Beynimiz ve Biz: Değişim ve Dönüşüm

3 Yorum
Günlük yaşamımızda, çevremizle uyum sağlayabilmek, tüm nesne ve olaylarla başa çıkabilmek, onları anlamlandırabilmek için zihnimiz, bu olay ve nesneleri; birbirleriyle olan ilişkilerine, şekline, rengine, gölge durumuna, parlaklığına, ağırlığına, hafifliğine veya sevindirici, korkutucu, kızdırıcı, kaygı verici olup olmadığı ve bunların derecesine göre nihayetinde benzeri binlerce nedene bağlı olarak sınıflandırır. Bu tür bir sınıflandırma olmazsa, bir varlık olarak çevremize uyum sağlamamız son derece zor olur, belki de bu uyum hiç olmazdı. Yanımızdan geçen, üstü başı yırtık ve kirli bir kişiyi, eğer diğerkâm (özgeci) bir kişi isek mağdur olarak, günlük hayatın koşuşturmacası arasında bir kişi isek dilenci konumunda değerlendirebiliriz. Sözgelimi gündelik hayatımızdaki bir masa; üzerinde yemek yediğimiz, ders çalıştığımız bir nesne iken, bir iş yerinde masayı, büyüklüğüne göre, patronun gücünü, saygınlığını gösterecek şekilde algılar ve sınıflandırılabiliriz. Sınıflandırma, aslında, çevremizdeki nesne, olay ve davranışları sadece benzerlerini veya benzer tarafları olanları yan yana getirmek değildir. Duygusal olarak da anlamlandırırız, sınıflandırırız. Bu sınıflandırma muhtemel ki beynimizde var olan bilgilerle ilişkilendirilerek yapılır. Bir bakıma bu sınıflandırma, bizi tehlikelerden, tehdit ortamından uzak tutmak ve yaşamımıza daha az riskli devam etmemizde fayda sağlar. Aksi halde neyin tehdit neyin bize fayda sağlayan şey olduğu hakkında bilgi sahibi olamazdık. Zaman zaman aynı şeyin farklı durumlarını da zararlı ve faydalı olarak sınıflandırabiliriz. Örnek olarak elektrik, bize, aydınlanmada fayda sağlarken, daha doğru bir ifade ile zihnimiz elektriğin bu konumunu fayda unsuru ile ilişkilendirerek sınıflandırırken, aynı elektriğin var olduğu prize, parmağımızı sokmamamız gerektiğini, diğer bir ifade ile elektriğin bu halini bir tehdit olarak algılar, ilişkilendirir ve sınıflandırır. Belki de algılama ile sınıflandırmanın zihnimizde eş zamanlı olarak yapıldığını, hatta ikisinin aynı şey olduğunu ve dolayısıyla aynı terimle ifade etmek gerektiğini de söyleyebiliriz. Çünkü algı; o anki nesne ve olayı, geçmiş dönem her türlü birikimlerimizle (genetik, çevre, deneyim vb.) ilişkilendirerek benzerlerinin, daha önce sınıflandırılmışlarının yanına, küçük farklılıklarla koymak demektir.

Özetle sınıflandırma, hayatımızı büyük ölçüde kolaylaştırır, alacağımız kararlar için uzun uzadıya düşünmemize gerek bırakmaz. Tabii ki, bu kolaylıklar yanında, bu sınıflandırmaların, dogmalara, ön yargılara, kalıp yargılara (stereotip) yol açtığını da hatırlamamız gerekir.

Peki, karşımıza hiç bilmediğimiz bir şey çıkarsa ne olur? Bu durumda ne yaparız? Gittiğimiz bir yerde o zamana kadar görmediğimiz bir cihaz çıkarsa, onu bildiklerimizle karşılaştırmaya, boyutuna, üzerindeki gösterge ve düğmelere bakarak bir bilgisayara, bir televizyona, bir ütüye, bir elektrik süpürgesine benzeterek daha evvelki bildiklerimizle ilişkilendirmeye (sınıflandırmaya) çalışırız. Keza, Afrika’nın bilinmeyen bir yerinde bizim bilmediğimiz bir çiçek gördüğümüzde, onun güzel görünümünden, renginden dolayı elimizle dokunabileceğimiz, koklayabileceğimiz veya dokunduğumuzda cildimizi tahriş edecek, belki de küçük bir salgısı veya poleniyle bizi zehirleyecek bir bitki olup olmadığını sorgularız (sınıflamaya çalışırız). Tabii ki bu sınıflandırma, tecrübelerimiz ve bilgi birikimimizin ölçüsüne göre farklı olacaktır. Bu örnekler de göstermektedir ki, sınıflandırma; bir anlamda olay veya nesneyi tehditten nötre, nötrden faydaya kadar derecelendirmeyi ve çevreye bu algı çerçevesinde tepki vermeyi gerektiren kolaylaştırıcı bir unsurdur.

