şu an bize doğa-üstü gelenler de ileride muhakkak açıklanacaktır.
      "Zihinsel aktivitelerimize çok güvendiğimiz için, yürüttüğümüz mantıkla, doğadaki tüm bilgileri ve değişkenleri haiz olmasak bile, öyleymiş gibi düşünür ve elimizdekilerin bizleri sonuca götürmeye yeteceğini sanırız." demişsiniz. Hiç bir aklı başında bilim adamının böyle bir yanılgı içinde olacağını düşünmüyorum.
      Bilim adamı mevcut bilgisi, zekası ve mantığıyla bir teori geliştirir. Sonrasında bu teorinin bilimsel olarak doğruluğunu ispatlamaya çalışır. Karşıt fikirlilerse bilimsel olarak yanlışlığını ispatlamaya çalışır.
      Sonuç olarak siz yaratılışın tesadüfi olduğu yaklaşımına daha yakınsınız bense tesadüfi olmadığı. ve dediğiniz gibi ikimizin de varsayımının doğruluğunun yada yanlışlığının ispatlanması mümkün değil.

      Sil
    7. Sayın Erol,

      Nihayetinde bu plakalar cansız bu plakaları harekete geçiren kaynak nedir diye ve ay'da mars'ta benzer şekilde depremler olmuş olabilir mi diye sormuşsunuz.
      Kusura bakmayın ama ben depremin oluşumuyla ilgili özet bilimsel veriler içeren bir açıklama yapmışken böylesine sığ sorularla nereye varmak istiyorsunuz emin olamadım. Big bang 'den başlayarak güneş sistemimizin oluşumunu mu anlatsaydım. Ben jeofizik mühendisi değilim ama Türkiye'nin saygın bir üniversitesinin fen fakültesi mezunuyum, bu plakaların sıvı magma tabakası üzerinde yüzdüğünü, güneşin ve gezegenlerin çekim kuvvetinin, dünyanın dönüşünün, bu magma tabakasındaki sıcaklık değişimi gibi etkenlerin plakalara hareket verdiği bilimsel çalışmalardan biliyorum. Sizin de bildiğinizi varsayıyorum. Benden doğa üstü yada ilahi bir güç tarafında hareket ettiriliyor tarzı bir cevap bekliyorsanız ne yazık ki ben kendimi anlatamamışım.
      2. sorunuzun cevabı da artık anlamışsınızdır ama ben yinede söyleyeyim evet.

      Hayyam bey beni anlamış;

      Bilgi düzeyimiz arttıkça doğru formülasyonları kurarak geleceği doğru bilme olasılığımız artmaktadır. Teorik olarak her türlü bilgiye ulaşabilecek kapasiteye vardığımızda geleceği tamamen bilebiliriz. Yani gelecek kavramı ortadan kalkar. Benim mantığıma göre bundan 10 yıl, 100 yıl, 1000 yıl sonra ve daha da ötesindeki zaman dilimlerinde evrenin genelinde Dünya da dahil (kim ölecek, kim doğacak hangi çiçek ne zaman açacağa varıncaya kadar olacaklar şimdiden belli. Sadece bizim bunları hesaplayacak yetimiz yok.

      Sil
    8. Sayın Ati,

      Öncelikle şunu söylemek isterim ki, verdiğiniz cevap sığ olmadığına göre, sanırım, sorduğum sorunun da “sığ” olmadığına dair bir kanaat getirirsiniz. Çünkü, sadece bir kütüphane bilgisi değil, sebep sonuç ilişkisine bağlı olarak verdiğiniz cevaba ve düşünce sisteminize bağlı olarak, ben de size, kendimi daha iyi ifade edebileceğim bir kanalı açmış oldunuz. Bu da bana, yazımda daha fazla model kurma ve kendimi ifade edebileceğim varsayımlar için fırsat verdi. Amaç buydu. Elbette ki düşüncelerinize saygım var. Teşekkür ederim.

      Öncelikle Deterministik yaklaşım ile olasılık arasındaki farkları isterseniz gözden geçirelim.

      Önce deterministik yaklaşımı yani tesadüfün olmadığı durumlar hakkında birkaç yorum yapalım. Sebep sonuç ilişkisi olarak baktığımızda, bir şeyin olacağını önceden tahmin etmek mümkündür (aslında determinizm konuştuğumuza göre “tahmin” kelimesini kullanmak bile yanlıştır).

      Söz gelimi, önümüzdeki güneş tutulmasını hatta ondan sonraki 57. tutulmanın ne zaman ve hangi kıtalar üzerine denk geleceğini söyleyebiliriz. Burada “söyleyebiliriz” kelimesi de yanlıştır. Çünkü böyle bir ifade kesinlik yerine olasılık içermektedir. Peki, ne demeliyiz? “söyleyebiliriz” yerine söyleyeceğiz deyip kendimizden de emin olduğumuzu göstermeliyiz. Görülüyor ki böyle bir durumda geleceği biliyoruz. Sayın Hayyam’ın yazısında bahsettiği kişi, parametreleri verildiğinde geleceği hesaplayabileceğini söyleyen kişi ünlü matematikçi Laplace ‘sın dediği gibi. İşte bu sebep sonuç ilişkisine bağlı düşünsel bir üretimdir.

      Şimdi biz daha bilindikten başlayalım. Öncelikle liseden bildiğimiz y=x^2 (y eşittir x kare) denklemini ele alalım. Bu denklem de, sebep sonuç ilişkilerini, aynısıyla güneşin tutulması düzenini bildiğimiz denklem yani deterministik yaklaşımla kullanıldığı gibi, y=x^2 denklemini de savımız için basit bir denklem olarak alabiliriz. Bilindiği üzere bu denklemde x yerine 0, 1, 2, 3…gibi değerler koyduğumuzda buna karşılık y değerleri elde ederiz. Şimdi x değerlerini sıralı (ardışık) olarak değil de (belli bir aritmetik veya geometrik diziye denk gelmeyecek şekilde) “rastgele” seçmiş olalım. Varsayalım ki x’se; 12, 17, 37, 112, 369 gibi herhangi bir sıralı düzene karşılık gelmeden değer verelim ve y değerlerini elde edelim. Ve yine fazlaca detaya girmeden, bir sonraki güneş tutulmasının da hangi gün olacağını bu şekilde biliyor olalım. Görüldüğü gibi, x değerlerini ister ardışık ister artan sırada ve rastgele ve hatta artma ve azalmasına dikkat etmeden yine rastgele seçilen x değerlerine karşılık gelen bir y değeri muhakkak olacaktır. (Denklemimizin her x için sürekli yani kesiksiz olduğunu zaten biliyoruz). Aynısıyla y=x^2 denkleminin hangi x değeri için y’ nin ne olacağını yani y denklemi üzerinde bir yere denk geleceği gibi, Güneş’in yörüngesi ile ilgili olarak da verilen denklem takımın için, ilgili parametreleri yerine konduğunda, yörüngesine denk gelecek şekilde ve bilmem hangi tarihte 57. Güneş tutulması biliyoruz. Sanırım bundan daha güzel bir deterministik yaklaşım olmazdı. Umarım bana katılırsınız.
      (Artık, sizin beni yanlış anladığınızı düşündüğüm, (ben iyi anlatamadığımdan dolayı) kendimi daha iyi ifade edebileceğim kısma geldik.)

      Sil
    9. (Sayfa 2)

      Şimdi de aşağıdaki denkleme bakalım. Denklemde alt indisleri, blog yazım kuralları çerçevesinde izin vermediği için parantez içinde yazdım.
      Denklemimiz: y(n+1)=k.y(n).[1-y(n)]
      Burada (n+1) ve (n),y değişkenine ait indisleridir. Eğer excel kullanıyorsanız bu denklemi deneyebilirsiniz.

      Denklemde, varsayalım ki k=3,65 ve y(n)=0,7618 alalım. Bu durumda y(n+1) değerini bulmaya çalışalım.
      y(n+1)=3,65.0,7618.(1-0,7618)=3,65.0,7618.0,2382=0,662331774 sonucunu elde ederiz.
      Elde edilen bu değeri aynı denklemde yerine tekrar koyalım y(n+1)=3,65.0,66233174.(1-0,662331774) ve buradan y(n+1) değerini elde ederiz (ben yazmadım). Burada görüldüğü üzere, denklemden elde edilen sonuç, denklemin tekrar içine konmaktadır. Ve bu şekilde devam eder. Arka arkaya 50-60 kadar değer elde ettiğinizi varsayıp, bunu grafiğe dökerseniz bir takım zigzaglar elde edersiniz.

      Şimdi burada bu denklem ile y=x^2 denklemi arasında çok önemli bir fark var. Y=x^2 denklemine rastgele 3 adet x değeri olarak bir değer seçip denkleme koyduğumuzda denkleme ait parabolün üzerinde bir yere denk gelirken, y(n+1)=k.y(n).[1-y(n)] denklemi için rastgele seçilen değerlere karşılık aynı eğri (zigzag) üzerine denk gelmeyecektir. Çünkü, y=x^2 şeklinde bir parabol, dışarıdan rastgele x değeri kabul ederken, y(n+1)=k.y(n).[1-y(n)] şeklindeki bir denklem, bir sonraki değeri için, kendisi değer üretir. Yukarıda da söylendiği gibi denklemden elde edilen her y(n+1)= değeri, aynı denklemde bu defa y(n+1)=>y(n) alınarak devam edilir. Tekrarlamak gerekirse, denklem her sonraki değişkenini yine kendisi üretir.

