Robert Ingersoll: Neden Agnostiğim?

113 Yorum
Çoğu düşüncemiz miras olarak geliyor. Alışkanlıkların ve geleneklerin mirasçılarıyız. İnançlarımız yöresel kıyafetler gibi, nerede doğduğumuza bağlı olarak değişiyor. Kalıplar içinde büyüyor, etrafımız tarafından şekillendiriliyoruz. Çevremiz bir heykeltıraş, bir ressam.

Eğer İstanbul'da doğmuş olsaydık, çoğumuz şöyle diyecekti: "Allah'tan başka tanrı yoktur. Muhammed Allah'ın elçisidir." Eğer ailemiz Ganj nehri kenarında yaşasaydı, Şiva'ya tapıyor ve Nirvana'ya ulaşmaya çalışıyor olacaktık.

Çocuklar ailelerini sever, onlardan öğrendiklerine inanır ve annelerinin dinine içten bir biçimde inanmaktan gurur duyduklarını söylerler.

Çoğu insan dinginliği sever. Komşularından farklı olmak istemez. Arkadaş çevresi olsun ister. Sosyaldir. Grup halinde gezmekten hoşlanır. Yalnız yürümeyi sevmez.

İskoçlar Kalvenci’dir çünkü babaları da öyleydi. İrlandalılar Katolik’tir çünkü babaları da öyleydi. İngilizler Anjelikan’dır çünkü babaları da öyleydi. Amerikalılar farklı gruplara ayrılmıştır, çünkü babaları da farklı gruplara ayrılmıştı. Bu genel geçer bir kuraldır, istisnalar elbette vardır. Bazı çocuklar ailelerine baskın çıkıp düşüncelerinde değişiklik yapabilir ve farklı sonuçlara ulaşabilirler. Ama bu değişimler genelde gelişim şeklinde olur, yani tam bir dönüş az görülür. Zaten değişenlerin çoğu hala atalarının yolunda gittiklerine inanmaya devam ederler.

Hıristiyan tarihçiler tarafından toplumların dinlerinin aniden değiştiği ve milyonlarca Pagan’ın aniden Hıristiyanlığa geçtiği söylenir. Filozoflar ise bu görüşe pek katılmazlar. İsimler ve çatılar değişebilir ama fikirler, gelenekler ve inançlar aynı kalmaya devam eder. Bir Hıristiyan’ın kılıcını veya bir Müslüman’ın hançerini boynunda gören Pagan, muhtemeldir ki dini görüşünü değiştirdiğini söyleyecektir ama söylemler dışında her şey aynı kalmaya devam eder.

İnanç tercih meselesi değildir. İnsanlar, düşünmek zorunda kaldıkları biçimde düşünürler. Çocuklar isteseler de, tam öğretildiği gibi inanmazlar. Çünkü ailelerine benzemezler. Tabiatları, huyları, heyecanları, kapasiteleri ve çevreleri farklıdır. Bu sebeple ortada sürekli devam eden görülmez bir değişim vardır. Bilinçli ya da bilinçsiz yaşanan bu gelişim sonucu bir karşılaştırma yaparsak uzun müddetler geçtiği zaman eskinin tamamen terk edildiğini ve yeninin içinde kaybolduğunu görürüz. İnsanoğlu yerinde sayamaz. Zihinden çapa atılamaz, ileri gitmezsek geri kalırız. Büyümezsek daralırız, gelişmezsek kuruyup büzülürüz.

Çoğunuz gibi ben de ‘kendinden emin’ insanlar tarafından büyütüldüm. Bildiklerini sorgulamayan ve muhakeme etmeyen insanlar. Hiçbir şüpheleri yoktu. Kesin doğruya sahip olduklarından emindiler. İmanlarında ‘belki’ - ‘galiba’ yoktu. Tanrı’dan gelen açıklamaya sahiptiler. Her şeyin başlangıcını biliyorlardı. Bir gün, yaklaşık olarak İsa’dan 4,000 yıl kadar evvel Tanrı dünyayı yaratmıştı. Ve tabi ezelden beri, yani bu yaratılıştan önceki sonsuz dönemde Tanrı hiçbir şey yapmıyordu. Yine biliyorlardı ki Tanrı 6 günde dünyayı, bitkileri, hayvanları, yaşamı ve gökleri yarattı. Hatta hangi gün ne yaptığına ve hangi gün dinlendiğine kadar tam olarak biliyorlardı. Dünyadaki kötülüklerin, suçların, hastalıkların ve ölümlerin sebebini de biliyorlardı.

Sadece başlangıcı değil bitişi de biliyorlardı. Hayatta tek bir yol olduğunu biliyorlardı. Güzergâhın dar ve dikenli olduğunu ama sonunda rengârenk çiçekler ve lezzetli meyvelerle dolu, neşe ve mutluluk kaynağı olan cennete ulaşacağını biliyorlardı. Elbette Tanrı, bizim bu güzergâhı kullanmamız için elinden geleni yapmaktaydı. Şeytan ise tüm ustalığını bizi yoldan çıkarmak için kullanmaktaydı.

İyi ve kötü arasındaki bu ebedi çarpışma elbette insan ruhları içindi. Biliyorlardı ki yüzyıllar önce Tanrı tahtını bırakmış ve dünyaya oğlunu göndermişti. O oğul acılar içinde sadece insanlar için ölmüştü. Yine biliyorlardı ki insan doğası gereği ahlaksızdı. Tüm kudretine ve iyiliğine rağmen Tanrı’dan nefret ederdi.

Aynı zamanda Tanrı’nın insana kendi ruhundan üflediğini ve onu mükemmel biçimde yarattığını da bilirlerdi. Şeytanın Tanrı’ya rağmen bu insanın kanına girip, türlü oyun ve hilelerle onu kandırdığı biliyorlardı. Sonunda Tanrı’nın erkek ve kadını lanetleyip ölümlü olarak dünyaya gönderdiğini biliyorlardı. Tanrının tüm yaptıklarını sadece insanı kötülükten arındırmak ve yüceltmek için yaptığına inanıyorlardı. Büyük Tufanı biliyorlardı, birkaç sayılı kişi haricinde yaşayan herkes genç-yaşlı demeden boğulmuştu. Biliyorlardı ki Tanrı, çocuklarının akıllanması için onları silkeleyen bazı depremler, fırtınalar ve yangınlar da göndermiş, büyük kıtlıklar ve savaşlar yaşanmıştı. Tüm bunları çocukları Tanrı’ya inansın, onu sevsinler diye yapmıştı. Biliyorlardı ki, tek kurtuluş inançtaydı.

Ve tabii şüphe eden herkes kaybedecekti. İnanç dışında yapılacak hiçbir şey; yani dürüst ve namuslu bir hayat sürmeniz, ailenize ve yakınlarınıza iyi bakmanız, vatansever olmanız, düşünceli ve saygılı olmanız cehenneme gitmenizi engellemiyordu.

Çünkü Tanrı insanları dürüst, cömert ya da cesur olmalarına göre değil inançlarına göre yargılıyordu. İnancı olmayanlar içinse tek seçenek sonsuza kadar cehennemde acı içinde yanmaktı.

İşte tüm bu rahatlatıcı ve mantıklı şeyler din adamları tarafından ibadethanelerde, öğretmenler tarafından okullarda, aileler tarafından evlerde öğretilir. Çocuklar burada kurbandır ve çoğu zaman henüz beşikte annelerinin kollarındayken hedef olurlar. Düşünmeye başlayacak çağa geldiklerinde ise hocaları tarafından çocuğun sağduyusuna bir savaş açılır. Okuduğu kitaplarda gerçekleşmesi imkânsız olaylar, gerçekmiş gibi anlatılır. Zavallı çocuk çaresizdir. Nefes aldığı hava yalanlarla doludur ve bu yalanlar kanına işler.

*****

Çocukluğumda İncil okunurken dinlerdim, sonrasında kendim de okudum. Tarihe yönelik ilk bilgilerim İncil’dendi. Yahudiler, Musa’nın başından geçenler, diğer peygamberler hepsi önemliydi. İnsanlar tarafından yazılmış kitaplarda insanların kendi düşünceleri vardı ama İncil’de Tanrı’nın kutsal gerçekleri mevcuttu.

Yine de çevreme ve öğretilenlere rağmen Tanrı’yı pek sevemedim. Merhamette cimri, öldürmekte müsrifti. İşkenceye ve yok etmeye o kadar meraklıydı ki tüm kalbimle ondan nefret ettim. Bana Eski Ahit’in tanrısını hiçbir uygar insan da sevemez gibi geliyor.

Hıristiyanlar der ki; Tanrı onları yok etme hakkına sahiptir, çünkü başta onları yaratan da Tanrı’dır. Peki, o zaman neden yaratmış insanları? Ölürken izlemekten zevk aldığı için mi?

Yine Hıristiyanlar der ki; Eski Ahit’teki acımaz Tanrı’nın aksine Yeni Ahit’te Tanrı daha şefkatlidir. Oysa Yeni Ahit’teki Tanrı daha da acımasızdır çünkü Eski Ahit’te Yehova’nın ebedi bir hapishanesi, sönmeyen bir ateşi bulunmuyordu. Onun insanlara olan nefreti dünyada kalıyordu. Düşmanı öldüğü zaman işi bitiyordu.

Yeni Ahit’te ise ölüm bir son değil, sonu gelmeyen cezalandırmanın başlangıcı oluyor. Tanrı’nın kini ve intikama olan açlığı Yeni Ahit’te hiç bitmiyor.

Tanrı, insan kılığına girdiğinde müritlerine düşmanlarını bile sevmelerini, yüzlerine tokat atana diğer yanaklarını uzatmalarını tembih ediyor. Ama aynı Tanrı bir yandan da sonsuz ateşi hazırlıyor.

İnsanoğlunun dünyada yaşayabileceği tüm acıların toplamının – kayıp bir ruhun cehennemde çekeceği sonsuz acının yanında hiçbir şey olduğu söylenir. İnsanın hayal gücünün bile ötesinde bir dehşet.

Ama bu Hıristiyan dünyası için Tanrı’nın adaleti, İsa’nın merhameti oluyor.

Bu korku verici dogma, bu büyük yalan beni de büyük bir Hıristiyanlık karşıtı yaptı. Çünkü bu sonsuz işkenceye olan inanç, gerçek işkencelerin sebebi oldu. Engizisyonu kurduran, toplumları köleleştiren, sayısız insanın kanını döken oydu. Adalet kavramını tersine çeviren, merhameti kalpten silen ve insanları şeytana dönüştüren oydu.

İnsanı Tanrı’nın bitmeyen şiddetinin kurbanı yaptı. Öğretildiği tüm kiliseler toplum için tehlikeli, öğreten tüm vaizler toplum düşmanıdır. Hıristiyan dogması sürdükçe vahşilik de sürecektir. Çünkü o sonsuz kötülüğün, nefretin ve intikamın ta kendisidir.

Yaşadığım ve nefes aldığım sürece, tüm gücümle ve kanımın son damlasına kadar bu yalanla mücadele edeceğim.

Hiçbir şey beni bu sonsuz ıstıraba olan inancın zayıflaması ve onu öğretenlerin bu duruma bozulmasından daha mutlu edemez.

Yüzyıllarca Hıristiyan âlemi tam anlamıyla tımarhane gibiydi. Papalar, Kardinaller, Piskoposlar, Rahipler, Keşişler hepsi deliydi.

Sadece çok kısa dönemlerde akıl ve mantık üstün geldi. Tüm gürültü ve patırtı arasında sağduyunun sesi duyuldu. Cahilliğin şiddetle hüküm sürdüğü dönemde, çok nadiren bilgelik öne çıkabildi.

Ama ilerledik. Umalım ki Hıristiyanlar yakın bir dönemde dogmalarını reddederler ve onun açık bir şekilde akılla ve adaletle çeliştiğini görürler.

*****

Gençliğimde dini kitaplar okudum, Tanrı hakkında, inançla gelen kurtuluş hakkında, diğer âlemler hakkında kitaplar okudum. Tutarsızlıkları ve gerçekleşmesi imkânsız efsaneleri olabildiğince küçültüp anlaşılabilir hale getirmeye çalışan bazı yorumcuları okudum.

Mesela Nuh’un gemisindeki hayvanların gemiye binince aniden huylarının değişip bir arada mutlu mesut yaşadıklarını okudum. Bunları kabul etmek imkânsızdı ama inananlar için pek bir şey fark etmiyordu.

William Paley’in teolojik kanıtını bilirsiniz. Bir adam yerde harika bir kol saati buluyor ve bu saati yapan bir saatçi olduğuna kanaat getiriyor. Daha sonra saatçiyi buluyor ve bu sefer de insanı yapan bir güç olduğuna kanaat getiriyor. Böylece tanrıya ulaşıyor. Herhalde yanlış çıkarım diye buna denir.

Paley’e göre tasarımcı olmadan bir tasarım olamaz, ama tasarım olmadan tasarımcı olabilir. Saatten saatçiye, saatçiden de tanrıya ulaşılabilir ama tanrıya sebep olan olgu hiç sorgulanmaz ve o sonsuz kabul edilebilir.

Özgür irade konusunda Jonathan Edwards’ın değerlendirmesi kabaca şöyledir: Tanrı insanı olduğu gibi yaratır ve alın yazısını belirler. Ama tüm sorumluluk insanda olur. Ayrıca Tanrı isterse insana sonsuza dek işkence etme hakkına da sahiptir. İşte Edwards bu Tanrı’yı sever.

Eğer sonsuz kudrette bir Tanrı’ya ve sonsuz cezalandırmaya inanıyorsanız, bu din savunucularının vardıkları sonuçları da kabul etmeniz gerekiyor. Sonsuz derecede zalimce, sonsuz derecede absürt, Tanrı’ları sonsuz derecede haşin, ama mantıkları kusursuz.

Tabi ben açık yüreklilikle saçmaladıklarını söylemek durumundayım.

*****

Çok sayıda benzer kitap okuyarak gençliğim geçti. Dinin tüm tohumları özenli bir biçimde zihnime ekildi.

Bu dönemde bilim hakkında, yani diğer taraf hakkında, hiçbir bilgim yoktu. Kutsal kitaplara ve inançlara getirilen itirazları bilmiyordum. Elbette inkârcıların ve kutsal metinleri ciddiye almayanların başlarına neler geleceği hakkında detaylıca bilgilendirilmiştim. Eleştirilere cevap verilmiyordu ama inkârcıların ruhlarının şeytan tarafından nasıl ele geçirildiği anlatılıyordu. Ve ben, hayatım boyunca tüm okuduklarıma ve dinlediklerime rağmen, yine de buna inanamıyordum. Zihnim ve kalbim ‘Hayır!’ dedi.

Bir süre tüm dini düşleri, yanılsamaları, aldatmacaları, delilikleri ve kâbusları geride bıraktım. Astronomi okumaya başladım. Gök cisimlerinin, takımyıldızların isimlerini öğrendim. Büyüklüklerini ve bize olan astronomik uzaklıklarını öğrendim. Bizim küçük dünyamıza ışık hızıyla bile çok uzak mesafelerde bulunan yıldızların varlığı, tüm evrenin insan yararına yaratıldığı şeklindeki dini iddianın saçmalığını göstermekteydi.

Kutsal kitaptaki yaratılış ile gerçekleri karşılaştırdım. O kitabın yazarının astronomiden kesinlikle haberi yoktu. Acaba o kitabın yazarı, yıldızların ışığının bize ulaşmadan önce milyonlarca yıl seyahat ettiğini biliyor muydu?

Bilseydi Tanrı’nın dünyayı altı günde yaratırken; güneşi, ayı ve tüm yıldızları sadece yarım günde yarattığını söyler miydi?

Yine de milyonlarca insan bunun Tanrı’nın sözü olduğuna inanmakta ısrar ediyor.

Bugün ürkmeyen, düşünceleri korkuyla bastırılmayan, aklı başında herkes kutsal kitaptaki yaratılış hikâyesinin tamamen bilgisiz biri tarafından yazıldığını söyleyecektir. Hikâye gerçeklerle tamamen çelişmektedir ve gökyüzünde parlayan tüm yıldızlar buna şahitlik edebilir.

Kutsal kitabın bilinmeyen yazarının samimi olduğunu kabul ediyorum, en azından doğru bildiği şeyleri yazmıştı ve elinden geleni yaptı. Ama Tanrı tarafından yazdırıldığı doğru değildi. Kitap, yazıldığı dönemde yaşayan ortalama bir din adamının evren hakkındaki bildiklerini içeriyordu. Bir başka deyişle yazarın yazdığı şeyler hakkında hiçbir fikri yoktu.

Burada bana cephe alan din adamlarına şunu söylemek istiyorum: Yanlış hedef seçiyorsunuz. Muhterem cemaat, lütfen astronomlara saldırın. Kepler, Kopernik, Newton, Herschel ve Laplace’ı hedef almanız gerekiyor. Kutsal hikâyelerinizi çürütenler bu adamlardır. Hevesinizi bu adamlardan aldıktan sonra yıldızlara ve sonrasında da kendi kitabına bu kadar ters düşecek deliller bıraktığı için Tanrı’nıza savaş açmalısınız.

Araştırmalarıma jeoloji ile devam ettim. Ama öyle çok derinlemesine değil, sadece doğa olaylarının nasıl oluştuğunu anlamaya yetecek kadar. Ateşin ve suyun hareketini, adaların ve kıtaların oluşmasını, volkanların ve kayaçların yapılarını, denizleri, nehirleri, buzulları ve resifleri tanıdım. Ama öyle çok derinlemesine değil, sadece alttaki kayaların üzerine bastığım çimenlerden milyonlarca yıl daha yaşlı olduğunu öğrenecek kadar. Rüzgârın, suyun ve ateşin gerçek doğası hakkında ‘ilhamla yazılan kitapta’ hiçbir bilgi olmadığını anlayacak kadar.

Yine burada söylemem gerekir ki din adamları lütfen bana değil yerbilimcilere saldırsınlar ve onların bulduğu gerçekleri reddetsinler. İnkârcı denizleri ve kâfir kayaçları lanetlesinler.

Daha sonra biyoloji üzerine okumaya başladım. Ama öyle çok derinlemesine değil, milyonlarca yıllık kayaçlar gibi milyonlarca yıllık canlıların da var olduğunu, Âdem ve Havva’nın dünyaya düşüşünden çok önce soyu tükenen hayvan kemiklerinin bulunduğunu öğrenecek kadar.

Sonrasında bu ‘ilhamla yazılan’ kitabın doğru olmadığına, milyonlarca insanın aldatıldığına, insanın kökeni hakkında sunulan açıklamanın yalan olduğuna emin oldum. Eski Ahit’in; tamamen kafası karışık bilgisiz bir adam tarafından yazılmış, gerçeklerle yalanların, şefkatle gaddarlığın, felsefeyle akılsızlığın, şiirler ve beylik söylemlerle karıştırıldığı, kimi zaman coşkulu, kimi zaman nefret dolu yakarışlar içinde ortaya atılan delice kehanetler, saplantılar ve kaotik hayallerden ibaret olduğunu hissettim.

Elbette din adamları bilimciler tarafından bulunan kanıtların kendi hikâyelerini desteklediğini iddia ettiler. Bulunan kanıtların inancımızı test ettiğini ya da şeytan icadı olduğunu söylediler.

Jeologlara yaratılış anlatımında geçen ‘gün’lerin daha uzun zaman dilimlerini ifade ettiğini, büyük tufanın ise aslında yerel bir tufan olduğunu söylediler. Astronomlara güneş ve ayla ilgili anlatımların mecaz tanımlar olduğunu söylediler.

Eski Ahit’te bulunan ve karşı çıkılmayan köleliği, çokeşliliği veya şiddeti maruz göstermek için ise o zamanlarda yaşayan insanların düzeyinden ve önyargılarından dem vurdular.

Her durumda ruhban sınıfı kendini çürüten kanıtları başından savmak ve imanını korumak için türlü üçkâğıtlar dener.

Sırasıyla gidersek; ilk olarak bilimin sunduğu gerçeği inkâr ederler. Sonrasında onu küçümserler. Sonrasında yeni gerçekle uyum sağlarlar. En son olarak da aslında hiç inkâr etmediklerini söylerler. Kutsal kitabı, yeni gerçekle uyumlu olacak şekilde yorumlamaya başlarlar.

Başta iddianın gerçek olamayacağını, aksi durumda dinin çökeceğini söylerler. Sonda ise yeni gerçeklerin dinle tam uyumlu olduğunu söylerler.

Hileyle kurtulamayacakları her şeyi yutarlar, yutamadıkları her şeyden hileyle kurtulmaya çalışırlar.

Ben Eski Ahit’e hataları, saçmalıkları ve caniliğinden dolayı itibar etmiyorum. Yeni Ahit’e ise bilimsel çelişkileri, dini mucizeleri, İsa ve havarilerinin insan ve hayvan bedeninden şeytan çıkarmış olmaları sebebiyle itibar etmiyorum.

Evet, tek başına bu sonuncusu bile yeterli. Biliyoruz ki, yani gerçekten bildiğimiz bir şey varsa, şeytan diye bir şeyin gerçek olmadığıdır ve İsa asla şeytan çıkarmamıştır ve eğer gerçekten bunu yapmaya çalıştıysa ya sahtekârdır ya da delidir.

Böyle iddialara inanacak kadar saf olmamı bekleyen ve hiç bitmeyen işkenceyi yücelten bir kitaba itibar etmiyorum.

*****

İlgim zamanla diğer dinlere, kutsal kitaplara ve Hindistan, Mısır, İran gibi yerlerdeki diğer inanç ve törenlere yöneldi.

Tüm dinlerin benzer yapıları olduğu sonucuna vardım. İnsanların taparak, dua ederek ve kurban vererek iletişim kurabildiği doğaüstü bir güce olan inanç.

Tüm dinlerin temelde doğanın yanlış algılanmasına dayandığını, o insanların dinlerinin aynı zamanda o insanların bilimi olduğunu; dünyayı, yaşamı ve ölümü, geçmişi ve geleceği açıklamaya çalıştıklarını gördüm.

Tüm dinlerin birbirine benzediğini, aynı ağacın dalları olduğuna karar verdim.

Afrikalılar tüm kalpleriyle taştan bir heykele nasıl tapıyorlarsa aslında cüppeli bir papaz da aynı coşkuyla kendi Tanrı’sına yakarıyor. Aynı batıl inanç onları diz çöktürüyor, gözlerini perdeliyor. Aynı şeyleri istiyorlar ve istedikleri şeyin imkânsız olduğu hakkında en ufak bir fikirleri bile yok.

İlk organize dinin güneşe tapma olabileceği bana mümkün görünüyor. ‘Gök Tanrı’, ‘Tepeden İzleyen’, ‘Yaşamın Kaynağı’… Ayrıca ‘Güneş’ her gün karanlıkla yani insanın baş düşmanı olan kötülükle de savaşıyor.

Tarihte çok sayıda güneş tanrısı oldu ve antik dinlerde en büyük tanrı olarak yer buldu. Pek çok toplumda, pek çok değişik toprakta tapıldı.

Apollo bir güneş tanrısıydı, ‘Gece’ ile savaşırdı. Baldur bir güneş tanrısıydı, ‘Şafak’ ile aşk yaşardı. Chrishna, Hercules, Osiris, Bacchus, Mithra, Hermes, Buddha, Quetzalcoatl, Prometheus, Zoroaster, Perseus, Cadom, Lao-tsze, Fo-hi, Horus ve Rameses hepsi güneş tanrılarıydı.

Tüm bu tanrıların babaları da Tanrı’ydı, anneleri ise bakireydi. Doğumları yıldızların hareketleriyle müjdelenirdi. Mağara içi, ağaç altı gibi gösterişsiz yerlerde kış gündönümünde doğarlar, bebekken titanlar tarafından öldürülmeye çalışılırlardı. Kırk gün oruç tutar, ibret verici hikâyeler anlatır, mucizeler gerçekleştirirlerdi ve ölümden sonra da tekrar dirilirlerdi.

Yani kısaca bu tanrıların hikâyeleri İsa’ya benzerdi.

Bu bir tesadüf ya da kaza değil çünkü İsa sadece eski bir özgeçmişe koyulan yeni bir isim. O yaşamış bir insan değil bir mit, bir efsane.

Daha sonra gördüm ki sadece İsa’nın hayat hikâyesi değil, pek çok dini sembolü ve dinsel töreni de geçmişten almışız. Hıristiyanlıkta yeni hiçbir şey yok.

Haç işareti bin yıllar öncesine dayanıyor ve ölümsüzlüğün simgesi. Vaftiz sadece Hıristiyanlıktan değil Yahudilikten de eski. Hintliler, Mısırlar, Yunanlar ve Romalılar, Katoliklerden çok daha önce kutsal suya sahiplerdi. İsa’nın son akşam yemeği Paganlardan alıntı. Teslis inancı Mısırlılarda da var, onlar Osiris, Isis ve Horus’a, Baba oğul ve kutsal ruhtan binlerce yıl önce tapıyorlardı.

Yaşam Ağacı, Âdem ile Havva’dan çok önce Hindistan, Çin ve Aztekler’de varmış.

Başka kavimlerin de kutsal kitapları olmuş. Cennetten dünyaya düşme, kefaret, kurtuluş kavramları çok daha eskilere dayanıyor.

Kutsal hakikatimiz esasen yeni ve orijinal hiçbir şey içermiyor, hepsi alıntılar ve yamalardan oluşuyor.

Tüm dinlerin benzer hikâyeler ve çeşitlemelerden oluştuğuna kanaat getirdikten sonra da hepsinin insan yapımı olduğu sonucuna vardım.

*****

Din adamları her zaman Tanrı’nın tüm canlıların yaratıcısı olduğunu, birbirinden farklı türlerde, renklerde ve boylarda bütün canlıların onun isteği ve arzusu ile bulundukları halde yaratıldığını söylerler. Kimilerine saldırı kabiliyeti, kimilerine savunma kabiliyeti, yüzgeç, kanat ya da bacak vererek uygun biçimde yarattığını belirtirler.

İnsanın ise hayvanlardan farklı olarak daha özel bir şekilde yaratıldığını söylerler.

Aklı başında insanlar, bilhassa dini önyargılardan uzak olanlar, doğayı incelerler ve gerçekleri ararlar. Bitkileri ve hayvanları, fosilleri incelerler, kas ve kemik yapılarına bakarlar, hava şartları ve çevrenin etkisiyle türlerde şaşırtıcı değişimler yaşandığını görürler.

Alexander von Humboldt önemli fikirler içeren çalışmalarını yayınladığında, yaptığı parlak genellemeler ile doğada bir bütünlük bulunduğu sonucuna varmıştı. Yaşayan, büyüyen, nefes alan veya düşünen her şey aslında aynı ailenin üyeleriydi.

Charles Darwin, ‘Türlerin Kökeni’nde doğal seçilim süreciyle, bitki ve hayvan yaşamı hakkında merak edilenlere bir açıklama getirmiş ve aydınlanma sağlamıştı.

Aslında benzeri düşünceler pek çokları tarafından kestiriliyordu, ancak Darwin özenle ve sabırla yaptığı çalışmalarla bu kestirimlere somut kanıtlar getirdi. Bu yönüyle Darwin belki de en keskin gözlemci ve doğa bilimcisiydi.

Teolojik görüş ise artık daha küçük ve bayağı görünmekteydi.

Herbert Spencer evrim teorisini yeni ve sayısız fikirle güçlendirmiş, bir filozof ve düşünür gözüyle ilham kaynağı olmuştu.

Thomas Henry Huxley de Darwin’in tarafındaydı. Hiç kimsenin bu kadar keskin kılıcı ve sağlam bir zırhı yoktu. Zekâ, çalışkanlık, yetenek ve düşüncelerini ifade edecek cesareti vardı. Gerçeğe bağlıydı, önyargısız ve korkusuzca tüm dünyadaki din adamları ve onlarla söz birliği eden bazı bilim adamlarına meydan okudu. Yaşamın ayak izlerini en basitinden en karmaşığına kadar takip etti.

Teoloji hiç olmadığı kadar gülünç durumdaydı.

Ernst Haeckel en basit organizmadan – insana kadar tüm canlıların gelişimini incelemiş, bu esnada hiçbir dış müdahale olmadığını, gelişimin tüm evrelerinin doğal olduğunu göstermişti.

Bunlar gibi pek çok büyük insanın çalışmalarını inceledikten sonra ‘özel yaratılma’ inancının doğru olmadığına ve din adamlarının yanıldığına karar verdim.

Âdem ile Havva’nın cennet bahçesi silikleşmeye başladı, teoloji bir efsaneye dönüştü.

*****

Doğaya baktığımda iyilik-kötülük, akıl-akılsızlık, merhamet-zulüm, sevecenlik-umursamazlık, tasarruf-savurganlık gibi zıtlıkları bir arada görüyorum. Başarılı sonuç vermemiş tasarımlar görüyorum.

Birbirlerini yesinler diye yaratılmış hayvanlar bana zalimce geliyor.

Dişler ve gagalar, pençeler ve kıskaçlar, paramparça edilen hayvanlar beni korkutuyor. Aralıksız devam eden bir savaştan daha kötü ne olabilir? Her köşede can almak için bekleyen bir başka canlı var.

Ölüm evrensel. Her yerde acı, hastalık ve ölüm var. Ölüm her zaman saçların beyazlamasını beklemiyor, ufak çocukları annelerinden, anneleri de çocuklarından ayırabiliyor.

Hıristiyanlar bunu nasıl açıklarlar?

Hayatın güzel olduğunu biliyorum. Güneş ışığını ve yağmuru biliyorum. Ama depremi ve seli de biliyorum. Sağlığı ve sevgiyi unutmuyorum ama hastalık ve düşmanlık nedir? Tüm bunları sınırsız güce sahip iyi bir Tanrı ile örtüştüremiyorum.

Din adamlarına göreyse kötülükler bizim yararımızadır. Bu günahkâr ve acı dolu dünyada yaşayarak kendi kişiliğimizi oluştururuz. Peki öyleyse küçük çocuklar annelerinin kollarından neden ölüyor?

Hayvanların kendilerini düşmanlarından korumak için sivri dişleri olduğu söyleniyor. Peki Tanrı hayvanlar arası düşmanlığı neden yaratmış? Gergedana boynuz veren Tanrı suaygırını neden hor görmüş? Kartalı, doğanı, akbabayı üstün özelliklerle donatan Tanrı, onlara av olan hayvanları neden es geçmiş?

Eğer insanı Tanrı yarattıysa, eğer hepimizin babasıysa, o zaman suçluları, sapıkları, psikopatları, manyakları neden yaratmış?

Bir köle Tanrıya şükretmeli midir? Çocuğu sakat doğan bir anne Tanrıya şükretmeli midir?

Eğer Tanrı rüzgâra, yağmura ve yıldırıma hükmediyorsa; kasırgalar, su baskınları, kuraklıklar ve öldüren yıldırımlar için ona hesap nasıl soracağız?

Diyelim ki ülkedeki tüm hava durumunu kontrol edecek gücü bir tek adama veriyoruz. Ve bu adam bazı şehirleri kasırgalarla yok ederken, bazı şehirleri de kuraklıktan yakıyor. Ne yaparız? Tepemiz atmaz mı?

Kendi gücünü dostlarını korumak için kullanmayan biri hakkında ne düşünürüz? Hıristiyanlar ölürken, taptıkları Tanrı neredeydi?

Bunun cevabını verecek kadar usta biri var mıdır?

Engelleyebilecek gücü varken, masumların hapsedilmesini, zindanlarda çürüyerek can vermesini kim izler?

Eğer dünyayı Tanrı yönetiyorsa, temiz kalpliler neden koruma altında değil? Neden adaletsizlik var?

Bunların cevabını kim verebilir?

Aklı başında birinin buna vereceği cevap ancak ‘Bilmiyorum.’ olabilir.

*****

Eğer varsa şu Tanrı, bilinçli biri olmalıdır. Ama sonsuz bir güç nasıl bir şeydir? Tanrı düşünemez. Çünkü zaten tüm sonuçları bildiğinden bir sonuca varmak için düşünmesi gerekmez. Geleceği bildiği için de hiçbir korkusu, umudu ya da duygusu olamaz. Her şeye zaten sahip olduğundan dolayı yeni bir şey isteyemez. Bu şekilde düşünülürse aslında sonsuz sakinlikte ve hareketsizlikte kalmak durumundadır.

Bu da dört köşeli bir üçgen ya da çapı olmayan bir daire kadar imkânsızdır.

Yine de Tanrıyı sevmek gibi bir görevimiz olduğu söylenir. Bilinmeyen ve tasavvur edilemeyeni nasıl sevebiliriz? Herhangi birini sevmek gibi bir görevimiz olabilir mi? Bir resmi beğenmek, bir şiirden etkilenmek veya bir melodiden hoşlanmak zorunda mıyız? Hayranlık kontrol edilemez. Zevkler iradenin denetimi altında değildir. Sevgi bir çiçekten yükselen güzel koku gibi kalbimizden kendiliğinden yükselmelidir.

Binyıllarca kadınlar ve erkekler tanrılarını sevmeye ve ondan yardım istemeye çalıştılar.

Güneşe ya da taştan heykellere tapanlar şu anda gözümün önüne geliyor. Görünmeyen güçler için kan dökenleri, kurban verenleri görebiliyorum. Doğal olayların doğaüstü işaretler olarak değerlendirildiğini, kaçık peygamberlerin kutsal kitaplarındaki masalları, çeşitli efsanelerin dilden-dile ve nesilden-nesile aktarıldığını görebiliyorum. Yunanların Zeus heykeli yaptığını, Romalıların yüzlerce farklı tanrı önünde diz çöktüklerini, Mısırlıların Osiris ve Isis’e selam durduklarını, Hinduların Brahma’ya taptığını görebiliyorum. Tüm güçlerini ve mallarını daha büyük ve görkemli dev ibadethaneler için harcadıklarını görüyorum. Acımasızca dünyayı nefretle, savaşla ve ölümle doldurduklarını görüyorum. Yok olan uluslar ve kaybolan tanrılar görüyorum. Tüm görkemli tapınakların ve edilen duaların sonuç vermediğini görüyorum.

Sonra kendime şu soruyu soruyorum: Bu dünyayı kontrol eden ve her olayın arkasında duran bir doğaüstü güç var mı?

Açık söylemek gerekirse bilmiyorum – ama inanmıyorum da. Doğalın ve olağanın dışında, dualara yanıt veren, tapınma ile ikna edilebilecek, insanları umursayan bir üst güç yok.

Sınırsız sayıda koluyla tabiatın her şeyi kucakladığını, tüm olayların arkasında sayısız ama doğal nedenler bulunduğunu ve olmaya devam edeceğine inanıyorum.

İnsan kendi kendini kollamalıdır. Bulutların üzerindeki hayali babalara veya doğaüstü güçlere bel bağlamamalıdır. Aklını kullanarak, kendine engel olan doğal sebepleri bulmalı ve onları lehine çevirmelidir.

Bir Tanrı var mı?

Bilmiyorum.

İnsan ölümsüz olabilir mi?

Bilmiyorum.