Şimdi şu şekilde bir deney düşünelim ve irdeleyelim. Karşımızda, bir çocuğun Lego parçacıklarından yaptığı minyatür bir ev olduğunu düşünelim. Lego’nun çeşitli renk ve parçacıklarından yapılmış bu minyatür ev, beynimiz tarafından sınıflandırılır. Bu sınıflandırmada, bunun bir çeşit oyuncak olan Lego parçacıklarından meydana geldiğini; yaratıcı, oyalayıcı bir oyun olduğunu, bir çocuk tarafından yapıldığını ve nihayetinde bu parçacıklardan ortaya çıkan şeklin bir ev olduğunu veya en azından çocuğun becerisine bağlı olarak bir eve benzediğini düşünürüz. Şimdi de, aynı çocuğun evi oluşturan parçacıkları yavaş yavaş söktüğünü, söktüğü bu parçalarla, Lego’dan yapılan evden bir metre uzakta başka bir şey yapmaya başladığını düşünelim. Veya evin üzerinden söktüğü her parçayı, yine evin üzerinde bir yerlere eklediğini ama ev şeklini değiştirerek başka bir şey yapmaya giriştiğini düşünelim. Çocuğun, evi bozup da ne yapmak istediği aklında biçimlenmişken, çocuğa sormadığımız müddetçe ne yapmak istediği bizim için belirsizdir. Çocuk, giderek, Lego parçalarından başka bir şey oluşturmaya başladığını ama bizim onun ne olduğunu henüz çıkartamadığımız (sınıflandıramadığımız) hatta biraz da merak ettiğimiz (merak nedir diye de sormamız gerekir) bir ara durum süregelmektedir. İşte bu ara durum “değişim”dir. Değişimde, belirsizlik vardır, sınıflayamama sıkıntısı vardır. Bir başka deyişle, belirsizliği ortadan kaldırmak için sınıflandırma çabası/ihtiyacı vardır. Çocuk ne zaman ki, amaçladığı şekli ortaya çıkarmaya başladığında, yine, ebeveynlerimizden aldığımız genetik miras, deneyimlerimiz, bilgilerimiz, çevremizin de (kültürümüz) etkisiyle, şeklin ne olduğunu tahmin etmeye başlarız (sınıflandırırız). Çocuk, kendine göre şekli tamamladığında ve varsayalım ki ortaya Lego’lardan yapılmış bir gemi çıktığında, zihnimizdeki ilişkilendirme artık yerini bulmuştur. İşte bu da kelimenin tam karşılığı ile “dönüşüm”dür.

Şu halde, değişim, dönüşümler arasındaki, zaman zaman belirsizliği de içeren henüz sınıflayamadığımız/sınıflamakta nispeten zorlandığımız, hatta, zaman zaman da bu değişimin nasıl olduğuna kafa yorup mistik duygular kattığımız süreçlerdir. Değişim daha dinamik; dönüşüm ise; bizim onu sınıflandırabileceğimiz kolaylıkta yani daha stabildir, daha durağandır. Temel bir benzetme olarak, elimizdeki bir pet şişenin, fabrika ortamında tekrar eritilerek varsayalım ki aynı malzemeden bir pet bardak yapmak gibidir. Burada, Pet şişe, artık onu “pet şişe” olarak isimlendirdiğimiz sınıflandırmadan çıkarak, fabrikada yaşadığı DEĞİŞİM süreci nedeniyle bir “pet bardağa” DÖNÜŞMÜŞTÜR. Tabii ki değişim ve dönüşümün, algılayan için (insan) izafi bir kavram olduğunu da burada hatırlatmak gerekir. Söz gelimi, başka bir algı düzeyi için, “değişim”in bir safhası, dönüşüm olarak da değerlendirilebilir.

Buraya kadar özetlersek, DÖNÜŞÜM; zihnimizde sınıflandırdığımız ve o nesne, olay, davranış ile ilişkilerimizin ne olacağına dair karar verdiğimiz bir durum iken DEĞİŞİM; bir BELİRSİZLİK, bir GEÇİŞ durumudur. Yine burada, dünün belirsizliği olan süreçlerin, bugünün sınıflandırması dâhilinde olabilecek durumları da göz ardı etmemek gerekir. Muhtemel ki belirsizlikleri ortadan kalkan durumlardaki değişimleri de zihnimiz ayrı sınıflamaya tabi tutuyor olabilir diye düşünebiliriz.

