İlk olarak 1981 yılında gerçekleştirilen ve 1991, 1998, 2001 ve 2007 yıllarında tekrarlanan Dünya Değerler Araştırması’nın 2011 çalışması tamamlandı. Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yılmaz Esmer tarafından Türkiye başkanlığı yürütülen çalışmanın sonuçlarını sizlerle paylaşıyoruz.
Türkiye Değerler Araştırması’nın özellikleri:
Örneklem büyüklüğü: 1,605
Veri toplama yöntemi: Yüzyüze görüşme
Örneklem dağılımı: 54 il ve 128 ilçenin, kentsel ve kırsal yerleşim birimleri
Örneklem kapsamı: Hanelerde yaşayan, 18 yaş ve üzeri nüfus
Araştırma desteği: Bahçeşehir Üniversitesi
ÖZET BULGULAR
MUTLULUK, HAYATTAN DOYUM
Türk halkınının genel mutluluk düzeyi 2001 ekonomik krizi ertesinde dip yapmıştı. Bu tarihte, mutlu olduğunu söyleyenlerin oranı sadece %59 idi. Son araştırmada ise, mutlu olanların oranı %77 olarak bulundu. Başka deyişle, 10 yıl içinde, kendisini mutlu hissedenlerin oranı 18 puan artmış gözüküyor. 2011 sonuçları şöyle;
Mutluluk ile hayattan memnuniyet birbiriyle ilişkili olmakla birlikte, farklı kavramlardır. Ancak, mutluluk konusundaki gözlemlerimiz, hayattan memnuniyet konusunda da geçerli. Hayattan memnuniyet ekonomik krizlerden çok derin şekilde etkileniyor. Hayattan memnuniyet, 2001 krizinde tam anlamıyla dibe vurmuştu. Deneklere, genel olarak hayatlarından ne kadar memnun olduklarını 10 puan üzerinden değerlendirmeleri istendiğinde, 1990 yılından itibaren Türkiye ortalamaları şöyle hesaplandı:
Bir cümleyle ifade edersek, 1990 ile 2001 yılları arasında halkımızın hayattan memnuniyet düzeyi sürekli olarak düşmüs, daha sonra hızlı bir yükselme eğilimine girmiştir. Bu yükselme trendi 2008 krizi ile kesintiye uğramakla birlikte, son araştırma yükselmenin devam ettiğini gösteriyor.
Hayattan memnuniyetin bir üçüncü boyutu olan maddi durumdan tatmin konusunda ise, 2011 yılında bir rekor kırıldığı anlaşılıyor. 1990 yılından bu yana hiçbir araştırmamızda, hanenin maddi durumundan duyulan tatmin 2011 düzeyine ulaşamamıştı.
İlginç bir not da, mutluluk, hayattan memnuniyet ve maddi tatmin konularından, AKP, CHP ve MHP seçmenleri arasında önemli farklar bulunmaması. Sadece mutluluk (maddi tatmin değil) açısından CHP seçmeni AKP seçmeninin biraz gerisinde.
SONUÇ: TEMMUZ 2011’DE, HALKIN ÇOĞUNLUĞU, MADDİ VE MANEVİ AÇIDAN HAYATINDAN MEMNUN VE MUTLUDUR.
GÜVEN
Türkiye, dünyada kişilerarası güvenin en düşük olduğu ülkelerden biridir. Türkler, aileleri, yakınları ve birebir tanıdıkları dışında kalan insanlara güven duyamıyor. Ancak, 1990’dan bu yana, genel olarak insanlara güvenebileceğini söyleyenlerin oranı %8-%10 dolayında iken, son araştırmada bu oran %15 olarak ölçüldü. Gene düşük bir sayı ama (oranlar İskandinav ülkelerinde %70’lere varıyor), eğer bir ölçüm hatâsı değilse, dikkate alınması gereken bir artış.
