BILL COSBY’NİN BU CÜMLESİNİ DOĞRU KILAN FAKTÖRLER NEDİR?
Elbette ki bu, bizim kişiliğimizle bağlantılıdır. Tüm insanları aynı biçimdeki davranış ve düşüncelerle memnun edemeyiz. Benzer şekilde, bulunduğumuz grubun içinden biri çıksa, kendimiz de dahil olmak üzere grubun tamamını memnun etmeye çalışsa, böyle bir şansı olmayacaktır.
Peki, bu neden böyledir? Aslında, hepimizde “irade” denilen mekanizma olduğu halde, sahip olduğumuz (!) bu irade mekanizması ile neden memnun olmuyoruz?
O zaman, hikayenin en başından, kişilik nedir? diye sorarak başlayalım.
Kişilik denilen kavram; mizaç diğer adıyla huy, karakter, zekâ ve yeteneklerden meydana gelir. Kişilik, değişen dış uyaranlar (çevre şartları) ve iç uyaranların (ruh hali) o anki durumuna bağlı olarak bir veya birkaçını gösterdiğimiz ve sadece o kişiye ait olan binlerce davranış biçimimizin toplamıdır. Buradan şu anlam çıkmaktadır ki, bahsi geçen bu "binlerce" vasfın/özelliğin toplamının bire bir aynısını bir başka kişide görmek mümkün değildir. Onun içindir ki, birçok literatür, Dünya'daki kişi sayısı kadar kişilik olduğundan bahseder. (Düşüncelerimiz, akıl yürütmelerimiz, algılarımız, rüyalarımız vb. bilinçli ve bilinçsiz eylemler de “davranış” olarak adlandırılmaktadır).
Kişiliği oluşturan argümanlardan mizaç (huy), genlerimizle gelen özelliklerimizdir. Otonom sinir sisteminin özelliği veya iç salgı bezlerinin az ya da çok çalışması gibi soyaçekimle gelmiş olan fizyolojik özelliklerimizin neden olduğu psikolojik tutumlarımızdır. Çabuk kızmak, sıkılmak, neşelenmek, öfkelenmek, hareketli ya da hareketsiz kalmak vb.
Karakter ise, daha çok, çevrenin değer yargılarının, kişideki bedensel, duygusal ve zihinsel etkileriyle oluşan davranışlardır. Çocukluk çağımızdan itibaren aile, okul, içinde yaşadığımız toplum vb. çevre etkileriyle oluşur. Çocukluktan itibaren de gelişmeye ve değişmeye devam eder. Karakterimiz, içinde yaşadığımız kültüre bağlı olarak kişiliğimizin “değişebilen” kısmıdır. Söz gelimi, bundan yirmi sene evvelki bir davranışı/alışkanlığı, yıllar içinde farkında olmadan bırakmış veya tam tersi, otuz yaşımızda olmayan bir davranış veya alışkanlığımızın, yıllar içinde kazanıp elli yaşımızda ortaya çıkması örnek gösterilebilir.
Bir başka örnek olarak, eskilerin düşüncesi ile, “büyüklerin karşısında sigara içilmez, bacak bacak üzerine atılmaz” gibi davranışlar, genlerin değil, kültürün oluşturduğu karakter özelliklerimizdendir. Gelenek-görenek, örf ve adetlerimiz ve dinlerin, bizlere kazandırdığı davranış alışkanlıkları da, kişiliğimizi oluşturan karakter özelliklerimizdendir. Kişiliğimizi tamamlayan diğer faktörler de, yukarıda ifade ettiğimiz gibi zekamız ve yeteneklerimizdir.
Görülüyor ki, davranışlarımızı ve dolayısıyla kişiliğimizi belirleyen birincil faktör genlerimizdir. Bunun anlamı şudur. Siz, ne yaparsanız yapınız, sizi nasıl yetiştirirlerse yetiştirsinler, bizim beyin yapımızın da temeli olduğu için, genlerimizin müsaade ettiğinden daha fazlası olamayız. (Teknolojik herhangi bir müdahaleyi kastetmiyoruz. Hele gelecekte, beyne harici yapılacak modülasyonlarla, beynin neler yapabileceği konusunu henüz bilmiyoruz). Eğer, doğduktan sonra yetişme, beslenme, kültür gibi faktörler ile istediğimizi olabilseydik, hepimiz birer Beethoven, birer Einstein, birer Leonardo Da Vinci olurduk. Diyebilirsiniz ki, bunlar birer yetenek ve dolayısıyla kişiliğimize dahil edilemezler. Tanımımıza göre bunlar da kişiliğimizin bir parçasıdırlar. Çünkü, yetenekler de, şu veya bu şekilde size ait davranış kalıplarıdır ve sizin ürettiğiniz her şey sizin kişiliğinizin parçasıdır. Yetenek de olsa, gösterdiğiniz bu davranış başkasının değil sizindir. Bir insanın düşünme biçimi de dahil olmak üzere o kişi ile ilgili her şeyin toplamı, o bireyin kişiliğini oluşturur. Hatta, o kişinin, kendisinin bile farkında olmadığı, başkaları tarafından fark edilen davranışları dahi onun kişiliğidir. Söz gelimi, kişinin kendisinin farkında olmadığı bir tik onun kişiliğinin bir parçasıdır.