      Şimdi, Güneş tutulması nasıl bir denklemi ve parametreleri içeriyor ve biz, geleceği sebep sonuç ilişkisine bağlı olarak biliyorsak, y=x^2 denklemine istediğiniz aralıklarla x değeri koyduğunuzda daima denklemin oluşturduğu parabol üzerinde bir y değeri elde edeceksiniz, yani sebep sonuç ilişkisi yaratacak, bir anlamda Laplace gibi geleceği bileceksiniz demektir. Daha da açık söylemek gerekirse, y=x^2 gibi bir denklemde geçmiş de gelecek de çoktan bellidir. (Tam bir sebep sonuç ilkişkisi)

      Fakat buna karşılık, y(n+1)=3,65.0,7618.(1-0,7618) şeklindeki bir denklemde bunu yapmanız mümkün değildir. Yani y=x^2 denkleminde olduğu gibi, asla ve asla bir kestirimde bulunamazsınız. Yani y(n+1)=k.y(n).[1-y(n)] gibi bir denklemde bir sonraki değeri bilebilmek için mutlaka ve mutlaka bir evvelini bilmek gerekir. Y=x^2 denkleminde olduğu gibi ne ileriye ne de geriye bir kestirim (projeksiyon) yapamazsınız. Hatta, y(n+1)=k.y(n).[1-y(n)] denkleminde, k=3,65 değeri k=3,654 olarak değiştirdiğinizde karşınıza bir evvelkine benzer gibi görünen ama bambaşka bir grafik elde edilir. Tekrarlamak gerekirse, böyle bir denklemle geleceği kestiremezsiniz. Hatta, k ve y(n) değerlerini, gerek ondalık hanelerinde gerekse tam sayı kısımlarında azar azar değiştirdiğinizde, karşınıza bir evvelkine benzemeyen grafikler çıkar.

      Sil
    10. (Sayfa 3)

      Özetle yukarıdaki grafik size gelecekle ilgili bir tahmin sunmaz. Bu grafik (k ve y(n)) değerlerini ondalık olarak değiştirerek incelediğinizde, kalp atış grafiği (EKG) veya EEG grafiklerine hatta borsa iniş çıkışlarına benzer grafikler elde edilir.

      Varsayalım ki bu bir beyin grafiği olsun. Bildiğiniz üzere bu tür grafikler birbirinin benzeri gibi görünen zig zaglardan oluşan çizgilerdir. Bu çizgiler, beynin yaydığı radyasyondur bir anlamda. Ancak şu var ki, bu zig zaglar aynı nöronların yaydığı alfa veya beta dalgaları değildir. Bunu bir odada buluna 100 adet çocuğun çıkarttığı uğultu olarak düşünelim. Ancak bu uğultu, odada bulunan 100 çocuğun 100’ünde de çıkmamaktadır. Her uğultu yükselişi, farklı miktarda ve farklı çocuklarda çıkmaktadır. Şöyle ki, birinci uğultuyu bu 100 çocuktan 65’i yaparken, ikinci uğultuyu 73 başka çocuk yapmaktadır (birinci ve ikinci uğultuda aynı çocuklardan bazıları bulunabilir) üçüncü uğultuyu da bu 100 çocuktan 71’i çıkartmış olabilir. Ancak, her uğultu çıkışında hangisinin uğutu çıkardığı bilmiyoruz.

      Şimdi EEG olayına geri dönersek, bu zig zagın küçük bir yerini oluşturması için varsayalım ki, 1 milimetreküp içindeki 100 bin nöronda, yine varsayalım ki, herhangi 65 bini ateşlendiğinde (faal olduğunda) alfa , beta gibi dalgaları üretirken ve bu dalgalar beyin EEG’si için zigzagın belli bir kısmını üretirken, aynı nöron grubu bir sonraki faal duruma geldiğinde bu defa bahsi geçen 100 bin nöronun bir evvelkilerle bir miktarı ortak olan ama başka nöronların da katıldığı 76 bin adet nöron ateşleme yaparak bu zigzagın küçük bir parçasını üretiyor olabilir. Ancak bunun neden ve hangi nöronların olduğunu söylemeye imkan yok. Çünkü, buradaki zigzagların nasıl olacağı olacağı ancak ve ancak bir evvelki durum tarafından üretilmekte olup, yukarıdaki denklemde olduğu gibi, y=x^2 gibi kesinlikle geleceği deterministik olarak bilme şansı vermemektedir. Özetle bir düzensizlik vardır.
      Komik gelir mi bilmiyorum ama, düzensizlik, düzen yaratmakta be bu da bizde beyin faaliyeti, başka yerde kalp faaliyeti vb oluşturmaktadır. İşte , y(n+1)=k.y(n).[1-y(n)] gibi bir denklem bir düzen oluşturMAMAktadır. Eğer, bunun da bir düzen olduğunu yorum yaparak söylemek isterseniz, konuyla ilgili birkaç literatürden sonra yorum yapacağınızı düşünüyorum. Çünkü aksi halde, “ben istedim oldu” düşüncesini gütmüş olursunuz. .Çünkü bu bilinen bir olgudur.

      Aynısıyla, EEG veya EKG gibi. Söz gelimi kalbimizde bir atış düzeni var, karıncık ve kulakçıklardan düzenli kan pompalaması gibi görünüyor ancak varsayalım ki beyin sapındaki bilmem kaç milyon nöron kalbin atışı için sinyal gönderiyorsa, elbette ki bunların hepsi her karıncık kaslarının kasılmasında ateşlenmemektedir. Bu birkaç milyon nörondan bazen 1.320.234 nöron ateşlenip karıncığın kasılması için sinyal gönderiyorsa, kasılma sırası tekrar aynı karıcığa geldiğinde bu defa aynı nöron grubundan ama bazıları başka olmak üzere yine varsayıyorum 1.741.365 adet nöron ateşlenmektedir. (Değerlerin varsayım olduğunu söylemeye gerek yok sanırım). Görülüyor ki, kalbin kasılmasını son derece düzenli görünürken bu düzenliliği düzensizlik sağlamaktadır. Yani bu nöronların ateşlenmesini hemen bir evvelki durumları belirlemektedir. Aynısıyla y(n+1)=3,65.0,7618.(1-0,7618) denkleminde olduğu gibi.

      Sil
    11. (Sayfa 4)

      İsterseniz bu düzensizliği deneyle de gösterelim. Öncelikle aşağıdaki linke tıklayarak deneyi görelim.
      http://www.youtube.com/watch?v=Ivg7QarDJh4
      Deneyde, birbirine bağlı iki çubuk rastgele bırakıldığında rastgele hareketler yaptığı görülür. İlk başlarda, çubukların hareketine bağlı olarak sonrakiler tahmin edilebilir gibi görünse de bir müddet sonra bu tahmin mümkün değildir.

      Şimdi de bu çubuklardan arka arkaya üç tanesinin bağlanıp da rastgele bırakıldığını gösteren aşağıdaki linki tıklayıp bir bakalım.

      http://www.youtube.com/watch?v=_o_ap98sTwg

      Linkteki çizgilere, İlk bir iki salınıma kadar bir denklem uydurabilseniz de, varsayalım deney, 10 dakika kadar bu şekilde devam etse, mümkün değil bir denklem bulamazsınız. Halbuki denklem bulmak ne idi, bir düzenin olduğunu göstermekteydi. Ancak burada bir düzen yoktur. Diyeceksiniz ki, iyi ama, bir iki saniyelik hareketleri izlersek bir düzen olduğunu görüyoruz diyebilirsiniz. Zaten mesele de o ya. Bizler kısacık hayatımızda, kısa zaman aralıklarındaki hareketleri ve değişiklikleri görür ve bir düzen olduğuna inanırız. Ancak bütüne baktığımızda bundan o kadar emin olamayız.

