Sorgu, 2009 yılı boyunca her ay 1 sayı olmak üzere toplam 12 sayı şeklinde Ateistplatform yazarlarının ortak çalışması ile çıkarılan ilk ateist e-dergi'dir. İçeriği gerçekten de oldukça güzeldir ve özellikle ateizm hakkında ciddi bir şeyler öğrenmek isteyen insanlar için oldukça değerli bir kaynaktır. Şu an yayım hayatına ara vermiş durumdadır. Yeni yazarlarını bulabilirse kaldığı yerden devam edecektir.
İsterseniz şu sayfadan flash olarak dergiyi inceleyebilirsiniz, isterseniz de aşağıdaki linklere tıklayarak dergiyi inceleyip, indirebilirsiniz.
- Ocak Sayısı
- Şubat Sayısı
- Mart Sayısı
- Nisan Sayısı
- Mayıs Sayısı
- Haziran Sayısı
- Temmuz Sayısı
- Ağustos Sayısı
- Eylül Sayısı
- Ekim Sayısı
- Kasım Sayısı
- Aralık Sayısı
ateist olmadığım için merakımdan soruyorum. Sakın yanlış anlamayın sadece meraktan.
YanıtlaSilateistler ölünce ne olduklarına inanırlar?
hiçlik,tekillik,singularity....doğmadan önce neysen o....hiç (kitap okuyun biraz cahil ülkem benim)
Sildin temelli tanrı inançlarını birkaç yönden reddetmek mümkün. kimisi gerçeğin tanrının olmadığı yönünde olduğunu düşünür ve tanrı yargısını reddeder, kimisi ise dinlerin baskılarından ve öğretilerinden artık haz etmez olur ve tanrı yargısını reddeder. asıl ateist tipi birincisidir. ikincisi genelge agnostik (bilinmezci) olmaktadır.
YanıtlaSiltanrının ve dini oluşumların ve inançların reddi biraz sancılı geçer genellikle. haliyle yıllardır gerçek diye inandığınız şeylerin gerçek olmadığını farkediyorsunuz. yıllar sonra sevgilisinden ayrılan bir arabeskçinin halini de alabiliyor insan bazen. kolay değil, tanıdığı tüm çevresinden kazık yemiş hissediyor insan.
ancak bu sancılı dönemi atlattıktan sonra (yani yediği kazığın cüssesini hesaplamayı bırakmak) zaten ölümden sonra ayrı bir yaşama ihtiyacı olmadığını anlıyor insan. cehennemi ise zaten bu dünyada yarattık ve içinde yaşıyoruz. cenneti ise bu dünyada yaratabilir ve yaşayabiliriz. çok sevdiğim jim capaldi'nin grubu traffic'in bir şarkısının isminden anlayacağımız üzere: ''heaven is in your mind''
yani öyle tahmin ettiğiniz gibi, ateistlerin aklından ölümden sonra bir yaşam fikri yoktur.
öteki yaşamı, böyle bir fikre çocukluktan ölüme kadar koşullandığımız için ve bize o yönde vaatler verildiği için bu kadar çok istiyoruz. doğruyu söylemek gerekirse, bu kadar çok inanan insandan sonra öteki yaşam olması da gerekirdi. ancak ne yazık ki, gerçek bunları söylemiyor. en azından ateistler için.
yine aynı örneği vermek gerekiyor. çünkü nedendir bilinmez, aynı bulmaca etrafında dolanıp duruyor insanlar.
Epiküros (epikouros): ''ölüm varsa biz yokuz, biz varsak ölüm yok. o halde dert edecek bir şey de yok.''
Ölüm fikri bence biraz zamanla ilişkilendirilebilir. Akan bir zaman olduğu fikrinden yola çıkarak, ölümden sonraki akışın nasıl olacağını merak ederiz.
YanıtlaSilOysa zaman fizikçiler için tanımlaması karmaşık bir olgudur. Zamanı neredeyse hatasız ölçüyor olmamıza rağmen aslında "hareket" olmadan zaman da yoktur.
Ölümü hareketin durduğu an olarak kabul edersek, biz öldüğümüz an itibari ile zamanın akışı da durur.
Zamanı ölçerken birbirinden bağımsız iki ölçek kullanırız. Dinamik olan gökcisimlerinin hareketine bağlıdır. Ay ve güneş takvimleri buradan çıkmıştır. Atomik olan atomların içsel enerji durumları arasındaki kuantum değişimini gerçekleştirmekte kullanılan elektromanyetik radyasyonun karakteristik frekansından yararlanır.