Kişilik denilen kavram; mizaç diğer adıyla huy, karakter, zekâ ve yeteneklerden meydana gelir. Kişilik, değişen dış uyaranlar (çevre şartları) ve iç uyaranların (ruh hali) o anki durumuna bağlı olarak bir veya birkaçını gösterdiğimiz ve sadece o kişiye ait olan binlerce davranış biçimimizin toplamıdır. Buradan şu anlam çıkmaktadır ki, bahsi geçen bu "binlerce" vasfın/özelliğin toplamının bire bir aynısını bir başka kişide görmek mümkün değildir. Onun içindir ki, birçok literatür, Dünya'daki kişi sayısı kadar kişilik olduğundan bahseder. (Düşüncelerimiz, akıl yürütmelerimiz, algılarımız, rüyalarımız vb. bilinçli ve bilinçsiz eylemler de “davranış” olarak adlandırılmaktadır).
Kişiliği oluşturan argümanlardan mizaç (huy), genlerimizle gelen özelliklerimizdir. Otonom sinir sisteminin özelliği veya iç salgı bezlerinin az ya da çok çalışması gibi soyaçekimle gelmiş olan fizyolojik özelliklerimizin neden olduğu psikolojik tutumlarımızdır. Çabuk kızmak, sıkılmak, neşelenmek, öfkelenmek, hareketli ya da hareketsiz kalmak vb.
Karakter ise, daha çok, çevrenin değer yargılarının, kişideki bedensel, duygusal ve zihinsel etkileriyle oluşan davranışlardır. Çocukluk çağımızdan itibaren aile, okul, içinde yaşadığımız toplum vb. çevre etkileriyle oluşur. Çocukluktan itibaren de gelişmeye ve değişmeye devam eder. Karakterimiz, içinde yaşadığımız kültüre bağlı olarak kişiliğimizin “değişebilen” kısmıdır. Söz gelimi, bundan yirmi sene evvelki bir davranışı/alışkanlığı, yıllar içinde farkında olmadan bırakmış veya tam tersi, otuz yaşımızda olmayan bir davranış veya alışkanlığımızın, yıllar içinde kazanıp elli yaşımızda ortaya çıkması örnek gösterilebilir.
Bir başka örnek olarak, eskilerin düşüncesi ile, “büyüklerin karşısında sigara içilmez, bacak bacak üzerine atılmaz” gibi davranışlar, genlerin değil, kültürün oluşturduğu karakter özelliklerimizdendir. Gelenek-görenek, örf ve adetlerimiz ve dinlerin, bizlere kazandırdığı davranış alışkanlıkları da, kişiliğimizi oluşturan karakter özelliklerimizdendir. Kişiliğimizi tamamlayan diğer faktörler de, yukarıda ifade ettiğimiz gibi zekamız ve yeteneklerimizdir.
Görülüyor ki, davranışlarımızı ve dolayısıyla kişiliğimizi belirleyen birincil faktör genlerimizdir. Bunun anlamı şudur. Siz, ne yaparsanız yapınız, sizi nasıl yetiştirirlerse yetiştirsinler, bizim beyin yapımızın da temeli olduğu için, genlerimizin müsaade ettiğinden daha fazlası olamayız. (Teknolojik herhangi bir müdahaleyi kastetmiyoruz. Hele gelecekte, beyne harici yapılacak modülasyonlarla, beynin neler yapabileceği konusunu henüz bilmiyoruz). Eğer, doğduktan sonra yetişme, beslenme, kültür gibi faktörler ile istediğimizi olabilseydik, hepimiz birer Beethoven, birer Einstein, birer Leonardo Da Vinci olurduk. Diyebilirsiniz ki, bunlar birer yetenek ve dolayısıyla kişiliğimize dahil edilemezler. Tanımımıza göre bunlar da kişiliğimizin bir parçasıdırlar. Çünkü, yetenekler de, şu veya bu şekilde size ait davranış kalıplarıdır ve sizin ürettiğiniz her şey sizin kişiliğinizin parçasıdır. Yetenek de olsa, gösterdiğiniz bu davranış başkasının değil sizindir. Bir insanın düşünme biçimi de dahil olmak üzere o kişi ile ilgili her şeyin toplamı, o bireyin kişiliğini oluşturur. Hatta, o kişinin, kendisinin bile farkında olmadığı, başkaları tarafından fark edilen davranışları dahi onun kişiliğidir. Söz gelimi, kişinin kendisinin farkında olmadığı bir tik onun kişiliğinin bir parçasıdır.
