Beynimiz ve Biz: Bir Hikayenin Nörobiyolojisi

1 Yorum

ÇIRAK RESSAM VE TABLOSU
Usta bir ressamın öğrencisi eğitimini tamamlamış. Büyük usta, öğrencisini uğurlamış. Çırağına ”Yaptığın son resmi, şehrin en kalabalık meydanına koyar mısın?” demiş.

“Resmin yanına bir de kırmızı kalem bırak. İnsanlara, resmin beğenmedikleri yerlerine bir çarpı koymalarını rica eden bir yazı iliştirmeyi de unutma” diye ilave etmiş.

Öğrenci, birkaç gün sonra resme bakmaya gitmiş. Resmin çarpılar içinde olduğunu görmüş. Üzüntüyle ustasının yanına dönmüş. Usta ressam, üzülmeden yeniden resme devam etmesini tavsiye etmiş.

Öğrenci, resmi yeniden yapmış. Usta, yine resmi şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş.
Fakat bu kez yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde boya ile birkaç fırça koymasını söylemiş.
Yanına da, insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı bırakmasını önermiş. Öğrenci denileni yapmış. Birkaç gün sonra bakmış ki, resmine hiç dokunulmamış. Sevinçle ustasına koşmuş.

Usta ressam şöyle demiş:

“İlkinde, insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. İkincisinde, onlardan müspet, yapıcı, olumlu olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye cesaret edemedi.”

– Emeğinin karşılığını, ne yaptığını bilmeyen insanlardan alamazsın.
– Değer bilmeyenlere sakın emeğini sunma.
– Asla bilmeyenle tartışma.

HİKÂYENİN NÖROBİYOLOJİSİ 
Bir hikâyenin de nörobiyolojisi olur mu diye düşünmeyiniz. Bırakınız sadece hayatın bizzat içindeki olayları, okuduğunuz bir roman, seyrettiğiniz bir film, başlama saatini kaçırmadan beklediğiniz bir dizi dahi beynimizde, sanki gerçek hayattaymışçasına kendi işlerliğini yaratır. Biz de, yukarıda okuduğunuz hikâye ile beynimizde neler olup bittiğine biraz içeriden bakalım istedik.

İyi davranışlarıyla bildiğimiz bir tanıdığımız veya arkadaşımızın, bilerek veya bilmeyerek bize yaptığı yanlış bir davranış sonrası, onu, ya tehdit olarak algılarız ya da davranışlarımızla belli etmesek de ona karşı daha temkinli oluruz.

Sınavlarda bile klasik bir söylem haline dönüşen "üç yanlış bir doğruyu götürür" iken, nasıl oluyor da günlük hayatımız içinde bir yanlış üç doğruyu hatta on doğruyu hatta ve hatta koca bir hayatın doğrularını götürebiliyor?

Eğer böyle bir olgu, hemen hemen bütün kültürlerde görülüyorsa, bir kişinin, bize karşı birden fazla doğru davranışına karşılık, tek bir yanlış karşısında ona karşı olan güvensizliğimizin <kökeni> yaşadığımız kültürün bize olan bir "öğretisi" değil, aksine bu olgunun kökeni "doğuştandır". Karşımızdakinin tek bir yanlışını bile doğrularından daha fazla önemseyen yer, beynimizin ortasındadır. Duygusal beyin denilen, diğer adıyla limbik sistemin bir parçası olan "amigdala" isimli badem büyüklüğünde ve şeklindeki iki adet (her biri, beyin yarıkürelerinden birinde olmak üzere) oluşum, bu ayırt edici önemli görevi yüklenmiştir. Yine, kabaca şakaklarımızın hizasında ve beyin yüzeyinden biraz derinlerde bulunan "insula" isimli oluşumlar da (her iki beyin yarıküresinde olmak üzere) benzer fonksiyonlar için amigdalaya destek verirler.