Bir insan öldüğünde her iki anlamda da hareket sona erecektir. Bu da o insan için zamanın sonudur. Yani sonrası, cennet veya cehennem yoktur.
insanlar ölümsüzlüğün olmayışını yani yok olmayı varlığıyla düşünüyorlar. insanın yok olmasını ''karanlık bir odada, yalnız ve acı çekerken sonsuza kadar beklemek'' gibi durumlarla özdeşleştiriyorlar. yok olduğunuzda gerçekten yok olursunuz. tüm duygularınız yok olur. bir şey hissetmezsiniz. acı, keder hiçbiri. aynı şekilde ölümsüzlük de aynı şeydir. ölümsüzlük hissi sadece yaşadığınız sürece duyumsadığınız bir şeydir. yani ölümsüzlüğün kendisi bile ölümlüdür.
YanıtlaSilepiküros'dan yaptığım alıntının da anlatmak istediği budur.
peki bu düşünce sizi ürkütmüyor mu? mesela ölünce ailenizi eşinizi çocuklarınızı bi daha hiç görememek.
YanıtlaSilArkadaşlar çok güzel özetlemiş aslında. Yazılanları tam olarak anlayabilirseniz, yani bir ateist gibi düşünebilirseniz o zaman daha iyi sonuç elde edersiniz.
YanıtlaSilBenim de size bir sorum var; siz çok iyimsersiniz ve ölünce sevdiklerinizin cennete gideceği varsayımı ile bu soruyu soruyorsunuz. Peki ya ölünce sevdiklerinizin veya sizin cehennemde acılar ve ızdıraplar içerisinde yanması sizi ürkütmüyor mu? Sonuçta böyle bir ihtimal de var.
siz cevap vermediniz :)
YanıtlaSilyine de cevap vereyim tabiki öyle bir durumda kahrolurum.dediğiniz gibi o ihtimalde var. ama bu inanmama engel değil çünkü cehennemliklerin cezalarını çektikten sonra girecekleri yer cennettir.
yazılanları okudum. o halde bana göre yok olmaktansa hiç olmamak daha iyidir. ne de olsa öldükten sonra hiç olmamış gibi olacağız. değil mi?
bakın. siz zannediyorsunuz ki, bu insanlar şen şakrak ateist oldular (en azından şamanist olan türklerin -savaşlarla- acıyla islama geçmesi kadar sancılı olur bu süreç). ben kendi adıma söyleyecek olursam, ölümden sonra yaşamın olmasını isterdim. ancak böyle cani bir tanrıyı yine de kabul etmezdim, onu da belirteyim. ancak sonra düşünüyorum da, sonsuza kadar yaşamak sıkıcı olurdu. hem de bayağı bir sıkıcı.
YanıtlaSilyok olmayı gerçekten iyi anlarsanız bu sorunu çözersiniz.
yok olduğunuzda gerçekten yok oluyorsunuz. yokluğunuzu hissedemiyorsunuz. tıpkı şimdi varlığınızla yokluğu hissedemediğiniz gibi. diğer yandan da varlığınızla yokluğunuzu veya varolamayışınızı hissedemezsiniz.
dünyadaki milyonlarca aç, yoksul, hasta çocuğa karşı hiçbir duyarlılık göstermeyen bir topluluğun böyle bir şeyden mahrum kalmasına üzüleceğini de zannetmiyorum.
Bu kadar insan, bu kadar canli, bu kadar gezegen vs kendi kendine mi meydana geldi?
SilSayın Adsız, ölümle birlikte yok olma fikrinde insan gururunu inciten bir yan vardır. İnsanoğlu doğduğu andan itibaren önemli olduğunu hissetmek ister. Yaptıklarının sonucunda bir ödül ve ceza sistemi arar. Buna insan egosu da diyebiliriz veya yine bu sitede başka bir platformda tartışılan beynin programlı olması da diyebiliriz.
YanıtlaSilİnsan önem arayışını dinlerde bulabilmektedir. Tanrı gözbebeği insanı yaratmıştır. Ondan çok şeyler beklemiştir. Ama insan hata yapmıştır. Tanrı insana ikinci bir şans verir. Sınav! Başarılı olanlara cennet vaat edilmiştir.