Kelimeyi biraz daha irdelersek “değişim” kelimesinin bizatihi kendisi bir dinamikliği, bir süreci çağrıştırmakta bu da değişme algısı ile örtüşmektedir. Buna mukabil “dönüşüm” kelimesi bir anlamda; değişmiş, bitmiş, nihai yapısına, konumuna ulaşmış anlamı ile stabiliteyi, durağanlığı çağrıştırması gerekirken “dönüşüm” kelimesi de değişim kelimesi gibi bir SÜRECİ çağrıştırmaktadır. Belki de, değişim ile dönüşüm aynı sürecin ortak kısmı olarak da görülebilir. Bununla denilmek istenen şudur. Yukarıdaki, Lego evi bozup da aynı Legolardan gemi yapmaya başlayan çocuk örneğine tekrar dönelim. Örnekte, henüz ne yaptığını bilmediğimiz ve bizim için belirsiz olan safhaya “değişim” diyebileceğimizi ifade etmiştik. Ev şeklinin bozulup da, gemi şekli henüz tamamlanmasa bile, onun bir gemi olabileceğine/olduğuna dair zihnimizde ilk defa (tamaaaamm, çocuk bir gemi yapıyooorr!) diye sınıflandırmaya başladığımız andan itibaren, geminin tam olarak ortaya çıkması (nihai durum) arasındaki duruma DÖNÜŞÜM demek daha mı doğru olur? Çünkü, artık nihai şekle gelen bu durumu (gemiyi) hala bir dönüşüm içine koymamak gerekir. ÇÜNKÜ ARTIK O BİR GEMİDİR. Eğer gemi, o şekilde kalacaksa başka bir şey olmayacaksa bu stabil durum için DÖNÜŞÜM diyemeyiz. DÖNÜŞÜM SÜRECİ BİTMİŞTİR, SONLANMIŞTIR: Öyle kalacaktır. Başka bir şeye dönüşmemektedir. (Tabii ki bunları söylerken, Lego parçalarından oluşan şeklin tam olarak “gemi” olduğu andan itibaren yeni bir şeye dönüşmek için hazır beklediğini, örnek olarak, çocuk tarafından bir uçağa dönüştürülebileceğini veya en azından Lego parçalarının her birinin eskimesi bile bir şeylere dönüşeceğini unutmuyoruz). Buna göre, değişim ile dönüşüm belli süreçler için aynı anlamda kullanılabilir. Ancak şunu da söyleyebiliriz ki “değişim” ile yüklenmeye çalışılan “dinamiklik” kavramı, “dönüşüm”ün içindekinden daha fazla olabilir.

Peki, bu tür bir zihinsel sınıflamayı sadece insanlar mı yapar? Bir an için insanlığın yeryüzünden yok olduğunu, silindiğini düşünelim. Acaba, yeryüzünde, geri kalan canlılar için mesela bir şempanze, bir kedi, bir kurt, bir aslan için değişim ve dönüşüm hala mevcut mudur? Yoksa sadece insanlar olduğu müddetçe idrak edilen bir şey midir? Eğer öyleyse, değişim ve dönüşümün sadece ve sadece akla, zekâya dayalı bir idrak olduğunu mu söylemeliyiz? Bir an için, aslanın, avı olarak kestirdiği bir ceylanı gözlediğini, avlamak için uygun bir zamanı beklediğini hayal edelim. İnsanlığı bir an için yeryüzünden kaldırabilme kurgu ve hayal gücümüzden faydalanarak, bu defa da ceylanın yavaş yavaş değişmeye başladığını, ceylan diyebileceğimiz tanımın ortadan kalktığını (tabii ki aslana göre) başka bir hal almaya başladığını düşünelim. Bu durumda aslan, geçmiş dönem tecrübelerinden, avı olarak gördüğü ceylanın bu değişimi sonucunda henüz ne olduğu belli olmayan görüntüyü “av” sınıfından çıkartmaya başlayacaktır. Zihninde nereye sınıflandıracağını bilmediği bir şeyin, bir av mı, ondan kaçması gereken bir şey mi, yoksa kendisine zarar vermeyen bir şey mi olduğunu anlayana, idrak edene kadar bekleyecektir. Ceylanın, değişim sonucunda, varsayalım ki bir ağaca dönüştüğünü gören aslan, artık ağacı, bir av olarak değil, gölgesinden faydalandığı, ara sıra da sırtını kaşımak için sürtündüğü bir şey olarak sınıflandıracaktır. Garip gelebilecek bu örneği, koşullandırma için yapılan bir deney ile somutlaştıralım. Yapılan deneyde, ekranda, bir köpeğe çember gösterildiğinde ve arkasından da bir düğmeye basmasıyla, bir kanaldan yiyecek elde edeceği öğretilmiştir. Köpek, çember gördüğü zaman bir delikten  yiyecek çıkacağına koşullanmıştır. Ancak, çember şekli yavaş yavaş elipse döndüğünde ve köpek düğmeye bastığında köpeğin bulunduğu zeminden elektrik çarpmaktadır. Böylece köpek, ekranda çember gördüğünde düğmeye basması ve karşılığında yiyecek alacağını buna karşılık elips gördüğünde düğmeye basarsa kendisine elektrik çarpacağını öğrenmiştir ve düğmeye basmayacaktır. Peki, öyle bir an var mıdır ki, köpek ekranda gördüğünün ne bir çember ne de bir elips olduğuna karar verebilsin? Köpek o kadar açtır ki, düğmeye basıp basmamakta kararsızdır. Çünkü ortada, düğmeye basmazsa aç kalacağı veya basarsa elektrik çarpabileceği BELİRSİZ yani sınıflandıramadığı bir durum vardır. İşte bu safha DEĞİŞİM safhasıdır. 