      Yukarıdaki deney aynı zamanda uzayda birbiri etrafına dönen 3 gezegen veya yıldız için de geçerlidir. Varsayalım ki bu üç gezegenin kütleleri, açısal dönme hızları, her bir gezegenin yer çekim ivmeleri ve diğer parametreleri birbirinden farklı ve biliniyor olsun. Aynısıyla yukarıdaki üçlü çubuk deneyinde olduğu gibi, belli bir süre sonra hangi gezegenin konumunun nerede olduğunu bulmanıza imkan yoktur. Çünkü aynısıyla, yukarıdaki denklem ve buna bağlı kalp atışı, üçlü pendulum ve üçlü gezegen gibi bir düzenden bahsedemeyiz. Bunlarla ilgili sadece kestirimlerde bulunabiliriz. Yani, şu kadar bir ihtimalle şurada bulunabilir deriz. Halbuki, bırakın gezegenleri, elimizin hemen altında üçlü çubuklar vardır. Öyle değil mi? Sonra, deprem ve benzeri gibi gelecekte tahmin edilebilecek çalışma yapmak üzere binlerce parametreye de gerek yok. Yani elimizin hemen altında olduğu halde bir düzensizlik söz konusudur. Bu düzensizliği sadece kağıt üzerinde teorik olarak görmüyoruz, bizzat yaşıyoruz. (Üçlü pendulum deneyi)


      Sil
    12. (Sayfa 5)

      Hatta size komik gelir mi bilmiyorum ama, yine liseden bildiğimiz üzere bir cismi belli bir yükseklikten bıraktığımızda yer çekim ivmesiyle yere belli bir sürede düşeceği bellidir. Ve bu da, hava direncini saymazsak s=1/2gt^2 (düşme mesafesi yani yol eşittir yerçekim ivmesi ve taşın yere değinceye kadar geçen zamanın karesinin çarpımının yarısıdır) Yer çekim ivmesi yani bizi (kütlemizi) Dünya’ya çeken kuvveti belirleyen ivme (g) bulunulan enleme göre değiştiği gibi her boylamda da aynı değildir. Söz gelimi eğer bir dağ eteğinde iseniz başka, dağdan 10 km ötede iseniz başkadır. Yani sizi farklı kuvvetlerde çeker. Tabii ki bunu farkında değilizdir. Nasıl ki vücudumuzun üzerine 1,5 tonluk hava ağırlığı olduğu halde bunu fark etmediğimiz gibi.

      İşte işin garip tarafı, yerinizden hiç kımıldamasanız bile saatle hatta saniyeler içinde yer çekim ivmesi değişmektedir. Tabii ki bu değişme hesap kitap olarak kullandığımız kabaca 9,81 cm/san^2 olarak bildiğimiz bu değerin belki on ikinci ondalığındadır. Yani belli bir ondalığa kadar değişmez gibi görünen bu değer belli ondalıktan sonra benzin aldığımız benzin pompasının rakam hanesi gibi durmaksızın değişmektedir. Ancak bu değişim hep ileriye değil, bazen ileriye, bazen geriye olmak üzere değişmektedir. Daha açık söylemek gerekirse, burada bir düzensizlik vardır ve biz aslında yer çekim ivmesinin, pratikte bizi bu kadar etkilemediği için ortalamasını alırız. Yani yer çekim ivmesi de devamlı değişmektedir. Hissetmeyeceğimiz kadar değişiklikle çekme veya çekmeme farkları yaratmaktadır. Çünkü, yerküremin içindeki, NiFe (Nikel Demir) ve sadece demir çekirdek ve mağma konveksiyon akımlarla devamlı hareket halindedir. Dolayısıyla aslında böyle küçük şeyler detay olduğu için mühendislik hesaplarını etkilemeyecektir ama, işi detaya götürdüğünüzde bu düzensizlik anlamında önemli bir faktördür. Bunun anlamı şudur. Bir taşı tere bıraktığımızda ne kadar sürede yere düşeceğini söylerken zamanın ondalıklarını ele aldığımızda bunu söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla aslında bizim fizik olarak kullandığımız formüllerin kendisi bile ortalama etrafında ve standart sapması çok çok küçük bir çan eğirişidir. Yani kesinliği yoktur. Yukarıda da dediğimiz gibi aslında çevremize baktığımızda bu çevrenin belli bir kısmı gözlediğimiz için bir düzen içindeymişiz gibi görüyoruz. Şöyle ki, üçlü pendulumda varsayalım ki, deneyin herhangi bir safhasında size sadece ve sadece iki saniyelik bir kısmı gösterseler, siz buna bakarak bir düzenden bahsedebilirsiniz, aynısıyla y=x^2 denkleminde olduğu gibi. Ancak uzun vadede baktığınızda adamın dediği gibi bir kelebek etkisini görüyorsunuz. Yani düzensizlik.
      Hatta ve hatta her ne kadar momentum problemlerini lisede çözüyor dahi olsak, üç topla oynanan bilardoda, ve yine varsayalım ki sıfır sürtünmeli bir ortamda (hiç sürtünme yok) topa ıstaka ile vurduğumuzda, topun ilk birkaç hareketini (diğer toplara çarpışını, bantlardan dönüşünü) hesaplayabiliriz. Ancak (sürtünmesiz olduğunu hayal ettik) sürtünmesiz ortamda varsayalım ki top 1000. defa bir yerlere çarptığı zaman artık topun nerede olduğunu hesapla kitapla bilemeyiz. Ancak düzeltme yaparsak bunu bilme imkânımız olabilir.
      Belki komik gelebilir ama artık bilardo topu, ilk atışından itibaren ne kadar çok zaman geçerse, Ay’ın, gelgitlerin, Dünya’nın yalpalamasının, Güneşin, Jüpiter’in vb. etkisi altındadır ve gidiş yörüngesi bilemeyeceğimiz bir yerdedir. Aynısıyla üçlü pendulum gibi.

      Sil
    13. (Sayfa 6)

      Düzeltme ile ilgili örnek vereyim. Varsayalım ki, 1000 metre uzunluğunda 3 metre genişliğinde ve yanlarında korkulukları (tutma yeri olmayan uzun beton bir körünün üzerindesiniz. Sağ taraf da sol taraf da uçurum. Şimdi köprünün başına geldiğinizi varsayalım. Baktınız. Sonra gözlerinizi kapatıp ve hiç açmadan kaç adım atabilirsiniz? Bir mi, iki mi, üç mü yoksa dört mü? Sonra ne yaparsınız, düşmekten korktuğunuz için gözlerinizi açarsınız, etrafınıza bakarsınız, konumunuzu belirlersiniz, sağ ve sol taraftan ne kadar uzakta olduğunuza bakar sonra gözlerinizi kapar tekrar devam edersiniz. Yani her defasında kendinizi güvende hissetmediğiniz an, gözlerinizi açarak gerekli (referans/kerteriz) düzeltmeleri yapa yapa 1000 metrelik köprüyü geçersiniz. İşte bu da düzensizliğe ait bir örnektir. Çünkü, gerek pendulum da gerek kalbin atışını sağlayan gerekse beyin sinyallerini oluşturan unsurlar düzensizdir. Ama düzen yaratırlar. Buradaki hadise sebep sonuç ilişkisi çerçevesinde, o sitemi oluşturan tüm atom, atom maltı vb altı sistemlerin bir mikro saniye sonraki durumu belirlemesi olup, bunun diyelim ki yarım saat öncesinden belirlenmesi mümkün değildir.

      Geoge Gamow’un 1, 2, 3 Sonsuz diye bir kitabı vardır. Nasıl ki, bir bardak su içindeki su molekülleri, bize sakin görünseler de aslında birbirlerine çarparak hareket ermektedirler (Brown hareketi) İçinde bulunduğumuz odadaki hava molekülleri de belli hızla birbirlerine çarparak zigzaglar yaparak hareket ederler. Madem ki, hava molekülleri de odanın içinde hareket etmektedir o zaman şu sorulabilir. Acaba, öyle bir an gelir de, odada, benim bulunduğum taraftaki hava molekülleri bir an için aynı yönde hareket edip beni havasız bırakıp, odanın diğer tarafına yığılabilir mi? Elbette ki mümkün. Ancak odadaki molekül sayısı, hızları ve gerekli formülasyonla, artık gelin hesabını siz yapın. Yani mümkün.

      Dediğim gibi, bize bunların düzgün olarak görünmesinin iki temel sebebi, kaotik hareketleri, belli bir zaman aralığında gözlüyor olmamızdır.

      Bunun sebebi beynimizdir. Beynimiz bizi düz mantık yürütmeye ikna eder. Kullandığı temel yöntem de “anolojidir”

      Şimdi şöyle düşünelim. İlkokuldan bildiğimiz bileşik kaplar vardır. Bu bileşik kaplardan birine bir miktar sıvı koyduğumuz zaman sıvı, diğer kollara da eşit miktar dağılır, sonuçta sıvının düzeyi her bir boruda aynı kalır.
      Şimdi de şöyle bir düzeneğimiz olsun.
      Çocukların oynadığı eşdeğer iki balon alalım. Bu balonlardan birini az, birini diğerine göre daha fazla şişirelim ve ağızlarını hava kaçmasın diye tutalım. Sonra, ortasında vana bulunan bir borunun her ucuna, balonların havalarını kaçırmadan takalım. Borunun iki ucunda biri az şişik biri diğerine göre daha şişik iki balon vardır. Şimdi bu balonun ortasındaki vanayı açalım ve balonların içindeki havanın birbirlerine serbestçe geçmesini sağlayalım.
      Acaba bu geçiş esnasında aşağıdakilerden hangisi meydana gelir?
      a-iki balonun içindeki hava eşir hale gelir ve sonuçta aynı şişkinlikte olurlar.
      b-Vana açıldığında bu defa çok şişik balondaki hava az şişik olana geçer böylece tam tersi olur. Yani, borudaki hava akımı sonucunda çok şişik olan balon az şişik, az şişik olan balon ise çok şişik hale gelir.