Günlük hayatta, bize karşı yapılan tek bir yanlışın, birçok doğruyu götürmesine karşılık oluşan güvensizlik, düşüncelerimizin değil, aksine, hemen hemen düşüncelerimizden bağımsız çalışan bu iki beyin organeli ile oluşmaktadır. Bunun da nedeni, insanın bugünkü durumuna gelinceye kadar, o bireyin var olabilmesi ve bunu sürdürebilmesi için karşılaştığı tehlikelerin ve tehditlerin, karşılaştığı olumlu hallerden çok fazla oluşu ve buna bağlı olarak bu türden tehlikelere ait bilgilerin evrimsel süreçte, amigdalada ve insulada depolanmasından dolayıdır.

Bir başka türlü söylemek gerekirse, beynimizdeki bu iki unsur ile, sadece bizim karşılaştığımız tehdit ve tehlikeleri değil, bizim, binlerce hatta birkaç milyon yıl evvelki atalarımızın maruz kaldığı tehlike ve tehditleri bugün bile, sahip olduğumuz beynimizde taşıyoruz demektir. Eğer bu tür hazır bilgiler, doğuştan gelmemiş olsaydı, bizlerin, doğduğumuz andan itibaren hayatta kalma şansı olmaz varlığımızı sürdüremezdik. Çünkü, korku, kaygı, cinsellik, rekabet, psikolojik savunma mekanizmalarımız ve daha bir çoğunu, içinde bulunduğumuz kültürle öğrenmeyiz. Bir başka deyişle korku, kaygı, rekabet vb. olguları, hiç yokken, öğrenme ile bir bireyde oluşturamayız. Yapabildiğimiz yegâne şey, doğuştan yani genlerimizle atalarımızdan gelen bu birikimlerin depolandığı amigdala ve insuladaki ilkel bilgileri, öğrenme dediğimiz fonksiyonla yeniden yapılandırmamız, yönlendirmemiz veya çeşitlendirmemizdir. 

Yeniden yapılandırmak derken korku veya kaygısı fazla olan bir kişinin terapötik olarak korkularını azaltmak, bunları yönetebilmeyi öğrenebilmek veya tam aksine davranış olarak, küçükten itibaren çocukları daha kolay yönetmek adına yapılan yanlış davranışlarla onları korkutarak, korku kavramını pekiştirerek, çoğaltarak, sembollere bağlı olarak korku kaynakları yaratmaktır.

Bu arada, amigdala ve insula gibi oluşumlarda sadece bizler için fiziksel tehdit ve tehlikelere karşı değil, aynı zamanda dışlanma, aşağılanma vb. davranışlar için de korumaya programlanmışlardır.

Hikâyedeki konuya geri dönecek olursak, kişilerin, ressamın tablosundaki hataları bulmalarının amacı bir başka deyişle bizlerin, başkalarındaki hataları bularak-ki bu hatalar doğru da olabilir yanlış da- kendi varlığımızı sürdürme çabasıdır. Çünkü bizi, bu davranışa iten bilincimiz değildir. Elbette ki yetişme ve yetiştirilme şeklimizle (kültürle) etkilense de kökeni her halükarda amigdala ve insuladır. 

Başkalarındaki eksik ve hataları kendi lehimize kullanarak yaratılan rekabet, bilincimizin değil, amigdalanın bir fonksiyonudur. Rekabet etmek, kendi varlığımızın, varoluşumuzun bize hatırlatması olup, bu rekabet bize "yaşama sevinci" verir. Böyle bir durumda da yine bilincimizden hemen hemen bağımsız çalışan ve gözlerimizin hizasında bulunan iki adet oluşum olan "nucleus accumbens" isimli beyin oluşumu devreye girer. Nucleus accumbens, karşı tarafa getirdiğimiz eleştiri olumsuz dahi olsa "mutlu" olur. Nucleus accumbens, bizim ödül merkezimizdir. Onu (dolayısıyla bizi) mutlu eden şeyin, olumlu veya olumsuz olması umurunda değildir.

Hikâyede, tabloya, eksiklerin tamamlanması için, kişilerin fırçayla düzeltme gayreti içine girmemelerinin nedeni, yine düşünen beynimizle beraber beynimizin iki yarıkürelerinin karşılıklı bakışımlı olduğu yerlerdeki "anterior singulat korteks" ve beynimizin önündeki bir kısım olan "medial prefrontal korteksin" devreye girmesidir. Bu kısımlar, aynı zamanda, Freud'un "süper ego' dediği ve ahlaken bizi frenlediği yerlerdir. Çünkü, resimdeki hataları görsek de, resim becerimiz yoksa, o resimde bir değişiklik yapmamamız gerektiğini söyleyen yer de singulat korteks ve bağlantılı beyin sistemleridir.