Bildiğim şey ise; umut ya da korkunun, inanç ya da inkârın var olanı değiştirmeyeceği. Her şey olduğu gibi ve gelecekte de olması gerektiği gibi olacak. Bekleyelim ve görelim.

*****

Evrenin doğal olduğunu anladığımda, yani içime işleyen tüm o hayaletler, tanrılar ve efsaneler toz olup dağıldıktan sonra özgürlüğü hissettim. Artık uşak, kul ya da köle değildim. Ne bu dünyada ne de sonsuz uzayda bir efendim yoktu. Düşünmekte, konuşmakta ve yaşamakta özgürdüm. Tüm yeteneklerimi ve zekâmı kullanmakta, istediğim gibi hayal kurmakta, kendi adıma kararlar vermekte, tüm boş inançları ve sözde kutsalları reddetmekte, rahiplerden ve din adamlarından, geceleri gelen kanatlı canavarlardan, şeytanlardan ve kutsal ruhlardan özgürdüm. Hayatımda ilk defa özgürdüm. Dünyaya karşı dimdik ve korkusuzca durdum.

Sonra tüm kalbimle; ellerimdeki ve aklımdaki kelepçeleri çıkarmama yardımcı olan büyük düşünürlere teşekkür ettim. Yaşadıkları dönemde düşünceleri sebebiyle aşağılanan, ama insanoğlunun özgürlüğe kavuşmasına neden olan tüm cesur bilgelere teşekkür ettim. Ve onların taşıdığı meşaleyi alarak daha da yukarı kaldırmayı, hala karanlık kalan yerleri de fethetmeyi kendime görev bildim.

Kendimize doğruları söyleyelim, gerçekten bildiğimiz doğruları söyleyelim ve her şeyden önce dürüstlüğümüzü koruyalım.

Eğer tanrılar varsa biz onlara yardım edemeyiz. Ama kendi kendimize yardım edebiliriz. Tasavvur edilemez olanı sevemeyiz, ama eşimizi, ailemizi, dostlarımızı sevebiliriz.

Ufkumuzun ardında ne olduğu sorulduğunda, bilmediğimizi söyleyebilmeliyiz. Sadece gerçekten bildiklerimizi söyleyecek özgürlüğe sahip olmaktan mutluluk duymalıyız. Batıl inancı, cahilliği, korkuyu ve ürkütücü her şeyi zihnimizden atabiliriz. Uygarlaşabiliriz. Hayatlarımızı insanca, sevgiyle, coşkuyla, sevecen bir iklimde yaşayabiliriz.

Robert Ingersoll
Kaynak

113 yorum:

  1. Bu yazıdan 4-5 yazı çıkarmış dallarına ayırınca... eline sağlık.
    Tanrı "Ben"de gizli, herkes kendi mikro sisteminde kendinin Tanrı'sı...

    YanıtlaSil
  2. Evet, yazıyı ayırmayı ben de düşündüm; ama sonra toplu halde durmasının daha iyi olacağına karar verdim. Uzun olduğu için okumamayı tercih edenler olacaktır ama böylesi saf bir düşünce yazısını da bölmeye içim el vermedi.

    YanıtlaSil
  3. Bloğunuz daha doğrusu düşünceleriniz ilgimi çekti, geriye doğru okuyacağım her fırsatta. Sizi tanımak güzel,
    huzurla kalın.

    YanıtlaSil
  4. Teşekkür ederim. Saygılarımla...

    YanıtlaSil
  5. mükemmel bir paylaşım çok teşekkürler içimden gelenlerin ama bir türlü kafamda toparlayamadığım yoğun düşünceleri çok güzel ve yalın bir dille anlatmış.gerçekten artk çok daha huzurlu hissediyorum.çünkü ben hayatım boyunca bir dine bağlı kalmadım bu gerçekten zor bir durum inanamayanlar için..baskılar nedeniyle.. hep huzursuzdum hep acaba soruları kafamın karışmasına neden oluyordu.bu paylaşım beni büyük nebzede aydınlattı tekrar teşekkürler..

    YanıtlaSil
  6. Yazı oldukça donanımlı ifadelere sahip.Neden-sonuç ilişkisi de insanın ikilemde kalmasını engelliyor. Fakat anlamadığım şu var;

    -Eğer insanı Tanrı yarattıysa, eğer hepimizin babasıysa, o zaman suçluları, sapıkları, psikopatları, manyakları neden yaratmış?

    gibi bir soru yöneltmiş, yazar kendine ve okuyuculara.Manyakları, psikopatları yaratan Tanrı'dır ama onları öyle olmaları için yaratmamıştır.Herkesin doğdukları andan itibaren iyi ile kötüyü ayırt edebildiğini öğrendim bir belgeselde.Hal böyleyken, Tanrı neden onların yaptıklarından sorumlu olsun ki? Ve Tanrı'nın onların yaptıklarını engellememesi de onlar cehennemdeyken ''neden ben?'' diye bir soru sormamaları içindir.Tanrı bize akıl vermiştir, biz de onu kullanırız diye düşünüyorum.

    YanıtlaSil
  7. Yeni ilahınız bilimin son meyvelerinden bir kesit sunmak istiyorum.

    Big Bang teorisi’nin bilinemezci felsefecilerde yaptığı düzeltmeleri kısaca şöyle
    özetleyebiliriz:

    1- Evrenin ezeli olmadığı, başlangıcı olduğu anlaşıldı. Hume ve Kant gibi
    felsefecilerin “Evren neden her şeyin açıklaması olmasın?” itirazları geçersiz
    oldu.

    2- Big Bang teorisi ve izafiyet teorisinin formülleri evrenin başlangıcının zamanın
    da başlangıcı olduğunu ortaya koydu. Böylece uzay-zamanının, sonsuz mu
    başlangıçlı mı olacağını bilemeyeceğimizi söyleyen bilinemezci yaklaşımın
    yanlışlığı anlaşıldı.

    3- Big Bang teorisi evrenin genişleyen sınırları olduğunu ortaya koydu. Böylece
    uzayın sınırları olup olmadığını bilemeyeceğimizi söyleyen bilinemezci yaklaşım
    düzeltildi.

    4- Big Bang teorisinin verileri, evrenin tasarımlandığını, evrenin bir gayesi
    olduğunu ispatlar. Böylece bilinemezci yaklaşımın, “tasarım delili”, “teleolojik
    delil” denen, Tanrı’nın varlığını kanıtlayan delile itirazları geçersiz olmuştur.

    5- Big Bang teorisi, evrenin başlangıcı olduğu gibi sonunun da olduğunu ortaya
    koyar. Akılcı bir evren-bilimi olamayacağını söyleyen bilinemezci yaklaşım,
    evrenin sonunun olduğu gibi çok önemli bir bilginin, bilimsel olarak elde
    edilmesiyle yanlışlanmıştır. (Daha fazla bilgi için Caner Taslaman, Big Bang ve Tanrı)

    Bilimin geliştikçe hayatımızı ve geleceğimizi daha fazla anlamlandıracağına iman eden bir güruh için sanırım bunlarda tatmin etmeyecektir. Gerçekten okumanızı tavsiye edebileceğim bir kitap. Big Bang hakem olsun ve tartışalım ... Geçmişte evrenin ve uzay-zamanın yaratılmasını da bilemeyeceğmizi söyleyen fikirdaşlarınız vardı fakat bilimin gelişmesiyle bugün hem matematiksel verilerle hemde yapılan gözlemlerle bunlar artık bilinemez olmaktan çıkmıştır.

    Benim anlamadığım siz bunları neden görmezlikten geliyorsunuz. Gerçekten okumuyormusunuz yoksa okuduklarınız size bütün gerçekliği açıklıkla söylüyorda bunlar sizin fikir dünyanızı tamamen yıktığı için mi? Bence önce kendinize dürüst olmanız gerekir

    YanıtlaSil
  8. İnanılmaz bir önyargı ile başlamışsınız alıntınıza: "Yeni ilahınız bilim."

    Böyle bir düşüncemizin olduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bizlerin ne eski bir ilahı vardı ne bilim bizler için yeni bir ilah. Bilim, bizlerin, gerçeğin ne olduğunu bulmamız için kullandığı bir yol, yöntem. Bilimin kendisine bir tanrıya tapar gibi tapmıyoruz; bilimin bize doğru bilgileri sunacağına inanıyoruz. Bu inanç, dogmatik bir inanç değil; deney ve gözlemle (ki bu da bilimin ta kendisidir) defalarca tutarlılığı gösterilmiş bir inançtır.

    Gelelim alıntınıza. Caner Taslaman'ın "Kuantum Teorisi, Felsefe ve Tanrı" adlı kitabını okumuştum. İçi dolu dolu ideoloji ve inanç kaynıyordu. Bırakın tarafsız olmayı, gerçekleri çarpıtıyordu da. Buna rağmen, bu klasmanda olan diğer kitaplara göre yine iyiydi. Daha sonra internet üzerinden birkaç yazısını okudum yine, ama maalesef yeterli bir veri ve bakış açısı sunmaktan çok uzakta yazılardı. Neden böyle dediğimi uzun uzun anlatabilirim ancak yaptığınız alıntıdan yola çıkarak kısaca değineyim:

    "1- Evrenin ezeli olmadığı, başlangıcı olduğu anlaşıldı. Hume ve Kant gibi felsefecilerin “Evren neden her şeyin açıklaması olmasın?” itirazları geçersiz oldu."

    Teistik görüşe sahip kişilerin “Evren neden her şeyin açıklaması olmasın?” iddiasını mantıklı bulmaması bu iddianın geçersiz olduğu anlamına gelmez. Diğer bir deyişle, evrenin bir başlangıcının olması, varolan her şeyin açıklamasının evren olmadığı anlamına gelmez. Evrenin statik değil de dinamik oluşu, onun açıklama olma durumuna direkt etki etmez.

    "2- Big Bang teorisi ve izafiyet teorisinin formülleri evrenin başlangıcının zamanın da başlangıcı olduğunu ortaya koydu. Böylece uzay-zamanının, sonsuz mu başlangıçlı mı olacağını bilemeyeceğimizi söyleyen bilinemezci yaklaşımın yanlışlığı anlaşıldı."

    Agnostisizm her ne kadar tanrının var olup olmadığının bilinemeyeceğini ileri sürse de bu ileri sürüşü destekleyen veriler de sunmaya çalışır. Big Bang'ın güçlü bir teori olmadığı zamanlarda uzay-zamanın da bilinemeyeceğini söyleyenler olmakla birlikte, sırf bu iddia isabetli değil diye tanrının varlığının bilinemeyeceği fikrini odağa alan agnostisizmin yanlışlığı anlaşılmaz. Aksi bir bakış açısı hatalı ve çarpıtma amaçlıdır.

    "3- Big Bang teorisi evrenin genişleyen sınırları olduğunu ortaya koydu. Böylece uzayın sınırları olup olmadığını bilemeyeceğimizi söyleyen bilinemezci yaklaşım düzeltildi."

    Agnostisizm, yukarıda söylediğim gibi, tanrının var olup olmadığının bilinemeyeceğini çeşitli argümanlara dayandırarak söylemektedir. Yine evrenin sınırları olup olmadığını bilemeyeceğimizi söylemek evrenin sınırlarının genişlediği bilinmeyen zamanlarda makuldür ancak evrenin genişleyen sınırının olduğunun ortaya çıkması yine agnostisizmin odağındaki tanrının bilinemeyeceği fikrine etki etmez.

    YanıtlaSil
  9. "4- Big Bang teorisinin verileri, evrenin tasarımlandığını, evrenin bir gayesi olduğunu ispatlar. Böylece bilinemezci yaklaşımın, “tasarım delili”, “teleolojik delil” denen, Tanrı’nın varlığını kanıtlayan delile itirazları geçersiz olmuştur."

    İşte bu iddia kepazelikten başka bir şey değildir. Bilimle hiçbir alakası olmayan sırf tanrısal görüşü haklı çıkarmak uğruna söylenmiş bir sözdür. Big Bang evrenin sonsuz kütle ve sıfır hacimli noktanın patlayıp yayılması ile oluştuğunu söyler kabaca. Bunun neresi evrenin tasarımladığının, evrenin bir gayesi olduğunun bir kanıtıdır? Eğer "Gezegenler oluştu, canlılık ortaya çıktı işte!" gibi bir cevabınız varsa siz bilimden anlamıyor, bir ideoloji uğruna bilim maskesi altına sığınıyorsunuz demektir. Bu sebeple bu iddiayı hem gülünç hem sinir bozucu buluyorum; gerçeği çarpıtmaktan başka hiçbir amacı yoktur, ya da gerçekten Big Bang'ın ne olduğunu anlayamayan birinin iddiasıdır bu.

    "5- Big Bang teorisi, evrenin başlangıcı olduğu gibi sonunun da olduğunu ortaya koyar. Akılcı bir evren-bilimi olamayacağını söyleyen bilinemezci yaklaşım,
    evrenin sonunun olduğu gibi çok önemli bir bilginin, bilimsel olarak elde edilmesiyle yanlışlanmıştır."

    Big Bang sadece evrenin bir patlama sonucu oluştuğunu söyler. Evrenin sonuna ilişkin olan teori Big Crunch gibi teorilerdir. Hadi bunu bir kenara bırakalım, evrenin sonunun olmasının akılcı bir evren-bilim olması ile ilişkisi nedir? İlgisiz bir bilgi, ilgiliymiş gibi sunulmakta sadece.

    Tartışma uzadıkça uzayabilir. Ama mesnetsiz iddialar ile bilimi çarpıtıp ideolojik amaçlar uğruna kullanan bir kaynağı hakem almam, baz almam mümkün değil. Agnostisizm gibi ayağı yere basan bir düşünceyi bile saçma sapan ve doğru olmayan iddialar ile karalamak etik değildir. Agnostisizmin ne olduğuna dair bu başlığı inceleyebilirsiniz: http://tanrivarmi.blogspot.com/2010/08/agnostisizm-nedir-ne-der.html

    YanıtlaSil
  10. *(hasa nickli kullanıcıyım. O gün arkadaşın hesabından giriş yapmışım)

    Asla önyargılı bir tavır takınmam yalnızca "Yeni ilahınız bilim." derken Tevbe-31 ayetinde Yahudiler ahbar denilen ilim adamlarını ve hırıstiyanlarda rahiplerini kendileri ile Allah arasında rabler edindiklerini söyler. Önceden Hıristiyan olan biri İslam Peygamberine gelip şöyle diyor. Ben onlara hiçbir zaman rabbim demez ve onlara tapınmazdım bu ayette ne demek istemiş acaba. İslam peygamberi sen onların helal dediği şeyi yapar haram dediği şeylerden sakınırdın değilmi? O da Evet der. İşte bu senin onu rab kabul etmendir. Yani onu ilah olarak nitelendirmene gerek yok.

    Önce şunu söyliyeyim olaya duygusal yaklaşmışsınız. Eğer kitabı okumuşsanız agnostiklerin tezleri antiteziyle birlikte işlenmiş en sonundada kısa bir sonucu verilmiş. Benim yukarıda belirttiğimde bu kısa sonuçtur zaten. Burada konuyu uzun uzadıya tartışmak yersiz olacaktır merak edenler ilgili kitaba başvurabilirler.

    1- Evrenin ezeli olmadığı, başlangıcı olduğu anlaşıldı.
    2- Big Bang teorisi ve izafiyet teorisinin formülleri evrenin başlangıcının zamanın da başlangıcı olduğunu ortaya koydu.
    3- Big Bang teorisi evrenin genişleyen sınırları olduğunu ortaya koydu.

    Agnostiklerin ya belli fikirleri yok yada zamana ve duruma göre değişen fikirlere sahipler. David Hume ve Immanuel Kant ezeli evren fikrini savunurken acaba bugünkü agnostiklere ne olduda birden dinamik evren modelini benimsemeye başladılar. Arthur Eddington “ Evrenin başlangıcı olduğu fikrini felsefi açıdan iğrenç buluyorum...” demiyormuydu. Big Bang teorisinin isim babası Fred Hoyle Big Bang’e karşı “Durağan Durum” (Steady State) modelini savunuyordu. Sizin bu konudaki tek tutumunuz geçmişte savunulan fikirlerin bugün yanlışlanması bizim agnostik olmamızı değiştirmez. Dün dündür bugün bugündür mantığı. Oysa dün sizin bilinemez dediğiniz şeyler artık bilinemez olmadığına göre agnostisizm iddia ettiğiniz gibi hiçte ayağı yere sağlam basan bir teori değilmiş demekki. Hem bırakında bu konuda okuyucu kararını versin.

    YanıtlaSil
  11. 4- Big Bang teorisinin verileri, evrenin tasarımlandığını, evrenin bir gayesi olduğunu ispatlar. Böylece bilinemezci yaklaşımın, “tasarım delili”, “teleolojik delil” denen, Tanrı’nın varlığını kanıtlayan delile itirazları geçersiz olmuştur.

    “İşte bu iddia kepazelikten başka bir şey değildir. Bilimle hiçbir alakası olmayan sırf tanrısal görüşü haklı çıkarmak uğruna söylenmiş bir sözdür. Big Bang evrenin sonsuz kütle ve sıfır hacimli noktanın patlayıp yayılması ile oluştuğunu söyler kabaca. Bunun neresi evrenin tasarımladığının, evrenin bir gayesi olduğunun bir kanıtıdır? Eğer "Gezegenler oluştu, canlılık ortaya çıktı işte!" gibi bir cevabınız varsa siz bilimden anlamıyor, bir ideoloji uğruna bilim maskesi altına sığınıyorsunuz demektir. Bu sebeple bu iddiayı hem gülünç hem sinir bozucu buluyorum; gerçeği çarpıtmaktan başka hiçbir amacı yoktur, ya da gerçekten Big Bang'ın ne olduğunu anlayamayan birinin iddiasıdır bu.”diyorsunuz.

    Dediğim gibi olaya tamamen duygusal bir yaklaşım sergilemişsiniz. Matematik bize evrenin kesinlikle Akıllı bir varlık tarafından tasarlandığını söylemektedir. Eskiden bir saat varsa muhakkak bunu yapan bir saatçi olmalı örneği verilirdi. Ben size farklı bir örnek sunacağım. Örnek olarak vücudumuzdaki proteinlerin en fazla bilinenlerinden biri olan hemoglobini ele alalım. Bilindiği gibi hemoglobin kan hücrelerinde oksijen taşıma vazifesini görür. Bir insanda 60 octillion (60.000.000.000.000.000.000) civarında hemoglobin proteini bulunur. Hemoglobin 574 tane amino asidin arka arkaya gelmesi sonucunda oluşur. İnsan vücudunda 20 tane farklı amino asit kullanılır. Bu amino asitlerin herbiri tam doğru yerde olmalıdır. Örneğin orak hücre kansızlığı denen öldürücü hastalık, hemoglobin proteininin sadece tek bir amino asidinin doğru yerde olmamasından kaynaklanmaktadır. Bir hemoglobin proteinin sırf amino asitlerinin belli bir dizilimde olmasının olasılığını şöyle gösterebiliriz:

    Bir amino asidin doğru yerde olma olasılığı: 1/20
    İki amino asidin doğru dizilme olasılığı: (1/20)x(1/20)
    Üç amino asidin doğru dizilme olasılığı: (1/20)x(1/20)x(1/20)
    574 amino asidin (hemoglobin) doğru dizilme olasılığı: 1/ 20^574

    Matematikçiler bunun olasılıksız bir şey olduğunu söylerler.Peki bu olasılıksız olasılığın gerçekleşmesini neye bağlayacaz. Tesadüfe mi? Gerçekten agnostiklere şaşmamak elde değil. Agnostikler tasarımın varlığına inanmayarak; dolayısıyla bununda bizi bir Yaratıcının var olduğu gerçeğine götüreceklerini bildikleri için bundan son derece rahatsız olmaktalar. Fakat dün evrenin durağanmı-dinamikmi, evren ve zaman yaratılmışmı yoksa sonsuza değin böyle gideceğini bilip bilemeyeceğimizi söyleyenler -tecrübeyle sabittirki- yarın fikrinizi değiştirip tasarımın olmasının bir Yaratıcının olmasını gerektirmezki diyeceksiniz. Yanılıyormuyum?

    YanıtlaSil
  12. Bakış açınız kökünden yanlış. Siz şu an komplike olan bir şeyin sıfırdan rastgele oluşma ihtimalini hesaplıyorsunuz ancak gerçek böyle değil; aşama aşama bir gelişme söz konusudur.

    Ayrıca ciddi bir analoji sorunu var: Çünkü bir saatin bir araya gelmesi ile elektronların kararlılık düzeyine gelmek için birleşip ayrılması aynı şey değil. Çok basit bir örnek vereyim: Yokuş olan bir sokağın başına top koyarsanız o topun aşağıya doğru yuvarlanması olağan olur, çünkü belli yasalar ve fiziksel özellikler vardır. İşte atomların, organik ve inorganik yapıların da belli birleşimler oluşturması buna benzerdir. Eminim demek istediğimi tam olarak anlamamışsınızdır ancak bunu blogun yorum kısmında anlatabilmem mümkün değil; bunu anlatan birçok kitap okumanız gerekmektedir. Nitekim bilim iki üç yazı veya makale okunarak sindirilebilecek bir şey değildir.

    Enzimin oluşma ihtimali: http://tanrivarmi.blogspot.com/2010/03/enzimin-olusma-ihtimali.html

    Evrendeki 'ince ayar' üzerine düşünceler: http://tanrivarmi.blogspot.com/2012/03/evrendeki-ince-ayar-uzerine-dusunceler.html

    Bunları anlamak ve böyle bakmak gerek olaya. Ayrıca agnostisizm veya ateizm tanrının varlığını kabul etmekten korktuğu için belli görüşler sunan gizli örgüt falan değil. Böyle bir bakış açısına sahip olmanız son derece yanlış. Bizler -agnostikler- temel olarak tanrının var ya da yok olduğunun bilinemeyeceğini ileri sürüyoruz. Sizin bu düzen ve tasarım iddialarınız ise bilimsel hiçbir değer taşımıyor, sadece göz boyaması için ortaya atılmış sayılar.

    YanıtlaSil
  13. (Sayfa 1)
    Sayın Karkurdu’nun yazısındaki

    “Bir amino asidin doğru yerde olma olasılığı: 1/20
    İki amino asidin doğru dizilme olasılığı: (1/20)x(1/20)
    Üç amino asidin doğru dizilme olasılığı: (1/20)x(1/20)x(1/20)
    574 amino asidin (hemoglobin) doğru dizilme olasılığı: 1/ 20^574”

    Kavramları biraz tartışmak isterim.

    Yazar, yazısını her ne kadar bu olasılıklara (daha doğrusu olasılıksızlığa) bakarak, Tanrı’nın varlığı konusunda bir delil olarak sunmakta ise de ben, sadece ve sadece bu olasılıkların, Dünya’mızdaki işlerliğinin mantığı üzerinde duracağım. Yani, yazımın sonunda okuyanı tatmin etsem de etmesem de, sonuç olarak bağlamaya çalıştığım yer olarak, bu olasılıkların bahsedildiği gibi sadece matematiksel boyutuyla mı kaldığı, yoksa, doğanın kendi işlerliği açısından başka argümanların bu olasılıkları etkileyip etkilemediğini becerebildiğim ölçüde göstermeye çalışacağım.

    Bilinen bir fıkradır. Adamın biri, bir gece vakti sokakta anahtarını (veya her neyse) kaybetmiş ve başlamış sokak lambasının aydınlattığı yerde anahtarını aramaya. Yoldan geçen bir arkadaşı, ne aradığını sormuş. Kaybeden kişi de “anahtarımı” demiş. Arkadaşı da bu defa “anahtarını nerede kaybettin?” diye sormuş. Kaybeden kişi de, “şu ilerideki yerde” diye cevap vermiş. Arkadaşı, “peki madem ileride kaybettin, neden oraya gidip aramıyorsun?” deyince, anahtarı kaybeden kişi, “güzel söylüyorsun ama orası karanlık, burası ise aydınlık” cevabını vermiş. Nedense, sadece sahip olduğumuz bilgiler ile bir problemi çözmeye çalıştığımızda, aklıma bu fıkra gelir.

    Bir olay veya olgunun bilimsel anlaşılabilirliğini ortaya koyabilmek için günümüzde tek bir disipline bağlı kalarak bir açıklama yapılamadığı biliniyor. Söz gelimi eskiden temel bilimler içinde fizik ve kimya ayrı disiplinler olarak ele alınırdı. Ancak, bilimin ve teknolojinin gelişmesi ile öyle olay ve olgular ortaya çıkmaya başladı ki, hem fiziğin hem kimya bilimin bir arada olması ile bir çözüm üretilebileceği anlaşılarak “fizikokimya” diye bir dal çıktı. Keza bunlara benzer olarak ekonomi bilimi sosyal bilimler ayrı ayrı bilim dalları gibi görünürken, ekonominin sosyal yapıyı veya sosyal yapının ekonomiyi etkilediği görülerek sosyoekonomi başlıca bir disiplin oldu. Devam edersek, psikoloji ve sosyoloji disiplinlerinden sosyalpsikoloji ve giderek çoğaltırsak astrofizik, ekonomi ile matematik ile ekonometri ve daha niceleri.

    Özellikle doğaya ait bir olayın bilimsel açıklaması için tek bir disiplinin yeterli olmamaktadır. Aslına bakılırsa, disiplinlerin fizik, kimya, biyoloji, tıp vb. ayrılmasının yani kategorize edilmesinin nedeni, insan beyninin, olayları daha iyi anlaması için yaptığı bir işlemdir. Yoksa doğada böyle bir ayrım söz konusu değildir. Yani doğadaki bir oksijen atomu, kendi kendine konuşup da “ben birazdan kimyasal bir işlemin parçası olacağım, ondan sonra da fiziksel bir işlemin parçası olacağım ve nihayetinde daha sonra da biyolojik bir işlemden geçeceğim diye bir düşüncesi yoktur. Disiplinlerdeki bu tür ayrımlar insan aklının bir eseridir. Çünkü bilgi bölünmez.

    YanıtlaSil
  14. (Sayfa 2)

    Bir olayı, tek bir disipline odaklanarak açıklamaya çalışmak bizi kabul edilemez ve bazen de mistik düşüncelere götürebilir. Aslında böyle düşünmesinin yegâne sebebi, yine insanın kendisidir. Çünkü uzman olduğu alanda o kadar ilerlemiş ve elinde o kadar çok veri birikmiştir ki, o problemin çözümünü, kendi uzmanlık alanındaymış gibi düşünür ve çözümü arar. Elindeki birçok veriyi, problemi çözmek için kullanmaya başlar. Çözmeye çalıştığı olay veya olgunun varsayalım ki, on iki parametresi kendi uzmanlık alanında olup sadece bir tek parametresi başka bir disipline ait bilgi ile çözülecek bir şey bile olsa, o kişi, ne kadar debelenirse debelensin, ilgili disiplinlerle bir bağ kurmadığı müddetçe çözümden çok felsefe üretir. Elindeki problemi sadece bildikleri çözmeye yeltenmesi, yukarıdaki fıkrada olduğu gibi, karanlıkta kaybolan anahtarını, aydınlıkta araması gibidir. Bu fıkradaki aydınlık, uzman olan kişinin zaten çok iyi bildiği kendi disiplinini, karanlık ise, bilmediği diğer disiplini temsil etmektedir. Şu halde, ya kendisini problemin çözümü için vakit ayırıp ilgisiz gibi görünen diğer disiplinler için de vakit ayıracak veya o disiplin konusunda bilgiye sahip kişilerle ekip çalışması yapacaktır.

    İşte, Sayın Karkurdu’nun ortaya koyduğu ve zaman zaman da bazı yerlerde rastladığım bu türden olasılık içeren yazılarda olayın tek bir disiplin yardımıyla çözülmeye çalışılması daha doğrusu elde edilenin bir çözüm olduğuna dair inanç, kendi tezimizi destekliyor düşüncesiyle başka parametreleri görmezden gelmemize sebep olabilmektedir.

    Bir kişiye, herkesin bildiği şöyle bir soru soralım. Elimizde kalınlığı 1 milimetre olan bir A4 kâğıdı bulunsun. (A4 kâğıdının boyutlarının 210 mm x 297 mm olduğunu biliyoruz. Ayrıca A4 kâğıdının kalınlığı 1 milimetre değildir, daha azdır ama hesaplarımız için kolaylık olsun diye öyle kabul edelim). Şimdi sorumuz şu: Eğer bu A4 kâğıdını, her türlü teknolojik imkânları kullanarak önce ikiye, sonra üçe, sonra dörde ve giderek 64 defa katlayabilseydik, ne kadarlık bir kalınlık elde ederdik? Sorunun cevabı çok kolay. Satranç tahtasının 64 karesinin en kösedeki herhangi birinden başlayarak, ilk kareye, önce bir adet sonraki karelere her defasında bir önceki kareye konan pirinç veya buğday sayısının iki katı konması hikayesiyle aynı sonucu verir. Dolayısıyla, kağıt katlama işinin çözümü olarak 2^64 (2 üssü 64) işlemi sonucu olarak yaklaşık (uzunluğu milimetreden kilometreye çevirdiğimizi de düşünürsek) 18000000000000 km. lik bir kalınlık elde ederiz. Kabaca Dünya ile Güneş arasındaki mesafenin 123.000 katı. Peki bu ne derece doğru? Şimdi şu soruyu sormak gerekir. Hesap doğru olmasına doğru ama, bırakın kağıdı katlama hikayesini, kağıdın içindeki atomları tek tek cımbızla alma imkanımız olsa ve hatta yan yana dizebiliyor olsak, kağıttaki atomların sayısı bu kadar mesafeye ulaşabilecek midir? Yani kâğıdın içindeki atomların sayısı, yan yana koymakla bu kadarlık bir mesafe oluşturmaya yetecek midir? Görülüyor ki, bize sunulan bir problemi matematik yoldan çözerken, kâğıdın içindeki atomların sayısının bu mesafeyi oluşturacak sayıda olup olmayacağına dair argümanı göz ardı ediyoruz. Bir an için kalınlığı 1 mm olarak düşündüğümüz ve 210 milimetre x 297 milimetre boyundaki A4 kâğıdının hepsinin hidrojen atomundan meydana geldiğini varsayalım. Hidrojen atomlarının da birer küre olduğunu ve bu kürelerin de birbirine değecek şekilde bir ip gibi dizilmiş olduğunu varsaysak, hidrojen atomlarından oluşan bu uzunluk 63 kilometre (altmış üç km.) olur. (Hidrojen atomumun yarıçapı 2.08 Angström) Anlıyoruz ki, problemi matematik olarak gerçekten doğru çözen bir kişi, fiziksel bir gerçeği kaçırmış olmaktadır.



    YanıtlaSil
  15. (Sayfa 3)

    DOĞMATİK BİLGİ

    Dogmatik bilgi, en tehlikeli olanıdır. Sadece birisi dediği için sorgulamadan bırakılan bir bilgi, bilimsel ve doğru bile olsa dogmatiktir. Çünkü, dindar bir kimse bize, bizim savunduğumuz bilimsel bilgiyi (sadece sonucunun ne olduğunu bildiğimiz bilgiyi kastediyorum) nereden elde ettiğimizi sorduğunda, ben de dindar kişiye, profesör öyle dedi diye cevap verirsem, dindar kişi de kendisinin elde ettiği dini bilgiyi hocadan elde ettiğini söyleme şansı olacaktır. Söz gelimi, izafiyet teorisinden bahsediyorsak, denklemlerin nasıl çıktığı, Lorentz dönüşümlerinin nasıl yapıldığını özetle, bize ne soruluyorsa, tek tek izah edebilmeliyiz. Aksi halde, Sayın Karkurdu’nun dediği gibi matematikçiler öyle diyor diye bir bilgiye dogmatik olarak inanırız. Karkurdu’nun söylediği doğrudur. Matematikçiler bu konuda ona yalan söylemişlerdir, çünkü hesap ortadadır. Ama biraz sorgulayınca fiziksel gerçekliğin ne olduğu konusunda ortaya başka şeyler çıkabilir. Görülüyor ki, yukarıda kağıt katlama işi matematik olarak doğru iken, gerçek hayatta böyle bir şey mümkün değildir.

    ANALOJİ HER ZAMAN DOĞRU DEĞİLDİR:

    Ben de bu başlık altında, Sayın Hayyam’ın dediği gibi yanlış analojilerin bizi nasıl yanıltabileceğini göstermeye çalışacağım.

    Bir metre boyunda (boyunun ne olduğu o kadar önemli değil), camdan yapılmış (içini görmemiz için) ağzı yukarıda, dibinde küçük bir delik olan iki adet boru (cam tüp) alalım. Bu iki cam tüpü, altlarındaki delikler vasıtasıyla bir lastik boru ile birleştirelim. Lastik borunun amacı, cam tüplerden birine yukarıdan ( tüpün ağzından içeriye ) dökülen suyun, diğer tüpe geçmesini sağlamaktır. Şimdi, iki tüpü dik vaziyette ve tüplerin ağızları aynı seviyede olacak şekilde tutalım. İki tüp arasındaki lastik boruyu da elimizle sıkalım ki, cam tüplerden birine konan su, diğer tüpe gitmesin. Böylece, tüpün sadece bir tanesini ağzına kadar su ile dolduralım. Sonra, parmağımızla bastırıp, suyun geçmesini önlediğimiz borunun üzerinden parmağımızı kaldıralım. Su, bir tüpten boş olanına doğru akmaya başlar. Bir iki salınımdan sonra, her iki tüpteki su, eşit seviyede olacak şekilde durur. Bu bilginin bir ortaöğretim bilgisi olduğunu ve bunun da bileşik kaplar deneyi olduğunu biliriz.

    Şimdi de bu deneyi özdeş olan iki balonla yapalım. Balonlardan bir tanesini, varsayalım ki, şişebilecek miktarın yarısından biraz fazla şişirelim. Yani balon, içine 6 litre hava üflediğimizde patlıyorsa, biz 4 litre hava üfleyip, balonun ağzını, hava kaçmayacak şekilde tutalım. Sonra, özdeş olan diğer balonu alalım ve bu balonun içine de 2 litre hava üfleyelim. Yani, diğer balona göre daha az şişirmiş olalım. Şimdi de, bu iki balonu, ağızlarından bir boru vasıtasıyla bir birleri ile irtibatlandıralım. Böylece, aradaki boru vasıtasıyla, balonlar arasında hava akımı olacak, yani bir balondaki havanın diğerine geçmesi sağlanacaktır. Şimdi burada soracağımız soru, balonlar arasındaki hava birbirlerine geçtikten, her iki balondaki hava basıncı dengeye ulaştıktan sonra balonların son durumunun ne olacağıdır. İşte doğanın cilvesi burada başlıyor. Nasıl ki, yukarıdaki cam tüplerdeki suyun tüplerde eşit seviyede olacak şekilde her bir tüpte eşit miktarda su olacağını düşünüyorsak, balonlardaki havanın da birbirilerine geçiş yaparak, her bir balonda eşit miktarda hava olacağını yani balonların eşit miktarda şişkin olacağını söylerdik. Ama öyle değil. Ya nasıl? Balonlar, yapı olarak özdeş oldukları halde, az şişik balondaki havanın bir miktarı, daha fazla şişik olan balonun içine geçerek, daha fazla şişik olan balonu daha da şişirir. Sonuç olarak, başlangıçtaki durumla mukayese edildiğinde, Şişik balonun daha da şiştiğini, daha az şişik olan balonun da daha da az şişik hale geldiğini görürüz.