      Siz ce hangisi.

      Sil
    14. ( Sayfa 7)

      Ancak bunun cevabı olarak aşağıdaki linke tıklayınız.
      http://www.youtube.com/watch?v=yURomiwg9PE

      Görülüyor ki olay düşündüğümüzden farklıdır. Böyle bir düşünceye iten neden, gözlemlerimiz günlük hayatta bileşik kaplar misali çokça görmemizden dolayı, beynimizin bu ve benzer anolojiyi küçüklüğümüzden beri yöntem olarak benimseyip bundan sonrakileri de benzer yolla çözmeye itmesidir. Bu bir anlamda içinde yaşadığımız toplumun gelenek görenek ve dinine doğup sonra da bu gelenek görenek din ve diğer davranışları kendimize doğru kabul ettirme çabamızın bir sonucudur.
      İşte buna Aristo mantığı veya düz mantık derken çıkış noktası, çevremizdeki olayları tamamen bu mantıkla açıklamaya çalışıp başka varyasyonları düşünmemeye bağlı olarak, kendimize alternatif yaratmayız. Yani var olan düşünme sistematiğimizi değiştirmeyiz. Daha doğrusu beynimiz düşünme sistematiğimizi değiştirmemize izin vermez.(Tabii ki sebebi var) İşte bu anlamda yani düz mantık olarak bakan bir kişi olarak kendinizi bir an için yolda yürürken kendinizi Willam Paley’in yerine koyun. Bildiğiniz üzere, Paley, yolda bulduğu saate bakarak, “vay canına, bu kadar güzel çalışan bir makinenin tasarımcısı bir insan ise, evrenin de bir tasarımcısı vardır” diye düşünmesi bu anlamdaki geleneksel bir beyin için son derece makuldür. Öyle değil mi? Daha ötesini söyleyeyim, Aristo, başı kesilen bir tavuğun, kafası olmadığı halde, sağa sola refleksif olarak bir iki dakika koşturan tavuğu gördüğünde, koşuşturmalarına bakarak, demek ki bizi idare eden şey (herhalde beyin demek istemiş) kafamızın içinde değil, kalbimizde olmalıdır” diye düşünür ve kitabına “yazar”. Hatta bir adım daha öte gider, beynimizin (gerçek beynimizin) kanımızı soğutmak üzere bir sistem olduğunu düşünür ve bunu da kendi kitabına “yazar”. Elbette ki, bileşik kaplardaki suyun aynı hizada olması anolojisine bakarak nasıl ki balon deneyinde yanılıyorsak, nasıl ki, Paley’in saate bakarak, evrenin de bir tasarımcısı var diye yanılıyorsak, Aristo’nun da, kafası gövdesinden ayrılan bir tavuğun refleksif olarak sağa sola koşuşturmacasına bakarak, beyin denen sistemin kalbinde olduğunu düşünmek son derece normaldir.

      Neden, anolojinin kurbanı olmuşlardır. Bir başka örnek vereyim. Eskiden ishal olan kişilere su içirmezlerdi. Neden? Son derece basit. Nasıl ki siz, bir hortumdan akan suyun akmasını engellemek isterseniz, çeşmeyi kapatırsanız, şu halde ishal olan bir kişi de su içmezse, ishali geçer diye düşünülürdü. Baktığınızda son derece uygun bir düşünce. Öyle değil mi? Ancak, bir çok kişi de böylece öldü. Elbette ki o zaman için kimseyi “bilmemezlikle” suçlamıyoruz. Ancak sonradan ne öğrendik, ishalin tedavisi için, su vermemek değil tam aksine su vererek, vücutta, ishali yapan bakterilerin atımına yardımcı olmak ve aynı zamanda ishalin yarattığı ateşi de düşürmek gerektiği öğrenildi. Demek ki, ne yapıldı, ishal hastasını tedavi etmek için yine anoloji yapıldı ama yanlış yapıldı. Buna benzer o kadar çok örnek var ki, siz sorun ben söyleyeyim. Aslında var olan bilgilerin varyasyonuna “yanal” düşünme denir. Yani var olan bilgilerle birbirinden farklı ama aynı işi gören şeyler yaratmaya yanal düşünme denir. Söz gelimi bir kişinin sandalyeye bakarak tabure veya koltuk üretmesi yanal bir düşüncedir. Aynı işi gören ama konforu ve kullanıldığı yeri farklı olarak yapılan bu üretim yatay yaratıcılıktır. Ancak, var olan bilgilere bir parametre (düşünce tarzı, var olan bir bilginin o zamana kadar hiç akla gelmemiş ilavesi) eklediğinizde ortaya hiç düşünülmeyen yeni bir konumun çıkmasına ise yaratıcılıkta “dikey” düşünme denir. Dolayısıyla, Paley’in yaptığı yanal bir düşünme iken, yani anoloji iken, Einstein’in yaptığı dikey düşünmedir ve anoloji değildir. Anoloji bizim hayatımızı kolaylaştırır ama aynı zamanda dogmaya da iter onun için, hele böyle durumlarda, var olan bilgilerimizle silkinip, bize saçma da gelse yeni modellerle arayışlar edinmeliyiz.

      Sil
    15. (Sayfa 8)

      Aklıma hemen, Gandhi’nin söz geldi. “Önce seni görmezden gelirler, sonra alay ederler, sonra seninle savaşırlar, sonra sen kazanırsın”. Mesele şu ki, sahip olduğumuz klasik düşünme sistemlerinin dışında da sistemlerin olabileceğini kabul etmektir. Hatta bazen öyle bir zaman gelmelidir ki, kendi bilgilerinizi ret etmelisiniz. Çünkü bizler sahip olduğumuz bilgilerin de esiri oluruz. Bu bilimde de olur. Onun içindir ki, belli yaşı edinmiş profesörler dahi, değişen fizik kuralları (burada değişen fizik kuralı derken, doğanın kendi kuralı değil, bizim, doğayı algılamamızdaki model kastediliyor)karşısında değişiklikleri görmezden gelir, eski bilgiyi diretirler. Bunu, sahip olduğu bilgiden dolayı değil, o bilgi ile “saygınlık” kazandığı içindir. Çünkü düşünsenize, bunca zaman savunduğu bir bilginin, birisi tarafından gelip de aslında öyle değil de böyle olduğunu göstermesini ve dolayısıyla tüm savunduklarının geçersiz olduğunu görmek, o kişi için hem saygınlığını yitirmek ve yaşam enerjisini elinden almaktır. Şu halde, anoloji bize kolaylık sağlarken, aynı zamanda bilimsel düşüncemiz için zihnimize vurulmuş bir prangadır.

      Bunu böyle düşünmemizi beyin sağlar (!). Bunun da nedeni, elektriğin, var olan devreler üzerinde en kısa yolu tercih ederek devreyi tamamlama durumudur. Bir anlamda beynimiz çözüm için (doğru veya yanlış) Occam’ın usturası misali en kısa yolu tercih eder. Nihayetinde beynimiz de, akson ve dendritlerden oluşmuş devrelerdir. Ve bu devreler üzerinde birbirlerine bağlantı yerlerinde nörotransmitter denen kimyasallar dolanırken (bilgi taşıyıcılar), akson ve dendiritlerde ise Na, K, Ca iyonları gerek kendimizin dışındaki dünyaya ait bilgileri taşımaktadır. (Bu bilgiler, davranışlarımız, konuşmalarımız, kavgalarımız, rüyalarımız, içgüdülerimiz, diğer zihinsel faaliyetlerimiz vb.) Ayrıca, bu bilgilerin iyonlar vasıtasıyla sinirlerde nasıl taşındığı konusu için “iyon pompaları” konusuna bakabilirsiniz. Bunlar da, beynin küçükten itibaren öğrendiği yollardan giderek bizlere akıl, zeka, farkındalık gibi mekanizmaları zihnimizde sabitlemekte bir anlamda değişmezlerimizi dogmalarımızı oluşturmaktadır. İşte daha binlercesi sıralanabilecek örneklerle beynimiz sandığımız gibi istediğimizi düşünebileceğimiz mekanizmayı bize sunmaz Öyle olsaydı hepimiz Einstein olurduk. İşte, balon deneyinde olduğu gibi, düzensizliği düzen gibi gösteren algılama ve küçüklüğümüzden gelen düşünce sistemimizdir. İnsanoğlu, daima kendisini evrenin yücesi gördüğünden her daim kibirli olduğundan bu ve benzerlerini kabul etmekte zorlanır.

      Diğer taraftan, istatistik de bu düzensizliği olasılık adı altında toplamıştır. Belki denebilir ki, istatistik sadece bir hesap kitap işi yani doğaya uyarlanmış olmadığı için bunu bu düzensizliğin bir parçası olarak göremeyiz. Eğer böyle düşünülüyorsa bu bir yanılgı olur. Çünkü, fiziksel matematik olduğu gibi fiziksel istatistik dalı mevcuttur. Bu da, bilinen klasik yani deterministik yani düzeni içeren denklemlerin üzerinde çalışılan araştırmalara yetmediği için bu metodun kullanılıyor olmasıdır. Demek ki, fiziksel istatistik diye bir disiplinin kullanılmasına gerek oluşunun nedeni, sebep sonuç (deterministik) ilişkilerini ortaya koyan model ve formülasyonların yetmiyor oluşudur. Dmek ki, deterministik doğanın içinde olasılıklı doğayı artık pek inkar edemeyiz gibi görünüyor. Kaldı ki, doğadaki düzensizliği yukarıdaki deneylerle zaten gösterdik.