Kurumlara güven konusunda en dikkate değer bulgu ise, 2008 yılından bu yana Ordu’ya duyulan güvenin azalması.
Silahlı Kuvvetlere tamamen veya kısmen güvenenlerin oranı:
Bu güven azalmasının en belirgin şekilde Güney Doğu Anadolu’da gözlemleniyor.
Hükümete güvenenlerin oranı 2008’den bu yana sürekli yükselmekle birlikte, henüz 2006 düzeyinin çok altında. 2001 yılında %29’a kadar düşen hükümete güven oranı, şu anda %61.
SONUÇ: GENEL OLARAK İNSANLARA DUYULAN GÜVEN İLE, HÜKÜMETE DUYULAN GÜVEN ARTARKEN, ORDUYA DUYULAN GÜVEN, G. DOĞU ANADOLU’DA BELİRGİN ŞEKİLDE DÜŞTÜ.
SİYASAL KATILIM
Siyasete demokratik katılım konusunda halkın geleneksel çekimserliği artarak sürüyor. Türk halkı, toplu bir dilekçeye imza koymaktan bile ciddi boyutlarda çekiniyor. “Kesinlikle toplu dilekçe imzalamam” diyenler, 1990’dan bu yana yaptığımız ölçümlerin en yüksek düzeyine ulaştı.
Kesinlikle imzalamayacaklarını belirtenlerin oranı;
Yukarıdaki rakamlarda dikkat çeken nokta, 1990-2001 arasında aynı kalan oranının, bu yıldan sonra hızlı bir yükselişe geçmesi.
Toplu bir dilekçeye imza koyduğunu söyleyenlerin oranı ise, demokratik ülkelerle karşılaştırılamayacak kadar düşük. Örneğin İsveç’te %82, Almanya’da %58 olan bu oran, ülkemizde sadece %10.
Dilekçe konusunda durum böyle iken, yasal bir boykota, barışçı bir gösteriye veya greve katılma konusundaki çekingenliğin daha da yüksek olduğunu tahmin edebiliriz. Bu tür siyasal katılım alanlarında da, Türkiye Avrupa’nın en düşük katılım gösteren ülkelerinden biri olduğu gibi, çekingenlik son yıllarda bir artış eğiliminde gibi gözüküyor.
SONUÇ: HALKIMIZ, DİLEKÇE İMZALAMAK, BARIŞÇI GÖSTERİLERE KATILMAK GİBİ EN KONVANSİYONEL SİYASAL KATILIM VE PROTESTO YÖNTEMLERİNE BİLE SICAK BAKAMIYOR. ÇEKİNGENLİK SON YILLARDA ARTMA EĞİLİMİNDE.
SAĞ-SOL İDEOLOJİ
Türkiye Değerler Araştırması’nın başladığı 1990 yılından beri, bazı zigzaglar sözkonusu olsa da, Türk toplumunun ideolojik istikameti sağ. 2011 ise, kendisini siyasal yelpazenin sağında tanımlayanların en yüksek noktası oldu. Bu genel doğrultu, kriz yıllarında biraz yalpalıyor ama, sonra gene yönünü buluyor.
SONUÇ: 2011, SAĞ-SOL YELPAZESİNDE, ORTALAMANIN EN SAĞDA ÖLÇÜLDÜĞÜ YIL OLDU.
DEMOKRASİYE BAKIŞ VE “DEMOKRASİ AÇIĞI”
Halkın büyük çoğunluğu demokratik yönetimden yana olduğunu belirtirken, dünyanın hemen her ülkesinde olduğu gibi, bizde de demokrasi konusunda kafalar hayli karışık. Örneğin, Dünya Değerler Araştırmaları’nın son turunda, 55 ülkeden 70,000 dolayında denekten ilginç bir sonuç elde edildi. Bu 70,000 kişiden, demokratik yönetim istediğini söyleyenlerin dörtte biri, ordunun ülkeyi yönetmesinin çok iyi birşey olacağını belirtti. Türkiye’de, %63’lük bir oran “parlamento ile, seçimlerle uğraşmak zorunda kalmayan güçlü bir lidere sahip olmanın” iyi olacağı görüşünde. Bu oran Danimarka’da %15 iken, Romanya’da ise %74 bulundu.