Görülüyor ki, sadece bir hikaye gibi algılayıp, okurken bile görme işlemleri, duygularımız da dâhil beynimizin bir çok yeri devreye girmektedir.

Şu soru sorulabilir. Peki, bizler beynimizin bu anlamda duygusal esiri miyiz? Eğitim denilen olgu ile yine "duygusal zeka" adı verilen süreçleri belli ölçüde daha makul ve iradi olan davranışlara çevirme çabasına elbette ki giriyoruz. Diğer bir ifade ile duygularımızı belli ölçüye kadar yönetebiliriz. Ancak, beynimizdeki nöronal ağların bağlantıları yirmili yaşlara kadar devam ediyor da olsa, bizlerin hayatında temel faktör olan duygusal davranışlarımıza ait bağlantılar altı, sekiz haydi bilemediniz on ikili yaşlara kadar kişiliğimizi oluşturacak şekilde tamamlanmış oluyor. Bu bağlantılarla beraber oluşan gelenek-görenek, örf-adet ve din gibi "inançlarımızı" dahil edebiliriz. Bu bağlar kurulduktan sonra, bir daha kolay kolay geri dönüş olmuyor. Gelecekteki mutlu günlerimiz, kaygılarımız ve depresyonlarımızla potansiyel bir kişilik oluşturuyoruz.

Eğer, hikâyedeki böyle bir tablonun yanından geçtiğimizi düşünürsek ve daha mutlu bir kişilik potansiyeli ile yetişmiş isek, tabloda daha az hata bulurduk. Ve varsa da bu hataları tablonun sahibine uygun bir üslupla bildirirdik. Buna karşılık, kaygı ve depresyonu barındıran bir kişilik ile yetişmişsek, tabloda bulacağımız hataların sayısı -ki bunların bazıları hata bile değildir- daha çok olacaktır. Bu hataları bildirme üslubumuz dahi biraz daha sert olacaktır. Tablodaki hataları, kendi üslubu içinde sert bir şekilde karşı tarafa bildirmesi, o kişinin yaşam enerjisi olacaktır. Bir başka deyişle, böyle bir kişi için bu hataları kendi üslubuyla bildirmek, kendi varlığını hissetmesi için lazım olan yakıtı sağlar. Bunun nedeni, alnımızın arkasındaki düşünen beyin (prefrontal korteks) tarafından yönetilemeyen duygumuz (amigdala), kişiyi büyük ölçüde ele geçirip, onu yönetecektir. Amigdalanın buradaki amacı, küçüklükte, yetişmeye bağlı olarak duygusal olgunluğa erişmemiş kişiliğin, ne olursa olsun bir fert olarak hayatta kalmayı sürdürme mücadelesidir. Bu kişilerin özgüvenleri daha azdır. Özgüven eksikliğini saklamak için kişi (bunun farkında değildir, çünkü, davranışların düşünen beynin elinden nispeten alındığını, ilkel beyin olan duygusal beyne yani limbik sisteme aktarıldığını ifade etmiştik) başka davranışlarla abartılı davranışlara girer. Kendi yaptıklarının görülmesini ister, kendisini över, övülmesini ister. Böyle kişiler için unvanları daha da önemlidir. Kendilerini tanıtırken, unvanlarını da eklerler. Buna karşılık, olumlu kişi, kendi varoluş nedenine ait yaşam enerjisinin büyük bir çoğunluğunu kendi iç dinamizminden alır. Çünkü bu kişi özgüveni ve uygun olumlu sosyal ilişkileri ile beraber "kendisine yeten bir kişidir".

Erol

1 yorum:

  1. Hiç yorumsuz bir makale daha!!!

    Benim açımdan, okuması son derece lezzetliydi, resmen damağımda hoş bir tad bıraktı.

    Emeğiniz için teşekkürler...

    YanıtlaSil