      Sil
    16. (Sayfa 9)

      Bu arada İstatistiksel fizik tanımını da Vikipedi’ den aşağıya kopyalayayım.
      “İstatistik fizik, kuramsal fiziğin temel disiplinlerinden biri olup fizik problemlerinin çözümünde olasılık metotlarını kullanır. Bu problemler; nükleer reaksiyonlar, biyoloji, kimya, nöroloji, ve hatta sosyoloji gibi sosyal bilimler alanında olabilir.
      İstatistik fizik terimi, klasik mekanik ve kuantum mekaniğine olasılık ve istatistiksel yaklaşımları içerir. İstatistiksel yaklaşım, klasik sistemlerde serbestlik derecesi (dolayısıyla değişkenlerin sayısı) tam çözümün bulunmasına imkân vermeyecek kadar büyük olduğunda, çözüm sağlar.”

      Görülüyor ki, tanımdan da anlaşıldığı gibi deterministik modeller bize yetmiyor.

      Kaldı ki, ayrıca “bulanık” mantık diye uygulamalar mevcuttur.

      Aslında biz buraya kadar doğanın bizi kandırması olarak düzenli göründüğü kadar bir o kadar da düzensiz olduğunu yukarıda ifade etmeye çalıştım. Bir de şöyle düşünmek gerekir, Nihayetinde kafamın içindekiler yani beynimizin maddesi elementlerden atomlardan meydana gelmektedir.. Şu halde, Nihayetinde kafamın içinde de gerekli kimyasallar ve atom altı işlemler olmakta gerektiğinde ben bir karar aldığımda oksijeni kullanırken veya glikozu parçalarken bu işlemlerde enerji salınımları gerektiğinde foton salınımı olmaktadır. Yani, kafamın içindeki fiziksel ve kimyasal ve atom altı olaylar, kafamın dışındaki dünyadan farklı değildir. Bu durumda şimdi soralım. Bilinen çift yarık deneyi vardır. Işık (foton) nasıl olur da aynı anda iki yerde birden olabilir. Şimdi düşünelim, biz bu tür deneyleri beynimizin dışında olan olaylar olarak görüyoruz. Peki benzer olayların beynimizin içinde olduğunu, gerekli işlemlerle ne tür enerji salınımlarının olduğunu beynimizde olduğunu unutmuş görünüyoruz. Bu olayların beynimizdeki varlığı bile dışımızdaki Dünyayı yanlış algılamamızı neden olabilir. Dolayısıyla, Dünyayı düzenli göstermesinin sebebi, beynimizin yine evrenin kendi maddesinin bize olan yanılsamasını da dikkate almak gerekir.

      Aslında, deterministik görüşü alt edecek birçok örnek vardır. Daha fazlasını, araştırdığımızda zaten buluruz.

      Matematikte bir kural vardır. Eğer siz, bir şeyi ispatlamak istediğinizde, ispatlamak üzere ortaya koyduğunuz model, ola ki, bir tane bile olsa, tekrarlıyorum bir tane bile olsa o modeli geçersiz kılan bir durum ortaya çıkarsa, o model “pratik anlamda” kullanışsız değildir ancak, artık anlaşılır ki, o model, ispatlanmak istenen sav için matematik anlamdaki geçerliliğini yitirmiştir.

      Sil
    17. (Sayfa 10)

      Şöyle bir örnek vermeme izin veriniz. Yıllardır, sadece “asal sayıları” ifade eden yani o modelde, formülde x yerine 1, 2, 3 vb konulduğunda veya başka parametrelerle denendiğinde asal sayıları tek tek ve tek bir asal sayıyı dahi atlamadan bulan bir model veya formülün arayışı hala sürmektedir. Zaman zaman, matematikçiler arasında binlerce asal sayıyı bulduklarına dair formülasyonlar üretiliyor. Ancak bilgisayar simülasyonlarında, formül, bir tane bile olsa “asal olmayan” sayı ürettiğinde, o formül pratikte kullanılabilir iken (mühendislikte nasıl ki tolerans varsa), matematik anlamda o formül geçerliliğini yitirmiş demektir. Şimdi biz bir anoloji yapalım. Görülüyor ki, matematikte dahi tek bir yanlış sonuç veren formül (asal sayıyı bulmak için ortaya atılan formül), milyonlarca doğru sonuç verdiği halde “geçersiz” ilan edilip “ıskartaya” çıkarılmaktadır. Şimdi bunun tam tersini düşünelim. Yani, Paley gibi düşünüp, yolda bulduğu saate bakarak, “bu çalışan sistemi insan yaptı ise, evreni yaratan da bir akıl olmalı” şeklindeki düşüncenin tam tersini düşünelim. Bu düşünceye göre, böyle büyük bir evren, milyonlarca deterministik sebebe bağlı olarak geldiği düşünülürken, yukarıda örneklerini verdiğimiz ve olasılık ve düzensizlik olarak gördüğümüz örneklerden biri ile meydana gelmiş olamaz mı? Yani, asal sayıları ürettiğini iddian eden bir formül, bir tane bile asal sayı olmayan bir sayı ürettiği için geçersiz kılınıyor ve yeni asal sayı üreteci formül aranıyorsa, evrenin de, bunca sebep sonuç ilişkisi güderek anlamak için kendimizi zorladığımız zamanda, yukarıdaki örnekler ve daha bir çoklarına bakarak maddenin kendi yapısına bakarak, düzensizlikten bir düzen (!) çıkmış olamaz mı? Bence, bunu yabana atmamak gerekir diye düşünüyorum. Aksi halde, (ben bile çoğu zaman deterministik düşünen biri olarak) kendimize düşünce sistemi olarak sınır koyduğumuzu gösterir. Sonuç olarak, bunca zamandır olan bilgilerimizi, altüst etse dahi, düşünce sistemimizin esiri olmamalıyız. Böylece, evreni anlamak için, ona uygun model kurarken, düşünce sistemimin esiri olup kafamdaki değişmez modele göre evreni bu modele uydurmak için bin bir zahmete girmezdim diye düşünüyorum.
      Kaldı ki, uzun vadeye baktığımızda, düzen denen şeyin düzensizlik olarak da bize yansıdığını söyleyebiliriz. Söz gelimi, 200 milyon sene sonra, kıtalar şu anki yerlerinde ve şekillerinde kalmayacak, Güneş kırmızı dev olacak, Ay Dünyadan uzaklaşacak (her sene 1 metre kadar) , Andromeda Galaksisi, Samanyolu ile çarpışacak, kaldı ki, bu defa da Big Bang’in aksine, evrenin sonu için “yırtılma” teorileri ortaya atıyorlar. Bu da Evreni bir arada tutan dört temel kuvvetin giderek zayıflaması, elektronarın, çekirdeklerinden uzaklaşması yani maddenin (madde ne demekse)plazma olması, çekirdekteki çekim kuvvetleri azaldığı için onlar bile dağılıp gideceği dolayısıyla tekrar bir tekillikten bahsediyorlar. Bunun anlamı şudur. Fizik kanunları dahi geçersiz kalacaktır. Hani, birçok evrensel sabit gibi Newton’un formülünde de G ile gösterilen bir evrensel sabit var ya, işte o sabit bile bu anlayışa göre geçerliliğini yitirecektir. Bunlar, kuantumdan, big bang’ten sonraki kuvvetli “iddialar”. Tabii ki bunlar sadece sözel iddialar değil modellemelerin sonucu elde edilen yorumlar olduğunu siz de biliyorsunuz.

      Sil
    18. (Sayfa 11)

      Özetle, yukarıdaki örneklere bakarak düzensizlikten bir düzen gibi görünen evren doğmuş olabilir. Kaldı ki bizler, bir şeye karar verirken son haline bakarak karar veriyoruz. Düzensizlikten düzen doğdu derken, düzensizlikten doğan sistemin daha ilk saniyelerde düzen şeklinde oluştuğunu kim iddia ediyor ki?. Ola ki Big Bang teorisini savunacaksak, büyük patlamadan bilmem kaç milisaniye sonra evrenin bugünkü durumuna geldiğini kim söyleyebilir ki? Ve yine kaldı ki, büyük patlamanın ilk zamanlarında bile bildiğimiz ışığın (fotonun) olmadığı, fotonların sonraki safhalarda ortaya çıkmış olabileceğini ifade ediyorlar.