Son günlerde “kriz kâhini” Roubini tarafından İtalya için önerilen “hükümet yerine uzmanlar tarafından yönetim” değerler araştırmalarında sorulan sorulardan biri. Türkiye’de, “hükümet yerine uzmanların, ülke için en iyi olduğuna inandıkları şeyleri yapmaları” iyi olurdu diyenlerin oranı da %64. Ama Avrupa’da da durum hiç farklı değil. “Kararları hükümet yerine uzmanlar alsın” diyenler Bulgaristan’da %89, Almanya’da %63, Belçika’da %61 ve İtalya’da %46. En azından birkaç yıl önce durum böyleydi.
Demokrasi talebi ile algılanan demokrasi arzı arasındaki farka “demokrasi açığı” diyor siyaset bilimciler. Bütçe açığı, dış ticaret açığı gibi birşey. 2006’ya kıyasla 2011 de, “demokrasi açığı” azalmış görünüyor. Ancak işin ilginç yanı, bu düşüş, arzdaki artıştan çok, talepteki azalmadan kaynaklanıyor!
Öte yandan, kamuoyu 2001 yılından bu yana ülkenin insan hakları sorununda büyük ilerleme kaydettiği düşüncesindedir.
SONUÇ: BÜTÜN TOPLUMLAR GİBİ, TÜRK TOPLUMUNUN DA REJİM TERCİHİ TARTIŞMASIZ DEMOKRASİDİR. ANCAK, SOYUT DÜZEYDE BELİRTİLEN BU TERCİH, İŞ DEMOKRASİ TANIMINA GELİNCE HAYLİ KARIŞMAKTADIR. GÜÇLÜ LİDER ÖZLEMİ BELİRGİNDİR. KÜÇÜMSENMEYECEK SAYIDA İNSAN, AİLENİN KORUNMASINDAN FİYAT KONTROLÜNE KADAR PEK ÇOK HUSUSU DEMOKRASİNİN ÖZELLİĞİ OLARAK GÖRMEKTEDİR.
“ÖTEKİ”NE HOŞGÖRÜ
Farklı olarak görülen gruplardan insanları komşu olarak istememenin bir hoşgörü göstergesi olarak kullanılmasının tarihi 80 yıl kadar geriye gider. Bu göstergeyi, ilk olarak Emory Bogardus “toplumsal mesafe” ölçeğinin bir ögesi olarak kullandı. Değerler Araştırmaları‘nda bütün dünyada bu “komşu isteme/istememe” sorusu soruluyor.
1990’dan bu yana, Türkiye’nin hoşgörü konusunda alacağı uzun bir mesafe bulunduğunu gözlemliyoruz. Bütün araştırmalar, bu konuda toplumumuza hayli kırık bir not veriyor. İstenmeyen grupların en başında da, gene 1990’dan beri yapılan bütün araştırmalarda olduğu gibi, eşcinseller geliyor.
2011 yılında da durum değişmiş değil. Bazı grupların komşu olarak istenmeme oranlarını şöyle bulduk:
Öte yandan, Avrupa’da da Müslüman komşu istemeyenlerin oranları küçümsenmeyecek düzeylerde. Türkiye’de kamuoyunun %48’i Hristiyan komşu istemediğini söylerken, Litvanya’lıların da %47’si Müslüman komşu istemiyor.