Kişiliğimizin birincil faktörü deyip genlerimize tekrar dönecek olursak şunları söyleyebiliriz. Daha sperm ve yumurta iken başlayan bu süreç, sonraki zamanda, anne karnında iken, annenin yaşam biçimi, yediği-içtiği, yaşadığı stres de dahil, kişiliğimizi biçimlendirmeye devam eder. Doğduktan sonra, içinde bulunduğumuz coğrafya, ebeveyn ve çevremizin bizi yetiştirme ve yetişme şekli, koşullanmalarımız beynimizde, genlerimizin temelini oluşturduğu nöronal bağlantıların (beyin hücreleri arasındaki bağların) kurulmasında rol oynar.
Bunun anlamı şudur. Herhangi iki kişi alalım. Beyinlerinin aynı yerindeki on adet sinir hücresine baktığımızda, her iki kişideki sinir hücrelerinin birbiri ile kurduğu sinir uzantılarının (akson ve dendritler) farklı olduğunu görürüz. Diğer bir deyişle, bir olay olduğunda kişilerden biri için beyinde A sinir hücresi B sinir hücresine sinyal gönderirken, aynı olay için diğer kişide A sinir hücresi C sinir hücresine sinyal gönderir. Bunun nedeni, genler de dahil olmak üzere, anne karnında başlayan bu yolculuğun, yukarıda sayılan diğer faktörlerin de etkisiyle, iki farklı kişide beyninin aynı yerindeki aynı beyin hücrelerinin birbirleri ile, farklı sinirsel bağlantılar kurmasıdır. Bu bağlantı farklılıklarını sadece bir kaç beyin hücresi için değil, beynimizdeki 100 milyar (son araştırmalara göre 86 milyar) hücre ve bunların birbirleri ile yaptığı trilyonlarca bağlantının karmaşıklığını ve de bu bağlantıların benzemezliğini düşünürsek, aynı olayın, iki farklı kişi için bire bir aynı şekilde algılanması imkansızdır. Farklı bağlantılar, farklı kişilik tipolojilerini oluşturmuştur. Tabii ki bu benzemezliği yaratanın nedeni olarak sadece bağlantıları değil, aynı zamanda, hormonlarımızdaki ve daha yüzlerce etkene bağlı farklılığı düşünecek olursak, neredeyse sonsuz algılar dizisi (sekans) ve buna bağlı olarak da başkalarına benzemeyen düşünceler ve davranışlar ortaya çıkacak demektir. Gerek duygusal gerekse mantıksal çatışmaların nedeni de budur. Çünkü, kişilerin de doğruları farklı olacaktır.
Bunun anlamı şudur. Herhangi iki kişi alalım. Beyinlerinin aynı yerindeki on adet sinir hücresine baktığımızda, her iki kişideki sinir hücrelerinin birbiri ile kurduğu sinir uzantılarının (akson ve dendritler) farklı olduğunu görürüz. Diğer bir deyişle, bir olay olduğunda kişilerden biri için beyinde A sinir hücresi B sinir hücresine sinyal gönderirken, aynı olay için diğer kişide A sinir hücresi C sinir hücresine sinyal gönderir. Bunun nedeni, genler de dahil olmak üzere, anne karnında başlayan bu yolculuğun, yukarıda sayılan diğer faktörlerin de etkisiyle, iki farklı kişide beyninin aynı yerindeki aynı beyin hücrelerinin birbirleri ile, farklı sinirsel bağlantılar kurmasıdır. Bu bağlantı farklılıklarını sadece bir kaç beyin hücresi için değil, beynimizdeki 100 milyar (son araştırmalara göre 86 milyar) hücre ve bunların birbirleri ile yaptığı trilyonlarca bağlantının karmaşıklığını ve de bu bağlantıların benzemezliğini düşünürsek, aynı olayın, iki farklı kişi için bire bir aynı şekilde algılanması imkansızdır. Farklı bağlantılar, farklı kişilik tipolojilerini oluşturmuştur. Tabii ki bu benzemezliği yaratanın nedeni olarak sadece bağlantıları değil, aynı zamanda, hormonlarımızdaki ve daha yüzlerce etkene bağlı farklılığı düşünecek olursak, neredeyse sonsuz algılar dizisi (sekans) ve buna bağlı olarak da başkalarına benzemeyen düşünceler ve davranışlar ortaya çıkacak demektir. Gerek duygusal gerekse mantıksal çatışmaların nedeni de budur. Çünkü, kişilerin de doğruları farklı olacaktır.