      Özetle, düzensizlikte bir düzen doğabileceği ve evrilerek bugünkü bildiğimiz düzenli gibi görünen everene gelindiğini yani düzen gibi görülen şeyin bunca milyar yıllık bir kaosun sakinleşmesi (!) olarak görebiliriz. (Tabii ki benim fikrim)

      Bu arada geleneksel düşüncenin bizim düşünce sistemimizi nasıl kalılaştırdığını da küçük ve bilinen bir örnekle aktarmak isterim.
      Söz gelimi, yılın belli ayında ve gününde, doğum günümüzü kutlarız. Buradaki düşünce, bir peryodun oluşumu düşüncesidir. Yani Dünya dönüp dolaşıp bir yıl sonra aynı yere gelmiştir diye düşünürüz. Bu bile, günlük hayatın içindeki sebep sonuç ilişkilerinden biridir. Kaldı ki, hiçbir zaman Dünya artık eski yörüngesinden geçmez. Yani doğum günü kutlamak tamamen semboliktir. Dünya, aynı noktadan asla geçmez çünkü, güneş sistemi, Samanyolunun içinde savrulmaktadır. Samanyolu bir saniye evvel bulunduğu yerde değildir. Evren genişlemektedir. Buna bakarak, nasıl ki, galaksilerin savruluşuna bakarak en azından çıkış noktası söylenemiyorsa (Big bangin olduğu yer), uzayda, doğum günümüzün neresi olduğu konusunda tek bir gerçekçi referans veremeyiz. Çünkü, her bir referans, diğer gezegenlere, yıldızlara vb bağlıdır. Bir anda evrende, Dünya hariç her şey (tüm yıldız ve gezegenler vb) bir anlığına yok olsa, bırakın nerede olduğumuzu, Dünya’nın döndüğünü bile söyleyemeyiz. Dolayısıyla bir çok gibi fizik kurallarının da mutlakıyetinden bahsetmek zorlaşmaktadır.

      Sayın Ati, yazınızın en başında yazdığınız
      “Evrenin başlangıcının big bang olduğunu ve evrim teorisin varlığını kabul ettiğimizde bizim gibi bilinçli bir varlığın ortaya çıkışını sadece tesadüflere bağlamak ne kadar mantıklıdır.
      Bir bina, bir heykel yada bir resim gördüğümüzde bunu kim yapmış diye sorgularız arkasında bir zeka, bilinç ararız. Bu bağlamda var oluşun arkasında bir zeka, bir bilinç aramak gerekmez mi?.”
      Şeklindeki düşüncenizi bir de, düşünce sisteminize başkaca parametreler katarak, (var olan inancınızı da sahiplenerek) farklı düşünüp, olabilirliği yani düzensizlikten düzen çıkabileceğini de zihnimizin bir köşesinde yorumlamak uygun olur diye düşünüyorum. Aksi halde yoldaki saati bulan Paley’in elde ettiği bir saplantılı düşünceden bir farkımız kalmaz sanırım, ne dersiniz?. Eğer zihnimiz alternatif düşünceye sahip olursa (eski düşünce sistematiğini bir kenara atın demek isteniyorum), bize daha geniş düşünme ufku açacaktır sanırım.

      Sil
    19. (Sayfa 12)

      Yazınızın bir yerinde, “Takip ettiğim kadarıyla siz evrende bir düzen olduğuna inanmıyorsunuz. Bu kanıya nasıl varabiliyorsunuz? Bilim gösteriyor ki evren belli yasalar çerçevesinde şekilleniyor.”
      Şeklindeki cümlenizi de, evrenin bir sabit olmadığı, değiştiği (bu değişim, eski yasaları geçerli kılarak değişme değil, aksine, yasalar da değişerek değişme) şeklindeki son zamanların kurulan modellerini de yabana atmamak gerekir.

      Örnek olarak sizin yazdığınız “Ben doğa-üstü tanımlamasını doğru bulmuyorum. Doğa-üstü bir olay olabileceğini düşünmüyorum. Geçmişte doğa-üstü diye nitelendirilen olayların bazıları artık bilim sayesinde açıklanmış olup doğa-üstü olmadıkları ispatlanmıştır. Şu an bize doğa-üstü gelenler de ileride muhakkak açıklanacaktır” cümlenize aynısıyla katılıyorum. Doğanın altı üstü, sağı solu olmaz. Aslında olan şey, benim açıkladıklarımın, açıklayamadıklarımın altında kalıp, kibrimin kırılmasıdır. Yani, benim acizliğim ile kendimi bilgisizliğimle aşağılanmış hissetmemdir. Kaldı ki, uzayda bile alt-üst diye bir kavram yokken, doğanın (evrenin) altı üstü neresidir ki? Bunlar bizim şartlanmamızdır. Örnek olarak, bildiğimiz üzere, Dünya haritalarına baktığımız zaman, Avrupa, Asya, Kuzey Amerika gibi kıtalar haritanın üstündedir. Peki şimdi soralım. Bu haritayı, tersine çevirsek de çocuklara coğrafya dersinde anlatsak, yani Afrika ve Avustralya ters çevrilmiş haliyle haritanın yukarısında olsa, Avrupa, Asya, Kuzey Amerika aşağıda, daha açık ifade ile haritayı ters asıp, haritadaki yazıları da yeni duruma göre yazsak ve bundan böyle de bu şekilde anlatılsa yanlış mı olur? Hayır. Hiç de yanlış olmaz. Peki neden Avrupa, Kuzey Amerika, Asya haritanın yukarısında?. Çok basit, çünkü çağlar boyu, insanların kültürel gelişimi daima Dünya’nın kuzey dediğimiz kısmında geliştiği ve sonra bunu diğer ülkelere bu şekilde yaydıkları içindir. Eğer, kültürel gelişim bugün Dünya’nın güneyi dediğimiz yerde çıkıp günümüze kadar şekillenip yayılsaydı, Dünya haritası tam ters olurdu. Bu, başlangıç meridyeninin başka yer değil de Greenwich’ten geçmesinden hiçbir farkı yoktur. Yani doğanın bize direttiği bir özellik değil (Kuzey manyetik kutbu gibi değil), kültürün direttiği asimile ettiği bir yaklaşımdır. Özetle, sebep sonuç ilişkilerini öyle içselleştiririz ki (içselleştirmek ne demekse) artık onu, doğanın kanunu zanneder, birileri gelip de bizi o takıntıdan kurtarana kadar canı çıkar (Galiei, Kopernik gibi)
      Ve Satın Ati, ikinci yazınızda plakaların hareketleri ile ilgili olarak
      “Benden doğa üstü ya da ilahi bir güç tarafında hareket ettiriliyor tarzı bir cevap bekliyorsanız ne yazık ki ben kendimi anlatamamışım.” demişsiniz. Zaten ben de, yazdığınız yorumları, kaçırmamaya gayret ederek ve yapabildiğim ölçüde dikkatli okuyarak sizin böyle düşündüğünüzü düşünmedim.

      Bu bloğa yazan her kişinin doğaüstü veya ilahi bir güce inanan kişilerin yazdığı ve bloğun da, bu kişilere cevap yetiştirdiği bir yer olduğunu düşünmüyorum. Ben bu bloğu, inanan bir kişi, inancına dair en ufak bir konuyu düşüncelerine dahil etmeden, bilimsel düşüncelerini yazılabildiği ve yine hiç inancı olmasa da yine bilimsel düşüncelerini, blogdaki kişilerin düşüncelerinden farklı görüşlere sahip olarak yazabilen bireyler olarak değerlendiriyorum. Kaldı ki, Tanrı ve benzeri konular benim bilgi alanımın dışında olduğu kadar, dini bilgi konularını, Sayın Hayyam’ın bilgisi çerçevesinde müzakere edemem. Çünkü, din ve tanrı temalı konular, iki okumayla yapılacak işler olmadığını biliyorum. Böyle bir düşünce, kahvede televizyona bakan herkesin futbol yorumcusu, herkesin siyasetçi, herksin ekonomist olması gibi bir konuma düşerim.

      Bu arada, yorum yaparken, lütfen yukarıdaki belirsizliği/ düzensizliği ortaya koyan deneyleri dikkatten kaçırmayınız ve yazıya bir bütün olarak bakınız.

      Yazıma bir not ilave ederek bitireyim. Ay’da ve Mars’ta levha veya diğer adıyla plaka tektoniği yoktur. Onun içindir ki, Ay’da ve Mars’ta Dünya ölçeğinde yüksek magnitüdlü depremler olmaz.

      Saygılarımla

      Sil
    20. Sn. Erol,

      Yorumlarınız ve zahmetleriniz için teşekkürlerimi sunarım,

      İlk olarak yorumunuzun sonundaki nota cevap vererek başlayayım.

      Sorduğunuz soru,

      "Richter ölçeğine göre Yerkürede olduğu boyuttaki kadar büyük depremler Ay'da ve Mars'ta da benzer şekilde OLMUŞ OLABİLİR Mİ?"

      Benim evet cevabıma sizin cevabınız;

      "Ay’da ve Mars’ta levha veya diğer adıyla plaka tektoniği yoktur. Onun içindir ki, Ay’da ve Mars’ta Dünya ölçeğinde yüksek magnitüdlü depremler OLMAZ."

      ben cevabımı bugünü baz alarak vermedim çünkü sorunuz olmakta mıdır değil olmuş olabilir mi. Yani sorunuz geçmişi de kapsamaktadır.