    YanıtlaSil
  16. (Sayfa 4)

    Görülüyor ki, cam tüplerle yapılan deneyden edindiğimiz bilgilere bakarak, balonlarla yapılan deneyde de, sanki cam tüplerle yapılana benzer argümanlar çalışacak ve sonuçta beklediğimizden bambaşka bir durum ile karşılaşıyoruz. Çünkü, her iki deneyde farklı parametreler deneyi etkilemektedir.

    Buna göre, eğer sadece cam tüp deneyindeki bilgileri ve parametre benzerliklerini kullandığımızı ve daha sonra çift balon deneyini yapmaya karar verdiğimizi ama deney öncesi (apriori), balonların birbirlerine hava transferi yaptıktan sonra son durumunun ne olacağına karar vermek üzere masa başına oturduğumuzu düşünelim. Acaba kaçımız deneyin yukarıdaki gibi sonuçlanacağını düşünürüz? Ta ki, başkalarının görmediği parametreleri ve değişkenleri de görebilen bir kişi, deneyin sonucunun ne olabileceğine vakıf olana kadar. Bu kişi de, diğerlerine deney sonucunun ne olabileceğini söylediğinde, diğer kişilerin deney sonucunu doğru tahmin eden bu kişi için “ne saçmalıyor bu böyle?” dediğini sizler de duyar gibisiniz, değil mi?

    Pek uzak olmayan bir zamanda İstanbul Erkek Lisesi 12. sınıf öğrencisi 18 yaşındaki Barış Paksoy’un, TÜBİTAK ’ın lise öğrencileri için düzenlediği Ortaöğretim Öğrencileri Arası Araştırma Projeleri Yarışması’na “Ramanujan Asalların Genelleştirilmesi” başlıklı matematik projesiyle katılma hikâyesini, kısaca yeri gelmişken aktaralım. Çalışmasına güvenen ve yarışmadan iyi bir derece almayı uman Barış, TÜBİTAK İstanbul Bölgesi Koordinatörlüğü’ne başvurur. Yarışmaya, projesiyle kabulünü beklerken kendisine gelen yazıda “Seviye üstü çalışma olduğundan projeniz reddedildi” şeklindeki e-postayı görünce şok yaşar. Aslında e-postada, kibarca, sen henüz bunları becerebilecek kabiliyette bir kişi değilsin demeye getirilmektedir. Nice kıymetlerimiz tutucu zihniyetler tarafından bu şekilde heba edilmektedir. Projeyi reddedenin yine bilim insanı bir profesör olduğunu da ilave edelim. Hele bir de böyle öngörülerin, deneyin yapılamadığı gözlemler olduğunu ve yerleşik kalıpları aşmanın zor zamanlardaki, Kopernik, Galileo gibi kişileri düşündüğümüzde, bu tür ispatların bu kadar kolay olmadığı (aslında ispatın kolay olduğu ama yüzyıllardır yerleşmiş dogmatik bilgileri değiştirmenin ne kadar zor olduğu) ortaya çıkar

    Şu halde, analojileri kullanırken dikkatli olmak gerekmektedir. Sayın Karkurdu ve benzer arkadaşlarımızın yaptığı hata da aynısıyla bu analoji yanılsamasıdır. Çünkü 574 amino asidin doğru diziliminin hesabı, bizlere olasılıklar hesabında öğrettikleri gibi, bir torbada bulunan çeşitli renkteki bilyelerin, istediğimiz renklerin istediğimiz sırada gelmesi anlamındaki gibi torbadan bilye çekmeye benzetemeyiz. Dolayısıyla,”1/ 20^574” hesabı da doğru yerine varmayacaktır. Burada atlanılan en önemli nokta doğanın seçiciliğidir. Seçicilik derken neyi kastediyoruz? Onu da biraz sonra ifade edeceğim.

    BİLİNDİK OLASILIK HESAPLARI

    Mademki dogmatik bilgilerden uzak durup gerçeği ama sadece gerçeği (Yabancı filmlerdeki mahkemedeki yemin gibi) kurcalayacak isek birazcık hesap kitap yapmaya sabırlı olmalıyız. Aksi halde, sadece birilerinin yaptığının sonuçlarına bakıp karar vermek bizi yanlışa sevk eder (edebilir). Dolayısıyla, nedeni ve sonucu ile beraber nasılı da beraber irdelemeye çalışalım.

    YanıtlaSil
  17. (Sayfa 5)

    Ancak açıklamalarımıza önce bilindik olasılık hesapları ile başlayalım, daha sonra başka parametreleri olasılık hesaplarımıza dâhil ederiz. Madem ki yukarıda amino asitler anlamındaki dizilim olasılıklarından bahsedildi, biz de amino asitler yerine çok daha az sayıdaki renkli bilyeleri deney elemanları olarak alıp olasılıkları incelemeye çalışalım.

    Diyelim ki bir torbada, 6 adet Kırmızı (K) bilye, 6 adet Beyaz bilye (B) ve 6 adet de Mavi (M) bilye olduğunu düşünelim. (Sayıları 6 seçmemin nedeni, ileride hesaplama kolaylığı olsun diye) Görülüyor ki, torbadan tek bir kırmızı (K), tek bir beyaz (B) veya tek bir Mavi (M) seçme ihtimalimiz 6/18 yani 1/3’tür. Şimdi ben, amino asitler yerine torbadan renkli bilyeler çektiğime göre, amino asit benzetmesi anlamında, torbadan önce bir adet K, sonra bir adet B, sonra tekrar bir adet K ve son olarak tekrar bir adet B çekmek istediğimi ve bunun ihtimalinin ne olacağını hesaplamaya çalışalım. Diğer bir ifade ile benim elimde, torbadan çekme deneyi sonucunda KBKB şeklinde dizilimi olan 4 adet bilye olsun istiyorum. Torbadan her bir bilyeyi çektiğimde ve torbaya geri atmadığımı ve de renklerin gelme sırasını da dikkate alırsam KBKB gelme ihtimalinin ne olduğunu araştıralım. Çekeceğim ilk bilyenin kırmızı olmasını istiyorum. Buna göre torbada her renkten 18 adet bilye ve 6 adet kırmızı olduğuna göre bu ihtimal 6/18 olur. Elimdeki bilyeyi torbaya geri atmadığım için torbada 17 adet bilye kalır. Ben, ikinci bilyemin beyaz renk olmasını istiyorum (KBKB dizilimini hatırlayalım). Buna göre torbada 6 beyaz bilye olduğuna göre bu ihtimal de 6/17 olur. Sonra tekrar bir kırmızı çekmek istiyorum. Torbada 16 bilye kaldığına ve bunun da 5 adedi kırmızı olduğuna göre bunun ihtimali de 5/16 olur. Ve son olarak ben tekrar beyaz çekmek istiyorum. Torbada 15 adet bilye ve bunların da 5 tanesi beyaz olduğuna göre bunun da ihtimali 5/15 olur. Bu ihtimalleri birbiri ile çarparsak arka arkaya çekilen bilyelerin KBKB sırasında olma olasılığı olan 6/18x6/17x5/16x5/15 olacaktır. Sonuç olarak 900/73440 elde edilir. Sadeleştirirsek 5/408 oranını (olasılığını) elde ederiz. Yani böyle bir dizilim 408’de 5 olasılık olarak ortaya çıkar. (Aslında doğru söylem olarak, 73440’ta 900 demek daha doğrudur. Çünkü, torbadan çekilebilecek 4 adet bilye arasına Mavi renkli bilyelerin de katılacağını düşündüğümüzde dörderli tüm varyasyonların 73440 adet olduğunu ve bunların içinden de 900 adedinin bize uygun olduğu (KBKB) anlamı çıkar. Özetle yukarıdaki özelliğe sahip bir torbadan KBKB çekme olasılığı 5/408’dir. (ondalık olarak ise, 0,0122549)

    Şimdi de deneyimize bir renk katalım. Torbadaki Kırmızı ve Beyaz renkli her bir bilyeye elektrik yükü yüklendiğini düşünelim. Mesela kırmızı (K) olanlara pozitif (+), beyaz (B) olanlara da negatif (-) elektrik yükü yüklediğimizi düşünelim. (Çünkü doğanın kendisi de öyle yapıyor.) Mavi renkli bilyelere ise hiçbir elektrik yükü yüklemediğimizi, mavi renkli bilyelerin nötr olduğunu, elektrik yükünden etkilenmediğini düşünelim. Bu durumda her bir K ile B birbirlerini çekecektir. Maviler (M) ise aralarda öylesine duracaktır. Ancak yine öyle düşünelim ki, torbanın içindeki şartların, ancak ve ancak sadece bir adet kırmızının bir adet beyazı çekmesine izin veren bir ortam olduğunu düşünelim. (Doğanın kendisinin de sınırları var) Bu durumda torbanın içindeki bilyeler, mavi bilyelerin dışında ikişerli olarak hep yan yana olmak zorunda olacaklardır. Hatta biraz daha detaya girelim. Torbanın içinde kırmızı beyaz çiftler KB şeklinde olabileceği gibi BK şeklinde de olabilir. İstatistikteki büyük sayılar kanununa göre kırmızı ve beyaz birleşmelerinde ne miktar KB sıralaması şeklinde olursa o miktar da BK sıralamasında çiftler oluşacaktır. Lafın kısası, son durumda torbanın içinde 6 adet ve tek başına gezinen mavi (M) bilye,3 adet BK şeklinde gezinen bir çift ve 3 adet de KB şeklinde gezinen bir çift olacaktır.

    YanıtlaSil
  18. (Sayfa 6)

    (Önemli not, buradaki, 3 adet BK ile 3 adet KB çiftinin eşit sayıda alınmasının, olayı açıklayabilmek için ifade edildiği, büyük miktarlardaki bilye sayısı ile deneyin yapıldığını düşündüğümüzde, büyük sayılar kanunun devreye gireceğini dolayısıyla deneyde konu edilen çiftlerin ½ olasılıkla gerçekleşeceğini bilirler. Yani ne kadar KB oluşursa o kadar BK oluşma şansı olacaktır.)

    Şu halde son durumda torbanın içinde 6 adet mavi bilye, 3 adet KB çifti ve 3 adet de BK çiftinin olduğunu tekrarlayalım. Bu sayılar bizim için neden önemli? Şöyle düşünelim. Eğer ben torbaya elimi attığımda eğer bir mavi bilyeye denk gelirsem, torbadan elimi çektiğimde elimde bir tek mavi bilye olduğunu göreceğim. Eğer ben torbaya elimi soktuğumda ve bir adet kırmızı bilyeye denk gelirse, torbadan kırmızı bilyeyi çıkartırken, kırmızıya yapışık olan beyaz da beraberinde gelecektir. Veya tersi de olabilir. Eğer, elim torbanın içinde bir beyaz bilyeye denk gelirse bu defa da beyazı torbadan çıkartırken, beyaza bitişik olan kırmızıyı da beraberinde çıkartacağım demektir. Şu halde, elektrik yüklerinden dolayı beraber gezmek durumunda kalan kırmızı ve beyazların oluşturduğu çiftler ile serbest dolaşan mavilerden oluşan bilyelerle dolu torbadan KBKB sıralamasında çekim yapmak için, olasılıklara tekrar bakalım.

    Artık, torbada 18 değil, 12 bilye varmış gibi düşünebiliriz. Bunlardan 6 adedi nötr olan mavilerden, 3 adedi KB şeklinde yan yana gelen çifti, 3 adedi de BK şeklinde yan yana gelen çifti temsil etmektedir. (KB veya BK şeklinde çift oluşturan bilyeleri, tek ve daha iri birer bilye olarak düşünebiliriz. Çünkü bu bilye çiftleri, torbadan çekildiği zaman ikisi birden çıkmak zorunda). O halde, yeni durumda KBKB şeklindeki bir sıralamanın hangi olasılık dâhilinde olabileceğine bakalım. 1 adet KB çiftinin gelme olasılığı 3/12 ve ikinci KB çiftinin gelme olasılığı da 2/11 olacaktır. Çarpım sonucunda 3/12x2/11 yani 6/132 elde edilecektir. Sadeleştirince 1/22 olasılığını elde ederiz. (Torbanın içinde KB çiftleri olduğu gibi, BK çiftleri de var ama istediğimiz dizilimden dolayı bize KB çiftleri lazım olduğu için BK çiftleri ile ilgilenmiyoruz.)

    Görülüyor ki, daha evvel 4 ayrı çekimde ve 5/408 olasılığı ile KBKB elde ederken, ikinci durumda ise 2 çekiliş ile ve 6/132 olasılığı ile aynı KBKB’yi elde etmiş olduk. Her iki olasılığı mukayese ettiğimizde son durumdaki olasılığın, elektrik yükünün kullanıldığı deneydeki olasılığın diğerine göre 3,7 kat daha fazladır. Yani, yeni durumda KBKB gelme olasılığı ilk olasılığa göre 3.7 kat fazlalaşmıştır.

    DOĞADA SEÇİCİLİK VAR MI.

    Evet var. Bilindiği üzere yeryüzünde (hatta evrende) yüz küsur element vardır. Bu elementler, her yerde tek başlarına gezmezler. Elementlerin birçoğu diğer elementlerle ya kovalent bağ veya elektrovalent bağ denen bağlarla bileşik oluştururlar. Yani iki ayrı atom, bileşik oluştururken iki usulden birini kullanır.

    YanıtlaSil
  19. (Sayfa 7)

    Ya atomlardan her ikisi de dış yörüngedeki elektronlarını ortaklaşa kullanarak kararlı (dengeli) hale gelirler ki buna kovalent bağ ile bileşik oluşturma denir ya da atomlardan biri diğerine dış yörüngedeki elektronlarını verir ve yine kararlı hale gelir ki buna da elektrovalent bağ ile bileşik oluşturma denir. Evet, yukarıda da dediğimiz gibi, atomların hangi başka elementlerin atomu ile birleşip nasıl bir bileşik oluşturacağını, dış yörüngesindeki elektron ihtiyacı belirler. (Başkaca faktörleri burada dikkate almıyoruz) İki veya daha fazla atom ister organik ister inorganik olsun bir bileşik oluşturduktan sonra yanından geçen her atomla veya başka bir bileşikle daha büyük moleküller oluşturmaz. Kendisini kararlı kılacak başka bileşiklerle daha büyük molekülleri oluştururlar. Bir anlamda seçim yaparlar.

    Örnek verelim.
    Bir miktar sofra tuzunu alıp, bir kaba koyduğumuzu ve üzerine de kuvvetli bir asit olan sülfürik asitten bir miktar döktüğümüzü düşünelim. Sülfürik asit, yemek tuzunu etkileyecek ve deney öncesi maddeler, deneyin sonunda başka maddelere dönüşeceklerdir. Bu deneyle ilgili kimyasal denklemi aşağıdaki gibi yazalım.

    NaCl + H(2)SO(4)------> NaHSO(4) + HCl

    (Not: Blogda, indisli gösterim yapılamadığı için, indisleri parantez içinde göstererek, notasyonu bilerek bozmak zorunda kaldım)


    Kimyasal denklemin sol tarafında bilindik sofra tuzu ve sülfirik asit kimyasal olarak tepkimeye girmekte, deney sonucunda yani sağ tarafta sodyum bisülfat ve hidroklorük asit meydana gelmektedir. Eğer biz deney şartlarını hiç bozmazsak ve bu deneyi ne kadar tekrarlarsak tekrarlayalım, deney her defasında aynı sonucu verir. Bir an düşünelim. NaCl olarak gösterilen yemek tuzundaki Na yani sodyum, nasıl oluyor da deney ne kadar tekrarlanırsa tekrarlansın kendisiyle beraber olduğu Cl ile gösterilen Klorü yapısında tutmuyor ve onu yapısından çıkartıp, NaHSO(4) bileşiğinin içinde yer alıyor? Çünkü, Sodyum (Na) atom olarak, Cl ile değil, bir adet hidrojen (H) bir adet kükürt (S) ve 4 adet de oksijen (O) ile birleşerek kendini daha kararlı (mutlu) hissedeceği bir ortamın içinde görmek istiyor. Bir başka deyişle, kendi menfaati adına, Klor (Cl) ile ortaklığını bitiriyor, başka bir gruba dahil oluyor. Tabii ki bu arada alan razı, satan razı. Çünkü, Klor (Cl) da Hidrojen ile bir ortaklık kurarak daha kararlı olmaya çalışıyor. Demek ki, elementler, bileşikler başka bileşikler oluştururken, daha kararlı olabilecekleri başka yapılar oluşturmak üzere seçim yapıyorlar. Bu seçime onları zorlayan da dış yörüngelerindeki elektronlardır. Görülüyor ki, atomlar, elementler, bileşikler, yukarıdaki torba örneğinde olduğu gibi ben harekete geçirdikçe (torbayı salladıkça) harekete geçen statik (durgun) malzemeler değiller. Ben istesem de istemesem de, torbanın içinde onlar, bildiklerini okuyorlar. (Doğanın kanunu)

    YanıtlaSil
  20. (Sayfa 8)

    Peki burada ne demek istiyorum? Demek istediğim şu: Bu atomlar, elementler yukarıda renkli bilyeler misalinde olduğu gibi öylesine durup da, benim onları doğru sırada çekip KBKB oluşturmamı beklemiyorlar. Doğa bunları benim adıma yapıyor, nasıl ki, bir çiçeğin tozlaşmasında bir arının bir böcek vasıtasıyla metrelerce ileride bulunan başka bir çiçeği döllüyor ve yeni çiçeklerin oluşmasını sağlıyorsa, rüzgar, güneş, atmosfer, akarsular, depremler, tsunamiler, meteoritler, yıldız patlamaları, yer çekimi, yer altı suları, plaka tektonikleri ve aklıma gelmeyen binlerce doğa olayları bu materyalleri bir şekilde yan yana getirip buluşmalarını sağlıyor. Yan yana geldiler mi, iş sadece onların seçiciliğine kalmış oluyor. Yukarıda torba deneyinde de gördüğümüz gibi, elementler, atomlar, bileşiklerin kazandığı kendi özelliklerinden dolayı da bir birlerini seçme olasılıkları da öyle olmadık olasılık hesapları gibi değil, daha küçük olasılıklarla birbirlerini buluyorlar ve bileşik oluşturuyorlar. Bunca uygun malzeme nerede ve nasıl yan yana geldiğini Tübitak’ın yayınladığı TOZUN GİZLİ HAYATI isimli kitabın tanıtımm yazısını buraya aktarmak isterim
    …………………………..
    “Güneşin altında verandanın parmaklığına konulmuş bir meyve suyu bardağını gözünüzün önüne getirin. Size boş görünebilir, ama içinde en az 25.000 parça mikroskobik toz dolanmaktadır. Bu toz parçacıklarında Yerküre’deki her şeyden biraz vardır. Ansızın karşınıza Sahra kumlarından dökülmüş minik parçacıklar ve gözle görülemeyen devetüyü lifleri çıkabilir. Sonra rüzgâr yön değiştirir ve orman mantarı sporları ve kurumuş menekşe parçaları çevrenizi sarar. Yakınlarda bir otobüs yolcu almak için durur ve minicik siyah kurum parçalarıyla karışık insan derisi döküntüleri bir anlığına ortalığı kaplar.

    Her nefes alışınızda binlerce zerre vücudunuza girer. Bazıları burnunuzun dehlizlerine yerleşir. Bazıları genzinize yapışır. Diğerleri derinlerde, akciğerlerinize sığınır. Siz kitapta ‘sona’ geldiğinizde, yeryüzündeki bu zerrelerden 150.000 kadarını soluyarak içinize çekmiş olabilirsiniz; tabii dünyanın en temiz köşelerinden birinde yaşıyorsanız. Daha kirli bir yerde yaşıyorsanız, muhtemelen bir milyondan fazlasını solumuşsunuzdur.

    Bazı tozlar gezegen ve üzerinde yaşayan canlılar için tehlike taşır. Bazıları insanlar, bitkiler ve hayvanlar için yararlıdır. Bazıları açıkça büyüleyicidir. Burada hepsi mikroskobun altına alınacak ve tozların gizli yaşamları gözler önüne serilecektir”
    ………………………………..

    Bu paragrafı okuyan bir kişi bile, mikropların sadece atmosferik olarak nasıl yayıldığını düşünecektir. İşte size, yeryüzündeki bileşiklerin oluşması için farklı malzemelerin yan yana gelmesi için güzel örnek.

    Hatta Yerküre, bilindiği üzere levha tektoniği ve benzeri dinamiklerle o kadar hareketlidir ki, milyon ve milyar yıllarda yeryüzü şekillerini defalarca yenilediğini, Yeryüzünün ilk şekillerinin Yerkürenin oluşumun başlangıcında bugünkü gibi olmadığını, milyon seneler sonra da bugünkünden farklı olacağını biliyoruz.

    YanıtlaSil
  21. (Sayfa 9)

    Söz gelimi, Yerkürenin yaşının radyometrik ölçümlerle 4,5 milyar yıl olduğunu biliriz. Ancak acaba hiç düşündük mü ki, yeryüzünün herhangi bir yerinde Dünyanın oluşumunun ilk zamanlarından bir kara veya kara parçası veya bir oluşum kalmış mıdır? Bulabileceğimiz en eski parçalar Kanada’nın doğu tarafı, Afrika’nın güney kısmı ve Yerkürenin birkaç yeri dahadır. Bunlar da, 3.7 veya 3.9 milyar yaşındadır. Bulundukları yere göre Kanada Kalkanı veya Afrika Kalkanı gibi isimler alırlar. Sonuç olarak Dünyanın hiçbir yerindeki kıtalarda veya diğer karalarda 4,5 milyar yıllık bir parça bulamayız. Peki ne oldu bunca malzemeye? Tektonik hareketlerle tekrar, yerkürenin iç katmanlarına katıldılar. Belki de yerin alt katmanlarında (manto) tekrar yeryüzüne bir yerlerde işlenmiş malzeme olarak çıkmayı beklemektedirler. Bilindiği üzere levha tektoniği ile büyük plakalar çarpışırken ya iki levha, yoğunluğuna göre biri diğerinin altına girer ve tekrar yeryüzünün derinliklerinde mağmaya karışır veya dağoluşumları meydana gelir. Bunun anlamı şu ki, her ne kadar Yerkürenin soğuması nedeni ile plastisitesi (kıvrılabilme yeteneği) azalsa da, söz gelimi 250 milyon yıl sonra yeryüzündeki bir çok şehrin bulunduğu yerler komple yerin derinliklerine, tekrar işlenmek üzere manto tabakalarına belki de daha derinlere yeni malzeme olarak dönecektir. Şu ki, Yerkürenin dinamikliği ve ortam şartları, moleküler organik zincirlerin oluşturması için bolca zamanı ve malzemesi olmuştur.

    Söz gelimi, bir bardak suya mikroskobik cansız bir malzeme attığımızda ve sonra onu mikroskopla izlediğimizde, o cansız maddenin titreştiğini ve yerinde durmadığını görürüz. Uzun yıllar anlaşılamayan bu hareketin de nedeni, su moleküllerinin bardakta göründüğü gibi, stabil (hareketsiz) olmadığı, devamlı hareket ettiği sonradan anlaşılmıştır. Buradan şunu da çıkarabiliriz. Bir bardağın içinde birbirinden ayrı köşelerde buluna iki uygun madde, bir şekilde birbirlerini bulup bir bileşik oluşturabilirler. Dolayısıyla, bu hareketler de, bileşikler oluşurken, birbirlerini bulup uygun dizilimler oluşturmak için şanslarını arttırıyorlar demektir. Yani birinin sihirli elinin değmesine gerek yoktur. Fiziko kimya ile ilgilenen bir kişi bile bir kaptaki gazın basıncının yani kabın cidarına yaptığı basıncın, aslında, hareket halindeki gaz moleküllerinin kap cidarına yaptığı çarpmalardan kaynaklandığını bilir. Keza, her tarafı kapalı bir odadaki hava molekülleri (Azot, oksijen vb.) bile zikzaklar çizerek ve diğer moleküllerle çarpışarak, saatte 4 km ortalama bir hıza eriştikleri bilinir. Yine, dinamik bir ortamda, moleküller bir şekilde birbirlerini bulup uygun bileşikleri oluşturabilirler. Yani hareket, atomları, moleküllerin, bileşik oluşturma olasılıklarını arttırmaktadır.

    Bu bilgilerin yazıya katkısı şudur ki, Yeryüzündeki, hiçbir şey stabil olmadığı için, Tozun Gizli Hayatı isimli Kitap alıntısında konusu geçen bardak örneği gibi, bugün olmazsa yarın (milyonlarca yıl bile gerekse) yine de malzemeler birbirlerini buluyor ve uygun ortamlarda uygun bileşikleri yapabiliyorlar. Bu sistem bir sefer kurulduktan sonra, sistemin ve yapının doğaya uyumu çerçevesinde de, kendilerini daha da uygun hale getirip kendilerini üretebilen mikro canlılar haline de gelebiliyorlar. Tabii ki, jeolojik devirler itibari ile de, neredeyse, ortaya çıkan türlerin % 90’dan fazlasının yine doğanın kendisi tarafından yok edildiğini de hatırlamak da yarar var.
    DOĞA, PARALEL İŞLEMCİLER ve YÜKSELTİLEN OLASILIKLAR

    Bilgisayarlarda bilinir ki, eğer rutin ve birbirlerinden bağımsız ve aynı zaman diliminde yapılacak işlemler varsa, bu görevleri bir biri arkasına yaparak zaman kaybetmek yerine aynı zamanda başka işlemcilerde yapılarak sonra birleştirilerek zamandan büyük tasarruf sağlanır.

    YanıtlaSil
  22. (Sayfa 10)

    Bunu yüksek bir binanın yapılması ile de anlatabiliriz. Diyelim ki, elli katlı bir gökdelen yapıyoruz. Bu gökdelen için, beton, çelik veya ne tür dayanıklı malzeme lazım ise, öncelikle ana iskeletinin olması gerekir. Sonra aynı binanın içinde, duvarlar, pencereler, elektrik tesisatları, su tesisatları, banyo ve lavabo, tuvalet giderleri için gerekli tesisatların, asansörlerin, yangın merdivenleri ve bir bina için akla gelebilecek yüzlerce kalem iş yapılır. Eğer biz, önce binanın, demir ve betondan oluşan ana yapısını yapıp, bitirir, daha sonra, duvarlarını örer, duvar işi bittikten sonra, elektrik işine girişir, binanı tüm elektrik tesisatı bittikten sonra, su tesisatı yapılır yani özetle, her bir kalem iş bitmeden diğerine başlanmazsa, bir binanın sahibine teslim edilmesi herhalde olması gerekenden iki kat fazla bir sürede olurdu. Halbuki, binanın varsayalım ki, ilk üç katının demir çelik ve betonlama işi bittiği anda, bu katlara ait ve aynı anda olmak üzere (tabii ki birbirlerini zorunlu takip eden işleri, göz ardı etmeden “mesela duvar örülmeden, çerçeve cam takılmayacağı gibi”) İnşaat dördüncü katın beton betonlarını dökerken, alt katlarda duvarlar çoktan örülmeye, örülen duvarlarda elektrik tesisatı için elektrik borularının geçeceği yerlerin kazılmasına, su tesisatının döşenmesine, merdivenlerin takılmasına başlanır. Böylece bina optimum zamanda bitirilir. Hatta bu tür projelerde, hangi işlemin arkasından hangisinin geleceği zamanlaması hesaplanarak Kritik yol Metodu denen CPM veya benzer başka metotlatla ilgili proje en az vakit kaybıyla tamamlanmaya çalışılır. (Tabii ki, bir kriz veya finansman sorunu çıkmazsa). Bizler doğada da bunun benzerini görürüz. Eğer bir gül açacaksa, önce dalında tomurcuk oluşur ve sonra da tomurcuk içindeki yapraklarda gerekli gelişim sağlanarak, yapraklar hemen hemen aynı anda serpilirler. Diğer bir ifade ile, her bir gül yaprağı, diğerine olan saygısından dolayı, bir orkestra elemanlarının sahneye tek tek girmesi gibi, yapraklar da her birinin tamamen olgun hale gelmesini bekleyip de sırayla açmazlar, aynı anda açarlar.

    Tekrar, bu yazıya konu olan amino asidin oluşma ihtimaline dönersek, şunları söyleyebiliriz. Eğer, oluşma ihtimalinin çok düşük olması hasebiyle bize mucize gibi gelen bir bileşik varsayalım ki ABCCDEFEESEUTTV şeklinde bir dizilime rastlamışsak ve biz bu bileşiğin (amino asidi) oluşumunu, önce A oldu sonra A’ya B eklendi sonra yanına C geldi sonra tekrar bir C eklendi ve giderek ABCCDEFEESEUTTV oldu diye düşünürsek, o zaman bir torbadan çekme düşüncesi gibi böyle bir şeyin kendiliğinden olamayacağı gibi bir düşüncemiz olur. Hâlbuki doğa bunun üstesinden gelecek yolu yine paralel üretimlerle yaparak bulur. Bunlardan biri, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, doğa, bu temel bileşiğin belli yerlerinin benzer yapılarını doğada bir birinden bağımsız olarak üretir. Varsayalım ki, bir bardağın içinde ABCC bileşiğinden binlerce, DEFE bileşiğinden binlerce, ESEU bileşiğinden binlerce ve TTV bileşiğinden binlercesini koysak, uygun şartlarda, bileşiklerin kimyasal yapılarına göre bunlar bir şekilde ve hatta birden fazla olmak üzere ABCCDEFEESEUTTV bileşiğini üretirler. Bunun için de çok yüksek bir ihtimal gözetmeye gerek yoktur. Çünkü, doğa burada zorunlu kalmadıkça seri işlemci olarak değil, paralel işlemci olarak çalışmaktadır. Bunun anlamı da daha büyük bir bileşiğin oluşması için kendisine lazım olan parçaları doğada bolca miktarda bulacaktır demektir. Böylece, aynı anda benzer bileşiklerin üretilmesi sayesinde daha üst mertebedeki bir bileşiğin yapılması çok daha kısa sürmüş olmaktadır.

    YanıtlaSil
  23. (Sayfa 11)

    Tabii ki burada şunu söylemek gerekmektedir. ABCCDEFEESEUTTV bileşiğini oluşturan alt bileşiklerden varsayalım ki ABCC bileşiği doğada kararlılığını sağlayamayacak bir bileşik ise veya bu anlamda oluşan bir bileşikten hayatta kalabilenlerin sayısı her üç ABCC alt bileşiğinden biri olarak gerçekleşiyorsa, bu durumda ABCCDEFEESEUTTV’ nin oluşma şansı da o kadar azalacaktır. Şunu da söylemek gerekir ki, ABCCDEFEESEUTTV’yi oluşturan hiçbir alt bileşik (mesela DEFE bileşiği) ben, ABCCDEFEESEUTTV bileşiğini oluşturacağım diye kendi varlığını sürdürmez. DEFE’nin amacı kendi kararlı ortamını sağlayacak şartlar arasında kendine yer bulmaktır. Her ne kadar olayı karikatürize etsek de, bileşikler yani organik ve inorganiklerin oluşması atomların kendi temel yapısına en uygun kararlı bileşikleri oluşturmaktır.

    SONUÇ

    Sonuç olarak diyebiliriz ki, canlıya ait temel maddelerinin oluşumları, inorganik maddelerin oluşumundan elbette ki daha kolay olmamıştır. Bu bir gerçek. Jeolojik devirlerdeki uygun ortamlar daha kararlı molekül yapılarının oluşması ve bunun da canlılar için temel teşkil etmesi için de uzunca bir zaman geçtiği bellidir. Hatta ilk canlıların oluşması için, yeryüzünün oluşumundan itibaren bugüne kadar bile zaman geçmesine gerek kalmadan daha prekambriyen zamanında daha Yerküre bir milyar yaşını doldurmadan stramatolit denen canlıların yeryüzüne çıktıklarını biliyoruz. Temel mekanizma olarak, yeni yeni kararlı bileşikler, daha büyük moleküler yapı için uygun ortamı oluşturmuşlar. Stramatolitlerin, yerküre daha bir milyar yılını ancak doldurduğunda ortaya çıkışı bile bir başarıdır. Çünkü, yerkürenin oluşumundan itibaren, yeryüzünün volkanik faaliyetlerle kaynadığı zamanı da düşünürsek, demek ki, ilk canlıların ortaya çıkışı için bir milyar yıldan bile daha az bir zaman yeterli olmuştur.

    Son cümle olarak, her jeolojik devir, bir sonrakine canlılık oluşumu için aşağı yukarı temel malzeme oluşturmuş görünmektedir. Dolayısıyla, atomların bileşik oluşturma anlamındaki seçiciliği, paralel işlemler sonucu bolca malzeme üretilmesi ve yerkürenin dinamikliğinin materyalleri de hareketlendirmesi sonucu en temel ve basit anlamda bir canlılığın oluşması mucizevi bir değerlendirme görülmeyeceği gibi bu gibi ortamların canlılığın oluşumu için çok düşük olasılıklı ortamlar değil, aksine canlılık oluşumu için zengin materyal ve şartların da bulunmuş olabileceği şeklinde düşünülmesi daha uygundur.

    YanıtlaSil
  24. (Sayfa 12)

    Düzeltme notu:

    Sayfa 3'te DOGMATİK BİLGİ başlığı altındaki

    "Karkurdu’nun söylediği doğrudur. Matematikçiler bu konuda ona yalan söylemişlerdir" cümlesi aşağıdaki gibi değişecektir.

    "Karkurdu’nun söylediği doğrudur. Matematikçiler bu konuda ona yalan söylememişlerdir"

    YanıtlaSil
  25. Sayın Erol,

    Yazınızı yine bir solukta okudum. Bir solukta okumak deyimi her ne kadar sürükleyici cinayet romanları gibi popüler eserler için kullanılsa da, yazdıklarınız benim çok fazla ilgimi çektiği için sürekli "Ihı, evet, hmm..." diyerek okudum.

    Konuya ekleyecek bir şeyim yok; her zamanki sakin ve açıklayıcı üslubunuz ile ortaya koymuşsunuz durumu.

    Yazınıza bu yorumu yapmamın sebebi biraz da zaten kaç zamandır aklımda bulunan sizinle iletişime geçme hedefimi gerçekleştirmek: Blog içerisinde uzun veya kısa, çeşitli birçok konuda yorumunuz var. Yorumunuzu başta ben olmak üzere, gerçekten bu konularla ilgisi olan insanlar mutlaka okuyordur. Ancak 'yorum' şeklinde olduğu için hedeflenenden çok daha az kişiye ulaştığı kanaatindeyim yazdıklarınızın.