Sadece, tek bir beyin sinir hücresinin, diğerleri ile 1000 ila 15.000 arasında bağlantı kurmak üzere kablo oluşturduğunu da ilave edersek, hiç bir insan beyninin bu muazzam bağlantı farkından dolayı diğeriyle aynı olmadığını, bunun da anlamının, aynı olay karşısında farklı iki kişinin beyinlerindeki sinyallerin birbirine hemen hemen hiç benzemediği düşüncesi bir kere daha ortaya çıkar.
Peki bu faklılıklar ortaya ne çıkartır? Beynimizde, irademizin dışında olan bağlantılar, yukarıda da söylediğimiz gibi, aynı olayları farklı algılamamıza neden olur. İki ayrı kişinin baktıkları aynı “kırmızı” bile farklı olacaktır. Bunu şu şekilde örneklemeye çalışalım. Sizin ve arkadaşınızın aynı marka ve model (tüm ayarları aynı) cep telefonları ile, bulunduğunuz yerden arkadaşlardan oluşmuş bir grubun resmini çektiğinizde, çekilen resmin hafızada farklı miktarda yer kapladığını göreceksiniz. Çünkü, çekim esnasında, sizin cep telefonu ile sizden bir metre uzakta olan arkadaşınızın cep telefonunun farklı konumlarından dolayı, cep telefonlarının algıladığı ışık, çekilmeye çalışılan gruba bakış perspektifi, resimler çekilirken ekrana düşen görüntünün diğerine göre biraz kayması, gölge miktarlarındaki farklılık ve bir çok etkenden dolayı bu fark ortaya çıkacaktır. Kaldı ki beyinlerimiz, cep telefonları gibi, birebir aynı sistem olarak çalışmazlar. Aynı bir olay, beyindeki bu farklı yapıdan dolayı kimimize hoşnut verici olarak gelirken kimimize daha az hoşnut veya nötr hatta tehdit olarak gelebilir. Beynimizin farklı bağlantılarına, bir de o anki ruh halimizi (hormonlar vb.) düşünürsek bu çeşitlilik daha da artar. Kaldı ki, beynimiz, on gün evvelki gördüğümüz görüntüleri bile, bilgisayarın sabit diskinde tuttuğu gibi sabit tutmamakta, görüntüleri veya olayları geçmiş yaşantılarla ilişkilendirdiği için, sabit sandığımız belleğimizde görüntü veya düşünceler, nüans anlamında devamlı değişmektedir. Hatta, şunu söyleyebiliriz ki, geçmişteki bir anımızı, hatırlamak için gözümüzün önüne her getirdiğimizde, bu anının içeriğinin bozulduğu deneylerle anlaşılmıştır. Zamanla, bazı şeyleri gördüğümüzden emin olmaktan öte gördüğümüzü sanmaya başlarız. Onun içindir ki mahkemelerdeki şahitlikler zaman zaman yanılgılara, suçsuz bir kişinin suçlanmasına veya tersine neden olabilmektedir.
Kişilere göre farklılaşan beyin yapılarının, farklı anıların, farklı algıların ve değerlendirmelerin dolayı “renkler ve zevkler tartışılmaz” ifadesi bu anlamda yerini bulmuştur.
Onun içindir ki bir kişiye bir roman güzel gelirken diğerinin ilgisini çekmez. Çünkü, beynin genlerle başlayan, anne karnında devam eden, içindeki kültürle oluşan size özel bu beyin bağlantıları, hayatı, her birimizin farklı ALGILAMASINA neden olur. Hatta aynı filmi/romanı, yıllar sonra tekrar izlediğimizde/okuduğumuzdaki farklı anlamlandırma, beyindeki bilgi yükünün ve bağlantılarının zaman içinde değişmesindendir. Farklı algılar, farklı kararlara neden olur. Siz ne kadar bilincinizle düşünür ve iradenizle kendiniz ve hiç kimsenin etkisi altında kalmadan karar aldığınızı söyleseniz de bu doğru değildir. Çünkü, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, farklı bağlantılar farklı algılara neden olur. Algılar ise, bizim karar vermemizdeki, doğru olduğuna inandığımız yegane verilerdir. Bu veriler olmadan karar diye bir olgudan bahsedemeyiz.