Şu halde dönüşüm, değişime göre daha fazla idrak edilebilir, sınıflandırılabilir, daha stabil, belirsizliği daha az, hayatımızdaki konumu daha fazla belli bir durumdur. Tabii ki, işin özüne, “değişmeyen tek şey değişimdir” anlayışıyla bakarsak, bu son tanımımız yetersiz olmasa da izafi kalacaktır. İnsanoğlu olarak tanımlarımızı, evrenin 13-14 milyar yıllık yaşına göre kısacık bir süre olan 70-80 yıl için yaptığından; binlerce, milyonlarca yıldaki değişikliği göremiyor, kısacık ömründeki zaman parçası içinde değişmez olarak anlamlandırıyoruz. Buna güzel bir örneği şu şekilde verebiliriz. Yakın zamana kadar, yeryüzündeki kıtaların aynen bugün olduğu gibi bir dağılımda olduğu, bu dağılımın değişmediğine inanılıyordu. Ta ki, 1930’lu yıllarda Wegener adında bir Alman’ın çıkıp da, bugünkü kıtaların daha evvel birbirleriyle birleşik olduğunu söyleyene kadar. (Yeryüzünün, kıtalardan çok daha büyük ve mağmanın üzerinde yüzen plakalardan meydana geldiği ve depremlerin nedeni oluşu. Levha/Plaka tektoniği). Buna göre, dünyamız hala şekillenmektedir Bu arada şekillenmek ile ne demek istendiği de tam olarak açık değildir. Yani dünyanın belli bir şekle ulaşmak gibi bir amacı yoktur. Böylece birkaç yüz milyon yıl sonra kıtalar, bugünkü şeklinden bambaşka bir şekil alacak, sonraki zamanda da şekillenmeye devam edecektir. Dolayısıyla böyle bir durum dönüşüm müdür, değişim midir sorusu ortaya çıkmaktadır. Yoksa, değişim ve dönüşüm, bizim o olay veya nesneyi, algılayışımızı kolaylaştırmak için zamana bağlı olarak ortaya koyduğumuz bir aldatmaca, bir izafi durum mudur? Değişim bir hareket, dönüşüm, varacağımız bir durak mıdır?

Konuya biraz daha devam edersek şunları söyleyebiliriz. Değişimdeki belirsizlik (varsa) bizde tedirginlik/şaşırma hali de yaratır. Bildiklerimizle mukayese edip ilişkilendiremediğimiz şeyler bir tehdit unsurudur. Ancak, gerek bilgi birikimimiz, gerek ihtiyaçlarımız, gelişen teknoloji vb gibi faktörler ile beraber bazen, değişimin bazı safhalarının sebep-sonuç ilişkileri gibi bağlantılar kuruldukça, o an için bize faydası olmasa da gözleyerek, deneyimleyerek, akıl yürüterek bir tanım geliştirmeye ve bu belirsizlikten kurtulmaya çalışırız.