      Bundan varsayalım 1 milyar yıl önce Mars'ta günümüz dünyasındaki gibi depremler olmadığını mı iddia ediyorsunuz. Başka deyişle Mars varoluşunun hiç bir aşamasında magma tabakası üzerinde yüzen tabakalara sahip olmadı mı diyorsunuz.

      Sizinle fikir ayrılığına düştüğümüz nokta şu, demişsiniz ki;

      "Doğadaki düzensizliği yukarıdaki deneylerle zaten gösterdik."

      Ben ise sizin gösterdiğinizin mevcut bilimsel bilgimiz ve algı kapasitemiz doğrultusunda becerebildiğimiz kadardır diyorum. Yani şuan için algıladığımızı düzene oturtacak bilgiye sahip olmayabiliriz. Algıladıklarımızın doğruluğundan hiç bir zaman emin olamayız.

      Şöyle bir örnek vereyim;

      Size desem ki ben bir nesne hayal ediyorum ne olduğunu bulabilir misiniz?

      Bana bir ipucu verir misiniz diyorsunuz ben de rengi yeşil diyorum.

      Bu durumda herhangi bir nesneyi elimine etme ihtimaliniz var mı?

      Sonuçta ben hayal ediyorum. Mesela yeşil olduğuna göre koyun(hayatınızda hiç yeşil koyun görmediğinizi varsayarsak) olamaz diyebilir misiniz? Ama ben yeşil bir koyun hayal ediyor olabilirim.
      Yeşile ek ayrıca cansız dersem koyun ihtimalini eleyebilir misiniz, ölü bir yeşil koyun hayal edebilirim değil mi?

      Sonuçta size ne kadar çok ipucu versem de sonsuz olasılık ihtimali karşısında matematiksel olarak hayalimdeki nesneyi bilme ihtimaliniz hep sıfıra yaklaşır.

      Yada kendi kendinize yeşil araba diye bir sonuca varıp (yeşil bir araba görmüşlüğünüz var) aynı soruya aynı bilgilerle yeşil gemi diyen birine (siz yeşil gemi görmediniz diye) yanılıyorsun deme hakkınız var mıdır?

      Bizim evren, varoluş karşısındaki durumumuz da aynen böyle. Gerçekte sınırsız bilgi var fakat bizim elimizde sınırlı bilgi var. Bu sınırlı bilgi ile edemeyiz, yapamayız, hesaplayamayız demeyi doğru bulmuyorum demek istiyorum sadece.

      Bilginin sonsuz olduğunu varsayarak varoluş ile ilgili her teorinin doğru olma ihtimali matematiksel olarak birbiriyle aynı demeye çalışıyorum.

      Sil
    21. Zeka ve algı kapasitemiz doğrultusunda, sahip olduğumuz kısıtlı bilgiyi yorumlayarak kendimizce sonuçlara varıyoruz.

      Yani bilgi tek başına yeterli değil bir de onu değerlendirmek gerekiyor.

      Benim için ironi ise burada başlıyor. Gerçekten özgür iradeye sahip miyiz?

      Mesela bu soruya evet özgür iradeye sahibiz, bak elimi kendi irademle istediğim için kaldırıyorum gördün mü, bak şimdi kendi isteğimle indiriyorum istemeseydim elimi kaldırmazdım yada indirmezdim gibi örneklerle ispatlamaya çalışıyorlar.

      Fakat istemek dediğimiz nedir ki? Yoktan ortaya çıkan bir şey midir? Yoksa etki tepki sonucu beynin ürettiği bir şey midir? İstediğimizi zannederken başka bir etki sebebiyle istettiriliyor muyuz? Benim özgür irade yoktur ifademe olan bir tepkinin sonucu mu, beyniniz elinizi kaldırmak için bunu istediğinizi düşündürtüyor?

      Kaldı ki bilimsel çalışmalar göstermektedir ki kişilik ve zeka genetik özelliklerle nesilden nesile aktarılmakta ve İnsan kişiliği ve zekası 4-5 yaşına kadar çok büyük ölçüde şekillenmektedir.

      Yani birey olarak sahip olacağımız zeka kişilik algılama değerlendirme kapasitemiz bizim irademizin dışında gelişmektedir.

      Örneğin planlı bir cinayet işlediğinizde bu eylem sizin özgür iradenizle verilen bir karar değil aslında. Sizin varoluşunuzun gereği. Her şey sizin kontrolünüz dışında gelişiyor;

      Çünkü sahip olduğunuz kişilik, zeka ve algılama kapasitesine bir etkiniz yok. Nasıl bir kişiliğe zekaya sahip olacağınıza siz karar vermiyorsunuz.

      Sizi cinayeti planlamaya ve işlemeye yönelten dış etkenleri kontrol etme durumunuz yok.

      Basit örnek olarak;
      Öldürdüğünüz kişi bir yıl önce kız kardeşinize tecavüz etmiş ve mahkeme sonucu hakim tarafından suçsuz bulunarak serbest bırakılmış olabilir.

      Aynı durumdaki birçok kişi adamı öldürmeyi düşünüp öldürmüyorsa, bazıları düşünüp öldürüyorsa yukarıda bahsettiğim sebeplerden onların iradesi dışında öyle olması gerektiğinden, başka seçenekleri olmadığı için oluyor bence.

      Yani sahip olduğum bilgilerle benim düşüncelerimin böyle şekillenmesi benim özgür irademle değil öyle düşünmek zorunda olduğum için. Tabi ki aynısı sizin için de geçerli.

      Kalıpların dışına çıkmak gerekliliğinden bahsettiğiniz için bu açıklamaları yaptım.
      Bu benim elimde değil, varoluşum, yeni bilgiler doğrultusunda kalıp dışına çıkmama izin veriyorsa çıkabiliyorum yoksa çıkamıyorum. Dışarıdan tercih bana aitmiş gibi gözükse de aslında öyle değil.

      Saygılarımla,

      Sil
    22. Sn. Erol,

      Sanırsam sizden cevap alabilmem için daha spesifik olmak zorundayım.

      demişsiniz ki;

      "Denklemimiz: y(n+1)=k.y(n).[1-y(n)]
      Burada (n+1) ve (n),y değişkenine ait indisleridir. Eğer excel kullanıyorsanız bu denklemi deneyebilirsiniz.

      Denklemde, varsayalım ki k=3,65 ve y(n)=0,7618 alalım. Bu durumda y(n+1) değerini bulmaya çalışalım.
      y(n+1)=3,65.0,7618.(1-0,7618)=3,65.0,7618.0,2382=0,662331774 sonucunu elde ederiz.
      Elde edilen bu değeri aynı denklemde yerine tekrar koyalım y(n+1)=3,65.0,66233174.(1-0,662331774) ve buradan y(n+1) değerini elde ederiz (ben yazmadım). Burada görüldüğü üzere, denklemden elde edilen sonuç, denklemin tekrar içine konmaktadır. Ve bu şekilde devam eder. Arka arkaya 50-60 kadar değer elde ettiğinizi varsayıp, bunu grafiğe dökerseniz bir takım zigzaglar elde edersiniz.

      Şimdi burada bu denklem ile y=x^2 denklemi arasında çok önemli bir fark var. Y=x^2 denklemine rastgele 3 adet x değeri olarak bir değer seçip denkleme koyduğumuzda denkleme ait parabolün üzerinde bir yere denk gelirken, y(n+1)=k.y(n).[1-y(n)] denklemi için RASTGELE seçilen değerlere karşılık aynı eğri (zigzag) üzerine denk gelmeyecektir."

      İşte sizin mantık hatanız bu RASTGELE yaklaşımından kaynaklanıyor. Ben rastgele değer seçip zig zag üzerine denk getirtmeye çalışmıyorum. Evrende öyle bir şey yok.

      Sizin denkleminizdeki "k" bilinmeyeni benim için belli bir formülasyondan çıkıyor ve o değerin ne olacağı belli örneğinizde olduğu gibi k=3,65 ise artık bu hep 3,65 onun yerine 3,645 koyma seçeneğiniz yok. Aynısı Yn için de geçerli. Aldığınız değeri değiştirme şansınız yok ki. Ne "k" değeri ne de Yn değeri rastgele seçilen yada ortay çıkan değerler değil. Bu sebeple k ve Yn bilindiği için siz zigzag nasıl bir gelişim gösterecek biliyorsunuz demektir. Sonsuza kadar.

      Yani demek istediğim 1 milyar bilinmeyenli bir denkleminiz de olsa her bilinmeyen kendi bilinmeyenini bile üretse siz her bilinmeyen için çözülecek bir denkleme sahipsiniz ve onu çözdükten sonra artık sonuç değişmez. Çünkü o değer farklı olsaydı ne olurdu gibi bir ihtimal yok değer oysa o dur. Her bilinmeyeni net olarak hesaplayacak bilgiye sahipsiniz çünkü.