İnsan herşeye rağmen cennete alınacak kadar değerlidir Tanrının gözünde. Bu nedenle sevmediği yemeği tatlı uğruna yemeğe çalışan çocuklar gibidir.
Yok olma fikrinin bu vaatler karşısında çok korkutucu olabileceğinin farkındayım. Ancak koca evrende bizi bu kadar değerli yapanın ne olduğunu düşünürsek (ki varlığımız aslında bizden bağımsız milyarlarca şeye bağlıdır) yok olmayı daha kolay kabul edebiliriz.
hayır jufsernof kesinlikle öyle zannetmiyorum. şen şakrak bu karara varsanızda varmasanızda bu sizin kararınızdır saygı duyarım.
YanıtlaSildediniz ki sonsuza kadar yaşamak sıkıcı olur. şimdi ahiret inancı olan biri cennette keder üzüntü sıkıntı vs. gibi duyguların olmayacağına inanır. Ki zaten ahiret inancı olan biri mutluluk ve üzüntü duygularının yaratıcısı olarakta Allah'ı görür. (sizin deyiminizle Tanrı ama ben inancım gereği Allah adını kullanacağım)
sonra da şu cümleleri kullandınız;
"yok olduğunuzda gerçekten yok oluyorsunuz. yokluğunuzu hissedemiyorsunuz. tıpkı şimdi varlığınızla yokluğu hissedemediğiniz gibi. diğer yandan da varlığınızla yokluğunuzu veya varolamayışınızı hissedemezsiniz."
aslında insanlar her gün ölür ve dirilirler. yok olmanın nasıl bir şey olduğunu anlamak için uyumamız yeterlidir. ve öldükten sonra dirilmeyi de uyanarak anlayabiliriz.
Sayın Adsız aslına bakarsanız, uyumanın ölmekle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Uyuma halinde beyindeki bilinçlilik hali en düşük seviyede olsa da devam etmektedir. Bir insan en derin uyku halindeyken dahi beyninde 1 hertz (frekans birimi/saniyedeki titreşimi ölçer) devam etmektedir. Bir başka deyişle uyurken dahi beyin düşünce üretmeye devam etmektedir.
YanıtlaSilBu durumun yok olma halinde sona ereceği varsayılmaktadır. Uyuma/uyanma ölme/dirilme benzetmeniz gerçeklikten yoksundur.
Ahiret ile ilgili yapmış olduğunuz tüm duygulardan arınma durumu ise, inancınız gereği size uygun gelse de, duygulardan yoksun bir insanın varlığına devam etmesinin ne anlamı olacağı da başlı başına bir tartışma konusudur.
(yukarıdaki iki yorumdan anlaşılacağı üzere ikisinin yazarı birbirinden bağımsız)
YanıtlaSililkinin yazarına -düşüncelerinden ve inançlarından bağımsız olarak- mütevazı üslubundan ötürü teşekkür etmek istiyorum. idealist kesimlerde böylesine sakin bir tavır pek gözlemleyemiyoruz. fikirler ne kadar zıt olursa olsun böylesine olumlu, sade ve kinden yoksun konuşmalardan her zaman hoşnut kaldığımı, ve kendilerinin bu anlayışı devam etttirmesini beklediğimi belirtmek isterim.
ikinci yorumun yazarına da yine olumlu (üslup olarak) ve bilimsel görüşlerinden dolayı teşekkür ederim.
ilk yorumu yazan yazarın sözlerine karşılık devam etmek istiyorum. sizden ricam beni ahiret inancı olan veya olmayan diye ayırmamanız. ben de en az sizin bulunduğunuz şartlarla yetiştirildim ve dünyaya öyle geldim. ben konulara ilişkin açıklamalar yaparken sadece inanmayan biri olarak değil, bir zamanlar inançlı biri olarak da her iki durumdaki düşüncelerimi sentezleyerek söylüyorum.
insanoğlunun en büyük (çekirdek yapısı kadar temel) sorunlarından biri alışkanlıktır/alışılmışlıktır. bu mevzular benim bilimsel çalışmalarım olduğundan ve daha önce ortaya konulmadığından biraz anlatmak zorundayım. alan kısıtlılığından dolayı da biraz kısa geçeceğim.
misal olarak; kişi bulunduğu olağan halinden geriye doğru düşerse, yani olağan/normal halindeyken yorgun düşerse ve bu müddet de biraz uzarsa kişi bu evreyi olağan hal olarak algılayacaktır. daha sonra alacağı güzel bir duş sonrasında rahatlayacağından olması gereken olağan haline geri dönecektir fakat o olması gereken olağan hal konumundan geriye düştüğünden ve daha sonra bu düşüş halini olağan olarak kanıksadığından, arkasından kazandığı fizyolojik gerekliliğini kendisine ödül olarak veya bahşedilmiş bir hediye olarak görür. halbuki olması gereken de budur. ama kişi olmadık yere minnet duymaktadır. aynı şeyi uzun süren bir açlıktan sonra yemek yemeği de düşünebilirsiniz. bu benim alışkanlığa/alışılmışlığa ilişkin ''olağan hal yanılsaması'' kuramıma bir örnekti.