SONUÇ: TÜRKİYE’DE HOŞGÖRÜ DÜZEYLERİ, BAZI İNİŞ ÇIKIŞLAR GÖSTERSE DE, DAİMA DÜNYA ORTALAMALARININ ÇOK ALTINDADIR. BAŞKA IRKTAN, BAŞKA DİNDEN, BAŞKA RENKTEN, HATTÂ BAŞKA DÜŞÜNCEDEN KOMŞU İSTEMEYENLERİN ORANLARI HAYLİ YÜKSEKTİR. ANCAK SON YILLARDA, AVRUPA ÜLKELERİNDE MÜSLÜMAN KOMŞU İSTEMEYENLERİN ORANLARI DA (GENELDE BİZİM EŞDEĞER ORANLARIMIZIN ÇOK ALTINDA OLSA BİLE) İHMAL EDİLEBİLECEK DÜZEYLERDE DEĞİLDİR.
MİLLİYETÇİLİK
Değerler araştırmasında, çeşitli yönleri ile milliyetçiliği ölçmeyi hedefleyen birçok soru bulunuyor. Bunlardan birkaçını özetleyelim.
“Gerekirse ülkem için savaşırım” diyenlerin oranı, son beş yılda 11 puanlık bir düşüş göstererek, %97’den %86’ya indi. Ancak, aynı orduya güven sorusunda olduğu gibi, bu soruda da, bölgeler arasında önemli farklılıklar gözleniyor. Örneğin Kuzey Doğu Anadolu’da, Batı Marmara’da, İç Batı Anadolu’da bu oran hâlâ %95’lerin üzerinde seyrediyor. Güney Doğu Anadolu’da ise, 30 puan birden düşüyor.
Bir başka gösterge, başka milletten insanlara güvenmeyenler. Bunların oranı da %61. Bu konuda en başta gelen (“milliyetçi”) bölgeler ise, Doğu Karadeniz ve Orta Doğu Anadolu.
Türk olmaktan gurur duyanların oranı son beş yılda bir artış veya düşüş göstermedi. Bu soruya, gerek 2006, gerek 2011 araştırmasında, %6’lık bir grup ise “ben Türk değilim” cevabını verdi.
SONUÇ: MİLLİYETÇİLİK KONUSUNDA, BELİRGİN BİR YÜKSELİŞ VEYA DÜŞÜŞ GÖZLENMİYOR. ANCAK BÖLGELERE GÖRE ÖNEMLİ FARKLILIKLAR VAR. ORTA ANADOLU VE DOĞU KARADENİZ BU KONUDA ÖNE ÇIKARKEN, GÜNEY DOĞU ANADOLU İZLENMEYE DEĞER.
DİNİ DEĞERLER
Değerler araştırmalarında, dini değerler ve dindarlık çok geniş bir yer tutar. Son araştırmada da, din konusunu çeşitli yönleri ile irdeleyen 30 civarında soru bulunuyor. Türk halkının çok büyük çoğunluğu, namazında, orucunda ve ibadetinde, Bu durumda (hesaba katılmaması gereken ve muhtemelen ölçüme bağlı olan) birkaç puanlık hareketlerin dışında, kayda değer bir değişim yok.
Kendisini “dindar” olarak tanımlayanların oranı da, Avrupa ortalamasının hayli üzerinde (%81). Bu oran 2000 yılında da aynen %81 olarak bulunmuştu. Aynı şekilde, dinin kendisi için önemli olduğunu söyleyenlerin oranı da son 15 yılda hiç değişmedi ve hep %92-93 düzeyinde kaldı. Avrupa’nın “koyu katolik” olarak bilinen ülkeleri bile bu oranlara yetişemiyor.
İlginç bir bulgu (değerler araştırmalarında ilk kez soruluyor) dinin esas anlamına ilişkin:
Halkın yaklaşık üçte ikisi, dinin esas anlamının, insanlara iyilikten ziyade, kurallara ve ritüellere uymakta görüyor. Beşte dörte varan (%79) bir çoğunluk da, dinin bu dünyaya değil, öteki dünyaya anlam kazandırdığı düşüncesinde. Yani halkın önemli çoğunluğu için din, esas olarak ölümden sonrasına hazırlık mahiyetinde kurallar, törenler, ritüeller demek.