    Sizinle iletişim kurma isteğim tam olarak işte bu noktada başlıyor: Eğer bu yazılarınızı topladığınız bir yer yoksa ve yorum olarak bıraktığınız yazılar gibi yazıları bu blog çatısı altında yayınlamak istiyorsanız, ben gerçekten de sizin yazılarınızı -yazılarınızın altına isminizi de vererek- burada yayınlamak isterim.

    İsterseniz buradan iletişim kurarak; isterseniz de tanrivarmi@gmail.com adresine mail atarak iletişim kurarak önerime karşı vereceğiniz olumlu ya da olumsuz cevabı tartışabiliriz.

    YanıtlaSil
  26. Hayyam beye cevabım
    Önceki yorumda agnostiklerin fikrinin zamanla değişken olduğunu bu yüzden bi tutarsızlık içerisinde olduğunuzu söylemiştim. Agnostikler Tanrının varlığının bilinemeyeceği iddiasının yanısıra evrenin başlangıcı ve sonunun, evrenin dinamik halinin ve evren-zamanın yaratılmasınıda bilemeyeceğimiz iddiasındalar ama bu iddialar çürütüldüğünde onu bırakıpta bu sefer başka şeylerin Tanrının varlığı gibi bilinemeyeceği iddia etmeye devam ederler. Bu konudaki tutarsızlığadır benim itirazım ve cevap bulamadım.

    “Sizin bu düzen ve tasarım iddialarınız ise bilimsel hiçbir değer taşımıyor, sadece göz boyaması için ortaya atılmış sayılar.”
    Ben yukardaki olasılık hesabına daha sağlam argümanlarla gelmenizi beklerdim.Sizin yaptığınız bilimsel bir tavırmı acaba.

    YanıtlaSil
  27. -SAYFA 1-

    Öncelikle Erol bey uzun açıklamanız için teşekkürler

    Verdiğiniz örnekteki A4 kağıdının üstüste 64 kez kendi üzerine katlanması ile hemoglobinin oluşma olasılığı arasında hiçte alakası olmayan suni bir analoji kurulmaya çalışılmış. Siz 210 mm x 297 mm ebatındaki A4 kağıdını görece sonsuz (2^64 = 18446744073709600000 gibi) bir sayıya bölüyorsunuz. Daha sonra bunuda tutup kağıdın kalınlığı ile çarparak bir sonuç buluyorsunuz ve bu sonuç üzerindende gerçek dünyadaki karşılığını bulmaya çalışarak çeşitli çıkarımlarda bulunuyorsunuz. Peki buradaki temel sorun nerede? Sorun sınırlı bir kağıt verip bunu 2^64 bölmeye çalışmak. Belli bir aşamadan sonra artık elimizde kağıt diye bir şey kalmayacaktır ve biz hala bu hacimce sıfır olan HAYALİ kağıdı bölmeye devam edecez sonra kalınlığıyla çarparak gerçek dünyada rastlanmayan bir saçmalığı kendimiz üretmiş olacağız. Teori ile pratik birbirine karıştırılmamalı herbiri kendi tutarlılığı içerisinde değerlendirilmelidir.
    Pratikte nasıl bir işlem yaptığınızı göstermek isterim eğer sabrederseniz. A4 kağıdını 2^64 böldünüz. (210 mm x 297 mm) / (2^64) = 0,0000000000000034 = 3,4x10^-15 Bu çıkan rakamın ne anlama geldiğini siz anladınız ama anlamayanlar için anlaşılır hale getirelim. Hidrojen atomunun yarıçapının 2.08 Angstrom yani 2.08x10^-9 mm olduğunu düşünürsek kağıdı hidrojen atomundan bile küçük parçalara böldüğünüz anlaşılır. Yani Hidrojen atomunu önce 621000 parçaya bölüyorsunuz daha sonra bunlar elele tutuşsa bile 63 km olur diyorsunuz. Bunun yorumunu okuyucuya bırakıyorum. “ANALOJİ HER ZAMAN DOĞRU DEĞİLDİR” demiştiniz değilmi bende size katılıyorum her zaman doğru olmayabiliyor.

    Dediğim gibi A4 örneği ile hemoglobinin rastgele oluşma olasılığı arasında alakası olmayan bir ilinti kurulmaya çalışılmış. Hayali kağıdımızı sonsuza bölmeye çalışmakla 574 aminoasit zincirinden oluşan hemoglobinin oluşma olasılığı arasında taban tabana bir zıtlık var. Burada siz, kağıdı sonsuza bölersek ne olur diyorsunuz aslında. Tabiiki anlamsız olur. Hemoglobinin 574 aminoasite sahip olduğu, bunların sıralı dizilmeleri gerektiği aksi taktirde gereksiz bir protein yumağı olacağı, hemoglobinin oluşması için ortam koşullarının sağlandığı ve 20 aminoasidin bozunmadan birarada durduğu ilkel doğa koşullarındaki hemoglobinin oluşma olasılığını soruyorum ben. Erol bey benim yaptığım hesapla sizin yaptığınız aşağıdaki hesabın aynısı bu. “Diyelim ki bir torbada, 6 adet Kırmızı (K) bilye, 6 adet Beyaz bilye (B) ve 6 adet de Mavi (M) bilye olduğunu düşünelim. (Sayıları 6 seçmemin nedeni, ileride hesaplama kolaylığı olsun diye) Görülüyor ki, torbadan tek bir kırmızı (K), tek bir beyaz (B) veya tek bir Mavi (M) seçme ihtimalimiz 6/18 yani 1/3’tür .” Ben hemoglobin örneğini verdim basit olsun diye yoksa en basit bakterilerden biri olan E.coli bakterisinin 4289 proteine sahip olduğunu düşünürseniz çok komplex birşeyle karşı karşıya olduğumuz daha iyi anlaşılır.

    Bu hesabı biraz daha geliştirelim. Farzedinki evrendeki proton-nötron sayısı kadar ŞUURSUZ adamım var ve EVREN KURULDU KURULALI her saniye bir deneme yaparak bana BİR ADET HEMOGLOBİNİ yaratmalarını rica edecem bakalım başarabileceklermi.

    YanıtlaSil
  28. -SAYFA 2-

    Roger Penrose isimli fizikçinin hesabına göre evrende proton nötron elektron ve fotonların sayısı 10^90 civarında.(Stephen Hawking ve penrosenin çalışmalarından çıkan sonuç bu, doğruyu söylemek gerekirse bende buna agnostik bakıyorum) Evrenin tahmini yaşı 15 milyar yıl.
    Evren: 15 milyar yıl x 365 gün x 24 saat x 60 dakika x 60 saniye = 473.040.000.000.000.000 saniye yaşındadır. Bu sayıyı 10^17 olarak ifade edebiliriz.
    Bu ikisini çarparsak: Evrendeki parçacık sayısı x Evrenin yaşı = 10^90 x 10^17 = 10^107
    Bu sayı benim ŞUURSUZ adamlarımın evrenin başından beri her saniye çalışsalarda yapabilecekleri deneme sayısını verir.
    Peki hatırlayalım bir hemoglobinin oluşma olasılığı neydi: 20^574 te 1 olasılık. 10^107 nerde 20^574 nerede. Kıyaslamayı aklı selim insanlara havale ediyorum. Yani evrendeki her parçacık, her biri evrenin başından beri her saniye bir deneme yapsada bir hemoglobini yaratmaya maalesef ömürleri vefa etmiyor. Evrenimiz gibi yedi evren ve 105 milyar yıl zaman olursa o zaman olabilir. Kaldıki dünyanın yaşının 5 milyar yıl olduğunu ve bu sürenin büyük çoğunluğundada yaşama elverişli koşulların olmadığını hesaba katarsak bu dahada imkansız bir hal alıyor.

    Torbadan bilye çekme olayı çektiğiniz topu torbaya geri bırakmadığınız için bir permütasyon hesabıdır.( “Torbadan her bir bilyeyi çektiğimde ve torbaya geri atmadığımı ve…”) Permütasyonda çektiğiniz topu bir daha torbaya koymayarak olasılığı azmış gibi göstermeye çalışıyorsunuz. Dikkatinizi çekerim Erol bey biz her ne kadar işin felsefesini yapsakta gerçekte bunlar vahşi doğa koşullarında gerçekleşmekte olduğu iddiasındasınız. Bu yüzden şöyle sıkıntılar var :

    1- En önemli argüman sizin bir AMACINIZ-PROGRAMINIZ var. KBKB veya örnek neyse gelmesini istiyorsunuz. Amacınıza uygun olması için ilk topun Kırmızı gelmesi gerekir. Kırmızı gelene kadar torbadan top çekmeye devam edeceksiniz. Beyaz geldiği müddetçe beyaz topu torbaya geri koyacaksınız Kırmızı top geldiği anda topu torbaya koymayacaksınız. Peki doğada böyle bir mekanizma varmı? Sizin toplara yaptığınız müdahaleyi yapacak bir el yok doğada. En başta 20 aminoasitinde doğada aynı anda mevcut ve tepkimeye hazır olduğu varsayımında bulunuyoruz. Aminoasitlerin rastgele değil belli bir programa göre yani belli bir dizilime sahip olması gerekir ki anlamlı proteinler ortaya çıksın. Bu aminoasitlerin bir beyni yoksa belli bir AMAÇ uğruna nasıl kenetlenecekler? Sizin torbadan çektiğiniz kırmızıyı bulduğunda topu torbaya BIRAKMAMA REAKSİYONU gösterdiğiniz gibi hemoglobinin örneğin 569. basamağı için gerekli aminoasitin bağlanmasına kim dur diyecek? Öyle bir mekanizmamı var. Bu aminosit çorbasında bir aminoasit bağ kurduktan sonra o çorbadan nasıl izole olacak ki sonraki aşama için zemin hazırlansın.

    2- Paralel “Oluşan!” bu proteinler o ortamda bozulmadan nasıl başka bir AMAÇ uğruna kullanılmayı bekleyecekler belki yıllarca belki günlerce. Çünkü biz hep ileriye bakıyoruz sanki laboratuvarda çalışıyoruz. Biz hep bir sonraki basamağı düşünürken polipeptid zincirinin üretilen kısmı organik veya inorganik başka bileşenlerle tepkimeye girmemesini nasıl sağlayabiliriz? 574 aminoasitten oluşan devasa bir yapıdan bahsediyoruz ve 3 milyar nükleotidden oluşan DNAnın yapısını düşünmek bile insanı hayrete düşürüyor.

    YanıtlaSil
  29. -SAYFA 3-
    3- Doğada seçicilik ! Maddeler kimyasal potansiyelinin büyük olduğu yerden küçük olduğu yere doğru akarlar. (Sanırım hayyam beyin topun yokuştan aşağı yuvarlanması örneğinde kastettiği şey bu. ) Burada seçicilik varsa ibre güçlü olandan yanadır. Yani reaksiyona girme isteği-eğilimi en fazla olanlar reaksiyona girecek hatta kimyasal özelliği aynı grup elementleri tabiri caizse güçsüzü kovacak ve yerine kendisi geçecek ve böylece daha kararlı bir hale gelecek. Örneğin Kalsiyum-apatit (dişimizin kimyasal adı) Dişlerimizi neden fırçalarız? Dişlerimizi fırçalayarak çürümenin önüne nasıl geçiyoruz? Florür kalsiyumdan daha aktif olduğu için reaksiyona girme eğilimi calsiyumdan fazladır ve kalsiyum iyonları Florür iyonlarıyla yer değiştirir. Periyodik tabloda florürden daha aktifi olmadığı için dişimiz eskisinden çok daha sağlam ve kararlı olacaktır. Burada organik bileşiklerin reaksiyona girme eğilimi genel olarak inorganik bileşiklerden daha düşüktür. Doğal seçicilik var diyorsanız bu lehinize değil aleyhinize bir argüman olur. Ayrıca asit veya bazların bulunduğu bir ortamda organik bileşiğin parçalanmasını-çürümesini engellemek için özel çaba sarfetmek gerek ki bu nasıl sağlanacak. Doğadaki bu çürümenin önüne nasıl geçilecek?

    4- “ Bunun anlamı da daha büyük bir bileşiğin oluşması için kendisine lazım olan parçaları doğada bolca miktarda bulacaktır demektir. ” diyor Erol bey. İndirgenemez kompleksliliği ne yapacaz peki? Önce bilmeyenler için açayım biraz. Biyoloji profesörü Michael Behe; “Birbirleriyle etkileşim içinde olan ve herhangi birinin çıkarılması durumunda sistemin artık çalışmayacağı öğelerden oluşan sistemdir.” Bir hücrenin indirgenemez kompleks olması demek bu hücrenin sahip olduğu tüm organellerinin tesadüfen oluşması ve hücreyi oluşturabilmek gibi bir amaç ve hedef edinmeleri ve bu amaç doğrultusundada biraraya gelmeleri gerekir. Amaçsızca üretilen! protein zincirleri işe yaramaz bir çöp yığınından başka bir şey değil. Bu yüzden proteinlerin sentezi için DNAya yani bir programa ihtiyaç vardır. İnsan DNAsı 3 milyar civarında nükleotidden ve her 1000 nükleotidinde bir protein koduna karşılık geldiğini düşünürsek DNA veribankasında 300 milyon proteinin kodu saklanmaktadır ve bütün bu karmaşık sisteminde hücrelerimizin çekirdeğinde saklanmaktadır.Eğer hücre olmayacaksa mitokondrinin enerji üretmesi hangi amaca hizmet edecek. Hangi ulvi amaç uğruna golgi aygıtı, endoplazmik retikulum, çekirdek ve içindeki DNA,(doldur) gibi organeller biraraya geldi? Hücrenin en temel yapıtaşı olan proteinlerin rastlantısal olarak olarak sentezlenme ihtimali hemoglobin örneğinde 10^746 gibi bir rakam çıkıyor. Matematikte 10^50 de 1den küçük ihtimaller olasılıksız olarak nitelendiriliyorsa hayatın oluşumunu nasıl yorumlayacağız.Moleküler kararlılık aşama aşama bir gelişim sürecine girdi ve ananası,muzu,papağanı,zürafayı,sevgiyi,nefreti,özlemi ve zekayımı yarattı ? Peki neden polimer malzemeleri, bilgisayarı, kılıcı, tekerleği, kumaşı, camı oluşturmadı? Bunların oluşumu proteinin oluşumundan çok daha kolaydır. Neden hep canlı şeyler kendiliğinden oluştuda cansız şeyleri biz yaptık? Stonehengedeki taşların orada dikilmiş olmasını en eski insan yapısı olduğuna itiraz etmiyorsunuzda neden canlılığın yaratıldığına itiraz ediyorsunuz. Pekala kendiliğinden orada dikilmiş olma ihtimali yokmu? Akıl bize hayır diyor. Ama aynı akıl yaratılış sürecini 3-4 milyar yıllık bir sürece bağlayabiliyor
    5- Günümüz doğa koşullarında bitkiler pekçok kompleks bileşiği üretiyor. Hatta insanoğlu laboratuarlarda yeniden sentezlemektense bunları bitkilerden ekstrakte edip ya direkt kullanıyoruz veya başka bir sentez için arabasamak yapıyoruz. Bunlar bize mucize olarak gelmeyebilir ama ilkel dünya koşulları düşünüldüğünde bunlar gerçekten birer mucize. Unutulmamalıdırki bitkilerdeki klorofil insanlardaki hücrenin yapısından çok daha kompleks. İnsanlık hep bir gözlem içerisinde fotosentezin bütün basamaklarını biliyoruz, hücrenin bütün işleyişini biliyoruz ama sadece biliyoruz

    YanıtlaSil
  30. -SAYFA 4-

    “Diyelim ki, elli katlı bir gökdelen yapıyoruz. Bu gökdelen için, beton, çelik veya ne tür dayanıklı malzeme lazım ise, öncelikle ana iskeletinin olması gerekir. Sonra aynı binanın içinde, duvarlar, pencereler, elektrik tesisatları, su tesisatları, banyo ve lavabo, tuvalet giderleri için gerekli tesisatların, asansörlerin, yangın merdivenleri ve bir bina için akla gelebilecek yüzlerce kalem iş yapılır. Eğer biz, önce binanın, demir ve betondan oluşan ana yapısını yapıp, bitirir, daha sonra, duvarlarını örer, duvar işi bittikten sonra, elektrik işine girişir, binanı tüm elektrik tesisatı bittikten sonra, su tesisatı yapılır yani özetle, her bir kalem iş bitmeden diğerine başlanmazsa, bir binanın sahibine teslim edilmesi herhalde olması gerekenden iki kat fazla bir sürede olurdu. Halbuki, binanın varsayalım ki, ilk üç katının demir çelik ve betonlama işi bittiği anda, bu katlara ait ve aynı anda olmak üzere (tabii ki birbirlerini zorunlu takip eden işleri, göz ardı etmeden “mesela duvar örülmeden, çerçeve cam takılmayacağı gibi”) İnşaat dördüncü katın beton betonlarını dökerken, alt katlarda duvarlar çoktan örülmeye, örülen duvarlarda elektrik tesisatı için elektrik borularının geçeceği yerlerin kazılmasına, su tesisatının döşenmesine, merdivenlerin takılmasına başlanır. Böylece bina optimum zamanda bitirilir. ” Benim içinde çok güzel bir örnek teşekkür ederim.

    DNA yalnızca enzimlerin yardımıyla eşlenebilir. Fakat bu enzimlerin sentezide ancak DNAdaki bilgilerle yapılması gerekir.Birbirine bağımlı olduklarından eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisininde aynı anda varolması gerekir.SanDiego ün. Prof. Leslie Orgel’den alıntı yaparak noktalayayım. “Son derece komplex yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (DNA ve RNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmekte mümkün değildir.Dolayısıyla insan yaşamının kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır.” (Leslie E. Orgel The Origin of Life on Earth, Scientific American c.271 s.78 Ekim-1994)

    “Son cümle olarak, her jeolojik devir, bir sonrakine canlılık oluşumu için aşağı yukarı temel malzeme oluşturmuş görünmektedir.” Demişsiniz. Ben buna katılmıyorum. Hiç olmazsa böyle bir konuya agnostik davranmanızı beklerdim, kendi içinizde tutarlı olurdunuz. Neden ateistim isimli yazıda hayyam bey için yazdıklarımı burayada uygun gördüm.

    Şöyle bir düşünelim 15 milyar yıl önce Big Bangle birlikte evren oluşmaya başladı. Patlamadan sonra evrenin başlangıcındaki kaynayan çorbayı hayalen düşünün. Yaklaşık 5 milyar yaşındaki dünyanın ilk evresinden insanlığın oluşumuna kadar geçen sürede şuursuz atomlar vahşi doğa kuvvetleri altında hiçbir enzim katalizör veya o molekülün oluşması için gerekli olan ortam koşulu oluşturulmadan kimyasal kuvvetlerin etkisiyle biraraya gelerek komplex bileşikler ve bu komplex yapılarında biraraya gelerek aminoasitleri ve bunlarında düzenli bir sırayla biraraya gelerek proteinleri –uzatmayalım aradaki basamakları bir doktor veya biyolog sıralasın- ve en nihayetindede ilk hücreyi oluşturduğuna inanmamı bekliyorsunuz. Peki o zaman sorarım size insanoğlu bilimin zirvesindeyken son teknoloji laborutarlarımızda her türlü teknik donanıma, bilgiye ve zekaya, nanoteknolojiye ve CERN gibi Fermilab gibi dünyanın en gelişmiş bilim merkezlerine sahipken bizler kontrollü bir şekilde bile bir hücreyi neden yaratamıyoruz? Ama 5 milyar senede dünyanın yaşam için elverişli hale kendiliğinden geldiğine nasıl inanabiliriz? Bu akıl tutulması değilde nedir?

    YanıtlaSil
  31. -SAYFA 5-

    Ben son olarak dogmatik bilgi konusuna değinmek istiyorum. Yahudilik Hristiyanlık ve İslamiyetin –arada farklılıkları olsada – bize dogmatik bilgi olarak şunları aşılamışlardır. Kutsal kitaplar içinde yaratılışı en çok işleyen kitap Kuran’dır:

    (2.sure-117.ayet) Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da oluverir.

    (51.sure-47.ayet) Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz, (onu) genişleticiyiz.

    (7.sure-191.ayet) Kendileri yaratılıp dururken, hiç bir şeyi yaratamıyan şeyleri mi ortak koşuyorlar?

    (22.sure-47.ayet) Senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.

    Evrenin bir yaratılış anı vardır ve sonuda kesinlikle olacaktır. Evren yaratıldığı için zamanda sonsuzdan gelmediği ve sonu olduğu içinde zamanın namütenahi olmadığını söyler. Einstein çıkıpta evrenin genişlediğini, zamanında izafi bir kavram olduğunu söylemeyene kadar kimse bunları aklının ucundan bile geçirmiyordu. Ben –bak bunlar zaten Kuranda vardı, ilk biz bulduk- falan demiyorum. Yaratıcı neticeyi verir ve insan geliştikçe aslında o dogma dediğimiz bilgilere ulaşıyor. İzafiyet teorilerinden, kuantum mekaniğinden, Shrödinger denklemlerinden Lorentz dönüşümlerinin sonucu bizi dogmatik dediğimiz bir bilgiye ulaştırıyorsa ve biz inanmama tercihimizi kullanıyorsak buda bilimin dogmatik bakış açısı değilmidir? Bilim bize ne diyor: Dogmalara inanma. Peki şunuda soruyormu kendine acaba; bu kadar bilimsel verinin donesi bizi en başa döndürüyorsa bu ihtimal neden sorgulanmaya dahi tutulmadan bıçak gibi kesilip atılıyor. Dogmatik bilgilermi, kesinlikle evet. Fakat doğruluğu bugün bilim çevrelerince kabul görmüş hem teorik hesaplamalarla hemde gözleme dayalı verilerle ispatlanmış “dogmatik bilgiler”. Ben şuna inanıyorum Yaratıcının indirdiği ayetler var ki bunlar kutsal metinlerdir birde yarattığı ayetler vardır. Onlarda yaşamımız boyunca görüp duyduğumuz şahit olduğumuz gerçeklerdir. Bilim asıl insanın tekamülü içindir ama ben SONUÇLARINI Yaratıcının yarattığı ayetleri görmek içinde kullanıyorum.Şunuda samimiyetle söyleyebilirim sizin sunduğunuz teoriler evrim gibi, kozmik çorbadan bütün yaşamın çıktığı gibi bana müthiş uzak geliyor. Tabiiki bunlar inanç konusudur ve Yaratıcı bizi asla bir robot veya kuzu olarak yaratmadı inanıp inanmama özgürlüğüne sahibiz. Seçim bizim.

    Bu arada hayyam bey aynı dünya görüşünde olmasakta objektif davranarak erol beyin çıkarımlarına birkaç yorum yapabilirdiniz. Kusursuz bir yazımı olmuş sizce. Bilgiyi sorgulamadan kabul etmek dogmatik bir bakış açısı değilmidir?

    Not:Yazı boyunca kırıcı olmadan meramımı anlatmaya çalıştım ama bazen çatışmalarda bunlar kaçınılmaz oluyor. Şimdiden affola hayyam ve erol bey

    YanıtlaSil
  32. (Sayfa 13)

    Sayın Karkurdu,

    UZUN BİR GİRİŞ

    Ben de sizin uzun açıklamalarınız için teşekkür ederim. Fikirler farklı da olsa, bilgi birikimlerinizi, yazıyı yazarken düşünsel enerjinizi, bunun için verdiğiniz zamanı düşünürsek, bu bir emektir. Belki de, lise veya üniversite de bile bir ödevi, buraya yazdıklarımız kadar araştırarak, belli verilere dayandırarak ve de heyecanlarımızı katarak yaptığımızı söyleyemeyebiliriz. Bir başka deyişle, bu yazıları yazarken, en azından, okuduğumuz okullardaki ödev ve çalışmalarımız kadar hatta ondan daha fazla bilgi birikimlerimizi ve şevkimizi bu yazıları yazarak kullanıyoruz. Bu yazılarla, bizlere lisans, yüksek lisans veya doktora payesi vermiyorlar ama, karşılıklı düşünceleri ateşleyerek, boşlukta kalan olgu veya olayların üzerinde daha akıl ile gitmemizi sağlıyor. Tekrar etmek gerekirse burada bir emek veriyorsunuz.

    Diğer taraftan, yazınızın sonunda da yazdığınız gibi, ben de kırılacak bir şey olmadığını düşünüyorum. Çünkü, neden farklı düşündüğümüzü anlamak istiyoruz. Eğer ben çıkıp da “ben böyle düşünüyorum, böyle de inanıyorum, gerisi beni ilgilendirmez ve sonuç olarak senin dediklerin doğru değil dersem, böyle deyişimin nedeni, daha öte bilgimin olmadığındandır. Ve bu bilgi yetersizliğimi kabul etmediğim için, sizin karşınızda küçük düşmekten korktuğum içindir. Dolayısıyla, bu gibi hallerde bilgi, kişi tarafından bir çözüm için değil, küçüklükten itibaren yetiştirilme şeklimizdeki yetersizliğimizden dolayı, kişiliğimizin eksik taraflarını sahip olduğumuz bilgilerle kendimizi tamamlama çabasıdır. Yani sahip olduğumuz bilgiler, bilgi üretmek için değil, kişiliğimizi ayakta tutmak için malzemeler olmuştur artık. Bilgimizi, bir şeye çözüm getirmek için değil, saldırmak için kullanırız. Amaç doğruyu bulmak değil, karşımızdakini alt etmektir. Televizyonlardaki tartışmalarda, profesör unvanı almış kişiler bile, kendi bilgilerine karşı bir sav (tutarlı bir sav) ortaya konduğunda, saldırgan olabiliyorlar. Çünkü, bilmediğimizi kabul etmiyoruz. Bizler, karşımızdakinin bilmediğini gördüğümüzde, kişiyi ezmeye çalışıyoruz, kişiliğine saldırıyoruz. Bilmeyen o kişinin, bilgi dağarcığının o kadarla sınırlı olduğunu düşünürüz. Eğer bilmiyorsak, yeni bir bilginin o kişi tarafından edinileceğini düşünmeyiz. Geçmişte, bilim tarihinde sizin de bildiğiniz gibi, nice kişilerin bilimsel raporları yine uzman kişilerce reddedilmişlerdir. Söz gelimi, kuantum mekaniğinde büyük izi olan Heisenberg’in kuantum mekaniğine katkıda bulunan ve dahi kendisinin doktora sınavında onu sınayıp da unvan verecek profesörlerin bile bilmediği matris metodunu açıklamaya çalışacakken, oradaki bir profesörün Heisenberg’e konunun tamamen dışında olarak “volta pili nasıl çalışır?*” diye sorması, bilginin, başka bir bilgiyi ölçmesi için değil, kişilik eksikliği için soruyu soran profesörün konumunda olması gibidir. Volta pilinin nasıl yapıldığı veya çalıştığı konusu bizlere ortaokul hatta ilkokulda öğretildiği de bildiğiniz bir bilgidir elbette.

    YanıtlaSil
  33. (Sayfa 14)

    Ancak, Heisenberg’in volta pilinin nasıl çalıştığı konusunda bir fikrinin olmaması, o günkü sözlü doktora sınavını tehlikeye soktuğu ve kritik bir notla doktorasını vermiş olduğudur. Daha evvelki yazımda da ifade ettiğim gibi nice yeteneklerin bu şekilde harcanmasındaki dramdır. Ancak sizinle olan bu yazışmalarda, kişiliklerin değil bilgilerin karşılaştırılması bir o kadar önemlidir. Yapacağımız yegâne şey, aklımızın yatmadığı yerde, neden, niçin nasıl ve ne gibi soruları karşı tarafa sorup, bunun cevabını bulmaya çalışmaktır. Ama bu soru hakkımız, gerçekten de ve iyi niyetle karşılıklı olarak sahip olmamız gereken temel haklar olmalıdır diye düşünüyorum. Aksi halde, bilgiyi değil, kişilikleri yarıştırmış oluruz. Zaten ben de bilgilerimizi ortaya koyduğumuzu düşünüyorum.

    Diğer taraftan, Penrose’nin kitaplarını, daha Tübitak tarafından Türkçeye çevrilmeden çok 5-6 sene önce okudum. Poincare’nin kitaplarını okudum, Karl Popper’in iki kitabını okudum (Mesela yanlışlama kavramını oradan öğrendim) Hani derler ya senin yaşın müsait değil diye. Eh bu kadar yaşa gelince siz de boyunuzdan çok fazla kitabı, okuyor ama çok önemli bir şey okumakla kalmıyor sorguluyorsunuz da. Zaten siz de sorguladığınız için, eleştirel bakış açınızla cümlelerinizi ifade etmişsiniz. Sanırım burada da bir ayrıldığımız nokta olmadı.

    Dogmatik bilgi derken ben, sadece birilerinin (kıymetli bilim insanları) çıkarttığı bir formüle, doğru dahi olsa onun nasıl çıkartıldığını bilmeden sonuna kadar savunmak, bence, Galileo zamanındaki gibi yanlış inanç olan Dünya’nın evrenin merkezi olduğu düşüncesinden pek farklı değildir. Neden derseniz, eğer bir şeyi savunuyor olmak demek, o şeyle ilgili, o zamana kadar literatür veya uygulamadaki tüm bilgileri biliyor olmak gerekir diye düşünüyorum. Çünkü sadece sonuca bakarak karşı tarafa bir şeyleri savunursak, uçabildiğimiz kadar felsefe yapmaya başlarız. Hatta o formülün, modelin ortaya koyucusu bilim insanı veya formüllere çok iyi vakıf olan bir uzman yanımıza gelse de bize dönerek “hey arkadaşlar, bu formülü veya modeli bulan ben olduğum halde, hiç de sizin konuştuğunuz parametreleri içermiyor, nereden çıkartıyorsunuz bu doğru olmayan bilgileri” dese sizinle ben, o bilim insanına ne diyebilirdik? Sanırım ikimizin de yüzü kızarırdı. İşte tam burada, siz Penrose’den bahsedince kütüphanemden, çeviri kitaplarından Fiziğin Gizemi isimli kitabın 48. Sayfasını rastgele açtığımda orada Maxwell’in vektörel alan denklemlerini gördüm. Biliyoruz ki bu ve benzeri denklemlerin geçerliliği yıllar evvel kanıtlanmış. Yani sonucu doğru olarak veren bir denklem takımı. Ancak ben sadece bir uygulayıcı isem ve bu formülün nereden, nasıl, hangi argümanlarda hangi süreçten geçerek geldiğini bilmediğim müddetçe, formül çıkarımları doğru dahi olsa bu dogmatik bir bilgidir. Neden derseniz, siz, sadece denklemin nihai kullanımına dair sonuçlarından yorum yaparsanız, karşı tarafı doyuramazsınız. Bu neden böyle, bu neyle bağlantılı, peki öyle değil de şöyle olsaydı gibi onlarca soruya cevap verebiliyor olmak için, diferansiyel denklem sistemlerini bilmek gerekir ve siz de bana katılırsınız.

    YanıtlaSil
  34. (Sayfa 15)

    Çünkü böylece, soru soranın kafasındaki cevaplanmamış bir soru bırakmamış olursunuz. Aksi halde, bu formülün sadece uygulayıcısı bu sadece ve sadece teknikerlik yapmış olurduk diye düşünüyorum. Çünkü, teknikerler, sadece ellerine verilen değerlere göre doğru sonucu üretirler. Evet, sonuçta ürettikleri şey, doğrudur, doğru sonuç verir ancak, detayları kurcalamaya başladığımızda, orada takılırlar. Daha öteye gidemezler. Bunun nedeni, akıllarının almadığı için değil elbette, çünkü o kişi hayatını, zaten var olan kavramlardan ve üretime doğrudan bir katkıda bulunarak yapar. Bunu, mukavemet hesabı yapılmış bir kolonu beton ve demir profillerle dökerken, beton ustasının, nereye ne kadar beton döküleceğini kendisine verilen projede vardır ve ona göre malzeme kullanır. Ancak bu beton ustasına, bu kolonla ilgili mukavemet hesaplarını sorduğumuzda, bu konuda bilgisi yoktur. Onun size vereceği cevap, bak arkadaş, ben buradaki hesapların ne olduğunu bilmiyorum, bana ne verirlerse ben onun uygulayıcısıyım, seni ikna edemem, eğer, bina bittiğinde gelirsen, bu kolonun bunca yükü çekip çekmediğini görürsün der. Siz de oradan, bir uygulayıcının söylediği sözlere ya inanırsınız ya da araştırırsınız. Mesela ben, mekanik, kaya mekaniği okudum, ben binalardaki mukavemet hesaplarını bilmem. Temel prensiplerini biliyorum ama detayları bilmiyorum. İşte sadece birisi öyle dedi diye savunduğumuz bilgiler dogmatiktir. Dediğim gibi bu bilgi doğru da olabilir yanlış da. Altmışlı yıllarda ne ayda ne de başka gezegenlerde su olmadığına inanılırdı. Ben de ne duyduysam, masaya onu getirir onu tartışırdım. Ama şimdi, ay dahil, mars dahil, kuyruklu yıldızlarda su olduğunu ifade ediyorlar. Özetle, bir konu hakkında size sorabileceğim soruları tutarlı ve doyurucu olarak ifade ettiğinizde ben de sizin yanınızdan bilgi ile bezenmiş ve tatmin olmuş olarak ayrılırım. İşte bu tür bilgi, dogmatik bilgi değildir. Dogmatik olmayan bilgiler bizi araştırmaya sevk eder. Aksi halde, ayda su yok diyen kişinin dediğine bakar, gerisini araştırmazdık (tabii ki kendimi değil, araştıranları kastediyorum). Diyeceksiniz ki, her şeyi bilme imkânımız olabilir mi? Hele bilim ve teknolojinin artık nerelere gittiğinin bile tam bilmediğimiz bir ortamda böyle bir şeyin mümkün olmadığını ben de biliyorum. Benim demek istediğim, sadece birisi dedi diye ve hatta bir kitapta sadece ve sadece sonuca bakarak (sonuçlar doğru bile olsa) bu sonuçlara bakarak, yapılabilecek en uygun davranış, sonucun sınırlarını aşmayacak kadar fikir üretmenin daha makul olduğudur. Benim demek istediğim şudur. Eğer bir şeyi, sonuna kadar savunuyorsak, onunla ilgili argümanları da sonuna kadar bilmemiz gerektiğidir. Aksi halde felsefe yapar dururuz. İşin bir başka tarafı da, bana sorduğunuz soruyu o an için bilemeyebilirim. Hatta ortaya koyduğunuz sav, benim savımı çürütmüş bile olabilir. Böyle bir durumda, bana üstün geldiğiniz düşüncesiyle hareket edip ne siz sevinmelisiniz, ne de ben yenildiğimi düşünüp üzülmeliyim. Peki ne yapmalıyım, daha da araştırmalıyım. Yapacağım doğru şey bu olacaktır. Diğer bir deyişle, eğer size gelen sorular, sonuç olarak elde ettiğiniz bilgileri aşıyor ve detaya giriyorsa, bu durumda, artık sadece söze dayalı değil, gerekiyorsa o formülün nasıl çıkarıldığı, hangi parametrenin ne anlama geldiğini, neden türevini alıp da integralinin almadığımı açıklayacak kadar öğrenip, soruyu soran ve o zaman için cevaplayamadığımız kişiye de üslubuyla cevabımızı veririz. Tatmin eden de bu olur. Aksi halde, maç yorumcuları gibi, bir siz söylersiniz bir ben söylerim. Hani derler ya “torba değil ki büzesin”.