şimdi ise alışkanlığa/alışılmışlığa olumlu bir örnek verelim. daha doğrusu alışkanlıkların ve alışılmışlığın yeni ve gelişmiş talepler getirmesine.
düşünsel görüşleri değişmese bile insanlık dışı süreçler ölümsüz değildir. krallık bir toplumda baki kalamaz. sonunda halk tepkisini koyacaktır (bugün de örneklerini görüyoruz). bu da toplumsal evrimin gerekliliğidir. bu örnekleri de uzatarak sıralamak mümkündür.
ana konuya dönecek olursak, cennette (varolduğunu düşünelim) sonsuza kadar yaşam bu bakımdan sıkıcı olurdu. sonsuza kadar istediğini yap. iyi de yapılacaklar hep sınırlı. her şey ortalıkta. sonsuzluk ise sınırsız.
yani biraz tasvir yapabilirsiniz. ama her şeyden önemlisi; hep söylediğim bir söz vardır: ''cehennemde hiç cennet tasviri olur mu?'' diye. lütfen! önce cehenneme çevirdiğimiz şu (yaşadığımız) dünyayı bir cennete çevirelim (bunun için elimizde tahmin edemeyeceğimiz kadar imkan ve kaynak var), sonrasında varsın isteyen herkes öteki yaşamı, cenneti düşlesin. hatta onların talepleri için en başta ben gönüllü olayım. ancak cehennemde zaten yaşıyoruz sevgili insanlık. buna hak etmiyoruz.
teşekkürler...
İki çeşit inkâr var. Birisi; tembellikten ortaya çıkan bir kabullenmeyiştir. İnancın getirisi olan bir takım mesuliyetlerden kaçmak için “yok” derler.
YanıtlaSilDiğeri ise; yokluğu iddia etmektir. Bu delil ve ispat gerektirir ki şimdiye kadar inkâr edenler buna hiç bir ispat getirememişlerdir. Yaptıkları şey; inananların görüşlerini eleştirmek ve reddetmekten ibarettir.
Çok haksız da sayılmazlar(!) Çünkü bir adam Hindistan cevizinin varlığını iddia etse, ispatı için bir tane bulup getirmesi yeterlidir. Ama “yok” dediğinde tüm dünyayı gezmesi lazım ki yokluğunu ispat edebilsin. Allah'ı (cc), cenneti, cehennemi kabul etmeyenler de bir zerrenin bile gösterdiği gerçekleri inkâr için, tüm kâinatı (!) karış karış dolaşmaya hiçbir zaman güçleri yetmeyecek ki ispat getirebilsinler. Adamın biri Amerika’yı keşfetmiş. Keşfedilmeden önce Amerika kıtası yok muydu yani!?
Akılları yüce, ruhları yüksek insanlar vardır; kâinat kitabının sırrını çözmüş Allah'ı (cc)keşfetmişler. Bir de dev zekâları olduğu halde akılları cüce insanlar vardır ki kâinatın Allah'ı (cc) anlatan büyük bir kitap olduğunu bile anlamaktan acizler.
Velhasıl: İnkâr bir "yoksayım" kalmaya mahkûmdur. Ve inanmayanların içlerinde hep var olacak ve asla susturamayacakları cümle: "Ya varsa!"
Müthişsiniz. Ben böyle bir beyin görmedim. Eğer kadınsanız müthiş, daha daha müthiş.