Gene benzer bağlamda, evrim ve yaratılış, birer cümle ile tanımlandığında, halkın %85’i yaratılıştan yana tavır alıyor.
Araştırmada, Alevileri doğrudan ilgilendirebilecek iki bulgu var:
“Cem Evleri’ne de, aynen camiler gibi, hukuki olarak ibadethane statüsü verilsin” diyenlerin oranı %58, karşı fikirde olanlar ise %42. Dörtte üçe yaklaşan (%73) bir çoğunluk ise, devletin Sunni Müslümanlara yaptığı gibi, Alevi Müslümanlara da bir bütçe ayırmasından yana.
SONUÇ: BU ARAŞTIRMANIN BULGULARI DA, DİNİ DEĞERLER KONUSUNDA BUNDAN ÖNCEKİ PEK ÇOK ARAŞTIRMANIN BULGULARINI TEYİD EDİYOR. TOPLUMUMUZ, AVRUPA’NIN VE HATTÂ DÜNYANIN, DİNİNE EN BAĞLI TOPLUMLARINDAN BİRİ. İBADET KONUSUNDA DA BÜYÜK ÇOĞUNLUK KUSUR ETMİYOR. BİLİME DE BÜYÜK SAYGI DUYAN TOPLUM, BİLİM İLE DİN ÇELİŞTİĞİ ZAMAN BOCALIYOR VE BÖLÜNÜYOR.
KADINLARIN KONUMU, KADIN-ERKEK EŞİTLİĞİ
İş hayatı, siyaset, sosyal hayat… Türk kadınının bu ve benzer alanlardaki sorunları herkesçe biliniyor. Kadın-erkek eşitliği, cinsellik gibi konulardaki zihin haritamız da, gelişmiş ülkelerden hayli farklı.
2011 araştırması, bazı alanlarda sorunların aynen devam ettiğini, bazılarında ise –belki sürpriz bir biçimde- daha da derinleştiğini gösterdi.
Türkiye’nin yaklaşık dörtte üçü, bizim toplumuzda ailenin reisinin erkek olması gerektiğini düşünüyor. Bu konudaki Medeni Kanun maddesi çoktan yürürlükten kalktı ama, zihinlerdeki yasa 1996’dan bu yana hiç değişmedi. 15 yıl içinde yapılan ölçümler, şaşırtıcı derecede benzer sonuçlar veriyor.
“Kadın her zaman kocasına itaat etmeli, onun sözünden çıkmamalıdır.” Bu ifadeyi doğru kabul edenlerin oranı da 1996’dan bu yana aynı ve %60’ın biraz üzerinde.
İki konuda meydana gelen değişiklik ise, insana “umarım bu ciddi bir ölçüm hatâsıdır” dedirtiyor. Bu düzeylerde bir ölçüm hatâsı, bir araştırmacının isteyebileceği son şeydir ama imkânsız da değildir. Üstelik yukarıda belirtilen iki sorudaki son derece tutarlı ölçümler, hatâ olasılığını azaltıyor ama kuşkusuz tamamen ortadan kaldırmıyor.
Biraz açalım…”Bir erkeğin, birden fazla eşinin olması kabul edilebilir” sözüne katılanların oranı 1996’da %10, 2009’da ise %11’di. 2011’de bu oran %23 olarak ölçüldü. Üstelik örneklemdeki kadınların %19’u da (yani her beş kadın denekten biri) bu görüşe katıldıklarını belirttiler. Ben bu noktada bir ölçüm hatâsı yaptığımız umudunu muhafaza etmek istiyorum.
Ve kadına karşı şiddet… “Bazı kadınlar kocalarından dayak yemeği hak ediyor.” Bu görüşe katılanların oranı 1996’da %19 imiş. 2011 bulgusu ise %30. Ancak iki yıl önce, yani 2009’da bu oran %33 olarak bulunduğundan, bu soruda bir ölçüm hatâsı olasılığı iyice azalıyor.