    YanıtlaSil
  35. (Sayfa 16)

    Zaten siz de Penros’un kitabını örnek gösterdiğinize göre, oradaki formülasyonları ve oradaki sonuçların o kitabın dışındaki kaynaklardan nasıl elde edildiğini zaten bildiğinizi düşünüyorum. İtiraf edeyim ki ve beni lütfen ukala olarak değerlendirmezseniz, gerek adi diferansiyel denklemlerim gerekse kısmi türevli diferansiyel denklemlerden tam puan alarak ve idrak ederek geçtim. Dolayısıyla, Penrose’nın kitabındaki Maxwell denklemlerini elbette ki yorumlarım. Keza, özel görelilik formüllerini yorumlarım. Ama Genel görelilik ile modellerini, itiraf edeyim ki bilmiyorum. İzafiyet teorisi nedir diye yıllar evvel başladığım okumaya, özel göreliliği öğrenip, genel görelilik zor geldiği için (anlayamayacağım için değil) bırakıp başka bir alanla ilgilendiğimi hatırlıyorum. O zamandan bu zamana kadar da heyecanlanıp da Genel Göreliliğe bakmadığımı söylersen doğruyu söylemiş olurum. İşte tam da burada, Özel görelilik benim için daha detaylı bildiğim bir konu iken, Genel görelilik için, bildiğim sonuçlara bakarak sadece laf üretirim. Onun içindir ki, Genel görelilik ile ilgili konuşurken daha temkinli olurum, anlatmak yerine sorarım. Çünkü, onu yani o formülleri biri dediği için biliyorumdur. Ne olduğunu, nasıl olduğunu, neden olduğu hakkında fazla fikrim yoktur. Yine Penros’un kitabını karıştırırken, sayfa 133’te Hilbert uzayı başlıklı bir sayfayı gördüm. Kitabı yıllar evvel okuduğum halde, itiraf ediyorum, vektörleri de bildiğim halde, oradaki formülasyonlarının nasıl çıkarılıp da oraya konduğu hakkında, en ufak bir fikrim yok. Sayfayı okuyup sadece, oradaki sonuçları birilerine anlatırsam, dogmatik bilgiyi transfer etmişim demektir. Yüksek matematik gördüğüm ve eski dahi olsa bazı bilgileri yeniden hatırlamak için eski kaynaklarımı karıştırıp size bildiklerimi rahatlıkla anlatırken (ama bilerek anlatırken) bana Hilbert uzayı ile ilgili detay sorduğunuzda apışıp kalırım. Çünkü bilmiyorum. Eğer sadece sonucunu bildiğim ancak detayları hakkında bilmediğim bir konu hakkında, zaten bilmeyen birisine bir şeyler anlatmaya başlarsam, üretebildiğim kadar cümle üretirim. Karşımdaki de vay canına, ne kadar çok biliyor der. İşin ilginç tarafı, bir müddet sonra ben de inanmaya başlarım. Nereye kadar laf üretebilirim biliyor musunuz, ta ki, o konuda işin özünü formüllerini ve işin felsefesini bilen bir kişiye rastlayıncaya kadar. Yine, söz gelimi, görelilikte ışık hızından bahsediyorsam, ışık hızının nasıl ölçüldüğünü, felsefesi dahil biliyor olmam lazım. Biliyor olmalıyım ki, size gerçekten anlatabileyim. Hatta, başka birine anlatırken dahi işin uzmanı yanıma geldiğinde, bildiklerimden emin olarak yine kime anlatıyorsam anlatmaya devam edebileyim. Mesela matematikle ilgilendiğim halde matematiğin bir dalı olan topojiyi bilmem. Topoloji benim için dogmadır. Sadece sonuçlarına bakar, sonuçlarını söylerim. Ama sonuçlarını biliyor olmam demek, topolojinin ne olduğunu biliyor olmak demek değildir. Bu uzun girişi özetlersem, sizin yazınızdaki emeğin farkında olduğumuz, bu tür yazıların kırıcı değil, olsa olsa aydınlatıcı olduğunu, çünkü karşılıklı olarak çok şey öğrenildiğini ve de dogmatik bilgiler ile güzel bir felsefe yapıldığı ama esas noktaları, aydınlatmadan örttüğünü ifade etmeye çalıştım.

    Şimdi sırasıyla, öncelikle, bir evvelki yazıda, kendimi anlatamadığım konuları biraz daha açarak, daha sonra ise, itirazlarınızı ilgili başlıklar altında yazmaya çalışacağım.

    YanıtlaSil
  36. (Sayfa 17)

    A4 KÂĞIDI MESELESİ NEDİR?

    A4 kâğıdı konusunu okurken, sanırım hızlı bir geçiş yapmışsınız. Bazı yerleri tekrar etmeme izin veriniz lütfen. Tabii ki bu arada, benden kaynaklanan eksik anlatma söz konusu ise bu vesile ile gidermiş olacağım.
    Hatırlarsanız, öncelikle, anahtarını karanlıkta kaybeden adamın bilinen fıkrasını anlatmıştım. Burada anlatılmak istediğim, eğer bir şeyi bulmak istiyorsak, sadece bildiklerimizle aradığımız şeyi bulamayacağımızı anlatmaktı. Eğer sadece gerçekleri sadece bildiklerimiz çerçevesinde irdelersek hataya düşebileceğimizdi. Aksi halde, fıkradaki gibi, aydınlık olan kısım sadece bizim, problemi çözmeye çalıştığımız kısım olur ama çözüm, bizim bilgi alanımızın dışında olursa bir çözüm için debelenip duracağımızdı.

    KÂĞIT KATLAMA OLAYI
    Kâğıt katlama örneğini yanlış anlamışsınız. Kâğıttaki hidrojenin de, kâğıdı katlaya katlaya bölünmeyeceğini zaten biliyoruz.
    Benim amacım, gerek fıkrayı anlatırken, gerekse kağıt katlama örneği ile, eğer bir probleme tek bir parametre ile bakarsak, nasıl bir hataya düşebileceğimizi göstermekti. Yeri gelmişken hemen tekrarlıyorum ve üzerine basarak söylüyorum. Siz diyorsunuz ki, tesadüf kavramını gündeme getirerek, hemoglobinin oluşma ihtimali olarak 1/ 20^574” değerini ortaya koyuyor ve sonra da bu olasılığın çok küçük olduğunu söyleyip, hemoglobinin böyle bir tesadüfün bir eseri olamayacağını söylüyorsunuz. Öyle değil mi? Burada sizinle çatıştığımız bir nokta yok ki. Ben de sizinle aynı şekilde düşünüyorum. Siz, buradan, devam ediyorsunuz ve diyorsunuz ki, o halde, hemoglobin, bu tesadüfün bir eseri olamayacağına göre, hemoglobini Tanrı yaratmış olmalıdır diyorsunuz. Bu da tamam değil mi? Şimdi, ben de diyorum ki, sizin yukarıdaki olasılık hesabınızı, gözden geçirmekte yarar olduğunu söylüyorum. Yani böyle bir olasılık hesabını doğaya uygularken (amino asitlerinin kastediyorum) siz olayı sadece bir olasılık hesabı olarak görüp de, çözümü gökte ararken, ben de diyorum ki, hemoglobinin oluşumu sizin dediğiniz gibi düşük olasılık değeri değil, (yüksek olasılık, olabilirliği, düşük olasılık olamayabilirliği göstermek üzere) maddenin yapısından kaynaklanan özelliklerinden dolayı, bir hemoglobinin oluşma olasılığının çok daha yüksek olabileceğini söylemek istiyorum. Yani siz, olaya sadece bir matematik gözüyle bakıp ve olayın imkânsız olduğunu düşünüp tek bir parametreye dayanıp, işin kimyaya bağlı diğer süreçlerini göz ardı edip, kağıdı katlaya katlaya güneşin bilmem kaç kez olan mesafesi kalınlığında elde eden bir kişi konumunda gibi görünüyorsunuz demek istiyorum.


    YanıtlaSil
  37. (Sayfa 18)

    Ben de diyorum ki, hey, bir dakika bu iş sadece sayısal değildir, kimyasal bir seri işlemler de devreye girdiğini söyleyerek, katlama işi sonucunda elde edilen 2^64 değeri gibi sizin 1/ 20^574” oranının sayısal olarak doğru gibi görünürken, aslında bu sayıları, başka parametreleri dâhil etmeden, sadece bu sayılara bakarak her ikisinin de doğru olmadığını söylemek istiyorum. Tekrarlıyorum, diyorum ki, 1/ 20^574” oranına bakarak, işi hemen yukarıya havale etmeyiniz. Aksine, sayıların dışında hangi süreçlerin devreye girdiğini görmek için, maddenin kendisine bakınız. Eğer maddenin içine bakmazsanız, 2^64 sayısının ne kadar mesafe olduğunu hesaplamaktan mutlu olan ama bu kadar mesafeye kâğıdın içindeki hidrojen atomlarının yetmediğini (kağıdın hepsinin hidrojen atomu olduğunu varsayıyoruz) yani kağıttaki hidrojenlerin hepi topu 63 km.lik mesafeye ulaşacak kadar bir zincir oluşturduğunu göremeyen kişi konumuna düşeriz. Umarım şimdi daha açık anlatabilmişimdir. Şu halde, aşağıda da hep aynı şeyi tekrarlayacağım.

    Tekrarlamaktan üşenmiyorum. Bildiğiniz üzere bir kâğıdı her katladığınızda, kalınlığı giderek artar. İsterseniz, bilmeyen bir arkadaşınıza, bir A4 kağıdını önce bire, sonra ikiye…ve son olarak altmış dörde katladığınızda, kalınlığın ne kadar olacağını sorunuz. Göreceksiniz ki, arkadaşınız, (tabii ki, arkadaşınızın kâğıt katlama konusunu gerçekten bilmediğini varsayıyoruz) size zihnin idrak edebileceği bir kalınlık verecektir. Mesela 3 metre diyecektir. Veya başka birisi haydi desin desin 20 metre diyecektir. Çünkü, bilmeyenler için bu tür konular, zihnin algısı dışında kalırlar. Sonra, arkadaşınıza, fonksiyonel bir hesap makinesi verin de 2^64’ün ne miktar bir değer olduklarını hesapladığını gördüğünde vay canına hiç de böyle düşünmemiştim diyeceklerdir. Daha sonra siz, bu mesafenin, Güneş ile Dünya veya benzeri mesafelerle mukayese ettiğinizde, daha da şaşıracaklardır. Daha sonra, arkadaşınızın yüzüne bakınız ve size bir itiraz gelmesini bekleyiniz. Böyle bir itiraz, göreceksiniz ki soruyu sordunuz birçok arkadaşınızdan sadece bir kişiden gelecektir. Gelmesi gereken itiraz, bildiğiniz gibi, bırakınız kâğıdın verilen miktar kadar katlanıp katlanmadığını, kâğıdın malzemesini oluşturan atomları yan yana dizsek, 2^64 ile hesap edilen mesafeye ulaşıp ulaşmayacağıdır. Özetle, arkadaşınız problemi çözdüğünü düşünecek ama gerçekten uzak bir çözüm olarak, konuyu diğer detaylarıyla irdelemeden, yanlış bir bilgiyi zihnine yerleştirecektir. Ama dediğim gibi, böyle bir soruyu hiç bilmeyen kişilere soracaksınız. Elbette ki hepsi bilemez demiyorum. Ama genelde, probleme tek bir bakış açısıyla bakar ve bu yanılgıya düşeriz onu demek istiyorum

    Elbette ki, kâğıdı oluşturan, malzemenin moleküler yapısına göre bu mesafe değişebilir. Ama hiçbir zaman, hesap edilen mesafeye değil ulaşmak, kıyısından dahi geçmeyecektir. Bildiğiniz üzere, A4 formatındaki bir kâğıdın kalınlığı 1 milimetre olmadığı için, varsayalım ki tüm kâğıt hidrojen atomundan oluşmuş bile olsa, aslında size dediğim gibi 63 küsur kilometre bile yapmaz. Yani, atomları yan yana dizdiğimde belli bir mesafenin daha ötesi bir mesafe olamayacağını ve bunun da 63 kilometre gibi bir mesafe olabileceğini (1 mm kalınlıklı A4 için) söylemekle, atomları, sizin dediğiniz gibi, bölmediğimi burada tekrarlamış oluyorum. Yazdıklarımı, tekrar okuduğunuzda, anlatmak istediğim konuyu burada yinelediğimi göreceksiniz. Ama, gerek yok, zaten burada, kendimi anlatamadığımı, yani taksiratın bende olduğunu kabul ediyor ve burada olduğu gibi, bir tekrar yapmış oluyorum. Sanırım, burada aynı fikirdeyiz.

    YanıtlaSil
  38. (Sayfa 19)

    Ben neyi anlatmak istiyorum. Tekrar hikâyenin başına döneyim. Fıkrayla bağlantılı olarak ne demiştim? Demiştim ki, eğer bir çözüm, tek bir disiplini değil, birden fazla disiplini ilgilendiriyorsa, sadece bildiğimiz disiplin bizi çözüme götürmez, gerekiyorsa, ekip olarak çalışmak gerekir, demiştim.

    Hani birçok arkadaşınıza sordunuz da, onlar da, problemi sadece hesap makinesinde çözerek, sonucu görüp ve de şaşırıp, “vay canına” demişlerdi ya, öyle değil mi? İşte, o kişilerden çok azı, “yahu, bu kadar katlamayı yaptığımızı varsayalım ama bu kâğıdın içindeki atomları yan yana dizsek, 2^64 sonucu elde edilen mesafe kadar mesafeyi elde edecek kadar atom var mı diyebilecek kaç kişi bulacaksınız? Tekrarlamak istiyorum, burada soruyu sorduğunuz kişilerin, yetersiz olduğu anlamını asla söylemek istemiyorum. Söylemek istediğim, bu tür yanılgıların ve tek boyutuyla düşünmenin hemen her insanda olduğunu söylemeye çalışıyorum. Ancak eğer (soruyu daha evvel hiç duymamış) , bütün arkadaşlarınızın hepsinin de bunu layıkıyla cevaplayacağını, yani, sadece hesaplamakla kalmıyor, aynı zamanda, kâğıdın içindeki atomlarında 2^64’lük mesafeyi doldurup doldurmayacağını sorguluyorsa, (tabii ki siz herhangi bir hatırlatma yapmadan) o zaman, yazımın bundan sonrasını, lütfen hiç okumayınız ve bundan sonraki yazacaklarım için, doğru dahi olsa, bir yorumda bulunmayınız. Çünkü, zaten, çok iyi bir grubun ferdi olduğunuzu belgelemiş ve nihayetinde, benim buradaki tartışmamın bir anlamı kalmamış olacaktır. Diğer bir ifade ile, size burada yazacaklarımın değersiz bilgiler olarak addedeceksinizdir.

    Eğer okumaya devam ediyor ve ola ki, yazdıklarıma, şu veya bu şekilde bir cevap vermeyi düşünüyor ve de veriyorsanız, o zaman, yazdıklarım sizi ilgilendiriyor demektir.

    Şu ki, kâğıt katlama olayında, birçok kişi (bunun üniversite okumuşlukla bir ilgisi yoktur) kaba tabirle bu zokayı yutar. Peki, bunun çeşitli disiplinlerle ne alakası var. Şu alakası var. Eğer bu olayı sadece ve sadece bir matematik hesabı olarak ele alır, sonucunu hesaplarsanız, sonuç doğrudur. Peki, fizik olarak doğru mudur? Kesinlikle hayır. İşte, eğer bir kişi, problemi matematik olarak çözdüğünü düşünür ve kendinden emin olarak ve de tebessüm ederek gönül rahatlığıyla bir kenara çekilirse ve de bulduğu sonuçta ısrarcı olursa, anahtarı aydınlık alanda (sadece matematik hesap yaparak) aramaya benzer ama çözüm, karanlık alandadır. (bilmediği fizik)

    YanıtlaSil
  39. (Sayfa 20)

    Gördüğünüz gibi ben Hidrojen atomunu 621000 parçaya bölmüyorum. Problemi sadece matematik olarak gören zihniyet bölmektedir. Sanırım ifade edebilmişimdir. Hani, mahkemede savunma yapan avukatlar için, “karşı tarafa cevabını bilmediğin soru sorma derler” ben de ifade ederken hidrojen atomunu bölmediğimi, konunun, okuyucu tarafından biraz hızlı geçildiğini ifade etmek istiyorum.

    Hatta yine bildiğiniz gibi, George Gamow’un 1-2-3 Sonsuz isimli kitabında şöyle bir soru vardır. Eğer bir odada, iki kişinin doğum tarihinin (sadece gün ve ay olarak) % 99 olasılıkla (%100 değil) aynı olması için odada en az kaç kişi olmalıdır? Bu ve benzeri sorularla karşılaştığımızda, çözüm değerinden çok uzak değerler söyleriz. Hâlbuki doğru sonucu gördüğümüzde, sezgilerimizin bizi nasıl yanılttığını görürüz. Buna cevap verecek kişi, bir senede 365 gün var hesabıyla 300 günden fazla sayılarla düşünürken, bunun 57 kişi olduğunu şaşarak hesaplarız.

    Espri mahiyetinde bir soru sorayım. Bildiğiniz üzere, Dünya’nın kendine göre bir ağırlığı var. Ve üzerinde insan nüfusu giderek artmaktadır. Peki, o zaman sorum şu: Dünyanın ağırlığı da, yeni doğan insanlarla artıyor mu? Simdi bu soruyu okuyan bir kişi, “ee peki ama, ölenler de var” dediği zaman bile, cevaptan hala uzak ve de problemi, zihnin şartlanmış mekanizması ile çözmeye çalışıyor demektir. Çünkü, ölenlere rağmen, doğum oranı fazla olduğundan, dünya nüfusu artmaktadır. Bakınız, bu soru bile, insanı kısa bir süre bile olsa şaşırtır.

    Şimdi gelelim, sadede. Tekrar ederek diyorum ki, bir problem tek bir disipline veya tek bir parametreye bağlı olarak çözülmüş gibi görünebilir. Buna bağlı olarak da yanlış kararlar verebiliriz. Bu durumda, şüpheci davranmakta yarar var. Benim bütün dediğim bu. Dolayısıyla, Anoloji zaman zaman insanı yanıltır diye benim sözümü bana karşı kullanmışsınız ya, şimdi ne demek istediğimi daha iyi anlatmaya çalışacağım.

    SAYISAL LOTO

    Bildiğiniz üzere sayısal lotoda 49 top mevcuttur. ( 54 lü olan da var ama biz 49 lu ile ilgileniyoruz). Bu toplar, bildiğimiz kadarıyla, noter huzurunda tartılıyorlar. Amaç, bu topların eşit ağırlıklı olması, herhangi hile veya benzeri bir olayın, işin içine karışmadığını belgelemek ve dolayısıyla güven ortamı yaratmaktır. Lafı biraz uzatacağım ama, noter bu işten hiçbir şey anlamaz. O sadece, topları tartar, eşit ise, o topların adil olduğuna dair belgeyi imzalar. Anladığı da odur. Ancaaaaakkk, peki topların, döndürülme momentumları ne olacak, jiroskopik etkilerinin aynı olup olmadığını noter getirdiği hangi cihazla ölçüyor? Momentumları aynı olduğu halde, topların yoğunluk dağılımın homojen olduğu ne malum? Yani, aynı momentumu, farklı yoğunluk dağılımı ile de elde edebilirsiniz. Topların tam küre olduğunu, noter göz kararı mı ölçüyor?

    YanıtlaSil
  40. (Sayfa 21)

    Peki topların yapıldığı malzeme? Size abartılı mı geliyor bilmiyorum ama, aslında orada bir fizikçi ve hangi başka disiplinleri ilgilendiriyorsa o bilgiye sahip uzmanların da bulunması gerekir. Çünkü, bu topların eşit olasılıkta gelmesi için bu ve benzeri tüm parametrelerin dikkate alınması gerekir. Ne dersiniz? Noter ne anlar bunlardan?. Neyse, biraz renk olsun diye yazayım dedim.

    Lotoya devam edeyim. Yine bildiğiniz üzere 49 adet topun geri atımsız olarak ve de sırasının ne olduğu dikkate alınmadan kombinasyonunu (permütasyonunu değil) hesapladığımızda o bilinen malum sonuç olan 13.983.816 sayısını elde ediyoruz. Buraya kadar bir itirazınız yoktur sanırım. Bu arada, dindar arkadaşlarımızın bazıları, talih oyunları veya benzeri şeyleri, düşünüşlerine uygun görmedikleri için oynamadıklarını ifade ederler. Zaten ben de oynansa da, oynanmasa da bilindik bir örnek olsun diye ele aldım. Empoze ettiğim bir şey olmadığını ifade etmek istiyorum

    Görülüyor ki, bizim bayiden oynadığımız tek kolonda bulunan altı adet sayının, gelme ihtimali 1/13.983.816’dır.

    Şimdi de, sizin yukarıda, heyecanla savunduğunuz olasılıkları da buraya bir kopyalayayım.

    “Bir amino asidin doğru yerde olma olasılığı: 1/20
    İki amino asidin doğru dizilme olasılığı: (1/20)x(1/20)
    Üç amino asidin doğru dizilme olasılığı: (1/20)x(1/20)x(1/20)
    574 amino asidin (hemoglobin) doğru dizilme olasılığı: 1/ 20^574”

    Şimdi şunu söylemek istiyorum. Loto çekilişi için kullanılan 49 adet topu, içinden çekildiği döner kafese koyup da, içinden rastgele 6 adet topu 1/13.983.816 olasılıkla çekmekle, sizin amino asitleri aynı döner kafesin içine koyup 1/ 20^574 olasılıkla hemoglobin oluşturacak sayıda çekme mekanizması arasında ne fark var? Bakınız, olasılık oranlarını sormuyorum, benim sorduğum bu seçimin kullandığı mekanizmanın aynı olup olmadığıdır. Yoksa, sonuçların farklı olduğunu elbette ki görüyorum. Sadece ve sadece mekanizmasını soruyorum. Yani, lotonun toplarını döner kafese atıp da, topları döndürüp döndürüp altı adet topun çıkması ile, aynı kafese sizin amino asitleri atıp da döndürüp döndürüp, amino asit sıralamasının beklediğiniz şekilde olmasının mekanizma olarak ne farkının olduğunu soruyorum. Hiçbir fark olmadığını görüyoruz. Sanırım burada bir itirazınız yok. Hatta, siz bu 1/20^574 ihtimali nereden buldu iseniz, bu ihtimalin de doğru olduğunu kabul ediyorum sizinle tamamı tamamına aynı fikirdeyim. Buraya kadar tamam değil mi? Sanırım tamamız.

    YanıtlaSil
  41. (Sayfa 22)

    Sizin itiraz ettiğiniz nokta şu: Siz diyorsunuz ki, bu kadar düşük bir olasılık ile bu amino asitler yan yana gelerek bir hemoglobini oluşturmaz. Hatta, bununla ilgili de bana bir sürü örnek göstermişsiniz. Bunu diyorsunuz değil mi? Eğer yanlış anladı isem lütfen söyleyiniz ki, ben de yanlışımdan döneyim. Sanırım sizi doğru anladım. O halde. Burada da bir problem yok. Bu savı, unutmadığımı, konular üzerinde irdeleme yaparken zaman zaman kendime hatırlatmak için tekrarlayacağım.

    İsterseniz şimdi geliniz. Olayı kocaman kocaman daha doğrusu olmayacak kadar küçük olasılıklar yerine yine benim şu cefakâr ve vefakar denkleme dönelim.
    Hatırlarsanız denklem aşağıdaki gibi idi.

    NaCl + H(2)SO(4)------> NaHSO(4) + HCl

    Ben, örneklememi daha kolay yapacağımız düşündüğüm bu denklem üzerinden yapmak istiyorum. Sanırım buna itirazınız olamaz. Eğer itiraz ederseniz, ben de size, “iyi güzel de, madem ki, hemoglobinleri Tanrı yarattığına inanıyorsunuz da, benim denklemdeki maddelerin Tanrı tarafından yaratılmadığını mı söylemek istiyorsunuz diye ben de size sorarım. Aradaki fark, birinin canlı olması diğerinin cansız olması da diyemezsiniz. Bu durumda, canlı da olsa, cansız da olsa, hepsini aynı yüce güç yarattı ise aynı gerekçeyi gösteririm. Bunun anlamı, hangi denklem olursa olsun hepsini örneğimizin bir parçasını kullanabiliriz demektir. Çünkü canlıya saygı duyup da, (hemoglobini kastediyorum), cansıza saygı duymayacağımız için (denkleme konu malzemeleri kastediyorum) bu denklemi kullanamayız diye bir kısıt yok. Öyle değil mi? Sanırım buna da bir itirazınız olmayacaktır. Ama ben Tanrı konusunu bu paragraftan sonra bir kenara koyalım istiyorum. Zaten sizinle de tartışma konumuz, sadece ve sadece sizin yazdığınız bu çok düşük ihtimaller üzerinedir. Başka bir şey üzerine değil. Yani, sizinle, Tanrı vardır veya yoktur gibi bir tartışmaya girmeyeceğim. Sayın Hayyam bu konuyla ilgili epey bir yükü almış zaten.

    Evet ne demiştik?. Sizin zaten çok düşük olasılık olduğu için olmayacağını ve dolayısıyla yaratılmış olması gerektiğini söylediğiniz amino asit yerine benim denklemi kullanacağız. (Nereden benim denklem oluyorsa :)

    Şaka bir yana, tabii ki, anlatacaklarımı uzun polimerler üzerinden anlatmak yerine, daha kolay anlatım yolu olduğuna inandığım için bu denklemi kullanıyorum. Başka bir nedeni yok.

    YanıtlaSil
  42. (Sayfa 23)

    Ancak benim denkleme geçmeden önce, loto çekilişinin yapıldığı bildiğimiz döner kafesin içine yine benim meşhur bilyelerden çeşitli renklerde olanlardan atmak istiyorum. Merak etmeyin, öyle hesap filan gibi bir şey de yapmayacağım. Açık ve net olacak.

    Döner kafesin içine 1 adet beyaz (B), 1 adet kırmızı (K), 2 adet sarı (S), 1 adet mavi (M), 4 adet de pembe (P) yani toplam olarak 9 adet top var. Şimdi bu topları, lotonun çekildiği döner kafesin içine atıyorum.

    Benim ilgilendiğim, sadece döner kafesten gelecek olan ilk 7 topun renklerinin ne olduğudur. Gerisi beni ilgilendirmiyor. Yani deneyi defalarca tekrarladığımda, sadece ilk 7 topun ne geldiği ile ilgileneceğim. Bunun anlamı, deney başlamadan önce, yukarıdaki renklerde topların döner kafesin içinde olduğu, kafes döndürüldükten sonra sadece 7 adedi ile ilgilendiğimdir. Her deney bitiminde kafeste 2 adet top kalacaktır. Ben, yeni bir deneye başlamak için, elimdeki 7 adet topu kafesin içine tekrar atacağım ve deney, kafesin içindeki 9 adet topla tekrarlanacak. Deney bundan ibaret.


    Şimdi, toplar, kafes dönerken, toplar da içinde dönüyorlar. Kafes durduğunda, 7 adet topun önümdeki kutunun içine şu sırada olmak üzere döküldüğünü görüyorum. BSMPPPP. Bunu bir kenara not ediyorum. Sonra. Dışarıdaki bu 7 adet topu yine çekilişin yapıldığı döner kafesin içine atıyoruz. (Kafesten, sadece 7 top aldığımızı ve kafesin içinde 2 top daha olduğunu, yani toplamda 9 adet top olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla, kafesin içinde her daim toplam 9 adet top bulunduğunu hatırlatayım) Kafes dönüyor dönüyor bu defa da şu dizilimdeki 7 top elde ediliyor: BSMPPPP. Tesadüfe bakın ki, bu dizilim de bir evvelkinin aynısı. Şaşırıp kalıyoruz. Siz olsaydınız şaşırmaz mıydınız? Şaşırırdınız elbette ki. Bu işte bir keramet var deyip deneyimize yine devam edelim. Yine dışarıdaki 7 adet topu kafese geri atıyoruz ve kafes, içindeki 9 topla beraber döndükten sonra, kafesten dökülen toplara tekrar bakıyoruz ve yine BSMPPPP dizilimini görünce şaşkınlığımız bir kere daha artıyor. Bu topların hileli olduğunu düşünüyor ve çekilişi durdurup tüm topları güzel bir incelemeden geçiriyoruz. Hayret ki en ufak bir fark yok. Toplardaki tek fark, üzerindeki renkler. Onun dışında her şey aynı. Vardır bunda bir keramet deyip çekilişe devam ediyoruz. Tüm toplar, kafesin içinde tekrar dönüyor ve ilk 7 top yine kutuya döküldüğünde, yine BSMPPPP sırlamasıyla geliyor. Ben inat ediyorum, çekilişi 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12,….100, 101…..nihayetinde 1000 defa deniyorum ama sonuç hep aynı. Yani, toplar, BSMPPPP sırasında dökülüyorlar. Şimdi size soruyorum. Hiç böyle bir çekiliş olur mu? Artık varın siz hesap edin böyle bir şeyin olasılığını. Hatta, bu deneyi öyle bir çok yaparsınız ki, amino asit hesabı olarak gösterdiğiniz : 1/ 20^574” değerinden bile yukarıda bir değere ulaşırsınız. Örnek olarak deneyi öyle bir tekrarlayın ki, değil : 1/ 20^574”, : 1/ 20^574574547574” gibi abuk sabuk bir değer çıksın. Deneyi tekrar etmemize bir yasak koyan yok nasıl olsa.

    YanıtlaSil
  43. (Sayfa 24)

    Görülüyor ki, benim deneyin sonucu olarak elde ettiğim olma olasılığı, sizin amino asit diziliminin oranını hayli hayli geçti. Yani çooook düşük bir olasılığa ulaştık. Hatta isterseniz, aynı deneyi defalarca tekrarlayıp defalarca aynı sonucu elde ettiğimizi görenler, bize deli demesin diye bu deneyi sizin deneydeki ŞUURSUZ kişilere yaptıralım.

    BİZİM CEFAKÂR DENKLEM

    Görülüyor ki, buradaki hesaplar, çekilişin nasıl yapıldığı konusu ile sizin amino asit konusundaki mekanizma ile bire bir aynı. Zaten mekanizmanın aynı olduğu konusunda sizinle hemfikir kalmıştık. Ha, bu arada, sizin dediğiniz gibi, 1/ 20^574 gibi bir ihtimalle, amino asitlerin yayana dizilmesinin imkansız olacağını ve dolayısıyla böyle bir amino asit sırlamasının bir yaratıcı tarafından olacağını söylemiştiniz. Zaten ben de bunu unutmuş değilim. Aramızdaki tek fark, siz böyle bir ihtimalin olamayacağına bakarak bu olayı Tanrıya atfederken, ben, “heeey bir dakika, bu olayla ilgili inceleyeceğimiz şeyler daha bitmedi ki, deyip bu olayın olmazlığının sebeplerini maddenin kendi yapıtaşlarında arıyorum. Yani siz göklerde ararken ben yerde arıyorum. İnanın tek fark bu. Ama siz de, benim yukarıdaki deneydeki sonuçlara bakarak, böyle bir şey olamayacağına, aynen sizin amino asit dizilimindeki gibi bana da hak vereceksiniz değil mi? Ama ben size olduğunu göstereceğim. Evet evet yanlış duymadınız, BSMPPPP diziliminin, deneyi kaç defa tekrar ederseniz ortaya çıktığını göstereceğim. Ama, bunun nasıl olduğunu ben göklerde aramak yerine bizzat olayın kendisinde arayacağım.

    Şimdi benim meşhur denkleme geçelim.
    NaCl + H(2)SO(4)------> NaHSO(4) + HCl
    Kimyacılar beni görse belki döverler ama ben de kimya okumuş biri olarak bu denklemi biraz açarak yazmakta bir mahzur görmüyorum.
    NaCl + HHSOOOO------> NaHSOOOO + HCl

    Simdi de benim torbaya attığım renklerle bu denklemdeki elementleri eşleştirelim.
    Sodyum (Na) =Beyaz (B)
    Klor (Cl) =Kırmızı (K)
    Hidrojen (H)= Sarı (S)
    Kükürt (S) = Mavi (M)

    Oksijen (O)= Pembe (P) olacak şekilde bir notasyon takip edelim. Böylece, benim topların renkleri yerine, yukarıdaki notasyona göre eşleştirilen elementlerin kendi simgelerini yazalım.

    YanıtlaSil
  44. (SAyfa 25)


    BK + SSMPPPP -------> BSMPPP + SK
    NaCl + HHSOOOO------> NaHSOOOO + HCl

    Benim renkli toplar yerine element isimlerini koyduğumda ne kadar benziyorlar değil mi? Ne benzemesi, ta kendisi. Sizin Sodyum dediğinize ben Beyaz demişim. Mekanizmasını, yani birbirleri ile etkileşimini değiştirmediğim müddetçe, hangi elemente ne isim verdiğim kimin umurunda ki. Ben onlara başka isimler versem, kimyasal sonuçları başka türlü mü olacak? Tabii ki hayır. Kaldı ki, benim düşüncemin ne olduğu, onlara ne ad verdiğim elementlerin umurunda mı? Değil tabi ki.

    Görüldüğü gibi, 9 adet farklı renkteki topu lotonun çekildiği gibi döner kafese atmak yerine, cam tüp içine atıyorum. Döner kafesten çıkan ilk 7 topun beni ilgilendirdiğini söylemiştim. Burada da, bu 7 topa karşılık, NaHSOOOO bileşiğini elde ediyorum.
    Şimdi ben diyorum ki, bu deneyi trilyon kere tekrarlasak da, (amma da abarttım) aynı sonuç elde edilmeyecek midir? Tabii ki aynı sonuç elde edilecektir. Ve yine tabii ki deney şartlarını hiiiiç değiştirmiyoruz. Yoksa zaten bir anlam ifade etmez.