SilTürkan hanım, eski bir inanmayan olarak benim şöyle bir tespitim var:
YanıtlaSil(Gerçi bunu daha önce de birileri mutlaka düşünmüştür, hatta bir takım akademik çalışmalarda cevabı bile vardır da, araştırmaya zaman yok)
Evrime göre, tek hücreli terliksilerden, rastlantısal mitoz bölünme yolu ile milyonlarca yılda evrilerek ve doğal eliminasyonla insan ve diğer türler oluşmuş. Akıllı hayvan olan insan, bu kadar rastlantısal evrimle, bu düzeyde zekaya/akla sahip olmuş da, başka hiçbir hayvan, neden milyonda birimiz kadar bile zeka/akıl/beyin gelişmesi şansını elde edememiş ? Evrim insana torpil mi geçmiş ?
Hücre oluşumları rastlantısal ise, büyük sayılar kanununa göre, tüm canlıların beyin yapılarının birbirine yakın bir değerde olması gerekmez mi ? Hayvanların ortalaması çok yakın ama insan beyni ile aralarındaki müthiş fark nasıl oluşmuş ?
İnsan ve diğer hayvanların akıl/zeka düzeyleri arasındaki bu uçurumu acaba nasıl açıklayabiliriz ?
Bu düşünce tanrının var olabileceğine, insanın özel olarak yeryüzüne konmuş olabileceğine kanıt değil mi ?
Bir fikriniz varsa, paylaşırsanız sevinirim...
Sayın Bilal,
SilYazınızın içinde geçen “büyük sayılar kanunu” hakkında izin verirseniz bir iki yorum yapmak isterim.
Konuya doğrudan ve bir örnekleme ile girmek isterim. Bildiğiniz üzere bir zarın büyük miktarlardaki atılışı sonucu her bir yüzün gelme ihtimali olan 1/6’ya ulaşacağını biliyoruz. Peki, neden böyle oluyor da, onca atıştan sonra belli bir yüzün gelme miktarı (dolayısıyla oranı) daha fazla olmuyor? Çünkü, hilesiz ve standart bir zarı atarken, her bir yüzüne etkileyen argümanlar aynıdır. Bir zarı atarken, bu zarı etkileyen etmenleri aklımıza geldikleri kadarıyla yan yana dizersek, şunları yazmak mümkündür. Bu etmenler arasında öncelikle yer çekim kuvvetini (ivmesini) söyleyebiliriz. İlave olarak, zarın atıldığı yerdeki hava akımlarının etkisi, havanın sıcaklığı, rutubeti, atan kişinin zarı atarken tutma şekli, zarın atıldığı yükseklik vb. Hatta ve hatta, zarı, Dünya’nın kuzey veya güney yarı küresinde atıyor olmanız bile zarın atılışını etkileyecektir. Bildiğiniz üzere, eğer bir lavaboya su doldurur ve sonra delikten gitmesine izin verirseniz, suyun, yelkovanın aksi istikametinde dönerek delikten gittiğini görürsünüz. Alize gibi hava akımlarına bağlı bulutların, gulfstream gibi deniz akıntılarının Dünya’nın dönmesine bağlı olması gibi. Aklımıza gelmeyen daha onlarca nedeni buraya yazabilirsiniz. (Zarın yapıldığı malzemenin kendisini, maddenin zarda homojen dağıldığı gibi unsurları yazmadım. Çünkü, “hilesiz ve standart zar” ifadesi ile, zarın bizzat kendisi ile ilgili tüm parametreleri ifade ettiğimi varsaydım.) Özetle, bir çok argüman, atılan zarı etkiler ve her bir argüman, zarı aynı miktarda etkiler. Tabii ki, zarın hangi yüzünün geleceği konusunda, tüm bu etkenlerin bileşkesi etkili olacaktır Dolayısıyla da, zar atışına ait sayı arttıkça, sizin de dediğiniz gibi büyük sayılar kanunu gereği her bir zarın gelme olasılığı olan 1/6 oranı elde edilecektir.
Şimdi de şöyle düşünelim, zarın bizzat kendisini, mıknatıs özelliği kazanabilen bir metalden yapalım ve mıknatıs özelliği kazandıralım. Eğer siz, bu yeni zarı, bir tahtanın üzerine atarsanız, yine standart zar atışlarında olduğu gibi, büyük sayılar kanunu gereğince her bir yüz için 1/6 oranına erişilecektir. Peki, bu zarı, yine mıknatıs özelliği kazandırılmış bir yüzeye atarsak ne olacaktır. Bu durumda her atışta, zarın mıknatıs özelliği taşıyan güney kutbu, atılan yüzeyin kuzey kutbu ile eşleşecek şekilde olacağından, mıknatıs özellikli zarı ne kadar atarsanız atınız, zarın yukarıda kalan yüzü hep aynı olacaktır. Zarlara kazandırılan bu mıknatıs özelliği nedeniyle, klasik zara etkiyen kuvvetler hala var olduğu halde, metalden yapılmış zarın ve keza zarın atıldığı yüzeyin özelliğinden dolayı manyetik çekim gücü, artık diğer kuvvetlere (büyük sayılar kanununu oluşturan etkenlere) üstün gelmiş ve zarın her zaman olmak üzere aynı şekilde gelmesini sağlamıştır. Yani zara kazandırılmış bir özellik belirleyici olmuş ve, büyük sayılar kanunu devreden çıkarmıştır. Diğer bir ifadeyle buradaki belirleyici zara kazandırılmış olan “mıknatıs” özelliği olmuştur.