Diğer taraftan, beynin bağlantılarından dolayı algıların farklı olduğunu ve bu algıları da irademizle farklılaştıramayacağıma göre, kullanabileceğimiz ve doğru olduğuna inandığımız bu verilerden, doğru olduğuna inandığımız yeni kavram veya kavramları çıkartmaya çalışırız. Şu halde, doğru olduğuna inandığımız kararlarımız, algılarımızla sınırlıdır. İşte bu algı sınırlamasından dolayı, Afrika'da, hiç bilmediğimiz bir meyvenin tadını bize anlatmaya çalıştıklarında, bildiklerimizle diğer bir deyişle bahsettiğimiz bu algı sınırına kadar düşüncelerimizi çeşitlendirir ama daha ötesine geçemeyiz. Yapılacak yegane şey, o meyveyi yemek ve beynin bu tadı deneyimlemesi ile, beyinde buna karşılık yeni bağlantılar (anılar) oluşturması veya daha önceki yerleşik diğer bilgilerle karşılaştırarak, bilgilerin beynimize yerleşmesidir. İşte bundan sonra, size, Afrika'daki o meyvenin tadı başka biri tarafından anlatılmaya çalışılsa beyninizdeki bilgileri çıkartıp anlamaya çalışırsınız (hatırlarsınız).
Bu arada yukarıdaki "doğru olduğuna inandığımız" ifadesi ile, inandığımız o şeyin doğru olmayabileceğine, ama biz doğru olarak kesin inanç gösterdiğimizi anlatmak istiyoruz. Algılarımız da, beynin kendi yolculuğu neticesinde elde ettiği bağlantı şeması ile sınırlıdır.
Peki bu faklılıklar ortaya ne çıkartır? Beynimizde, irademizin dışında olan bağlantılar, yukarıda da söylediğimiz gibi, aynı olayları farklı algılamamıza neden olur. İki ayrı kişinin baktıkları aynı “kırmızı” bile farklı olacaktır. Bunu şu şekilde örneklemeye çalışalım. Sizin ve arkadaşınızın aynı marka ve model (tüm ayarları aynı) cep telefonları ile, bulunduğunuz yerden arkadaşlardan oluşmuş bir grubun resmini çektiğinizde, çekilen resmin hafızada farklı miktarda yer kapladığını göreceksiniz. Çünkü, çekim esnasında, sizin cep telefonu ile sizden bir metre uzakta olan arkadaşınızın cep telefonunun farklı konumlarından dolayı, cep telefonlarının algıladığı ışık, çekilmeye çalışılan gruba bakış perspektifi, resimler çekilirken ekrana düşen görüntünün diğerine göre biraz kayması, gölge miktarlarındaki farklılık ve bir çok etkenden dolayı bu fark ortaya çıkacaktır. Kaldı ki beyinlerimiz, cep telefonları gibi, birebir aynı sistem olarak çalışmazlar. Aynı bir olay, beyindeki bu farklı yapıdan dolayı kimimize hoşnut verici olarak gelirken kimimize daha az hoşnut veya nötr hatta tehdit olarak gelebilir. Beynimizin farklı bağlantılarına, bir de o anki ruh halimizi (hormonlar vb.) düşünürsek bu çeşitlilik daha da artar. Kaldı ki, beynimiz, on gün evvelki gördüğümüz görüntüleri bile, bilgisayarın sabit diskinde tuttuğu gibi sabit tutmamakta, görüntüleri veya olayları geçmiş yaşantılarla ilişkilendirdiği için, sabit sandığımız belleğimizde görüntü veya düşünceler, nüans anlamında devamlı değişmektedir. Hatta, şunu söyleyebiliriz ki, geçmişteki bir anımızı, hatırlamak için gözümüzün önüne her getirdiğimizde, bu anının içeriğinin bozulduğu deneylerle anlaşılmıştır. Zamanla, bazı şeyleri gördüğümüzden emin olmaktan öte gördüğümüzü sanmaya başlarız. Onun içindir ki mahkemelerdeki şahitlikler zaman zaman yanılgılara, suçsuz bir kişinin suçlanmasına veya tersine neden olabilmektedir.
Kişilere göre farklılaşan beyin yapılarının, farklı anıların, farklı algıların ve değerlendirmelerin dolayı “renkler ve zevkler tartışılmaz” ifadesi bu anlamda yerini bulmuştur.