Nihayetinde; zekâ olsun, duygu olsun, içgüdü olsun, değişim ve dönüşüm karşısında bir tepki verdiği (belki de tepkisiz kaldığı), değişim esnasında o anki durumun ne olduğunu sınıflandıramadığı düşüncesinden hareketle, değişim ve dönüşümün sadece insanoğluna değil, hayvanlar âleminin de algı alanı içinde kalabileceğini söyleyebiliriz. Söyleyebiliriz çünkü, bize korkmamızı, kaçmamızı veya saldırmamızı söyleyen beynimizde korku ve kaygılarımız ile ilgili amigdalaya ait bilgiler atalarımızdan genler vasıtasıyla geçmekte, çevre de bunu işlemektedir. Hayvanlarda zekâ olmadığını (!) düşünsek de, onların da amigdalası olması, değişim ve dönüşüme tepki vermek için insan olmak gibi bir zorunluluğu getirmemektedir.

İnsan, dönüşüm ve değişim sürecindeki tüm safhaları, bu süreçteki belirsizliği kavramış da olsa, anlamlandırmış da olsa, insan zihninin kendisini daha rahat ettiği durumlar, değişime göre durağan olan (dönüşüme uğramış) ortamlardır. Çünkü, dönüşmüş (bir anlamda stabil olmuş) hallere göre değişim, insanı daha fazla tehdit eder görünmektedir. Dönüşmüş bir hal, insan tarafından sınıflandırılmış, yani zihnindeki diğer bilgilerle ilişkilendirilmiş ve belirsizliği büyük ölçüde kaldırılmış olan nesne ve olaylardır. Böyle bir durumda insanın ne tür tavır alacağına, o şeye yaklaşması gerektiğine mi, tehdit olduğu için uzaklaşması gerektiğine mi veya o şeyin kendisi için nötr olduğuna mı karar verecektir? Buna karşılık, değişim, dönüşüme göre daha fazla kontrol edilmesi, daha fazla zihinsel faaliyet harcanması, belki de dönüşüm hallerine göre bizi daha fazla tehdit eden ve değişkenliğin nedeni olan argümanların sayısının durağanlığa göre daha fazla oluşu, biz insanoğlunu daha fazla kaygılandıracak, korkutacak, tedirgin edecektir. Olayları kontrol edebildiğimiz ölçüde, yaşam bizim için daha rahat olacaktır. Değişkenliğe göre durağanlık bizim için daha az tehdit edici, daha anlamlıdır. Çünkü, durağanlıkta o şeyi meydana getiren argümanların birbirleri ile ilişkilerini anlamak, o şeyin bütününü çevremizdeki bir konuma anlamlandırarak koymak daha kolaydır. Dinginliğin olduğu ortamda, o şeyden yeni bilgiler edinmek, o şeye yeni değerler atfetmek, dingin olan o şeyi sembol haline getirip yaşantımız içinde kullanmak bizi daha az rahatsız eder ve hatta bize rahatlık ve güven sağlar.

Bir reklam sloganı ve buna getirdiğim yorumla yazıma son vereyim. “Kontrolsüz güç, güç değildir.” Tabii ki bu düşünce tamamen, insanı merkeze alan, yani kendi varlığımızın çıkarını düşünerek, korkularımızı da içinde barındıran bir slogan bir söz olmalı. Çünkü doğanın bir şeyi kontrol etmek gibi bir derdi olduğunu, kontrolsüz güçten(!) de rahatsız olduğunu hiç sanmıyorum. İnsanoğlu, yüzyıllardır, kontrol edebildiklerini hayatında var etmek, edemediklerini ise yok etmek anlayışı ile yeryüzünde var olmuş, çeşitli kültürler oluşturmuştur. Durgunluk ve değişmezlik daha kolay algılanabilir ve yönetilebilir olduğundan, değişim onun için daima bir tehdit unsuru olmuştur. Böylece değişmez olarak gördüklerine inanmaya, bu inancın alışkanlıklara dönüşmesine, çevresine bu inancı aşılamasına, böylece dogma ve bağnazlığı da yaymasına neden olmuştur.

Erol

3 yorum:

  1. Çok müthiş ve doyurucu bir yazı olmuş, tebrik ederim.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İlginiz ve değerlendirmeniz için çok teşekkür ederim Rabia Hanım. Beni motive ettiniz.

      Sil
  2. O halde şimdilik Allah'ın varlığı kabulünde nesnel temellerle sorguladığımız için değişim içindeyiz(inananlar için); ateist, agnostik(vs.) olduğumuzda da dönüşmüş olacağız diyebiliriz.

    YanıtlaSil