Araştırmalar bu tutumları kadınların da büyük ölçüde benimsediklerini ve içselleştirdiklerini gösteriyor. Aynı sorulara, kadın deneklerin verdikleri cevaplar şu şekilde:
Yukarıdaki bulgulara paralel bir sonuç da, kadınların çalışmasına ilişkin. “Ülkede, eğer insanlar iş bulamıyorsa, çalışmak kadınlardan çok erkeklerin hakkıdır” önermesine katılan kadınların oranı yarıyı geçiyor (%54). Erkeklerin %52’si, kadınların ise %45’i de, “eğer bir kadın, kocasından daha fazla para kazanıyorsa, bu durum evlilikte sorunlara yol açar” görüşünde. Bütün bunlarla çelişkili görülebilecek bir şekilde, deneklerin %62’si, “bir işte çalışmanın, kadının bağımsız bir birey olabilmesinin en iyi yolu olduğu” görüşüne katılıyor.
SONUÇ: KADIN-ERKEK EŞİTLİĞİNİN YAYGIN BİR DEĞER OLMASI İSTENİYORSA, TÜRKİYE’NİN BU KONUDA ÖNÜNDE UZUN BİR YOL BULUNDUĞU GÖRÜLÜYOR. DÜŞÜNCE YAPISI AÇISINDAN SON 15-20 YIL İÇİNDE BU YÖNDE BİR GELİŞME GÖZLENMEDİĞİ GİBİ, BAZI ALANLARDA EŞİTLİKÇİ DEĞERLERDEN DAHA DA UZAKLAŞILDIĞI SÖYLENEBİLİR. KESİN OLAN BİR BULGU DA, ERKEK ÜSTÜNLÜĞÜ VURGULAYAN DEĞERLERİN, KADINLAR TARAFINDAN DA ÖNEMLİ ÖLÇÜDE BENİMSENMİŞ, İÇSELLEŞTİRİLMİŞ OLMASI.
AİLE VE ÇOCUK
Aile, hemen her toplumda olduğu gibi, bireyin en fazla güvendiği, en çok güç aldığı kurum. Türklerin %95’i ailenin kendileri için ÇOK önemli olduğunu söylüyor. Geride kalan %5 ise, biraz önemli. Aileyi önemsiz bulan ise yok düzeyinde. %93’lük bir kesim de ailesine TAMAMEN güveniyor.
20 yıldan beri, Türkiye’de, kamuoyunun sadece %8-10 dolayında bir bölümü, evliliğin modası geçmiş bir kurum olduğu düşüncesinde. Bu oranlar, 20 yıl boyunca yapılan ölçümlerde son derece istikrarlı. 2011 ölçümü de %8.
Bir karşılaştırma yapabilmek için, bu konudaki Avrupa ortalamasının %20 olduğunu ve oranın İspanya, Fransa gibi bazı ülkelerde %30’un üzerine çıktığını belirtelim.
Bir kadının evlenmeden çocuk sahibi olmasını onaylayanların oranı %7 olarak bulundu. Bu konuda Avrupa ortalaması %47. Rekor ise İspanya’da. İspanyolların %80’i, evli olmayan, hattâ bir erkekle sürekli bir ilişkisi de bulunmayan bir kadının çocuk sahibi olmasında bir sakınca görmüyor.
Deneklerin %15’i, eşi ile arasında akrabalık bağı olduğunu beyan ediyor. Akraba evliliğine bağlı genetik hastalıklar uzunca bir süre daha sorun olmayı sürdürecek gibi gözüküyor.
SONUÇ: AİLE, EVLİLİK VE ÇOCUK, TEMEL DEĞERLER ARASINDA EN ÖNDE YER ALIYOR. BU KONUDA, 20 YIL İÇİNDE HERHANGİ BİR DEĞİŞİM GÖZLEMLENMİYOR.