Onun içindir ki bir kişiye bir roman güzel gelirken diğerinin ilgisini çekmez. Çünkü, beynin genlerle başlayan, anne karnında devam eden, içindeki kültürle oluşan size özel bu beyin bağlantıları, hayatı, her birimizin farklı ALGILAMASINA neden olur. Hatta aynı filmi/romanı, yıllar sonra tekrar izlediğimizde/okuduğumuzdaki farklı anlamlandırma, beyindeki bilgi yükünün ve bağlantılarının zaman içinde değişmesindendir. Farklı algılar, farklı kararlara neden olur. Siz ne kadar bilincinizle düşünür ve iradenizle kendiniz ve hiç kimsenin etkisi altında kalmadan karar aldığınızı söyleseniz de bu doğru değildir. Çünkü, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, farklı bağlantılar farklı algılara neden olur. Algılar ise, bizim karar vermemizdeki, doğru olduğuna inandığımız yegane verilerdir. Bu veriler olmadan karar diye bir olgudan bahsedemeyiz.
Diğer taraftan, beynin bağlantılarından dolayı algıların farklı olduğunu ve bu algıları da irademizle farklılaştıramayacağıma göre, kullanabileceğimiz ve doğru olduğuna inandığımız bu verilerden, doğru olduğuna inandığımız yeni kavram veya kavramları çıkartmaya çalışırız. Şu halde, doğru olduğuna inandığımız kararlarımız, algılarımızla sınırlıdır. İşte bu algı sınırlamasından dolayı, Afrika'da, hiç bilmediğimiz bir meyvenin tadını bize anlatmaya çalıştıklarında, bildiklerimizle diğer bir deyişle bahsettiğimiz bu algı sınırına kadar düşüncelerimizi çeşitlendirir ama daha ötesine geçemeyiz. Yapılacak yegane şey, o meyveyi yemek ve beynin bu tadı deneyimlemesi ile, beyinde buna karşılık yeni bağlantılar (anılar) oluşturması veya daha önceki yerleşik diğer bilgilerle karşılaştırarak, bilgilerin beynimize yerleşmesidir. İşte bundan sonra, size, Afrika'daki o meyvenin tadı başka biri tarafından anlatılmaya çalışılsa beyninizdeki bilgileri çıkartıp anlamaya çalışırsınız (hatırlarsınız).
Bu arada yukarıdaki "doğru olduğuna inandığımız" ifadesi ile, inandığımız o şeyin doğru olmayabileceğine, ama biz doğru olarak kesin inanç gösterdiğimizi anlatmak istiyoruz. Algılarımız da, beynin kendi yolculuğu neticesinde elde ettiği bağlantı şeması ile sınırlıdır.
Konumuzu çok basit olarak şu şekilde modellemeye çalışalım. Bildiğimiz üzere adına LEGO denilen, birbirine geçirilerek çeşitli şekiller yapılan küçük ve renkli parçalardan oluşan bir oyuncak seti vardır. Bu parçalar, farklı renkte oldukları gibi aynı zamanda, farklı şekil ve boyuttadırlar. Herhangi iki kişiye, farklı renk, şekil ve boyutta olmak üzere 1000'er adet Lego parçası verdiğimizi düşünelim. Bu iki kişiden, olabildiğince tıpa tıp benzeyen aynı birer ev yapmalarını isteyelim. Bu mümkün olmayacaktır. Evin şekli bire bir benzese de, evlerden birinin balkonu için kullandığı lego parçası farklı renkte olacaktır. Bunun nedeni her iki kişiye dağıtılan Lego parçaları, bire-bir aynı olmadığı içindir. Görülüyor ki, beynin farklı bağlantı yapısı da legolar gibidir ve aynı olayı aynı duygusal durumla algılayıp aynı kararları alma şansımız mümkün görülmemektedir.
Kimimize, uygun ve hoş gelen bir şey, kimimiz için uygunsuz ve tehdit olarak görülebilir ve bunun da salt bilinçle bir ilgisi yoktur. Yoktur çünkü, bizler karar verirken, sadece o andaki gördüklerimiz ve duyduklarımıza göre karar verdiğimiz zannederiz. Halbuki, o andaki olayla ilgili değerlendirme yapılacak bilgiler beynimizin içindedir ve kişiden kişiye göre farklı şekillenmiştir.