    Şimdi gelelim, gecenin bir vakti uyku sersemi aklıma gelen olası itirazlara

    İtiraz 1: Şöyle itiraz edebilirsiniz. Güzel ama, sen (yani ben), döner kafese renkli topları hepsi tek tek yani birbirlerinden ayrı olarak attın, halbuki, başlangıçta, deneyin yapıldığı ortama iki ayrı bileşik olarak koyuyorsun. Benzerlikler aynı değil. Böyle bir itiraz, savımı zorlaştırmaz, aksine savımın üzerine yağ sürer. Çünkü, denkleme dikkat ettiğinizde ilk 7 atomun oluşturduğu bileşiğin içine bakarsak, reaksiyona giren iki ayrı bileşikteki atomlardan oluştuğu görülür. Yani demek istiyorum ki, bu 7 atomluk bileşiği oluşturmak için, deneyin başındaki her bileşik, birbirlerinin içlerindeki atomları söküp almayacaklar mı? Yani bu söküp alma savaşı sonucunda aslında benim 7 atomdan oluşan bileşiğimin oluşmasını zorlaştırıp oluşma olasılığını daha da azaltması gerekmez mi? Kaldı ki, şu anda kitaplara bakıp da üşendiğim bir ortamda siz, içine elementlerin tek tek atılıp da, kimyasal reaksiyon sonucu bir veya birden fazla bileşik oluşturacak yığınla denklem bulabilirsiniz. Görülüyor ki böyle bir zorlaştırma olmuyor, hatta atomların işlerine bile geliyor. Daha evvel de birkaç kere söylediğim gibi, elementler, atomlar, birbirlerini, sahip olduğu elektron valanslarına göre seçiyorlar. Yani burada daha evvelki yazımda söylediklerimi sadece tekrar ediyorum, başka bir ley yapmıyorum. Renkli top deneyinde bin defa deneyip de ilk 7 topun aynı olmayacağının farkında olduğum gibi, amino asitlerin 1/ 20^574” ihtimalle dizilemeyeceği konusunda zaten ben de hemfikirim. Daha evvel de dediğim gibi bunda bir farklı bir düşüncem yok. Ama, amino asitlerin dizilimini sanki, loto çekilişi gibi döner kafese atıp da sonra, hemoglobin oluşturacak şekilde yan yana geleceğini düşünmek yani amino asitlerin sanki birer sayısal top gibi olup da, başka hiçbir kuvvetin bunları uygun dizilime getireceğinin deneye katılmaması konusunda hemfikir değilim.

    YanıtlaSil
  45. (Sayfa 26)

    İtiraz 2-Şöyle bir itiraz gündeme gelebilir. İyi güzel de, senin örnek verdiğin deney inorganik iken hemoglobinin kendisi canlıdır.
    Hemoglobin dediğimiz şey, bildiğimiz yüz küsur elementten başka nedir ki? Varsayalım ki, vücudumuzdaki karbonun, kömürdekinden, şurada bizim çilemizi çeken A4 kağıdında bulunan karbondan ne farkı var ki? Veya kıymet verdiğimiz elmastakinden. Aynı elementin farklı izotoplarının gösterdiği davranış farklılıklarını bir kenara bırakacak olursak, söz gelimi, karbon atomu, ister buradaki deneyde, ister kömürde, ister A4 kağıdında veya amino asitte veya hemoglobinde farklı mı davranacaktır? Yoooo, aynı davranacaktır. Bir karbon olarak, kaç türlü davranacaksa girdiği bileşiklerde öyle davranacaktır. Yani, canlı da olsa cansız da olsa, atom atomdur. Bir insanın vücudundayım diye daha saygılı mı davranacaktır. Hangi kimyasal bağı kurdu ise ona göre bileşikler oluşturacaktır. Hatta canlı bile demeden ilgili karbon, yerine göre, oksijenle bir araya gelip, bizi zehirleyecek midir? Demek ki karbonun umurunda bile değiliz.

    İtiraz 3. Güzel ama, senin meşhur deneyin (benim meşhur deneyi kastediyorum) sonuçlarından cansız yeni bir bileşik elde edilirken, biz bir canlının oluşumundan yani, amino asitlerin oluşumundan bahsediyoruz. Yani bir canlı meydana geliyor. Bu önemli bir fark değil mi? Cevap elbette ki önemli bir fark. Ama önce bunu, nasıl olduğunu göklerden gelecek bir etki yerine hele bir dur da, kuantum denen bir şey var. Önce ona bakalım. Önce elimizdeki imkânlarla neler yapabileceğimize bir bakalım. Eğer beceremezsek, her şeyi deneyip de bir yere ulaşamazsak, ve de gelecek kuşaklar da bir yere varamazsa o zaman arzu eden göklere döner, çözümü orada arar diye düşünebiliriz.

    SAYIN KARKURDU’NUN İTİRAZLARI ve BUNLARA CEVAPLAR

    İTİRAZINIZ
    “Torbadan bilye çekme olayı çektiğiniz topu torbaya geri bırakmadığınız için bir permütasyon hesabıdır.( “Torbadan her bir bilyeyi çektiğimde ve torbaya geri atmadığımı ve…”) Permütasyonda çektiğiniz topu bir daha torbaya koymayarak olasılığı azmış gibi göstermeye çalışıyorsunuz. Dikkatinizi çekerim Erol bey biz her ne kadar işin felsefesini yapsakta gerçekte bunlar vahşi doğa koşullarında gerçekleşmekte olduğu iddiasındasınız. Bu yüzden şöyle sıkıntılar var :

    YanıtlaSil
  46. (Sayfa 27)

    CEVABIM
    Bu kısmı da yanlış değerlendirmişsiniz. Sizin amino asitler (tabii ki benim vücudumdakiler de) ne ile oluyorlar? Yani malzemesini nereden buluyorlar. Eğer insandaki amino asitlerden bahsediyorsak, bunları malzemesi yediklerimizden, içtiklerimizden, teneffüs ettiğimiz havadan, güneşten aldığımız radyasyon, havadaki notrinolar ıvır zıvır. Öyle değil mi? Peki, madem ki bu malzemelerden oluşuyorsa, amino asitler bu malzemeleri kullandıkça, bu malzemeler amino asitlere geçtiği için eksilmiyorlar mı? Benim size açıklama yaptığım sadece küçük bir örnek. Eğer ben elimde dört adetlik bir top elde edeceksem, yani, her çekişten sonra elimde dört adet top olmasını istiyorsam, torbadaki topların sayısı da elime ilave ettiğim top sayısı kadar eksilmeyecek mi? Eğer permütasyon değil de başka bir hesaplama modeli kullansam, elimde ne kalır ki? Tekrar bir düşünün lütfen. Yani ben şunu demiyorum. Torbadan bir çekim yaptım çıkan rengi bir kenara kaydettim, sonra geri attım, sonra tekrar çektim, çıkan rengi bir kenara kaydettim ve sonra tekrar geri attım… Yani ben böyle demiyorum ki. Eğer ben her defasında bir top çekip ve sonra geri atıyorsam, elimde aynı anda 4 top birden nasıl olabilir? Elinizde 4 adet top olsun istiyorsanız, torbadan çektikten sonra geri atmamam gerekir öyle değil mi? Ee böyle olunca da, torbadaki toplar da haliyle azalacaktır. Öyle değil mi? Bence, olasılığı azaltmak (aslında olasılığı azaltmak değil çoğaltmak olacak) adına niye bunu yapayım ki? Ele alınan model, hangi matematik modeli getiriyorsa, ona göre yol yordam ararız. Ben, integral alacağım diye, buraya hiç uymayan bir modeli buraya ithal etmeye benzer bu. Yani, ben olasılığı çoğaltayım veya azaltayım diye diye değil, elimde 4 adet olması hasebiyle, yukarıdaki küçük modele uygun hesabı yaptım. Benim yapmam gereken davranış, elimdeki olay veya modele göre bir hesaplama yöntemi kullanmak olmalı, yoksa, elimdeki hesaplamalardan birine uysun diye olayı değiştirmeye kalkarsam, olayın kendisini çarpıtmış olurum. Bulduğum sonuç da o olayı yansıtmayacaktır.

    İTİRAZINIZ
    En önemli argüman sizin bir AMACINIZ-PROGRAMINIZ var. KBKB veya örnek neyse gelmesini istiyorsunuz. Amacınıza uygun olması için ilk topun Kırmızı gelmesi gerekir. Kırmızı gelene kadar torbadan top çekmeye devam edeceksiniz. Beyaz geldiği müddetçe beyaz topu torbaya geri koyacaksınız Kırmızı top geldiği anda topu torbaya koymayacaksınız. Peki doğada böyle bir mekanizma var mı? Sizin toplara yaptığınız müdahaleyi yapacak bir el yok doğada.

    YanıtlaSil
  47. (Sayfa 28)

    CEVABIM
    Bu kısmı da yanlış anlamışsınız. Açıklayayım. Aslında benim basitleştirilmiş KBKB seçimim ile sizin Hemoglobin olayı aynı. Nasıl mı aynı? Şimdi siz, hemoglobininize bakıyorsunuz ve şu kadar amino asitten meydana geldiğini görüyorsunuz ve olasılık kurgunuzu, bu yapıya bakarak hazırlıyorsunuz. Ben de bir şeylere bakmak yani başlangıç yapacağım bir şeylerin olması gerekiyor. Öyle değil mi? Dolayısıyla ben de kendime göre KBKB diye bir model kuruyorum. Yani, hemoglobinin yapısını amino asit sayısını görüp de buna bağlı olarak şu kadarlık bir ihtimal olabileceği üzerine düşünce yürütmüyor musunuz? Bir başka deyişle, hemoglobinin, nihayetinde oluşmuş bir malzeme olduğuna bakıyoruz, daha sonra da geriye dönerek, bunun hangi ihtimaller çerçevesinde oluştuğuna bakmıyor musunuz?. Ben de aynı sizin gibi yapıyorum. Nasıl ki sizin elinizde hemoglobin varsa, ben de KBKB yi alıyorum. Ve bunun geriye giderek, yani geriye projeksiyon yaparak ihtimalinin ne olduğunu bulmaya çalışıyorum. Aramızdaki fark, sizin elinizdeki malzemenin doğa tarafından verilmiş olması, benimkini ben uydurdum. İsterseniz KBKB olmasın da başka bir şey olsun. Siz söyleyin o olsun. Ama sizinkinin bir doğal malzeme yani doğa belirledi derseniz, o zaman benimkini de doğanın belirlediği bir şey olsun ikimiz de eşit olalım. Ama içinde 4 adet argüman olsun ki, hesap yapması kolay olsun. Yani esasında baktığınızda, sizin amino asit seçimiz de, benim KBKB seçimim de, sizin tabirinizle AMAÇ ve PROGRAM olduğudur. İsterseniz bunu bir kere daha gözden geçiriniz.

    İTİRAZINIZ
    En başta 20 aminoasitinde doğada aynı anda mevcut ve tepkimeye hazır olduğu varsayımında bulunuyoruz. Aminoasitlerin rastgele değil belli bir programa göre yani belli bir dizilime sahip olması gerekir ki anlamlı proteinler ortaya çıksın. Bu aminoasitlerin bir beyni yoksa belli bir AMAÇ uğruna nasıl kenetlenecekler?
    Sizin torbadan çektiğiniz kırmızıyı bulduğunda topu torbaya BIRAKMAMA REAKSİYONU gösterdiğiniz gibi hemoglobinin örneğin 569. basamağı için gerekli aminoasitin bağlanmasına kim dur diyecek? Öyle bir mekanizmamı var. Bu aminosit çorbasında bir aminoasit bağ kurduktan sonra o çorbadan nasıl izole olacak ki sonraki aşama için zemin hazırlansın.

    CEVABIM
    Bu amino asitlerin beyni yok, ben böyle bir şey demiyorum. Ancak bu amino asitleri oluşturan elementlerin daha evvel de dediğim valans elektronları var, bileşikler buna göre yapılıyor. Yani, doğada böyle bir mekanizma var. Bildiğiniz üzere bir benzen halkasında birbirlerine çift bağla başlanmış 6 adet Karbon atomu ve her bir karbona tek bağla bağlanmış 6 adet de hidrojen atomu vardır. Siz bana, sadece ve sadece benzen halkası olup da, 7 hidrojen olan bir benzen halkası gösterebilirseniz beni şaşırtırsınız. Ancak, bakın tekrarlıyorum, sadece ve sadece 6 adet karbon olacak ve 7 tane hidrojeni olacak. Çünkü, tüm bağlar ya karbonlar ile çift bağlar ve her bir karbonun boşta kalan bir bağı da hidrojen ile kapanmıştır. Boşta kalan hiçbir bağ olmadığı için, sistem kendini kapatmıştır. Yani doğa sizin tabirinizle DUR demiştir. Elinizde sadece ve sadece bir adet bir fazladan hidrojen olsa ve bunu da benzen halkasına yapıştırmaya kalkarsanız, artık bu benzen halkası değil, açık bir zincir olan başka bir bileşik haline getirmiş olursunuz.

    YanıtlaSil
  48. (Sayfa 29)

    Keza, benim şu meşhur denklemde,
    NaCl + HHSOOOO------> NaHSOOOO + HCl
    Kimyasal reaksiyon sonucu oluşan iki ayrı bileşiğin ikisinde de Hidrojen olduğunu görürsünüz. Yani, 7 atomlu birinci bileşik oluşurken, bünyesine sadece bir adet Hidrojen alır ikinciye DUR der. Halbuki fazla mal göz çıkarmaz düşüncesi ile diğer hidrojeni de alırdı. Demek ki doğanın kendisinde DUR diyen trilyonlarca mekanizma olmalı. Bir düşünsenize, bazı şeylere dur demese, evren ne kadar kaotik olurdu. Bileşik denen şeylerin kendisi bile olmazdı.

    Keza, yine bildiğiniz gibi, atomlar, yörüngelerine sınırlı miktarda elektron alırlar. Bu da 2n^2 formülüne göre düzenlenir. (n yörünge sayısı)
    Birinci yörünge 2 elektron
    İkinci yörünge 8 elektron
    Üçüncü yörünge 18 elektron
    Dördüncü yörünge 32 elektron alır…. gibi.

    Şimdi siz, hangi atom olursa olsun, 2 elektron alan ilk yörüngesine ilave olarak 5 elektron daha sıkıştırabilir misiniz? Böyle bir şey var mı? Eğer siz bunu becerebiliyorsanız, doğada sizden büyük yoktur derim. Kaldı ki, çok özel şartlarda, bazı atomlardan yeni atomlar elde edip periyodik cetveli dolduruyoruz, ama onlar da kararsız olup, kısa sürede kendilerine verilen enerjiyi geri bırakıp tekrar eski hallerine bozunuyorlar Ama hemoglobin doğanın kendi üretimi olduğu için, burada yapay şeylerden, yani zorlamalı şeylerden bahsetmiyoruz.

    Şunu demek istiyorum, evet doğa yukarıda verdiğim birkaç örneğe bakarak neyi ne kadar yapıp ne kadar yapmayacağı konusunda DUR diyor. Benzene 7. Hidrojene dur dediği, atomların her bir yörüngesinde alabileceğinden daha fazla elektron alma durumu olduğunda DUR dediği gibi. Sanırım hemoglobinin dur dediği yerler konusunda kendimi ifade edebilmişimdir. Eğer doğanın bu tür dur diyen kuralları olmasaydı. Benim şu meşhur denklemdeki kimyasal reaksiyonu, aynı şartlar altında defalarca tekrarladığımızda, her defasında aynı elementlerin kullanıldığı ama farklı bileşikler elde ederdik. O zaman, doktor, size verdiği ilaçtan emin olmazdı. Doktor, size verdiği bir ilacın, vücudunuzda hangi kimyasal tepkimeleri meydana getirdiğini biliyor ki ona göre size veriyor. Aksi halde, siz ilacı her alışınızda, ilaç sizde farklı kimyasal etkiler yapacak bir içişinizde, sizi iyileştirirken, diğer zamandaki içişinizde sizi hasta edecektir. Neden dolayı, çünkü dur demeyen bir doğada yaşadığımız için.. Yazıyı biraz renklendirirsek, eğer aynı maddelerin (değişmeyen şartlarda) farklı tepkimeleri olsaydı, bir sene elma veren ağaç, seneye kiraz, bir başka seneye armut, hatta bazen de kirmut (kiraz-armut) meyvesi verecektir. İki hidrojenle bir oksijeni birleştirdiğimiz zaman, renksiz veya saydam dediğimiz su molekülü elde ederken, iki hidrojen ve bir oksijenin kullanıldığı başka bir deneyde aynı maddelerin birleşimiyle zeytinyağı elde ederiz, başka bir zaman elde ettiğimiz şey su bile olsa rengi kırmızı olurdu.

    YanıtlaSil
  49. (Sayfa 30)

    Sonuç, evet. Elementlerin amacı yok ama, gördüğümüz gibi, aynı şeye aynı tepkiyi vererek, düşünen beyinler için bir amacı varmış gibi görünüyor. Diyebiliriz ki, Elementlerle, fotonlarla, notrinolarla ve adını bilmediğim yüzlerce partiküllerle çalışan bu mekanizmalar, nerde duracaklarını, nerde harekete geçeceklerini biliyorlar. (Veya “biliyorlar” kelimesi yerine siz ne isim yakıştırırsanız o isim olsun) Biz hangi ismi koyarsak koyalım, o mekanizma çalışıyor. Ben kırmızı ışığa, mavi de desem, o ışığın yayılım dalga boyu ve frekansının değişmediği gibi.

    İTİRAZINIZ
    2- Paralel “Oluşan!” bu proteinler o ortamda bozulmadan nasıl başka bir AMAÇ uğruna kullanılmayı bekleyecekler belki yıllarca belki günlerce. Çünkü biz hep ileriye bakıyoruz sanki laboratuvarda çalışıyoruz. Biz hep bir sonraki basamağı düşünürken polipeptid zincirinin üretilen kısmı organik veya inorganik başka bileşenlerle tepkimeye girmemesini nasıl sağlayabiliriz? 574 aminoasitten oluşan devasa bir yapıdan bahsediyoruz ve 3 milyar nükleotidden oluşan DNAnın yapısını düşünmek bile insanı hayrete düşürüyor.

    CEVABIM
    Bir evvelki cevaplarım arasında bu mekanizmanın nasıl olduğunu ifade etmiştim. Benzer yapılar da, atomların bu özelliklerinden kaynaklandığı için, bunca şeyler artık bizi şaşırtmasın. Bizim eksik olduğumuz kısım, bu mini minnacık şeyleri cımbızla tutamayacak kadar küçük olmalarından dolayı, şimdilik (evet şimdilik) teknolojimizin yeterli olmayışıdır. Tabii ki teknoloji diye kitaplardan okuduğumuz şeyin, kitap baskıya girmeden bile, bir yenisinden dolayı çoktan eskimiş ve yenisinin ortaya konduğudur. Nasıl ki, en yeni bir bilgisayarı masamıza koyduğumuzu düşündüğümüzde bile onun teknoloji olarak eskimiş olduğu gibi.

    İTİRAZINIZ
    3- Doğada seçicilik ! Maddeler kimyasal potansiyelinin büyük olduğu yerden küçük olduğu yere doğru akarlar. (Sanırım hayyam beyin topun yokuştan aşağı yuvarlanması örneğinde kastettiği şey bu. ) Burada seçicilik varsa ibre güçlü olandan yanadır. Yani reaksiyona girme isteği-eğilimi en fazla olanlar reaksiyona girecek hatta kimyasal özelliği aynı grup elementleri tabiri caizse güçsüzü kovacak ve yerine kendisi geçecek ve böylece daha kararlı bir hale gelecek. Örneğin Kalsiyum-apatit (dişimizin kimyasal adı) Dişlerimizi neden fırçalarız? Dişlerimizi fırçalayarak çürümenin önüne nasıl geçiyoruz? Florür kalsiyumdan daha aktif olduğu için reaksiyona girme eğilimi calsiyumdan fazladır ve kalsiyum iyonları Florür iyonlarıyla yer değiştirir. Periyodik tabloda florürden daha aktifi olmadığı için dişimiz eskisinden çok daha sağlam ve kararlı olacaktır. Burada organik bileşiklerin reaksiyona girme eğilimi genel olarak inorganik bileşiklerden daha düşüktür. Doğal seçicilik var diyorsanız bu lehinize değil aleyhinize bir argüman olur. Ayrıca asit veya bazların bulunduğu bir ortamda organik bileşiğin parçalanmasını-çürümesini engellemek için özel çaba sarfetmek gerek ki bu nasıl sağlanacak. Doğadaki bu çürümenin önüne nasıl geçilecek?

    YanıtlaSil
  50. (Sayfa 31)

    CEVABIM
    Aslına bakarsanız, yazdıklarınızın bu kısmı, itirazdan çok, teknik düşüncelerinizi belirttiğiniz ve de hemfikir olduğumuz düşünceler olarak söylemek daha doğru olacaktır. Hatta, söyleyeceklerimizi dile getirmişsiniz.

    Doğada seçicilik diye bahsettiğim şeyin, atomların kendi özelliklerinden dolayı, valans elektronları (atomun değerliği diye bilinir), atomun iç enerjisi, elektronların hangi katmanda bulundukları ve aklıma gelmeyen başka nedenlerle doğa bu seçiciliği yapar. Size buna, daha evvel de dediğim gibi siz ne isim verirseniz o isim olsun. Ben “seçici” derim, siz “etkileyici” dersiniz. Ama sonuçta, o olay benim veya sizin neyi nasıl isimlendirdiğinize bakmadan meydana gelecektir. Önemli olan doğanın mekanizmasının ne olduğudur. Doğanın mekanizmasının ortaya koyduklarına ikimiz de itiraz edemeyiz. Ayrıca aklıma gelmişken, Atomlardaki her bir yörünge aslında tek bir yörünge değildir. Aslında tek bir yörünge gibi görünürken, s, p, k, l.. gibi isimlendirilen alt katmanlardan oluşur. Aslında bazı yörüngeleri biz tek gibi görürken, dip dibe bulunan birkaç alt yörüngeden (buna kabuk denir) oluşur. Yani demek istediğim. İşte atomun bu ve daha bir çok özelliklerine bağlı olarak bileşikle, amino asitler de dahil oluşur.

    Evrenin oluşumunda yüz küsur element, artık kendi özellikleri kazandıkları andan itibaren, bulundukları şartlara göre hangi uygun bileşikleri meydana getireceklerse onları meydana getirirler. Yani, Dünya’nın bundan 4,5 milyar yıl evvelki elementlerin davranışı ne ise şimdi de aynıdır. Bunun anlamı, o zamanki hava şartları ne ise bugünkünün de aynı olduğu değildir elbette. Bugün havada % 21 oksijen varsa, karbonifer denen zamanda ise havada zehir zıkkım bol bol karbon varmış. Nereden anlıyoruz? Elbette ki fosillerden. Bulundukları ortama göre nasıl bulunacaklarsa öyle bulunurlar. Demiştik ki, elementler, o zaman nasılsa şimdi de aynı özellikleri gösterirler. Söz gelimi, o zamanlar, karbonun 2 adet izotopu varsa şimdi de 2 tanedir. Daha başka yoktur. Uranyumun kaç izotopu varsa, daha fazla değildir. Çünkü, yukarıdaki yörüngelere alınan maksimum elektron sayısı gibi, elementlerin de bulunabileceği haller ve varyasyonları sınırlıdır. Bir A atomunun şu sayıda izotopu varsa ve siz onu bu sayıda bir izotopu yapmak istediğinizde, artık o atom, o atom olmaktan çıkmıştır. Başka bir element olacaktır. Atomlar, ya elektronlara sahiptir veya plazma halindedir. Gibi gibi bir sürü örnek verilebilir. Ama şu ki, bunlar sınırlıdır.

    YanıtlaSil
  51. (Sayfa 32)

    Aslına bakılırsa, yukarıdaki itiraz gibi görünen yazınızda, dediğim gibi, pek de bir itiraz yok. Hatta aynı fikirdeyiz. Sizin de dediğiniz gibi eğer bir seçicilik varsa –ki atomal özelliklerden dolayı var- aynısıyla sizin dediğiniz gibi, güçlü güçsüzü kovacak, yerine geçecek ve yine dediğiniz gibi, kararlı hale gelecektir. Zaten öyle olmuyor mu? Yukarıdaki şu küçük denklem de bile, söz gelimi sodyum bile, daha evvel beraber olduğu klor atomunu bırakıp, sizin de dediğiniz gibi daha kararlı olduğu sodyum bi sülfatin içinde yer alıyor. Eh klor da hidrojenle birleşip daha kararlı olmaya çalışıyor. Bir düşünsenize, Ben, valans elektronlardan bahsedip duruyorum. Şunu sorabilirsiniz. Eğer Sodyum (+1) ve klor da (-1) değerli olup birbirleriyle bağ kurup, rahata erdikleri halde, sodyum, neden gidip de sodyum bi sülfatın içinde kendisine bir yer buluyor. Zaten kararlı değil miydi? Çünkü, sodyum, Klorla oluşturduğu bileşikteki kararlılıktan daha da kararlı olduğu bir ortama gidiyor. Bunu, elimizdeki küçük miktarla eski bir Tofaş araba alıp da ayağımızı yerden kesip mutlu olurken, elimize geçen biraz daha fazla para ile bir Ford alıp daha da mutlu olmaya benziyor. (artık sizin beğendiğiniz model ne ise) . Görülüyor ki, iş sadece kovalent veya elektrovalent bağ gibi kavramlarla bitmiyor. Atomun iç enerjisi, elektronların spinleri, bulundukları yörüngedeki enerjileri, çekirdekte nötron ve protonların tıkışıklıkların nasıl olduğuna göre bu tercihlerini yaparlar. Evet ibre güçten yanadır. Toplumda da olduğu gibi.

    Tabii ki, öyle her şey güçlü olup da her zaman diğerlerini falan da kovmuyor. Kovamıyor. Dedik ya doğanın da dur diye bir freni olduğunu. Örnek vereyim. Bildiğimiz üzere, mermer dediğimiz malzeme, deniz kenarlarında, kıyılarda insanlar tarafından konup da, gelen dalgaların kıyıyı bozmasın diye koyduğu siyah-koyu gri-morumsu kireç taşlarından oluşur. Mermerin oluşması için, bu kireç taşları, yerin çok altında ve yüksek sıcaklık ve basınç altında değişimle oluşur. Basıncı sağlayan da bu kireç taşlarının üzerindeki kilometrelerce kalınlıktaki çeşitli kaya katmanlarıdır (toprak değil) Şu halde, mermerin oluşması için kabaca üç argümana ihtiyaç var. Bunlar, kireç taşının kendisi, yüksek sıcaklık ve de yüksek basınç. Şimdi söyle düşünelim. Yerin en dibinden, yeryüzüne kadar silindir veya prizma gibi kireç taşı olsun. (Tabii ki bunlar birer kurgu, ama anlatılmak istenen şey zaten doğada olan bir mekanizma) Yerin alt katmanlarındaki kireç taşının üzerinde yeterli basınç, üzerinde bulunan katmanlar vasıtasıyla sağlandığı, aynı zamanda yüksek sıcaklık ve de uygun basınç sağlandığı için, kireç taşı mermere dönüşecektir. Ancak, yeryüzüne yaklaştıkça, kireç taşının üzerindeki katmanlar ve dolayısıyla basınç azalacağından, belli bir kritik değerden sonra artık, istenilen sıcaklık da olsa kireç taşı mermere dönüşmeyecektir. Neden? Çünkü, kireç taşının oluşması için, sıcaklık değeri korunmuş olsa da, gerekli basınç istenilen seviyenin altındadır. Buradan da anlıyoruz. Mermer, ancak ve ancak doğal olarak yerin altında olur. Ve yine bundan da anlıyoruz ki, bir şeyin oluşması için, yukarıda da (amino asit örneğinde ifade ettiğim gibi) tek bir değişkenle olmaz. Peki bunla neyi anlattım? Dünya’nın her metre derinliğinde mermer olmaz. Bunun da anlamı, her güçlü de güçsüzü kovar dite bir şey yoktur. Çünkü, ancak biden fazla argüman uygun koşullarda meydana geldiğinde bir güç oluşur. Argümanlardan-değişkenlerden biri su koyverdi mi güç diye bir şey kalmaz. Demek ki doğa burada DUR diyor. Benzer olarak, elmasın da karbon üzerine benzer etkilerle ve yerin şu anda bilmediğim km altında oluşur. Ayrıca, Altın, Krom ve akla gelebilecek maddelere de bakarak (ki altın doğada çok iyi korunan bir metal olduğu halde, silisyum (kum) kadar fazla değildir. Yani, doğanın da kendine göre dur dediği yerler var. Bunun anlamı, Elbette ki, Mars’ta da aynı oranlar çalışıyor demek değildir.

    YanıtlaSil
  52. (Sayfa 33)

    Diğer taraftan, bizim lehimize veya aleyhimize gibi ifadeler tamamen antroposentrik yani insan merkezli bir düşüncedir. Doğa, içinde bulunan canlıları düşünen bir varlık değildir. Doğa derken, sadece insanları, hayvanları, bitkileri, mikropları kastetmiyorum. Dağı, taşı, volkanı, gnaysı, graniti, priti, manto, Ni-fe Dünya çekirdeği vb. hepsini kastediyorum. Hatta ve hatta Doğa ile aslında evreni kastediyorum. Güneş, ay, ışık, notrinolar, yıldızlar, kırmızı dev… aklınıza ne gelirse. Şunu net olarak biliyoruz. Canlıların ortaya ilk çıkışından beri günümüze kadar, türlerin neredeyse % 97’si yine, üzerinde yaşadıkları Yerküre tarafından yok edilmişlerdir. Evrimi kabul etmeseniz bile, internetten, günümüzde olmayan birçok fosilin varlığını kabul edersiniz sanırım. Yani dün vardırlar bugün yoklar. Keza, buzulların izlerini, kendi ülkemiz dağlarında bile oyuklarını (izlerini) açtığı göl havzalarını görebiliriz. En son buzul devri bile kim bilir kaç canlı türünün canına okumuştur?. Sonraki zamanla, canlıların kendilerini sayısal olarak biraz daha toparlamalarının nedeni, yani varlıklarını sürdürmesinin nedeni, yine, Yerkürenin soğumaya yüz tutmasıdır. Yine örnek olarak, yeryüzü, bitkileri için nerdeyse tüm bereketini sunduğu Karbonifer zamanında, havadaki bol karbon bileşikleri nedeniyle, bugünkü, 15-20 cm.lik eğrelti otlarını, o zamanda havada bolca bulduğu karbon nedeniyle, nerdeyse 5-10 metrelik boylarda olduğunu bugünkü fosillerden anlıyoruz. Zaten, o zamanki bu dev bitkiler (bugünkü Sahra çölünün olduğu yerlerin yeşil bir kuşak olduğunu da ilave ederek) bugünkü fosil yakıtların olduğu ortamları da oluşturmuştur. Değil sadece bileşikler boyutuyla, daha büyük boyutuyla da, Yerküre, canlılara, son derece zengin ve serpildiği zamanları sunduğu gibi, bu canlıların, ortadan kaldıracak kadar da etkin olduğunu biliyoruz. Yani, diyeceğim o ki, yeryüzündeki canlılar Yerkürenin pek de umurumda değildir. Yani, doğa bizi gözetip de şöyle davranırsam insanın lehine, böyle davranırsam aleyhine olurum diye bir duygu durumu içinde değildir. Aksi halde, doğanın da bir düşünce sistemi olduğunu düşünürdük. Bildiğimiz üzere, bir deprem ve akabindeki tsunami ile kaç yüz bin kişinin öldüğü, yaşadığımız zamanın bir olayıdır. Hatta olaylarından biridir.

    BASKIN DEĞİŞKENLERİN OLDUĞU YERDE, OLASILIKTAN BAHSEDEMEYİZ YADA BU OLASILIKLAR ZAYIFLAR

    Bu başlıkla şunu demek istiyorum. Eğer, olasılığa konu olan materyaller, bu ister bilyeler olsun, ister amino asitler, materyallerin kendi özelliklerinden kaynaklanan bir neden olabildiği gibi dış etkilerden kaynaklanan nedenlere bağlı olarak da salt olasılıktan bahsedemeyiz.

    YanıtlaSil
  53. (SAyfa 34)

    Örnek vereyim.
    Diyelim ki, elimizde ayrı kaplarda, birbirinden farklı yoğunluğu olan A, B, C, D isimli 4 adet sıvı olsun. Bu maddeler, birbirleri ile herhangi bir kimyasal reaksiyonu olmayacak sıvılar olsun. Örnek olarak, su, zeytinyağı gibi sıvıları gösterebiliriz. Şimdi, bu sıvıları, hangi sırada isterseniz o sırada, cam bir kabın içine dökünüz. Sonra da, çalkalayınız. Sonra da bekleyiniz. Bir müddet sonra bu sıvılar, kendi yoğunluklarına bağlı olarak kabın içinde belli belirsiz bir sınır ayrımıyla sıralanacaklardır. En altta, en yoğun olan, en üstte en az yoğun olacak şekilde sıralanacakladır. Sonra kabı, tekrar çalkalayalım ve tekrar bir kenara koyduğumuzda, sıvıların aynı sıralanmasını bir daha göreceğiz. Bu işlemi defalarca yaptığımızda aynı sırlanmayı bir daha, bir daha ve sonra bir daha göreceğiz. Öyle değil mi? Şimdi sizinle, bir torbaya atılmış 4 adet topun gelme olasılıklarının ne olabileceğine bakıp bunu yukarıdaki sıvı dizilimi örneği ile karşılaştıralım. Torbamızda A, B, C, D topları olsun. Bu topların gelebilecek mümkün sırasının ne olduğu hesaplayabilmek için permütasyon kullanmamız gerekir. Veya doğrudan faktöriyelini almamız gerekir. Aynı sonuç çıkacaktır. Peki neden permütasyonunu alıyorum, çünkü, hesaplamak istediğim şeyin içinde hangi sırada geldiği benim için önemli. Bu arada ben ne yapmak istiyorum? Eğer ben, bunların hangi sırada olduğunu görmek istiyorsam, torbaya geri atmamam gerekiyor değil mi? Aksi halde bu toplar yan yana olmadığı gibi, kaptaki sıvılar da asla yan yana olmaz. Şunu demek istiyorum, eğer ben A sıvısını ilgili kaba boşaltıp da, sonra tekrar kendi kabına geri koyarsam ve sonra B sıvısını ilgili kaba boşaltırsam ve boşalttığım sıvıyı tekrar lendi kabına koyarsam kapta her zaman bir çeşit sıvı olacağına göre, ben, yoğunluğundan dolayı hangisinin altta kalıp hangisinin üstte kalacağını nereden bileceğim? Demek ki, sıvıları döktükten sonra kendi kaplarına koymayacağım gibi, topları da torbadan çektikten sonra geri koymamak gerekir. Yani permütasyon olmalı Demek ki, sizin dediğiniz gibi, olasılığı azaltmak (daha doğrusu azaltmak değil, arttırmak olacak) için matematik oyunu yapmamış oluyor ve böylece ne tür bir işlem gerekiyorsa onu yapmış oluyorum. Sanırım böylece ikinci bir kez daha, sizin olasılığı azaltıyorsunuz dediğiniz konuya da cevap vermiş oldum.

    Neyse biz konumuza devam edelim. Torbadan çekiliş konusundaki sıralamaların tümünün ne olduğunu görmek için hesabını yapalım. Sıralama önemli olduğu için hesabı söyle yapıyoruz. 1/4*1/3*1/2*1/1=1/24 olur. Yani 24’te 1 olasılık elde edilir. Bunun anlamı ABCD, ACBD, DCBA, gibi mümkün varyasyonların sayısı olan 24 sayısını verir. Yani 25. Şekilde bir dizilim söz konusu değildir.