SIKINTILAR, ENDİŞELER, BİREYSEL GÜVENLİK
Son bir yıl içinde, seyrek de olsa, aşağıdaki durumlarla karşı karşıya kalanların oranları şöyle;
Yüzde 3-4 gibi bir azınlık da, son bir yıl içinde kendisinin (%3) veya ailesinin bir ferdinin (%4) bir suçun (şiddet, hırsızlık, tecavüz, vb.) kurbanı olduğunu söylüyor.
Mahallelerinde, çevrelerinde şu durumların çok veya epeyce sık meydana geldiğini söyleyenlerin yüzdeleri şu şekilde;
Yalnız bu durumları yorumlarken, tüm toplumlarda suç algılama oranlarının, gerçek suç oranlarının hayli üzerinde olduğunu unutmamak gerekir.
SONUÇ: ORANLARI ÇOK YÜKSEK OLMASA DA, BELLİ BİR KESİM, YETERLİ YEMEK BULAMAMAYA KADAR VARAN SIKINTILARLA KARŞI KARŞIYA KALIYOR. YETERLİ YEMEK BULAMADIĞINI SÖYLEYENLERİN ORANI %15. BU BEYANDA %100 ABARTI BULUNDUĞUNU VARSAYSAK BİLE, SAYI OLARAK 5 MİLYON İNSAN SÖZKONUSU!
Kaynak
en çok kadın konusuna takılmış durumdayım ve açıkça belli ki diğer değerlerden(din, ekonomik sorunlar..vb) ayrılamayacak bir konu. toplumsal cinsiyet algısı ve bunun kadınlar açısından da algılanış durumu açık. daimi anneler yaratmak ve kadınlari adama tabi insan kabul etmekte ve asıl insanı adam kabul etmekte yine başarılıyız toplumca. bunların yanında kadının durumu içselleştirmesine gelince sürekli bir şeyleri yapamayacağı öğütlenen her insanın başına gelecek bir durum ki kadına bu daha uzun yıllardır yapılmakta. kölelik mantığıyla bir olan ev içi emeğinin karnını doyurmak şeklindeki karşılığı ve değersiz görülmesi de bu ataerkilliğin sonucu. kadınların birbirine bakışı ile ilgili de kamla bhasin'in kitabından şu açıklama iyi bir örnek bence:
YanıtlaSilbizim ailelerimizde erkekler güneşe benzer, onların kendi ışıkları(kaynaklar, mülkiyetindekiler kısaca) var. kadınlar kendi ışığı olmayan uydulara benzerler. eğer güneşin ışığı onlara değerse sadece o zaman parlarlar. işte bu nedenle kadınlar güneş ışığından daha büyük pay almak için sürekli birbirleriyle rekabet ederler, çünkü bu ışık olmaksızın hayat da yoktur.
sonuç olarak benim gördüğüm bu verilerin ataerkillikle daha ötesi ataerkil kapitalizm ile açıklanacağıdır.
bir de modern kadın denilenin de kadınların sorunlarına çözüm getirmediği görülmekte.
kısa yazayım, toparlayayım dedim bu oldu:)
Dediklerine katılmamak mümkün değil. Benim düşünceme göre, hala da ilkel çağlarımızı yaşıyoruz; ancak içinde bulunduğumuz çağa o kadar kenetlenmişiz ki bunun farkına varamıyoruz.
YanıtlaSilBununla birlikte, diğer değişkenleri düzeltmeden, yani gerek dini olguları ötelemeden, gerekse de sosyo-kültürel anlamda eşitsizliği içselleştiren toplumsal anlayışı yıkmadan, sadece kadın anlayışını "modern kadın"a dönüştürmek mümkün değildir.
http://www.egitimnerede.com/haberler/4566/turkiye-de-mutluluk-oranlari-belli-oldu/
YanıtlaSil