Şu halde, aynı olay, düşünce ve davranışla herkesi mutlu edip başarılı olma şansımız mümkün değildir. Daha önce de belirtiğimiz gibi neredeyse yeryüzündeki insan sayısı kadar kişilik çeşidi olması bunu mümkün kılmayacaktır. Yukarıda, binlerce değişkene bağlı olarak yaratılan algı farklılığı yanına, mutlu etmeye çalıştığımız grubun içinde herkesin bizi aynı değerde sevdiğini söyleyemeyiz. Şu halde, algı farklılığı yanında, grubun fertlerinin bize bakış açılarındaki farklılıklar da herkesi mutlu etme ihtimalini ortadan kaldırmaktadır.
Peki bunca algı ve davranışlara bakarak karar verirken bunların hangisinin MUTLAK DOĞRU olduğunu nasıl anlayacağız? Bence bu sorudan çok önce şunu sormak lazım. DOĞRU dediğimiz şey nedir? Doğrunun tanımını yapmaya başladığınız şu an, yukarıdaki yazıyı unutmuş görünürsünüz. Çünkü, tanımlamaya çalışacağınız doğru, sizin algılarınızın doğrusu olacaktır.
Son cümle olarak, Bill Cosby doğru bir saptamada bulunmuş görünüyor.
Erol
Kimimize, uygun ve hoş gelen bir şey, kimimiz için uygunsuz ve tehdit olarak görülebilir ve bunun da salt bilinçle bir ilgisi yoktur. Yoktur çünkü, bizler karar verirken, sadece o andaki gördüklerimiz ve duyduklarımıza göre karar verdiğimiz zannederiz. Halbuki, o andaki olayla ilgili değerlendirme yapılacak bilgiler beynimizin içindedir ve kişiden kişiye göre farklı şekillenmiştir.
Şu halde, aynı olay, düşünce ve davranışla herkesi mutlu edip başarılı olma şansımız mümkün değildir. Daha önce de belirtiğimiz gibi neredeyse yeryüzündeki insan sayısı kadar kişilik çeşidi olması bunu mümkün kılmayacaktır. Yukarıda, binlerce değişkene bağlı olarak yaratılan algı farklılığı yanına, mutlu etmeye çalıştığımız grubun içinde herkesin bizi aynı değerde sevdiğini söyleyemeyiz. Şu halde, algı farklılığı yanında, grubun fertlerinin bize bakış açılarındaki farklılıklar da herkesi mutlu etme ihtimalini ortadan kaldırmaktadır.
Peki bunca algı ve davranışlara bakarak karar verirken bunların hangisinin MUTLAK DOĞRU olduğunu nasıl anlayacağız? Bence bu sorudan çok önce şunu sormak lazım. DOĞRU dediğimiz şey nedir? Doğrunun tanımını yapmaya başladığınız şu an, yukarıdaki yazıyı unutmuş görünürsünüz. Çünkü, tanımlamaya çalışacağınız doğru, sizin algılarınızın doğrusu olacaktır.
Son cümle olarak, Bill Cosby doğru bir saptamada bulunmuş görünüyor.
Erol
Kişilik değişmez mi ?
YanıtlaSilSayın Başar, merhabalar.
SilKişiliğimizi değişmez gibi düşünsek de, elbette ki değişir. Ancak, sizin de bildiğiniz gibi, buradaki kişilik değişikliğini toptan bir değişiklik, diğer bir deyişle aynı bedenden bir kişiliğin çıkıp da bambaşka bir kişilik kazandığı anlamında yorumlamıyoruz. Yazıda da ifade edildiği gibi, kişiliğimizim temel argümanlarımızdan olan “karakter”, kişiliğimizin değişen kısmını işaret etmektedir. Ve bunun için de “kültür, çevre şartları” gibi etkenlerden söz edilmiştir. Söz gelimi çocukluğunuzda size kazandırılmış bir davranışı, elli yaşında bırakmış ve/veya onun yerine yine içinde bulunduğunuz kültür veya koşullar nedeniyle başka bir davranışla değiştirmişseniz, kişiliğinizin de bir parçası değişmiş demektir. Yirmi yaşında başka bir ülkeye gidip oranın kültüründen bazı kalıpları kişiliğinize az veya çok kazandırmış olmanız bile kişiliğinizde değişiklik olmuştur demektir.
Ancak kişilik, sizin, yaşamınız boyunca milyonlarca dış ve iç değişkenler karşısındaki belirli davranış kalıplarının bütünü olduğu için, kişiliğinizin tümünün değiştiğinden elbette ki bahsedemeyiz. Fakat yine de, sizdeki bu davranış kalıplarının bütününe baktığımızda, size, bire bir benzer kimse yoktur. O kalıpların hepsine birden sahip olan sizsinizdir.