      Üçlü çubuk deneyi de yukarıdakinden farklı değil. Bu deneyi videoya alsanız, sonrasında izlettiğiniz kişi her hangi bir anda ne olacağını kestiremese bile siz o anda ne olacağını kesin bir şekilde bilirsiniz.

      Bu deneyi, deneye etki eden kuvvetleri 100% sabit tutabilseniz ve tekrarlasanız hep aynı şey olur. İlk çektiğiniz videonun aynısı olur. Ama 100% sabit tutma şansınız yoktur ve deneyi tekrarladığınızda ufak bir değişiklik çok farklı sonuçlar doğurur. Ama evrende zaten tekrar yoktur an geçtiyse geçmiştir geri getiremezsiniz. Yani aslında an itibarıyla her şey sabittir. Bir şeyi başlattığınızda değerler artık o başlangıç anına göre değerlendirilir ve o an itibarıyla sabittir. Öyle olsaydı böyle olsaydı deme lüksünüz yoktur.

      Demişsiniz ki;

      "Bir taşı tere bıraktığımızda ne kadar sürede yere düşeceğini söylerken zamanın ondalıklarını ele aldığımızda bunu söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla aslında bizim fizik olarak kullandığımız formüllerin kendisi bile ortalama etrafında ve standart sapması çok çok küçük bir çan eğirişidir. Yani kesinliği yoktur."

      Kesinliğinin olmaması, bizim virgülden sonraki sonsuz sayıyı hesaplayamıyor veya algılıyamıyor olmamızdan değil mi? Yani sorun aslında bizim yetersizliğimiz değil mi?

      Saygılarımla,

      Sil
  5. Teşekkür ederim yanıtlarınız için. Cevabımı aldım ve söyledikleriniz gerçektende mantıklı.

    YanıtlaSil
  6. Beynimiz tamam biz neresi?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sayın Adsız,

      "Beynimiz" ile nöroloji ve fizyolojiyi, "Biz" ile de psikoloji, sosyal psikoloji, nöropsikoloji, psikiyatri, antropoloji vb. kastediyoruz.

      Eğer felsefik anlamda "Biz" veya teke indirgeyerek "Ben"in beynimizde neresi olduğunu soruyorsanız, henüz buna bir cevap yok. Yani şimdilik cevabı uzakta bir soru.

      Sil
  7. Erol Bey Merhaba,
    Benim sorum, taşınabilir bir fMRI cihazını yapılabilir mi ?Eğer böyle portatif bir fMRI cihazı yapılırsa bir nevi düşünce gücü ile cihaz kontrolü sağlanabilir ? Şuan çeşitli markalarda üretilen eeg başlıkları bulunmakta fMRI başlığının yapılması sizce ne kadar zaman alacaktır ?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhabalar Sayın Unknown.

      Öncelikle söylemek isterim ki, beynin çalışmasında destek veren cihazları anlayacak kadar temel fizik bilgim olmakla beraber, vereceğim cevap bir fizikçi olarak değil, bir kanaat kabilinden olacaktır.

      Eğer, kırıklı yılların, koca bir odayı dolduran bilgisayarının, cebimize giren ve hatta iletişim, telefon, tv, radyo, navigasyon ve daha bir çok işleve sahip cep telefonlarımızı düşündüğümüzde, nitrojen soğutmalı kocaman tanklara sahip lazer cihazlarının günümüzde avuç içine sığdırıldığı, onlarca hatta yüzlerce icat ve benzeri yenilikleri düşündüğümüzde, portatif fMRI için sorduğunuz soru için verebileceğim cevap “evet”tir. Ve kuvvetle muhtemel ki, yirmi yıl gibi bir sürede buna ulaşabilirler diye düşünüyorum. Hatta gerekli finans sağlansa (ticari bir kaygı taşımadan) daha yakın tarihte de taşınabilir fMRI yapabilirler, diye düşünüyorum. Gerek uzay çalışmaları gerekse nano teknoloji bu konuda büyük yardımcı olacaktır.

      Düşünce gücü ile cihaz kontrolü sağlanabilir mi? Sorunuza gelince, aslında bu yıllar evvel başladı. Eğer www.ted.com videolarında ararsanız cevabı görmek mümkündür. İlk çalışmalar, düşünce kontrolü ile, bilgisayar ekranındaki kursorü (imleç) hareket ettirmek ile başladı. Nitekim, herhangi bir nedenle, parmak, el, kol veya bacakları olmayan kişilere takılan protezleri düşündüğümüzde, nihayetinde bu tür protezlerde de elektronik devreler olduğundan, bu protezler de birer cihaz olup, düşünce gücüyle yönetilebiliyor denektir. Söz gelimi böyle bir el veya kol protezi takılı bir kişi, elini, kolunu veya parmaklarını oynatmak istediğinde düşünce gücüyle bunu yapabilir. Kişinin yaptığı şey, elini oynatmak ise bu düşünceye ait sinyal, beynin tepesinde bulunan, vücudumuzun kas sistemini harekete sevk eden motor kortekse gider. Buradan da, el, kol, bacak vb. sinirlere gider. El, kol, bacakları herhangi bir nedenle ampüte olmuş (kesilmiş) kişilerin bu kısımlardaki sinyaller, bilgisayar vasıtasıyla proteze gönderilir. Böylece, protez, hareket ettirilir. Bu sinyalleri nasıl ayırt ediyorlar derseniz, yine Beynimiz ve Biz dizisinde Küçük Adam/ Homunculus başlıklı yazıyı öneririm. Orada, hangi organlarımıza motor korteks ve somatosensori korteks vasıtasıyla sinyallerin gönderildiğini okuma şansınız olacaktır. Nihayetinde, protezler de birer cihaz olduğundan, düşünce gücüyle cihazları yönettiğimizi yıllar evvelinden başlatıldığını söyleyebiliriz.

      Ancak siz, beynin ne düşünüp de bir cihazı insan gibi yönetmeyi kastediyorsanız, böyle bir mekanizmanın kanaatimce en az bir elli yılı olabilir. Elbette ki özellikle 90’lı yılların başından itibaren ve MR sayesinde o zamana kadar beyin ile ilgili bilinenlerden çok fazla bilgi elde edildi. Söz gelimi, beynin sinir devrelerinin elektrik geçirgenliği, bir çok mühendislik dalı ile birlikte çalışarak araştırılıyor. Bunlardan biri computational neuroscience (hesaplamalı nörobilşm) denilen daldır. Burada, aynısıyla bir elektrik elektronik devreler gibi fizik devreler kurulup, istatistiksel matematik veya diğer matematik modeller kullanarak beynin çalışma dolayısıyla da bunlardan biri olan nasıl düşündüğümüzdür. Google’de computational neuroscience kelimelerini pdf dosya formatında aratırsanız, yüzlerce akademik çalışmayı ve matematik modelleri görebilirsiniz. Dolayısıyla, bir insan gibi düşünme anlamında bir cihazı yönetmek, yukarıda ifade ettiğim gibi yarım yüzyıl alabilir. Ancak esas mesele duygulardır. Çünkü, düşünme ile aynı mekanizma ile çalışıyor gibi görülmekle beraber duyguların nasıl bir mekanizma olduğu hala bilinmiyor. işte, duygulara dair çalışma sistemi ile beraber düşünceyi yani yapay zekayı da bir arada çözdüğünüz zaman, insan beyni anlaşılmış olacak ki, bu ne zaman olur, bilmiyorum.

      İlginiz için teşekkür eder, esenlikler dilerim.

      Sil
  8. Eeg mi duyumla davranis arasinda ki süreyi daha iyi ölçer. Yoksa fmri mi?Eeg daha anlik degil mi? Nörobilim doktora ögrencisi ilk beyinde elektriksel aktivasyon oluşur davranis gerceklesir bile dedi. Daha sonra beyin bölgelere hücum edermis. Bu yüzden duyumla davranis arasindaki gecen zaman konusunda eeg daha duyarliymis. Sizce dogrumudur bu bilgi erol bey?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Beyinde ki bölgelere kan hücum edermis.

      Sil
    2. Ilk olarak noron faaliyeti olusup davranis veya cikti gerceklestikten sonra mi kan bölgelere gider. Yoksa ilk baslangic kanla baslayip mi nöron aktivitesi olusur. Yada bu iki islem hepsi bir arada olusan bur sistem mi?umarim kendimi ifade edebilmisimdir?

      Sil
    3. Yani toparlayacak olursam fmri la 5 6 saniyelik kanin ulasmasi gecikiyor ya o zaman eeg ile hangi zaman araligindaki duyuma verilmis bir cevap oldugu daha mi nettir.davranisla fuyum arasini daha mi iyi hesaplar acaba?

      Sil
  9. Emeğine sağlık çok güzel kıvamında açıklamışsın ne çok yüzeysel nede yersiz derin .
    Teşekkürler

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben teşekkür ederim Sayın Okurumuz.

      Sil
  10. Merhaba çift yarık deneyi 3 yarıkla yapıldığında sonuç nasıl olmuş? Bu konuda nereden bilgi alabilirim?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sayın Şefika Tanık, benim bilgim yok. Varsa, okurlarımızdan bir kişi paylaşırsa seviniriz.

      Sil