Başka bir örnek verelim. Elinizde aynı büyüklük ve yoğunlukta ve üzerlerinde A,B,C yazılı bilyeler bulunsun. Siz, bu bilyeleri avucunuzun içinde ve onlara bakmadan çalkalayıp, bu bilyelerin genişliğinde bir cam tüpe, yine bakmadan koyduğunuzda ve bu işlemi çok sayıda yaptığınızda, bilyelerin tüpteki sıralanmalarına ait oranın, büyük sayılar kanununa göre sıralandığını göreceksiniz. Diğer bir ifade ile bu üç bilyenin mümkün dizilme şekline ait permütasyonu elde edeceğiz.
(Devam)
SilŞimdi de, yukarıdaki bilye olayından esinlenerek başka bir deney yapalım. Birbiri ile kimyasal reaksiyona girmeyen ve birbiri içine dağılmayan ve yoğunluk olarak birbirinden farklı üç sıvı ele alalım. (Su, zeytinyağı vb) Şimdi bu sıvıları hangi sırada isterseniz o sırada bir tüpün içine koyduğunuzda, yani rastgele bir sırada da tüpün içine koyduğunuzda, tüpün en altında, en yoğun olan sıvı olmak ve giderek azalan yoğunluklu sıvılar daha yukarıda olmak üzere sırlanacaklardır. Peki nasıl oluyor da, bilye deneyinde olduğu gibi, farklı yoğunluklu sıvılar da bilyeler gibi rastgele sıralanmıyorlar? Görülüyor ki, artık, yukarıdaki bilye deneyinde, permütasyonun verdiği sonuç gibi büyük sayılar kanunu geçerli iken, sıvıların hep aynı sırada sıralanması büyük sayılar kanununu geçersiz kılmıştır. Aslında, bu deneydeki sıvılar üzerinde, büyük sayılar kanunu oluşturan etkenler hala ortalıktadır, ancak, Newton’un çekim kanunu gereği büyük sayılar kanununu oluşturan kuvvetler bu durumda yenik düşmüşlerdir. Çünkü burada belirleyici olan büyük sayılar kanunu değil, sıvıların yoğunluğu ve bunun sonucunda sıvıların ve Dünyanın birbirlerini “farklı kuvvetlerle çekmesi” gündeme girmişti. Buradaki belirleyici “yoğunluk” olmuştur.
Şimdi de sizin savınıza biraz daha yakın olan başka bir deneye bakalım.
Şimdi deney yapmak üzere bildiğimiz tuz ile sülfürik asidi birbiri ile etkileştirdiğimizde, deneyin sonucunda sodyumbisülfat ve hidroklorik asit ortaya çıkar. (Blog, denklemde, elementlere ait değerleri (sayıları) indis şeklinde yazmaya izin vermediğinden, değerler, parantez içinde gösterilmiştir.)
NaCl + H(2)SO(4)------> NaHSO(4) + HCl
Evet, denklem yukarıda gösterilmiştir. Peki, şimdi düşünelim. Yukarıda görüldüğü gibi denklemin sol tarafındaki bileşiklere baktığımızda, reaksiyona katılan bileşiklerin Na, Cl, H, S ve O olmak üzere beş adet elementten meydana geldiğini görürüz. Şimdi soralım. Bu deneyi bin defa tekrarlasak ve deneyin gerçekleştiği ortam şartlarını hiç değiştirmesek, deney sonucu elde edilen bileşikler başka mı olurdu? Söz gelimi, bin adet deneyden bir tanesinin sonucu olarak NaClS+H(2)O(4) elde edilir miydi? Veya bu bin adet deneyden başka birinin sonucu olarak SO(4) +NaH(2)Cl olarak mı elde edilecekti?