Genelde bizler kişilik deyince, o bireyin belirgin bir davranışına yöneliyoruz. Çünkü, bizi, o tarafıyla etkiliyor. Söz gelimi, bir kişiyi “iyi birisi” olarak tanımlayabileceğimiz gibi, “saygısız”, “hırslı”, “çalışkan” vb yüzlerce argümana bağlı olarak tanımlamaya çalışırız. Halbuki, burada öylesine saydığımız özelliklerden biri, ikisi veya üçünü dikkate alarak tanımlamaya çalıştığımız o bireyin kişilik yapısı, sadece bunlardan ibaret değildir. Ancak dediğim gibi bizler, o bireyin bizi etkilediği kısımlarıyla tanımlamaya çalışırız. Kaldı ki, o kişinin, yalnız kaldığı zamanlarda ve kendisinin bile farkında olmadığı davranış kalıpları vardır ki, kimse bilmese bile (kişilik test veya özel çalışmalarla belirlenebilir) o davranış da kişiliğinin bir parçasıdır.
Yukarıda da dediğimiz gibi, kişiliğin tamamı değil, belli bazı davranış kalıpları değişebilir. Söz gelimi, elli yaşına kadar yardım etmeyi seven bunu davranış kalıbı haline getiren bir kişi bir gün, kendisinin bundan ne kazancının olduğunu, insanların kendisinin kullandığını düşünerek, davranış kalıplarını zaman içinde daha farklı olacak şekilde değiştirebilir. (Fiili, “değiştirir” şeklinde değil, “değiştirebilir” şeklinde bilerek kullandım.)
Kişilerin bazılarının yaşlandıkça bazılarının daha inatçı veya sert davranış kalıplarına yönelirken, bazılarının daha mülayim olmaları yine beynin fonksiyonlardaki değişmelerden kaynaklanmaktadır.
(Devam)
SilHatta bazen kaza veya hastalık sonucu da kişilikler değişebilir. Söz gelimi, bir kaza veya hastalık sonucu, beyninin sağ tarafında bir kısım ameliyatla alınan bir hasta, daha sakin ve mülayim anlayışlı bir kişiliğe sahip olduğu literatürde vardır. Çünkü, beynimizin sol yarıküresi bizleri nispeten daha ılımlı olmaya iterken, sağ yarı küre biraz daha hırçın yapabilmektedir. Bunun da anlamı, benzer ameliyat sol tarafta olmuş olsaydı, kişilik olarak bu defa daha hırçın bir kişiyle karşılaşabilirdik. Tabii ki bu kişinin diğer beyin faaliyetleri bizden farklı değildir.
Yine, buradaki düşüncem etik olmasa da, bir kişiye dışarıda verilen hormonlarla da davranışlarımızda değişiklik yaratılabilir.
Keza, zaman içinde zevklerimizin değişmesi bile kişiliğimizdeki nüans anlamındaki değişikliklerdir. Çünkü, dün için aynı şeye beli bir haz ile tepki verdiğiniz davranışınız artık nötrleşmiştir. Veya onun yerine yeni haz mekanizmalarınız gündeme gelmiş demektir.
Özetle kişiliğimizi kısa vadede değil ama uzun vadede değişir. Yazıda da dediğim gibi, bir romanı yıllar evvelki okumanız ve algılamanızla yıllar sonra okumanız arasında bir fark oluyorsa bunun anlamı, romanda, tek bir kelime bile değişmediği halde, romanı, bir dış uyaran olarak düşünürsek, ikinci defa okuduğunuzdaki davranış ve düşünceleriniz farklı ise, elbette ki, kişiliğinizde de değişiklikler olmuştur demektir. Benzer şekilde, yıllar evvel aynı olay karşısındaki davranış kalıplarınız değişmiş ise, kişiliğinizde de değişiklik olmuştur. Ancak dediğim gibi bizler genelde baskın birkaç yanımızı kişilik olarak gördüğümüz için kişiliğimizin tamamlayıcı diğer değişkenleri, baskın yanlarımız arasında pek göremiyoruz. Ve dolayısıyla değişiklikleri de fark edemiyoruz.
Evet kişiliğimiz de uzun vadede değişmektedir. Çünkü kişiliğimizdeki bu değişiklik de, “değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir” kuralına uymaktadır.
Saygılarımla
''Kişiliği oluşturan argümanlardan mizaç (huy), genlerimizle gelen özelliklerimizdir.'' kafamı karıştıran bu olmuştu.Teşşekürler.
YanıtlaSil