    Şimdi tekrar sıvı deneyimize dönelim. Ben bu sıvıları defalarca döksem de onlar inat edip aynı sırada sıralanıyorlar. Bunda bir iş olmalı. Hatta şöyle yapalım. Bu deneyi 2. defa yaptığımda da yine ABCD sıralaması gelme ihtimali bu defa 1/24*1/24 = 1/24^2 olacaktır. Eğer bu deneyi üçüncü defa yaparsam, bu defa 1/24^3 olacaktır. Olayın nereye gittiğinin farkındasınız değil mi? Eğer her bir deney için farklı kap kullanmışsam, elimde yoğunlukları birbirinden farklı A, B, C, D olan sıvıların aynı sırada dizili üç ayrı kap olmuş olacak. Yani, farklı yoğunluklu 4 sıvıyı her deney için, başka bir kap kullanıyorum.

    YanıtlaSil
  54. (Sayfa 35)

    Dolayısıyla benim elimde deney sayısı kadar ve ABCD şeklide sırlanmış sıvılardan oluşan kaplar oluşuyor. Ben her deneyden sonra, sanki bunların her biri bir amino asite karşılık geliyor gibi yan yana diziyorum. Deneyi 3. Defa tekrarlıyorum ve önümdeki üçüncü kapta da, sıvılar diye ABCD diye yoğunluklarına göre sıralanıyorlar. Ben deney sayısını arttırıyorum. 4., 5. 6….. 100, 101, . deney yapıyorum. Yani her ayrı bir kaba, elimdeki dört ayrı yoğunluklu sıvıdan karışık olacak şekilde koyuyorum, sonra çalkalıyorum. Sonra da kabı dinlenmeye bırakıyorum ve bir bakıyorum ki, bir evvelki kaptaki sıra ile aynı şekilde, ABCD şeklinde sıralanmış olarak görüyorum. Deneye giderek devam ediyorum. 574 adet deney yapıyorum. Bunun da ihtimali 1/24^574 oluyor. Sanırım bu bir yerden tanıdık geliyor olmalı. Buna şöyle bir itiraz gelebilir. İyi güzel ama, senin olayda 4 adet sıvı yan yana gelirken, amino asitlerin her bir takımı 20 adet, yani aynı şey değil. O zaman benim deneyde de verilecek cevap, birbirinden yoğunluk olarak farklı 20 adet sıvı alırsanız, sizin hesaba uyar.

    Görülüyor ki, siz sıvı deneyini kaç farklı sıvı (birbirine kimyasal etkisi olmayan) ve kaç defa yaparsanız yapınız, kabın içindeki sırlama aynı olacaktır. Eğer, nedenini fizik kanunlarında aramaz da hemen bir mucizeye yönelirsek, bu kişinin kendi seçimidir. Ne diyebilirim ki? Kişi neye isterse ona inanır. Ben fiziğe inanıyorum.

    Devam edelim. Peki nasıl oluyor da, bunlar böyle hep aynı şekilde sıralanıyorlar. Bunun cevabı farklı yoğunlukta olmaları. Peki gerçekten de farklı yoğunlukta olmaları mı? Diyeceksiniz ki, eee başka ne olacak ki? O zaman da aynı deneyi, Dünya, Ay gibi kütlelerin çekim güçlerinin olmadığı uzaya götürüp orada yapalım. Deneyi orada yaptığımız zaman bir de ne görelim? Artık böyle bir sıralanma olmuyor. Şaşırıp kalırız. Peki ne oluyor. Kabın içindeki sıvılar, kendi benzerleri ile bir araya gelip irili ufaklı küreler oluşturuyorlar. Hani uzayda, astronotlar, bir şişedeki suyu birazcık boşaltınca, su dökülmez, ama uzay gemisinin içinde boşlukta yüzen bir küre oluşturur ya, aynen onun gibi bizim sıvılar da, kabın içinde irili ufaklı küreler oluşturur.

    Şimdi sırasıyla deney sonuçlarını irdeleyelim.

    1-Sıvılar, kaç adet deney yaparsak yapalım, yeryüzündeki deneylerde, hep aynı sırada sıralanıyorlar. Demek ki bu işi mucize olmaktan kurtaran şeyin yoğunluk olduğunu anlıyoruz.

    2-Yaptığımız deney sayısını istediğimiz gibi arttırarak, amino asit olarak söylenen 1/20^574 olasılık değerine ulaştırabiliyoruz. Bizim ki de 1/24^574 idi ve istenildiği kadar arttırılabilir.

    3-Bu sıralanmanın farklı yoğunluktan kaynaklandığını anladığımız için sıralamanın, kaç adet deney yaparsak yapalım hep aynı olduğuna karar veriyoruz. Böyle bir deney, antik çağdaki kişilerin karar vereceği nihai bir karardır. Neden derseniz, Onlar henüz uzaya çıkma fırsatları olmadığı için sadece buraya kadar akıl yürütecekleri içindir. Onlar için deneyin bu sonucu bir inanç olacaktır.

    YanıtlaSil
  55. (Sayfa 36)

    4-Uzaya çıktığımız ve deneyi, uzay gemisinin içinde yaptığımızda böyle bir sırlamanın olmadığını gördük. Bu defa şöyle düşünüyoruz. Hımmm demek ki, bu sıvıları kapta hep aynı sırada tutan şey, tek bir parametreye, tek bir değişkene bağlı değilmiş. Peki neymiş o zaman? Yerçekimi imiş. Demek ki, hangi yoğunlukta olursa olsun, yerçekimi yoksa deneyimiz de geçersiz oluyormuş.

    5-Peki o zaman, kabın içindeki benzer sıvı molekülleri birbirleri ile nasıl olup da irili ufaklı küreler oluşturuyorlar. Çünkü, yerçekiminin etkisi kalkınca, artık, benzer moleküllerin kendileri veya benzer olmayanları ile yan yana konumlanmasını sağlayan Adezyon ve kohezyon denen kuvvetler devreye giriyorlar. Aynı cins molekülleri bir arada tutan fizik kuvvetlere kohezyon, farklı cinsteki molekülleri fiziksel olarak (kimyasal değil) bir arada tutan kuvvetlere de adezyon kuvvet denir. İşte uzaydaki kapta, her bir benzer molekülü, mesela su moleküllerini bir araya getirip bir küre oluşturmaya çalışan kuvvetler kohezyon (latince bir arada tutmak demek) kuvvetlerdir. Bunun nedeni de suyu meydana getiren atomların içindedir elbet.

    6- Demek ki neyi biliyoruz artık, olaylara tek bir bakış açısı ve parametre veya değişken ile bakarsak yanılırız. Şimdi başlıktaki Baskın değişkenlerin (kuvvetlerin, etkilerin, özelliklerin vb.) olduğu yerde olasılıklardan bahsedemeyiz demiştim. Bunu biraz kurcalarsak, şunu anlamış oluruz.

    6a-Farklı sıvılarla yapılan deney kaç defa yapılırsa yapılsın, kabın içinde aynı sırada sıralanacaklardır. Çünkü yerçekimi vardır. Çünkü burada, her bir sıvının yoğunluğu, (kütlesine) bağlı olarak Newton Kuvvetleri farklı etki edecektir. (F=G*M*m/d^2) Yani: iki kütle arasındaki çekim kuvveti (F): evrensel çekim katsayısı G, su ile yer kütlerinin çarpımı ve aradaki mesafenin karesi olacaktır. Dolayısıyla, her birini farklı kuvvetlerde çekeceği için, yoğunluğu fazla olan sıvı, dipte olacaktır. Görülüyor ki, yerçekimi denen kuvvet, bizim mucize olarak gördüğümüz olasılık hesaplarını yerle yeksan etmiştir. İşte bu nedenle, sırlama hiç değişmeyecektir. (Tabii ki dünyada)

    6b-Peki, nasıl oluyor da, deney uzayda yapıldığı zaman benzer sıvılara ait moleküller birbirlerini buluyorlar. Kap içine 4 farklı sıvıyı koyduğumuzda bu sıvıları kabı çalkalayıp karıştırıyoruz. Yukarıda da dediğim gibi, burada da kohezyon dediğimiz kuvvetler devreye giriyor ve aynı tür moleküller birbirlerini buluyorlar ve irili ufaklı küreler oluşturuyorlar. Aksi halde bu ve benzeri deneyler için de olasılık hesaplarından bahsedebilirdik. Yani deneyin yapıldığı kap içinde milyar kere milyar kere milyar adet (veya bir kaptaki molekül sayısı ne ise) ve de farklı sıvı moleküllerinin darmadağın olduğu bir ortamda, varsayalım ki, 100 bin adet su molekülün bir araya gelip de bir küre oluşturmasının olasılığının son derece düşük olduğundan bahsedebilirdik. Ama ne oldu, kohezyon kuvvetler bu olasılığı ortadan kaldırdı veya etkisini, deneyin sonucunda elde edilecek fiziksel olayı (küreler oluşmasını) engelleyemeyecek kadar azaldı.

    YanıtlaSil
  56. (Sayfa 37)

    Görülüyor ki, her baskın kuvvet, daha zayıf olanını yenmekte, dolayısıyla gözlenen olayları, bu kuvvetlerin ortamda bulunması veya bulunmamasına göre deneylerimiz de çeşitlilik kazanmaktadır.

    Baskın kuvvetlerle ilgili olarak şu örneği konuyu pekiştirmek için vermek isterim. Bir musluğu, ip gibi akacak şekilde açalım. Görürüz ki, musluğun ağzına yakın su molekülleri birbirine bitişik olduğundan akan suyun bu kısmında bir bütünlük vardır. Bu bütünlüğü, su moleküllerini bir arada tutan kohezyon kuvvetle sağlar. Ancak, su molekülleri, musluğun ağzından uzaklaştıkça, moleküller yerçekimi nedeniyle ivmelenerek hız kazanırlar ve dolayısıyla, yerçekiminin F kuvveti, kohezyondan kaynaklanan f kuvvetinden baskın çıkar ve su moleküllerini birbirinden ayırır. Böylece, su, musluk ağzından uzaklaştıkça parçalara bölünür ve daha anaforlu (kaotik) olarak akar. Demek ki, yerçekimi kuvveti, kohezyona belli bir yerden sonra üstün geldi ve kohezyonun oluşturduğu su moleküllerinin düzenini bozdu. Peki yer çekim kuvvetinin de bu su moleküllerinin üzerinde sonsuza kadar etkisi olduğu anlamına mı geliyor. Değil elbette ki. Eğer öyle olsaydı, musluk, ne kadar yukarıda olursa, su molekülleri de o kadar parçalara ayrılır anlamına gelir. Şimdi şöyle düşünün, düz mantık yürüten biri, musluktan akan suyun, yerçekimi nedeniyle küçük parçalara ayrıldığını gördüğünde o zaman şunu düşünebilir. Bu musluğu, öyle bir yükseğe koymalıyım ki, yerçekimin de etkisiyle, su, bölüne bölüne atomlarına ayrılsın : ). Eğer böyle bir şey olsaydı, neler olurdu bilmiyorum ama, en azından yağmur damlacıklarına bakarak böyle bir şey olmadığını görüyorum. Bunun da anlamı, yerçekimi kuvvetinin de, kohezyon kuvvetlerini yenemeyeceği öyle bir kritik sınır var ki, su kürecikleri (yağmur damlaları) daha fazla bölünmeden yeryüzüne yağabiliyorlar demektir. Haaa, sakın ola ki, daha da ayrılmaz diye düşünürsek bu düşünce de bizi yanıltır. Yani daha da küçük küreler elde edebiliriz. Eğer, yağmur damlacıklarının yağdığı hava kütlesini yeryüzünden çekip aldığınızda, yağmur damlacığı daha da küçük parçalara ayrılacaktır. Çünkü, hava, damlacıkların hızını kesecek, buluttan ayrıldıktan sonra sabit bir hızla düşmesine neden olacaktır. Böylece kohezyon kuvvetler, damlayı belli bir büyüklükte tutacaktır. Mesela, bir fıskiyeden fırlatılan su daha da küçük parçalara ayrılır, bir parktaki bir fıskiyenin yanından geçerken, yüzümüz, su serpintileri ile ıslanır. Sanırım bunun cevabını siz de biliyorsunuz.

    Şu halde rahatlıkla diyebiliriz ki, tek bir parametreye bağlı olarak herhangi bir doğal olayı açıklamak yanlış olacaktır. Üzerinde çalışılan, araştırılan (bizim konumuz olan amino asitleri ve oluşumları gibi) konularda olasılık gibi kavramlarla açıklamak, bizi büyük ölçüde yanıltacaktır. Devreye giren her bir kuvvet, etki, manyetik alan, ışık, ısı, atomik reaksiyon… ben diyeyim elli, siz deyin 150 adet etkinin altında olasılık kuralları bozulur ve Sayın Karkurdu’nun inanmayarak dediği gibi aslında baskın kuvvetlerden yana ilgili mekanizma çalışır.

    YanıtlaSil
  57. (Sayfa 38)

    OLASILIKLARDAN NE ZAMAN BAHSEDEBİLİRİZ
    Olasılıklar hiç mi yoktur? Elbette ki vardır. Peki olasılık kavramından ne zaman bahsedebiliriz? Olasılık kavramından bahsedebilmek için, olasılık için incelen özdeş şeyler her ne ise( sayısal loto topları gibi) , o şeyin çevresindeki etkilerin (varsayalım ki kuvvetlerin) bileşkelerinin sıfır olması gerekir. Ayrıca, olaya konu olan malzemelerin kendi özelliğinden dolayı bir seçiciliği olmamalıdır. (Lotodaki topların, diğerini etkilememesi için topları mıknatıs özelliği olmaması gibi)

    Konuyu, yukarıdaki farklı yoğunluklu deneye getireyim. Yukarıda sıvıların hep aynı şekilde ABCD şeklinde sıralanmasını ele alalım. Eğer yerçekimi, sıvıların farklı yoğunluklarına rağmen hepsine aynı derecede etki etseydi bu durumda, böyle bir sıralanma olmayacaktı.(Zaten böyle bir şey de söz konusu değil) Veya yeryüzünde, yerçekimi kuvveti sıfır yapacak şekilde (nasıl yapılacaksa) bir mekanizma çalıştırmış olsaydık, bu sıralanma yine olmayacaktı. Ya ne olacaktı?. Buna karşılık, ortaya, kohezyon kuvvetle baskın gelecekti ve sanki uzaydaymışız gibi her bir sıvının kendi kohezyon kuvvetleri nedeni ile irili ufaklı sıvı küreleri oluşturacaktı. Peki bir de şöyle düşünelim. Bu sıvı kürelerinin kendi içlerindeki kohezyon kuvvetleri ve de başka molekülleri çeken adezyon kuvvetleri de ortadan kaldırsaydık ne olurdu? işte o zaman olasılık hesabından bahsetmeye başlardık. Şunu sorabilirdik. Yer çekimi ve de adezyon, kohezyon gibi kuvvetlerin kalktığı bir ortamda, yukarıda bahsettiğimiz kapta, varsayalım ki 500 adet su molekülün yan yana gelip bir küre oluşturma ihtimali nedir diye sormaya başlayabiliriz. Tüm etkileri ortadan kaldırdıktan sonra, amino asit hesabı gibi veya loto hesabı gibi olasılık hesapları yapmaya başlayabiliriz. Hatta hala, olasılık denen bir kavrama, benim konuyu getirdiğim bu yerde bile başlayabilir miyiz bilmiyorum. Çünkü, bir teorik fizikçi çıkıp da yanıma gelirse belki de bana, yooo başlayamazsın, çünkü, yer çekimi, adezyon, kohezyon gibi kuvvetleri kaldırmak yetmiyor, çünkü, senin burada yazmadığın (ben bilmediğim için) filanca etkiler nedeniyle olasılıklardan hala bahsedemezsin derse, ben de daha fazla bir şey diyemem.

    Peki amino asit için ortaya konan olasılık değerlerinin gündeme gelebilmesi için ne diyebiliriz? Eğer, amino asitleri meydana getiren atomların, valans değerleri olmazsa, yani amino asitleri meydana getiren atomların her biri dış yörüngelerini doyurmuş olsa, yani başka bir atom veya molekülle bileşik yapma ihtiyacı olmasa, şu olmasa, bu olmasa… İşte o zaman, gerçekten de ortaya koyduğumuz bu modeldeki amino asitlerin yan yana gelip de bir hemoglobin oluşturma olasılığını, sanki loto çekilişindeki toplar gibi, topların birbirlerine fazla etkilemeyen ve de topların hepsinin yerçekiminden eşit derecede etkilendiği bir durumda olacaklardır. İşte tam bu durumda, yukarıda saydığımız tüm özelliklerden arındırılmış ve nötr olduğunu düşündüğümüz amino asitleri birer loto çekiliş top gibi düşünüp, döner kafes içine attığımızda, Sayın Karkurdu’nun olasılık hesabı olan 1/20^574 olasılık oranı kaçınılmaz olacaktır. Olacaktır olmasına da, her şeyi nötrledikten sonra acaba, bileşik diye de bir şey olacak mıdır, bitki denen şey olacak mıdır, insan olacak mıdır, dağ, taş olacak mıdır, su denen şey, elma denen şey olacak mıdır, o da ayrı bir konu.

    Birazcık da konu dışı yorum yapmak isterim. Daha, teknoloji denen meret, henüz insanlığın bilinen 5000 yıllık bilinen tarihinin son 50 yılında ivmelenmeye başladı. Benim zamanımda, muhafazakârların çoğu, aya gidildiğine bile inanmıyordu. Bahsettiğim, dini anlamdaki muhafazakârlıktan çok, değişenlerin değil, değişmez kurallar ile hayatını idame ettiren kişilerdi bu kişiler. Bu arada, Aya hala gidilmediği konusunun tartışıldığı Amerika’yı değil, Türkiye’den bahsediyorum.

    YanıtlaSil
  58. (Sayfa 39)

    Sırası gelmişken, tabii ki aklımda kalanlar ve sizlerin de bildiği birkaç şeyi paylaşmaktan bir zarar gelmeyeceğini düşünüyorum. Buharlı trenler, rayların üzerine konup da denenmeye başlamadığı, henüz mühendislik hesaplarının yapıldığı zamanda, hesaplar sonucu, trenin yapabileceği en fazla süratin 60 km. olacağı söylendiğinde, karşı sav olarak, vagonların içindeki insanların bu hıza dayanamayacağı ayrıca vakum etkisi ile vagonlarının içlerindeki havanın boşalacağı, vagonun içinde hava kalmayacağını ve insanların boğulacağını ifade etmişler. Amerika’da, tahta sabandan, metal kullanımına geçişin yapıldığı zamanda, metalin, ekinleri zehirleyeceği ve bunun da insanları hasta yapacağını söylemişler. Bilindik bir hikâye olarak, lambalı bilgisayarların birkaç odayı kapladığı zamanda, o zamanki IBM yetkilisinin bu tür bilgisayardan dünyada en fazla dört adet yapılıp satılabileceğini söylediğidir. Aklımda kaldığı kadarıyla 1800’lü yılların sonunda, fizik biliminde her şeyin keşfedildiğini, bundan böyle keşfedilecek hiçbir şeyin kalmadığını kitaplar yazar. Wright kardeşler, ilk uçağı uçurmadan evvel, hem de bir profesörün, havadan ağır hiçbir şeyin havada uçamayacağını söylediğini benim söylememe gerek kalmadan zaten biliyorsunuz. Manhattan projesinde, atom bombası çalışmaları esnasında, Amerikan Deniz Kuvvetlerinde bir amiralin Başkan’a gönderdiği mektupta, “Bir patlayıcı uzmanı olarak, atom bombası diye bir şey olamayacağına, Manhattan projesi için ayrılan onca kaynağın lüzumsuz yere heba olduğunu” söylemesi ise başka bir örnek. Okulda okuduğum zamanlar ve aynı zamanda hocamız olan Türkiye’nin Cumhuriyet sonrasında, dış ülkelere gönderilip de, Türkiye’ye bilim insanı olarak dönen ve kafası çalışan Nüsret Kürkçüoğlunun kalın fizik kitabının önsözünde yazdığı gibi, 50’li senelerin sonlarında, Amerika’da belli bilim camiasının aya gidileceğine inanmadığı yazardı. Kimdi bu bilim insanları? Tüm hesapları doğru yaptığına inanan bilim insanları. Aya kim gitti? Amerikalılar. Malum, deriden alınan bir hücre ile ilk defa Dolly isimli koyun yapıldı. Peki ne oldu, ilk defa bir yumurta ile bir spermin birleşmesinin dışında bir mekanizma kullanıldı. Bir zincir kırıldı. Hem de çok kocaman bir zincir. Adamın biri çıkıp, sentetik bir dizilimi, bir stoplazmanın içine koyup, tamamen cansızdan bir canlı yapılmamış da olsa yine canlılığı devam ettirebiliyor. Bir canlı elde etmek etik değerlere karşı geldiği için onca çalışmaların devletler tarafından engellenmesi ise işin başka bir tarafı. Kök hücrenin ne olduğu konusu daha henüz yakın bir zamanın konusu. Tüm bir genomun bulunması 2000’li yıllardan daha öte değil. Kaldı ki, genetikle ilgilenenlerin insan vücudundaki genlerin neredeyse %97’sinin çöp olduğunu söylüyor. Diğer bir ifade ile, bizi biz yapan yani, açılıp kapanan ve dolayısıyla kolu, bacağı, gözü oluşturan tüm genlerin % 3’ü çalışıyor. Diğerleri uykuda. Şimdi bunca işe yaramaz genin vücudumuzda duruyor olmasını bence bir sorgulamak lazım. (Zaten bana sormasalar da sorguladıklarını biliyoruz).

    Rahatlıkla denebilir ki, ben dediğim için değil ama doğanın mekanizması, yukarıdaki amino asit dizilimindeki gibi, sadece tek disiplin, yani salt bir olasılık hesabı olarak bakamayız. Çünkü, amino asitleri oluşturan elementlerin dinamiğini, yani maddenin derinliklerinde neler olduğunu da dikkate almalıyız. Kuantum mekaniği denen bu disiplin, olmaz böyle şey diye bakıp mucize mukabili olarak baktığımız olayları, anlaşılabilir hale getirmektedir. Polimerler ve organik kimyada bu daha da karışık halde geldiği elbette kabul edilmelidir. Söyleyeceğim, şu ki, olanaksız gibi görünen şeylerden önce, doğanın bizlere sunduğu argümanlarla olayları enine boyuna, elbette ki elimizdeki bilgilerle irdelemek gerektiğine inanıyorum.

    YanıtlaSil
  59. (Sayfa 40)

    Gelecekte cansızdan canlı elde edebilecekler mi? Elbette ki edecekler. Yukarıda, aklımda kalan bunca bilimsel karşı çıkışlardan biri gibi, cansızlardan canlı elde etme işini de, gelecek kuşaklar kitaplardan okuyacaklar. Yine yukarıda saydığım ve nicelerini atladığım ve daha nicelerinden haberdar olmadığım bu karşı koyuşlar her zaman yaşanacaktır.

    Sentetik yani, cansız malzemeden bir canlı elde edildi diyelim. Hatta bundan bir ucube elde ettiğimizi düşünelim. Bu defa gelecek itiraz da, bir ucube elde ettiniz şeklinde olacaktır. Ne tür bir yaratık elde dersek edelim, hatta elde edilen ilk mikrobik canlı belki de sahibini hasta ederek onun ölümüne bile sebep olabilir. Sonuç olarak hiçbir karşı koyuş olmadan, ister ucube, isterse sahibini, kendi bulduğunun kurbanı da olsa bir canlı elde edilmiş olacaktır. Tabii ki, bütün bunlardan sonra, elde edilen bilgi ve teknoloji insanlığın neresine nasıl kullanılır, bakınız o konuda en ufak bir fikrim yok.

    Sonuç olarak tekrar başa döndüğümüzde, taaa en başta, yazımıza konu olan amino asitleri ile ilgili düşük olasılıklı hesaplar olduğunu görüyoruz, tabii ki makul değil. Ama, bu hesabı bize amino asitleri meydana getiren maddeleri, lotonun çekiliş yapıldığı kafese atıp da sonra onların imkansız denecek bir şekilde yan yana gelip hemoglobini oluşturamayacağı ve dolayısıyla sihirli bir elin bunu yaptığı düşüncesinden bir nebze de olsa uzaklaşmamız gerektiğini düşünüyorum. Sanırım, yukarıdaki benim meşhur deneyi burada tekrar hatırlatmama gerek yoktur. Doğada, elementlerin (tabii ki kuantum mekaniğini kastediyorum) özelliğinden dolayı birbirilerini bir seçiciliği var. Dolayısıyla, canlı da olsa cansız da olsa bir bileşiğin meydana gelmesi ihtimali yine yukarıda konu edildiği gibi mübalağalı olasılık oranlarından çok daha yüksek (olasılığı yüksek). İşte onun için diyorum, bu iş sadece bir istatistik hesap değil. Gerçekçi çözüm için, birçok disiplini bir arada düşünmek lazım.

    Yine yukarılarda sanırım Sayın Karkurdu’nun bahsettiği gibi, sıtma mikrobunun orak hücreli hastalara bulaşmadığı biliniyor. Neden böyle oluyor?. Orak hücreye sahip bu hastalar efsunlu olduğu için değil elbette ki. Ya neden? Elbette ki kimyasal nedenlerden dolayı. Biyoloji faaliyetler dediğimiz şeyler spermin bir yumurtayı döllemesi bile, kimyasal tepkileri oluşturan atomların etkisi nihayetinde. Şu halde, sıtma mikrobunun kendisi canlı, canlı ama orak hücre ile kimyasal bir etkimeye giremiyor, giremediği için, mikrop, alyuvarları tutamıyor. Burada, da seçicilikle daha doğrusu seçemeyicilik nedeniyle atomların diziliminin oluşturduğu özellklere ve daha onlarca nedene bağlı olarak bir bileşik meydana getiremiyor. Mikrop da, hücrenin içine giremiyor. Aslında hastalık denen şeylerin, nihayetinde, sistemi bozan kimyasal reaksiyonlar olduğunu da hatırlayalım lütfen. Tabii ki sadece kimyasal deyip kestirip atmak istemem, ama şu belli ki, ister madde, ister atom altı madde ne derseniz deyin, bizim hayatımızı yönlendiriyor.

    YanıtlaSil
  60. (Sayfa 41)

    SONUÇ
    Doğa olayları, bu olayları meydana getiren malzemelerin, element, atom, atom altı, bozon, glüon, pion ( bunları da, şu anda kütüphanemden aldığım kitaptan kopya çekerek yazıyorum) aklınıza ne geliyorsa yaz yaz bitmeyen bu maddelerin farklı özelliklerinin karşılıklı etkileşimlerinden meydana gelen sonuçlardır. Ve de, neyin ne ile etkileştiği zaman ne sonuç vereceği bellidir. (Bilmediklerimizi de bilim ve teknoloji denen şeyle öğreniyoruz) Şu ki, içinde yaşadığımız evren bizi her zaman şaşırtacaktır. Hiç karşılaşmadığımız bir olay karşısında belli bir süre şaşkın kalacağız, mucizevi görünen şeylerin, aslında, fizik, matematik, biyoloji, astronomi, kardiyoloji, psikoloji.. sonu loji olan (hepsi loji olmasa da) mantık, sağduyu, akıl yürütme, kısmen sezgi, düşünme metodu gibi he hepsinin de maddenin kendisine yöneldiği bilimlerle daha nicelerinin kurallarını keşfedeceğiz.

    Bir olay bana mucize gibi gelir de, ben de bu olayı bir mucize olarak düşünür ve kitaplara yazarsam, gelecek kuşaklar, benim not düştüğüm kitaplarımdaki mucize denen olayı okuduklarında, aslında onlar, benim mucize olarak gördüğüm olayları doğanın açıklanabilir bir parçası olduğunu gördüklerinde, benim yazdıklarımı biraz da tebessüm ederek okuyacaklardır. Çünkü, gelecek kuşaklar, benim, elimdeki imkanlarla ancak bu kadar düşünebileceğimi düşüneceklerinden bana fazla da kızmayacaklardır. Demek istediğim, bugün mucize görülen bir şey, yarın, doğanın açıklanabilir bir parçası olacağıdır. Zaten hep de öyle olmuyor mu?

    Saygılarımla.

    Not: Sayın Karkurdu, yazımın sadece ve sadece amino asit oluşumuna dair olasılık hesabı için yorumlarımı ve bağlantılı paragraflarım ile itirazlarınıza olan cevaplarımın olduğu kısımları değerlendirmeye alırsa sevinirim. Diğer kısımlar, benim görüşlerim veya benim çıkarsamalarımdır.

    YanıtlaSil
  61. (Sayfa 42)

    İçim elvermedi ve şu cümlelerle konuyu kapatmanın daha uygun olduğunu gördüm. Hani benim savım, amino asit oluşumu veya benim denklemdeki gibi işin sadece olasılık hesaplarına bırakılmaması gerektiği şeklinde olup, aslında bu tür olaylarda olasılık hesaplarından çok olayın sonucunu maddenin (atomların) özellikleri belirler demeye çalışıyorum ya, işte onu yine benim denklem üzerinden açıklayıp sonlandırayım.

    Daha evvel de dediğim gibi benim denklem

    NaCl + HHSOOOO------> NaHSOOOO + HCl

    Şeklinde idi. Buradaki kimyasal reaksiyonu ne kadar tekrarlarsak tekrarlayalım, aynı şartlar altında her zaman aynı sonucu verecektir. Neden aynı sonucu verecektir? Çünkü daha evvel de bahsettiğimiz gibi, bu denklemi oluşturan etkenler, yani bu atomların bu şekilde sıralanarak, bileşik oluşturmalarının nedeni, olasılık hesapları değil, atomların sahip elektron değerleri olduğu idi. Yani bileşiklerin oluşmasını sağlayan etkenler bunlardı. Çünkü deney her tekrarlandığında, aynı sonucu vermesi bir mucize olurdu.
    Eğer bu deneydeki bileşikteki atomların sıralanışı sadece olasılık hesabına kalsaydı ve dış yörüngelerdeki elektronlar devre dışı kalsaydı ve buna rağmen yine de kimyasal reaksiyon sonucu bileşikler oluşsaydı, her defasında farklı bir bileşik oluşacaktı ve atomların kimyasal dizilimleri de farklı olacaktı İşte, kimyasal reaksiyonlar ancak bu kavramları içerecek şekilde olsaydı, bu durumda bu bileşiklerin olasılık hesaplarından bahsedilebilirdi.
    Söz gelimi
    Eğer iki bileşikle başlayan deney sonucu yine iki bileşikle biten bir deney olsaydı
    Birinci deney sonucu NaCl + HHSOOOO------> NaHSOOOO + HCl şeklinde olurken
    İkinci deney sonucu NaCl + HHSOOOO------> NaHSOO+ HClOO
    Üçüncü deney sonucu NaCl + HHSOOOO------> SOOOO + NaHHCl
    Ve bunun gibi birçok varyasyonlar olurdu.
    Keza, aynı iki bileşikle başlayan deney sonucu üç ayrı bileşik meydana geldiğini varsaydık
    Birinci deney sonucu NaCl + HHSOOOO------> NaH + SOOOO + HCl
    İkinci deney sonucu NaCl + HHSOOOO------> NaSO + OOO + HHCl
    Üçüncü deney sonucu NaCl + HHSOOOO------> NaO OOO + HClHS
    Gibi bir sürü varyasyonlar oluşurdu. Keza deney sonrası tek bir bileşik olabileceği gibi, iki bileşikli, üç bileşikli hatta tüm elementlerin bir arada olduğu tek bir bileşikten bile bahsedilebilirdi.

    YanıtlaSil
  62. (SAyfa 43)

    Hatta, deney sonrası oluşan tek bileşikte atomlar yer değiştirdiğinde bile ayrı bileşik olması gerekirdi
    Yani varsayalım, deney sonrası tüm atomları kullanarak oluşan tek bileşik NaHSOOOOHCl şeklinde ise, atomların yerlerini değiştirmekle elde edilecek OOOOHClNaHS veya NaHSOHClOOO gibi bileşikler bile ayrı aynı atomları barındıran ama farklı özellikli bileşikler olması gerekirdi.
    Buna NaCl + HHSOOOO ile başlayan bir kimyasal reaksiyon sonucu olabilecek bileşik sayıları da permütasyon hesapları ile hesaplanabilir ki, kim bilir kaç çıkar?.

    Ama, sırf olasılık hesaplarını dahil ettiğimiz ve sadece olasılık hesapları ile bakıldığında doğru olan bu denklemler, gerçek dünyada, atomların, kimyasal özelliklerinin hepsini ihlal ettiği için biri hariç (asıl denklem) hiç birinin gerçekleşmeyeceği denklemler serisi olacaktır.
    Dolayısıyla biricik denklem sadece ve sadece
    NaCl + HHSOOOO------> NaHSOOOO + HCl
    şeklinde olup, olasılık hesaplarını dışarıda bırakır. İşte, amino aitlerin de oluşumu öyle olasılık hesaplarından ziyade, atomların doğasının kattığı kanunlar çerçevesinde çalıştığı için (olasılıkları tamamen ret etmeden ama söylendiği kadar da yani 1/20^574 gibi olmadık bir olasılık hesabından da bahsedemeyiz) amino asitlerin oluşumunda da bilindik ve ilave kimyasal özellikler kattığımızda, amino asitlerin oluşumunun 1/20^574 olasılık hesabı ile bağdaştırılamayacağını söylemek isterim.
    Ayrıca, amino asitlerin, Sayın Hayyam’ın da daha evvel de bahsettiği gibi, öyle tek seferde değil, daha alt bileşiklerden daha da küçük ve kademe kademe oluşmuş olabileceği akla daha yatkındır.

    YanıtlaSil
  63. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  64. -SAYFA 7-

    Aslında ne yazarsam yazayım siz kendi sanal dünyanızın içerisinde yaşamaya devam edeceksiniz. Nasılki dini gerçek manada yaşamaktansa dini kendilerine uyduran Müslüman toplumu varsa maalesef sizin gibi bilimin ortaya koymuş olduğu gerçeklerini kendi kafasındaki dünyaya uygun şekilde yorumlayan insanlarda var. İşte toplumun hastalığı bu olsa gerek. Herşeye kendi bakış açımızdan bakıyoruz. Bu yüzden biz burada sonsuza kadarda tartışsak siz kendi dünyanızı bana anlatacaksınız bende öyle. Bunu anlamsız bir polemik haline getirmenin anlamıda yok bence fakat tartışma anlamsız bir şekilde oraya doğru kayıyor. Benim savunduğum şey ortada eğer olasılıksız olasılıklar varsa bunları nasıl muhakeme etmemiz gerektiğiydi. Siz diyorsunuzki hiçte olasılıksız değil olasılıkları düşükmüş gibi gösteriyorsunuz ama ben hala tatmin olmadım. Neden diyecekseniz aşağıda açıklamasını yapacağım. Tartıştığımız şeylerin üzerinde dönüp dönüp tekrar tekrar açıklama yapmanın gereği yok. Siz imkansız birşeyin ispatlanmasının peşinde koşuyorsunuz. Eğer imkansız bir şey olmuşsa –ki olmuşta, kanıtıda insanlığın veya yaşamın varlığıdır- galaksiler gibi makro alemden tutunda atomlar gibi mikro alemlere kadar bu kompleks ve karmaşık düzenin oluşumunu doğa yasalarıyla açıklanması imkansız olan yaşamın varlığını nasıl olurda atomların veya moleküllerin kararlılık seviyelerine veya başka doğa yasalarına indirgeyebiliyorsunuz. “ Biyoloji faaliyetler dediğimiz şeyler spermin bir yumurtayı döllemesi bile, kimyasal tepkileri oluşturan atomların etkisi nihayetinde. ” Gerçekten herşeyin basit kimyasal tepkimeler olduğumudur yaşam? Bu kadar basitse eğer biz neden hala bütün enerjimizi yaşamın sırlarını çözmeye çalışıyoruz. Herşey bu kadar basit bir şekilde biraraya geldiyse biz neden hala bu sırları çözemiyoruz.