Özetle, deneydeki başlangıç bileşikler aynı olmak üzere her başka bir deney sonucu (ortam şartları değişmediği müddetçe) farklı kimyasal bileşikler mi elde edilecekti? Böyle bir şey (ortam şartları değişmediği müddetçe) mümkün değildir. Peki, bunun, büyük sayılar kanunu ile ne ilgisi var denebilir. Bu soruya cevap vermeden önce, yukarıdaki deneyin sonucunun her zaman aynı çıkmasının sebebi, her bir elementin dış yörüngesindeki elektron ihtiyacının, başka elementlerin elektronları ile karşılanarak giderilmesi “zorunluluğu” nedeniyle denklemlerin hep aynı sonucu verdiğini söyleyelim. Dolayısıyla bu ve benzeri reaksiyonlarda, büyük sayılar kanunu gibi mekanizmayı doğuran fiziksel etkenler, ortamda hala mevcut olduğu halde, element atomlarının dış yörüngelerindeki elektron ihtiyaçlarının, diğer elementlerce doyurulmasına dair kuvvetler baskın çıkarak, büyük sayılar kanununu bertaraf eder. Bunun anlamı, aynısıyla, yukarıda örnek olarak verilen ve farklı yoğunluktaki sıvıların hangi sırada tüpe konursa konsun, belirleyici olan, büyük sayılar kanunu değil, yoğunluk yani, yoğunluğa bağlı olarak Newton çekim kanunudur. Görülüyor ki, burada da belirleyici olan atomların dış yörüngelerindeki “eksik elektron sayılarıdır”.
(Devam)
SilŞu halde, bir sistemde (yazı-tura atmak, zar atmak gibi) büyük sayılar kanununu bertaraf edecek bir veya daha fazla sayıca belirleyici yok ise, bu durumda büyük sayılar kanunu geçerlidir. Ancak, sistemde, belirleyici faktörler devreye girmiş ise (metal bir zara mıknatıslılık özelliği kazandırarak, zarın atılması ile daima aynı yüzün yukarı gelmesi veya farklı yoğunluklu sıvıların tüp içinde daima aynı sırada sırlanması ve keza, dış yörüngelerindeki elektron ihtiyaçları nedeniyle hep aynı bileşiklerin oluşması vb.) artık bu hallerde büyük sayılar kanunu geçerli olmaz.
Şu halde, Sayın Bilal’in savında olduğu gibi, “Hücre oluşumları rastlantısal ise, büyük sayılar kanununa göre, tüm canlıların beyin yapılarının birbirine yakın bir değerde olması gerekmez mi ?” şeklindeki bir savı, tek başına “büyük sayılar kanunu”na bağlayarak savunamayız. Çünkü, inorganik kimyada olduğu gibi organik kimyada da sadece dış yörüngedeki elektronlar değil başka etkenler belirleyici olarak devreye girerler. Eğer, Sayın Bilal’in dediği gibi, büyük sayılar kanunu gibi bir etken tek başına inorganik ve organik dünyada (organik ile canlıları da kastediyorum) etkili olsaydı, şu anda canlıları da oluşturan yüz küsur elementin yan yana gelmesi ile, bilyeler misalinde olduğu gibi yeryüzünde trilyonlarca bileşik olurdu ve bunlar da stabil yani bozunmadan kalırdı. Halbuki, söz gelimi her birinin dış yörüngeleri doymuş olan Helyum, Neon, Argon gibi gazları yan yana getirip, yukarıda ifade edilen deneyin sağlandığı şartlarda bir bileşik elde etmek mümkün değildir.
Sonuç olarak, Sayın Bilal’in paragrafını burada tekrarlayarak alırsak; “Hücre oluşumları rastlantısal ise, büyük sayılar kanununa göre, tüm canlıların beyin yapılarının birbirine yakın bir değerde olması gerekmez mi? Hayvanların ortalaması çok yakın ama insan beyni ile aralarındaki müthiş fark nasıl oluşmuş?” gibi sorulara cevap ararken, çevremizdeki bazı olgulara bakıp (büyük sayılar kanunu kastediliyor) ve bu olguyla birebir benzerlik kurup veya problemi çözen tek etken gibi bir düşünce ile çözüm arayışı, yukarıda ifade edilen nedenler ve benzer nedenlerden dolayı uygun olmayacaktır.
Saygılarımla.
Sorgu dergisine filan gerek yok. Bir blogda (yorum bölümü olmadan) ortak yazılar yazılsa daha iyi. Forumalrın hali malum. Bloglarda yorumlar görüntüyü , ortamı bozuyor.
YanıtlaSilBir blog açılıp bloğun yazarları olsun, en güzeli.
Zarlar ve mıknatıslı zarlar insan yapımıdır, doğada rastgele bulunmaz.
YanıtlaSilDeğişik büyüklük ve yoğunlukta bilyeler, doğada ham olarak yok.
Verdiğiniz örneklerden bir tek su doğal.
Zeytinyağı da işlenmiş bir maddedir.
Kimyasal maddeleri kaç defa karıştırırsanız karıştırın, şartları değiştirmediğiniz sürece hep aynı bileşik ortaya çıkar, doğal olan bu zaten. Rastgele başka başka maddeler elde edemeyiz, sonuç sabittir yani, doğal eliminasyon falan olmaz.
Yaşam suda başlamış, evrim teorisine göre.
H2O'yu ne yaparsanız yapın , bir hücre oluşturamazsınız.
Evrim teorisinin temel direği “RASTLANTISALLIKTIR”, dikkat edelim, tesadüfen değil, çevre etkilerine bağlı rastgele oluşumlardır.
Burada büyük sayılar kanununun devrede olamaması için, “Özel Etki/müdahale” gerekmektedir.
Sayın Erol,
“Şu halde, bir sistemde (yazı-tura atmak, zar atmak gibi) büyük sayılar kanununu bertaraf edecek bir veya daha fazla sayıca belirleyici yok ise, bu durumda büyük sayılar kanunu geçerlidir. Ancak, sistemde, belirleyici faktörler devreye girmiş ise (metal bir zara mıknatıslılık özelliği kazandırarak, zarın atılması ile daima aynı yüzün yukarı gelmesi veya farklı yoğunluklu sıvıların tüp içinde daima aynı sırada sırlanması ve keza, dış yörüngelerindeki elektron ihtiyaçları nedeniyle hep aynı bileşiklerin oluşması vb.) artık bu hallerde büyük sayılar kanunu geçerli olmaz.” demişsiniz...
Yukarıdaki ifade evrimi reddeder.
Evrimde müdahale olmaz.
Çevre şartları rastgeledir.
Her maddeye rastgele davranır, evrenin genişlemesi ve yeni yeni maddelerin oluşumu ya da dönüşümü süreci “RASTGELE” devam etmektedir.
Tanrı müdahalesi yoktur.
Canlılığın oluşumunda, büyük sayılar kanununu devre dışı bırakan , irade ve akla sahip olmayan DOĞA olamayacağına göre, bu kanun, “İNSAN” hariç, diğer tüm canlılarda geçerliliğini korumuştur.
İnsan beyni, büyük sayılar kanunu devre dışı bırakılarak oluşturulmuştur.
Diğer bütün HAYVAN ve canlılar , yaklaşık aynı ortalama değerlerde yetenek ve özelliklere sahiptirler.
Eğer böyle olmasaydı, İNSAN EVRİMİNDE, ortalama aldıracak büyük sayılar kanunu geçerli olsaydı, bugün etrafımızda “İNSANIMSI yarı hayvanlar” görebilirdik.
Hiçbir hayvan, insana, en ilkel korunma güdüsü ile TAŞ atmayı düşünemez, milyon yıl geçse, YİNE DÜŞÜNEMEYECEK. Binlerce yıl önce, nasılki güvenliği için KAÇIYORSA, milyonlarca yıl sonra da sadece ve sadece KAÇACAK.
Son olarak şunu da ekleyeyim ki ;
On bin yıl önceki atalarımızın zihinsel zekası/aklı ile günümüz insanı arasında fark yoktur.
Fark, bilgi birikimi ve teknoloji farkıdır.
Evrimde büyük sayılar kanunu geçerlidir, İNSAN HARİÇ.
Saygılarımla...
Neden sadece insan akıllı bir varlıktır diye soran arkadaşa gelsin:
YanıtlaSilhttp://www.evrimagaci.org/makale/42
Bir soruyu başkasına sormadan önce siz bir araştırın ki rezil olmayın bence. Eğer sadece bu soruyu sorup cevabına bakmadan inanca geri döndüyseniz vay halinize. İnsan sorularla değil, cevaplarla yönünü belirler.
İnsan akıllı, hayvan bilgilidir.
Sil