    Ben bu akıl tutulmasına hayret ediyorum. Bilim yegane yöntem olarak Allahın varlığının bilimsel verilerden çıkarsanan sonuçlarla desteklenmesi yasaklanmakta; daha sonra ise Allahın varlığının bilimsel gerçeklere aykırı olduğu söylenerek ateizmin savunulması yapılmaktadır. Bu ne yaman çelişki böyle! Önce Allahın doğaya müdahale etmediğini ÖNKABUL olarak kabul edeceksin arkasındanda Nietzsche gibi biri çıkıp diyecekki “Tanrı öldü”. Bu tür yaklaşımların temeli aslında bilimin kilisenin baskısı altında olduğu dönemde bir şart ve önkabul olarak ortaya çıkmıştır.

    Canlılar dünyasında tasarım delilinin sayısız delili vardır, fakat günümüzdeki bilimsel paradigmalara göre doğal sebepler dışında bir sebebe atıfta bulunmak tasarımın, bir Tasarımcı’yı gösterdiğini söylemek yasaktır. Teizmin ateizmden en önemli farklarından biri, evrendeki oluşumların ve canlıların Bilinç’in, Bilgi’nin ve Kudret’in ürünleri olduğunu savunmakken; ateizm bunları,kör tesadüflerin, olasılıksız olasılıkların eseri olarak görür. Bilimin objektif bir uğraş olduğuna inanılıyorsa, olması gereken tavır, baştan tasarımdan Tasarımcı’ya yükselmeyi yasaklamak yerine; mevcut olguların gerçekten de Tasarımcının varlığını gösterip göstermediğine objektif bir şekilde yaklaşmak olmalı değil midir?

    Türkiye'nin tanınmış bilim adamlarından evrimci Prof. Dr. Nevzat Baban, protein oluşumunda matematiksel olarak tesadüfün imkansızlığını şu şekilde belirtmektedir:

    Molekül ağırlığı 34.000 olan, bileşiminde 288 amino asit bulunan ve 12 farklı amino asitten yapılmış teorik bir protein molekülünün 10 üzeri 300 farklı yapısı bulunabileceği hesaplanmıştır. Bu farklı şekillerden birer molekülün bir araya gelmesiyle meydana gelecek kitlenin ağırlığı 10 üzeri 280 gramdır. Halbuki dünyamızın tüm kütlesinin sadece 10 üzeri 27 gram olduğu düşünülecek olursa.... Yapısında, proteinlerin bileşiminde bulunabilen 20 amino asit türünden hepsinin yer aldığı 61 amino asitten yapılmış polipeptidin izomer sayısı 5x10 üzeri 79 olduğu hesaplanır... buna göre de kainattaki her atom başına yukarıda yapısını açıkladığımız 61 amino asitten oluşmuş polipeptid molekülünün izomerinden 6 tanesinin düşeceği anlaşılır. (Prof. Dr. Nevzat Baban, Cerrah Paşa Tıp Fakültesinden Protein Biyokimyası S. 32 )

    YanıtlaSil
  65. -SAYFA 8-

    Yanlış anlamayın erol bey ben size bilimin ortaya koyduğu gerçekleri saptırıyorsunuz veya bunu bilinçli bir şekilde yapıyorsunuz demiyorum burada asla bir art niyet aramıyorum fakat sapla samanıda karıştırıyorsunuz. Nedenmi ?

    Şöyle demiştiniz. “Bildiğiniz üzere bir benzen halkasında birbirlerine çift bağla başlanmış 6 adet Karbon atomu ve her bir karbona tek bağla bağlanmış 6 adet de hidrojen atomu vardır. Siz bana, sadece ve sadece benzen halkası olup da, 7 hidrojen olan bir benzen halkası gösterebilirseniz beni şaşırtırsınız. Ancak, bakın tekrarlıyorum, sadece ve sadece 6 adet karbon olacak ve 7 tane hidrojeni olacak. Çünkü, tüm bağlar ya karbonlar ile çift bağlar ve her bir karbonun boşta kalan bir bağı da hidrojen ile kapanmıştır. Boşta kalan hiçbir bağ olmadığı için, sistem kendini kapatmıştır. Yani doğa sizin tabirinizle DUR demiştir. Elinizde sadece ve sadece bir adet bir fazladan hidrojen olsa ve bunu da benzen halkasına yapıştırmaya kalkarsanız, artık bu benzen halkası değil, açık bir zincir olan başka bir bileşik haline getirmiş olursunuz.”

    Doğrudur bu yazdıklarınızın yanlış bir şeyi yok. Sorun şurada atom ve moleküler kimyaya girdiğiniz zaman işin rengi değişir. Çünkü atomların dünyasında belli enerji seviyeleri vardır ve atom veya molekül bu belli enerji seviyelerine göre en kararlı hale gelmeye çalışırlar. Benzen halkasına bir hidrojen daha bağlanması konusu kuantum kimyasının konusudur ve atom ve molekül seviyesine indiğimiz zaman yaşadığımız dünyadan farklı bir dünyadır o sizde gayet iyi bilirsiniz. Orada kuantlaşmış enerji seviyelerinden bahsidelebilir. Elektronların neden bu şekilde davrandıklarını anlayabiliriz fakat doğada bu işler nasıl yürüyor. Doğada sadece 20 tanesinin insan veya bitki herneyse yaşamı için gerekli olduğunu biliyoruz. O yüzden bende ilkel yaşam koşullarında proteinin oluşabilmesi için sadece 20 aminoasidin olasılığını hesapladım. Olasılıkları sizin lehinize gerçekten iyice azaltıyorum. Benzen halkasına 7. Hidrojeni bağlayamayız bunu anlayabilirizde peki bir polipeptid zincirinde 20 aminoasitten herhangi biri bağlansa bunada polipeptid zinciri hayır diyebilirmi? Neticede akıllı ve şuur sahibi varlıklar değil ya bunlar. En düşük enerji seviyesini kiminle hangi aminoasitle yakalarsa onunla biraraya gelip birleşecektir. Peki bu 20 aminoasidin (hadi hepsininde kendiliğinden oluştuğunu farzedelim) içerisinde yaşam için gerekli 20sini nasıl seçip ayıklayacak?

    MİLLER DENEYİ

    (Ayrıca bir not düşmek isterim erol bey burada proteinin oluşma olasılığından bahsediyoruz. Yazınızda birkaç yerde aminoasidin oluşma olasılığı demişsiniz ama sanırım klavye sürçmesi olmuştur :) çünkü ben olasılığı hesaplarken 20 aminoasidin bulunduğunu ve tepkime için hazır bulunduğunu farzetmiştim zaten )
    Ben aminoasitlerin bile kendiliğinden oluşmasının imkansız olduğunu söylüyorum ya. Bu aminoasitleri ilkel atmosfer koşullarını tahmin ederek kendi laboratuarında elde etmeye çalışan Stanley Miller ismindeki zatı muhteremi bilirsiniz sanırım. İlkel atmosferde varsaydığı metan amonyak su buharı ve hidrojen dolu kaba elektrik voltajı gönderdi. Olmadı bir hafta boyunca 100 dereceye kadar kaynattı. Sonuç ? hüsran! Yaşam için gerekli 20 aminoasitten 3 tanesini elde etti ki bu aminoasitleride oluşur oluşmaz soğuk tuzak yöntemiyle o ortamdan izole ediyordu. Böylece tekrar bozunmasının önüne geçmeye çalışıyordu. Ayrıca deneye getirilen eleştirilerden birkaçı :
    1- İlkel dünyadaki atmosferde aminoasitlerin tamamını parçalayacak kadar yoğunlukta oksijen bulunuyordu.Maalesef insanlar bilimadamıda olsa kendi düşüncesini doğrulayabilmek için uydurmada olsa gerçeklerle bağdaşmasada teorisinin gerçekleşmesi için elinden gelen herşeyi yapıyor. Stanley millerda aminoasitlerin oluştuktan sonra bozunmaması için ilkel dünyada oksijenin olmadığı varsayımında bulunuyordu. Oysa günümüzde yapılan çalışmalarda örneğin 3.5 milyar yıl olarak hesaplanan taşlarda okside olmuş demir ve uranyum birikintileri bize ilkel atmosferde yoğun bir oksijen olduğunu kanıtlamaktadır.

    YanıtlaSil
  66. -SAYFA 9 -

    2- Millerin deneyinde ilkel atmosferde bulunduğunu düşündüğü gazları metan amonyak ve hidroje olarak belirledi ve oksijeninde bulunmadığını varsaydı. Bunlar rastgele seçilmiş değildir. Bunlar aminoasit oluşmasını düşündüğü en optimum koşullardı ki buna rağmen 3 aminoasit oluşmuştur. Oysa ilkel atmosferde bol miktarda karbondioksit, nitrojen ve su buharı olduğunu metan amonyak ve hidrojen olmadığını gösteriyordu.
    3- Doğada bunların bozunmadan elde edilmesini sağlayacak olan soğuk tuzaklarımız varmı? Oksijen bu aminoasitler oluşsa bile bunları okside edip yapısını bozmayacakmıydı?
    4- Miller deneyinin bir diğer sorunuda onların öngördüğü atmosferde kısa dalga boylu ultraviyole ışınları amino asit oluşumuna sebep olacakken, diğer yandan uzun dalga boylu ultraviyole ışınları oluşan amino asitleri hemen yok edecektir.

    İnsanlar kendi inandıkları gibi yaşamaya devam edecektir. Ama ben bilimi veya dini kendi inançları uğruna feda etmemelerini beklerdim. Geçmişte bunu Miller yaptığı gibi günümüzdede örnekleri çoğaltılabilir.

    Biz burada basit bir proteinin oluşumunu tartışıyoruz. Örnek olarak verdiğim bu proteinin oluşumu sizin iddia ettiğiniz gibi kimyasal denklemlerle, atom ve moleküler kimyasıyla kısaca kuantum kimyasıyla açıklanabilecek kadar basit ve kolay değildir. Vermiş olduğunuz en son örneğe dönersek:

    “Eğer iki bileşikle başlayan deney sonucu yine iki bileşikle biten bir deney olsaydı
    Birinci deney sonucu NaCl + HHSOOOO------> NaHSOOOO + HCl şeklinde olurken
    İkinci deney sonucu NaCl + HHSOOOO------> NaHSOO+ HClOO
    Üçüncü deney sonucu NaCl + HHSOOOO------> SOOOO + NaHHCl
    Ve bunun gibi birçok varyasyonlar olurdu.
    Keza, aynı iki bileşikle başlayan deney sonucu üç ayrı bileşik meydana geldiğini varsaydık
    Birinci deney sonucu NaCl + HHSOOOO------> NaH + SOOOO + HCl
    İkinci deney sonucu NaCl + HHSOOOO------> NaSO + OOO + HHCl
    Üçüncü deney sonucu NaCl + HHSOOOO------> NaO OOO + HClHS
    Gibi bir sürü varyasyonlar oluşurdu. Keza deney sonrası tek bir bileşik olabileceği gibi, iki bileşikli, üç bileşikli hatta tüm elementlerin bir arada olduğu tek bir bileşikten bile bahsedilebilirdi. ”

    Yukardaki örneğinizi ve sıvılarla ilgili verdiğiniz örneği birlikte değerlendirmek istiyorum.

    “Dolayısıyla benim elimde deney sayısı kadar ve ABCD şeklide sırlanmış sıvılardan oluşan kaplar oluşuyor. Ben her deneyden sonra, sanki bunların her biri bir amino asite karşılık geliyor gibi yan yana diziyorum. Deneyi 3. Defa tekrarlıyorum ve önümdeki üçüncü kapta da, sıvılar diye ABCD diye yoğunluklarına göre sıralanıyorlar. Ben deney sayısını arttırıyorum. 4., 5. 6….. 100, 101, . deney yapıyorum. Yani her ayrı bir kaba, elimdeki dört ayrı yoğunluklu sıvıdan karışık olacak şekilde koyuyorum, sonra çalkalıyorum. Sonra da kabı dinlenmeye bırakıyorum ve bir bakıyorum ki, bir evvelki kaptaki sıra ile aynı şekilde, ABCD şeklinde sıralanmış olarak görüyorum. Deneye giderek devam ediyorum. 574 adet deney yapıyorum. Bunun da ihtimali 1/24^574 oluyor. Sanırım bu bir yerden tanıdık geliyor olmalı.”

    Doğan Cüceloğlunun enfes bir lafı var: “Kime aklından zoru var denir? Aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuç bekleyene aklından zoru var denir. ”

    YanıtlaSil
  67. -SAYFA 10 -

    Bu bana neyi hatırlattı biliyormusunuz. Bazı dindar arkadaşlarım geçmişte şu adamın şöyle kerametleri varmış uçuyormuş kaçıyormuş falan. Kim görmüş delili nedir? şahidiniz varmı diyorum? Hayır yok ama öyle anlatıyorlar diyor. İtiraz ettiğimdeyse Allah isterse yapamaz mı? Bende dedimki Allah isterse şeytanı cennete peygamberimizide cehenneme koyamazmı? Elbette buna kadirdir diyor. Oysa Allah Şeytanı cehenneme Peygamberimizide makamı mahmuda yükselteceğini söylüyor. O yüzden ALLAHIN GÜCÜNÜ DELİL GETİRİLEREK buna aykırı bir iddia yapılamaz. Gelelim sizin kurduğunuz mantık hatasına.

    NaCl + HHSOOOO------> NaHSOOOO + HCl reaksiyonun sonucu (eğer gerçekleşebilirse) her zaman böyle olacaktır. (Gerçekleşebilirse diye not düştüm çünkü bu reaksiyon suyun içerisinde gerçekleşmeyecektir. NaCl(kuru) HHSOOOO(derişik) olmalıki bu reaksiyon gerçekleşsin. Yaşamın ilk kıvılcımının sıcak bir su birikintisinin kenarında başladığını söyleyen Darwin geldi aklımada bunuda buraya sıkıştırıvereyim dedim.) Elbetteki yukarıda yazmış olduğunuz reaksiyonlardan birinin dışında gerçekleşme olasılığı yoktur. Çünkü kimyasal reaksiyonun mekanizması bunu gerektiriyor. Sizde bu yasanın sonucunu delil getirerek diyorsunuzki bunu ne kadar tekrarlarsak tekrarlayalım bunun sonucu bellidir başka olasılık olmayacağından bu reaksiyon gerçekleşmek zorundadır. “amino aitlerin de oluşumu öyle olasılık hesaplarından ziyade, atomların doğasının kattığı kanunlar çerçevesinde çalıştığı için (olasılıkları tamamen ret etmeden ama söylendiği kadar da yani 1/20^574 gibi olmadık bir olasılık hesabından da bahsedemeyiz) amino asitlerin oluşumunda da bilindik ve ilave kimyasal özellikler kattığımızda, amino asitlerin oluşumunun 1/20^574 olasılık hesabı ile bağdaştırılamayacağını söylemek isterim.” diyorsunuz. İyide bu reaksiyonun böyle olasılık dışı sonuçlar vermemesi size yaşamı tetikleyeceği hissini nereden uyandırdı?

    Sizde doğa yasalarını delil getirerek (yaşamın oluşması zaten kaçınılmazdır) der gibi bir anlam ortaya çıkıyor. Ben size aminoasitlerin tesadüf eseri bile olsa biraraya gelip bir proteini oluşturmasının ne kadar imkansız olduğunu iddia ederken sizde bana doğa yasalarının sonucunda oluşmasının imkansız olduğu denklemleri delil göstererek diyorsunuzki doğada böyle maddeleri görmediğimize göre veya farklı bir anlatımla bu reaksiyonun sonucu hep aynı şeyleri ürettiğine göre herşey kuantum kimyasının gerektirdiği gibi gitmiştir. Aynı mantık hatası birbiriyle karışmayan sıvılar örneği içinde geçerli. Oradada geçerli bir doğa kanunu var ve siz kalkmış bu doğa kanunu dünyada her zaman böyle işler. Deneyi 574 kez değil sonsuza kadarda yapsak hep aynı sonucu elde edeceğiz diyorsunuz. Sizin bahsettiğiniz olasılık değilki doğa kanunu bunu hepimizde biliyoruz. O yüzden milyonlarca kezde sıvılar deneyini yapsanız veya tuzun üzerine asit dökseniz aynı sonuçları elde edeceğiz. Farklı bir sonuç beklemek zaten akla muhal bir durum. Bu doğa yasalarının işleyişinimi kontrol ediyoruz? Proteinin 20 aminoasit arasından rastgele yaşam için elverişli olan 20 aminoasidi bulup bunların 574 zincirli hemoglobini oluşturma olasılığı farklıdır, 4 sıvının her seferinde özgül ağırlıklarına göre sıraya dizilmeleri olayı çok farklıdır. Şimdi bunun olasılıkla ne alakası var Allahaşkına artık pes diyorum yani.

    YanıtlaSil
  68. -SAYFA 11 -

    Nasılki Allah’ın gücü; ölmüş insanların kerametler gösterdiğine delil getirilemiyorsa, doğa yasalarını delil getirerek bu yasalar her zaman böyle işliyor o yüzdende bizim varlığımız doğa yasalarına bağlıdır gibi bir delil getirilemez. Ben size OLASILIKSIZ OLASILIKLARIN GERÇEKLEŞTİĞİNİ ve bunun en büyük delilinin yaşam olduğunu ve buradan hareketle bunu Allahın varlığının bir delilidir diyorum. Sizde kurguladığınız örneklerden olasılıksız olasılıkları (NaCl + HHSOOOO------> NaO OOO + HClHS gibi örnekleri kastediyorum veya sıvıların farklı bir şekilde dizilememesi veya benzen halkasına 7. Hidrojeni bağlayamayacağımız gibi) sıralayıp böyle varyasyonlar görülmediğini söylüyorsunuz. (Zaten aksini iddia eden yok.) Olasılıksız olasılıkların gerçekleşmediğini bu yüzdende bunlar atomların doğasının kattığı kanunlar çerçevesinde hiçbir zaman farklı davranmazlar diyerek doğa yasalarını kendinize hüccet getiriyorsunuz ki asıl mantık hatası buradan kaynaklanmaktadır. Doğa yasalarının olması yaşamın da kendiliğinden olmasını gerektirmezki. Umarım anlatabilmişimdir.

    YETİŞ İMDADA EY NATURALİZM

    Eğer herşeyi doğa yasaları, adını net koyalım natüralizm içerisinde açıklamaya kalkacaksanız o zaman aşağıdaki olgularda natüralizm tarafından açıklanmayı beklemektedir.
    1- Doğa yasaları varsa o zaman bu doğa yasalarını kim yarattı? Naturalizm Yaratıcıya atıfta bulunmadan herşeyi doğanın içerisinde kalarak açıklayabileceği iddiasındaysa bunuda Yaratıcıya atıfta bulunmadan açıklasın lütfen. Evrenin ilk yaratılış anındaki 4 temel kuvvet ki kütle çekim kuvveti, güçlü nükleer çekim kuvveti, zayıf nükleer çekim kuvveti ve elektromanyetik kuvvet. Bunun dışında entropi, Pauli dışarlama ilkesi (elektronların aynı enerji seviyelerinde kabuğun izin verdiğinden fazla kalamamasını açıklayan görüş) gibi yasaların kaynağınıda açıklamalı natüralizm.
    2- Evrenin yaratılışını açıklamalıdır. Evrenin varolduğuna dair bir şüphemiz yok değilmi? Evrenin bir başlangıcının olması evrenin kendi dışında bir açıklamasını gerektirir. Neden biz varız.
    3- Olasılıksız olasılıkların gerçekleşmesinin mantıklı bir izahatını yapabilmeli
    4- Canlıların oluşumunu açıklayabilmeli. Canlıların oluşumu hakkında evrim diye bir şey ortaya atılmış fakat ne bir öngörüsü var, ne bize gözlem şansı veriyor, deney zaten hakgetire, matematiksel denklemlerle açıklanması imkansız. Yani aslında iler-tutar yanı yok bilimsel kriterleri karşılayamayan bir teori. Gelgelelim evrim teorisinin herşeyi kusurssuzca açıkladığına inanan müthiş bir de kitle var. Ben bunun çözümlemesini sosyologlara toplum bilimcilerine bırakıyorum.

    YanıtlaSil
  69. -SAYFA 12-

    SİMETRİ

    Proteinler doğada varolan 20 aminoasit arasından belli bir dizilimde olmak kaydıyla ve aminoasitlerin tamamının sol elli olması kaydıyla bir anlam ifade eder. Proteinin anlamlı olması için bir daha yazıyorum :

    1-20 aminoasitin kendiliğinden oluşmuş olması gerekir
    2-Bunların rastgele değil belli bir dizilime sahip olması gerekir. (Benim önceki yazımda amacınız-programınız var derken bunu kastediyordum anlaşılmadığını düşündüğüm için bir daha yazma ihtiyacı hissettim.)
    5- Canlı yapılardaki proteinlerin tamamı sol elli aminoasitlerden olması gerekir.
    6- Aminoasitlerin birbirleriyle yapacakları bağın kesinlikle peptid bağı olması zorunludur.
    Proteinlerin anlamsız bir çöp olmaması bu temel dört parametreye bağlı. Bu kısa bilgiyi tekrar hatırlattıktan sonra sizin örneğinize gelelim.

    “ bunun nasıl olduğunu ben göklerde aramak yerine bizzat olayın kendisinde arayacağım.
    Şimdi benim meşhur denkleme geçelim.
    NaCl + H(2)SO(4)------> NaHSO(4) + HCl
    Kimyacılar beni görse belki döverler ama ben de kimya okumuş biri olarak bu denklemi biraz açarak yazmakta bir mahzur görmüyorum.
    NaCl + HHSOOOO------> NaHSOOOO + HCl

    Simdi de benim torbaya attığım renklerle bu denklemdeki elementleri eşleştirelim.
    Sodyum (Na) =Beyaz (B)
    Klor (Cl) =Kırmızı (K)
    Hidrojen (H)= Sarı (S)
    Kükürt (S) = Mavi (M)

    Oksijen (O)= Pembe (P) olacak şekilde bir notasyon takip edelim. Böylece, benim topların renkleri yerine, yukarıdaki notasyona göre eşleştirilen elementlerin kendi simgelerini yazalım.”

    Erol bey sizin örnek basit olsun diye verdiğiniz NaCl + HHSOOOO------> NaHSOOOO + HCl denklem bir yere kadar hedeflerinizi karşılıyor ama aminoasitlerden bahsediyoruz. Burada şöyle bir sıkıntı var. SİMETRİ. Nedir simetri? (http://en.wikipedia.org/wiki/File:D%2BL-Alanine.gif) Sağ elinizin başparmağını aynaya tuttuğunuzda aynada gördüğünüz görüntü sol elinizin görüntüsünün aynısıdır aslında. Denklemler kağıt üzerinde yazıldığında basit elbette ama nihayetinde bu moleküller 3 boyutlu uzayda yani eni boyu olduğu gibi birde derinliği vardır. Bu verdiğiniz denklemde simetrinin bir önemi yoktur. Fakat aminoasitler 3 boyutlu uzayda iki türlü yönelim gösteriyor. (aslında pek çok bileşik için geçerli ama konumuz aminoasit olduğu için ben onu vurguluyorum.) Birisinin görüntüsü sağ elimize benziyorsa diğeride sol elimize benzemektedir. Tıpkı bir eldiven gibi sağ ve sol eldiven nasıl tıpatıp birbirinin aynısı sadece görüntüsü farklıdır. Daha doğrusu bu bileşikleri biz anlayabilelim diye sağ elli ve sol elli diye nitelendirmişiz. Çünkü reaksiyon sonucunda aynı bileşiklerden %50 %50 oluşur. Yani iki tür aminoasiti birbirinden ayıran tek fark simetrilerindeki bu yapı farkıdır.

    Proteinlerde bütün aminoasitler neden sol elli olmak zorunda? Doğada her iki a.asit türüne aynı oranda bulunmaktadır fakat her ne hikmetse aynı kimyasal yapıya sahip a.asitlerden yalnızca sol elli olanlar canlıların proteinlerinde bulunmaktadır. Hadi bununda bana mantıklı bir açıklamasını yapın lütfen. Bunun olasılığı diğer örneğimden dahada zor. Çünkü bu yapının kimyasal özellikleriyle herşeyiyle tam tamına bir tek yumurta ikizi. Tek farkları birisi sağcı diğeri solcu. Bu nedir biliyormusunuz parayı her attığınızda tura gelmesidir. Bunun 574 zincirli hemoglobin için yaparsak 574 kere parayı atarsanız her seferinde tura gelmesi gereken bir olasılıktır. Bir kere sağ elli a.asit reaksiyona girerse o proteini atın çöpe gitsin. Diğer hesapları kabul etmediğiniz gibi eminim bunuda kabul etmeyeceksiniz yine felsefi izahlara girişeceksiniz ama buda sizin bakış açınız, sanal gerçekliğiniz.

    Yanlış anlaşılmasın sağ elli aminoasitler sol elli a.asitlerle birleşmiyor değil. Birleşip aminoasit zincirleri oluşturabilirler pekala fakat bu proteinin üç boyutlu olmasını engelliyor. Canlılardaki protein zincirlerinin neden sol elli aminoasitlerden oluştuğunu araştıran bilimadamları proteinlerin görevlerini yerine getirebilmeleri için mutlaka üç boyutlu olmaları gerektiğini farkettiler. Örnek olarak DNA ve RNAnın üç boyutlu heliks yapısını biliyorsunuz.

    YanıtlaSil
  70. -SAYFA 13-

    PEPTİD BAĞI

    Aminoasitler kendi aralarında pekçok kimyasal bağ türü kurabilir fakat proteinin protein olabilmesi için kesinlikle peptid bağı ile bağlanması gerekmektedir. Aminoasitler eğer akıllı ve şuur sahibi varlıklar değilse neden Van der walls bağı, iyonik bağ, kovalent bağlar değilde peptid bağı kurarak bağlanıyor. Canlıların yapısında bulunan moleküllerde kovalent bağlarla bağ kurulurken proteinlerde peptid bağı olduğu anlaşıldı. Peptid bağı aminoasitteki karboksil ile diğer aminoasitteki amino grubu arasında kurulur ve diğer bağlardan çok daha sağlam bir bağdır. 574 aminoasitli Hemoglobin için 573 peptid bağınıda benim olasılıkları hesaplanması gerekenler hanesine yazın lütfen. Olasılıklar bayağı arttı. 20^574 hemoglobinin oluşma olasılığıydı 2^574 aminoasitlerin sol elli olma ihtimali 2^573 proteinlerin kendi aralarında yapmaları gereken peptid bağı sayısıdır. Bütün bu olasılıkları toplarsak yaklaşık 80^574 yapar. Bu olasılığı şimdi kırpın kırpabildiğiniz kadar atış serbest. Kusura bakmayın atış serbest derken bu oluşum için iyi bir fikir sunmaktan ziyade varsayımlar üzerinden hareket ediyorsunuz.Bununda tutarlı bir açıklaması yok

    Amino asitler doğru sayı ve dizilimde biraraya gelmekle kalmaz, belli noktalarda bükülerek, proteinin görevini yerine getirebilmesi için sahip olması gereken üç boyutlu biçimini de belirlerler. Bunu sağlamak için bükülme noktalarındaki amino asitler, belli bir açıda bükülmeye imkan verecek şekilde, diğerlerinden daha zayıf bağlarla birbirlerine bağlanırlar. Eğer böyle olmasa, tüm amino asitler birbirlerine eşit kuvvetlerle bağlansalardı, dümdüz, vasıfsız ve işe yaramaz bir protein zinciri oluşacaktı.


    Tek bir proteinin dahi tesadüfen oluşması imkansızlığın bu kadar ötesinde iken, canlıların yapılarında görev yapan binlerce çeşit proteinin tesadüfen oluşup, biraraya gelerek hücreleri oluşturduğunu iddia etmenin ne kadar mantık dışı olduğu ortadadır. Kaldı ki, hücre bünyesinde görev yapanlar sadece proteinler değildir. Hücre üstün bir şuurla yaratılmış olan
    Proteinlerin ve diğer moleküllerin aynı şuur ile ve eşsiz bir planla organize edilmelerinden oluşur. Benim bunlar dışında bir proteinin bile oluşmasının önünde engel olarak sayabileceğim birkaç argümanım daha var ama önce sizin cevabınız bekliyorum.. Erol bey yukarıdada bazı sorularım oldu ve aşağıyada birkaçtane sıralıyorum. Bunların cevap bekleyen sorular olduğu aşikar ister cevaplayın ister cevaplamayın ama ben sadece teorinizin ne kadar sorunlu olduğunu göstermek için yazmak istedim.

    YanıtlaSil
  71. -SAYFA 14-

    SORU(N)LAR

    1- Peki o zaman sorarım size insanoğlu bilimin zirvesindeyken son teknoloji laborutarlarımızda her türlü teknik donanıma, bilgiye ve zekaya, nanoteknolojiye ve CERN gibi Fermilab gibi dünyanın en gelişmiş bilim merkezlerine sahipken bizler kontrollü bir şekilde bile bir hücreyi neden yaratamıyoruz? Bilimin zirvesinde olmadığımız daha fazla geliştikten sonra hücreyi artık yapabilir pozisyona gelebileceğimizi söylemişti hayyam bey. Peki sizcede bu dahada büyük bir çelişki değilmidir? İlkel yaşam koşullarında oluşan bir şey neden şuanki koşullarda elde edilemiyor.
    2- Moleküler kararlılık aşama aşama bir gelişim sürecine girdi ve ananası,muzu,papağanı,zürafayı,sevgiyi,nefreti,özlemi ve zekayımı yarattı ? Peki neden polimer malzemeleri, bilgisayarı, kılıcı, tekerleği, kumaşı, camı oluşturmadı? Bunların oluşumu proteinin oluşumundan çok daha kolaydır. Neden hep canlı şeyler kendiliğinden oluştuda cansız şeyleri biz yaptık?
    3- “Türlerin neredeyse % 97’si yine, üzerinde yaşadıkları Yerküre tarafından yok edilmişlerdir.” Diyorsunuz. Bu sizin olasılık hesaplarınızı dahada çıkmaza sokacak bir veri değilmi? Bir proteinin oluşması için bile dünyanın bayağı bir zamana ihtiyacı varken siz %97sini daha oluşmadan öldürdünüz bile.
    4- Doğada bulunan 20 aminoasidin “akıllı seçilimi” sizin kuantum mekaniği anlayışınızla örtüşüyormu? Ben olasılık az olsun diye 20 tanesininde ortamda bol miktarda bulunduğunu farzederek olasılığı lehinize iyice azaltıyorum. Bu a.asitlerin arasında bilinçli bir varlık ortaya çıkarma görevini bilimin hangi dalıyla açıklayacaz.
    5- Proteinlerin oluşması için aminoasitlerin sol elli olması gerektiğini; bunuda tıpatıp aynı moleküller içerisinden cımbızla kimin hangi mekanizmayla seçip yaşam için elverişli proteinleri meydana getirdiğini söyleyebiliriz.
    6- Eğrelti otlarından ve bunların günümüzün fosil yakıt kaynağı haline geldiğini söylüyorsunuz. Biz onları tartışmıyoruz daha maalesef o aşamaya gelmedik Erol bey henüz onun yapraklarındaki bir hücre içerisinde bulunan bir proteinden bahsediyoruz ki ikisi arasında sonsuz bir uçurum bulunmaktadır. Daha ilk proteinin nasıl oluştuğuna ikna olmadımki bana eğrelti oltalarından bahsediyorsunuz. Filmin bir yerinde çok büyük bir kopukluk var.
    7- Doğada basit reaksiyonlar -ki sizin verdiğiniz örnekte öyle- pek sık rastlanmaktadır. Veya ekmeğin üç gün bekledikten sonra küflenmesini görmemiz bizim için çok sıradan basit birşeymiş gibi gelebilir. Bunlar bize mucize olarak gelmeyebilir ama ilkel dünya koşulları düşünüldüğünde bunlar gerçekten birer mucize. Sizin örneğiniz basit bir kimyasal reaksiyonken ekmeğin küflenmesi bize her ne kadar basit gibi gelsede milyonlarca bakterinin –ki en basit E.Coli bakterisinin 4289 proteine sahip olduğunu ve bunlarında bilmem kaç aminoasitten oluştuğunu gözönünde bulundurursanız- orada üremesidir. Bu ikisini aynı kefeye koyup lütfen bu şekilde değerlendirmeyin. İkisi arasında tam bir uçurum var. Böyle basit gibi görünen şeyler arasında analoji kurularak yanılgıya düşüyorsunuz. Tıpkı geçmişte biraz kumaş + nem +21 gün = fare oluşur diyenlerin hatasına düşmüş oluruz. Ekmeğin küflenmesi bugün mucize gibi gelmeyebilir çünkü zaten ekmek mayalansın diye fırıncı bunu orada katıyor içine. Fakat ilkel yyaşam koşullarında ilk bakterinin olmadığı hayatta bu ilk aminoasit ilk protein ilk bakteri nasıl oluştu? Bunun açıklamasını bilim henüz verememiştir sadece tahmin, varsayım ve vehimlerin ötesine geçememiştir. Bilim, Olasılıkların oluşmasına izin vermediği bu ilk oluşumu varsayımlardan uzak mantıklı bir izahatını yapamamıştır.Bu ilk bakteri mucize değilse nedir?
    8- DNA yalnızca enzimlerin yardımıyla eşlenebilir. Fakat bu enzimlerin sentezide ancak DNAdaki bilgilerle yapılması gerekir. Birbirine bağımlı olduklarından eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisininde aynı anda varolması gerekir. Yani kısacası tavukmu yumurtadan çıktı yoksa yumurtamı tavuktan çıktı?

    YanıtlaSil
  72. -SAYFA 15-

    Bilimin objektif bir uğraş olduğuna inanılıyorsa, olması gereken tavır, baştan tasarımdan Tasarımcı’ya yükselmeyi yasaklamak yerine; mevcut olguların gerçekten de Tasarımcının varlığını gösterip göstermediğine objektif bir şekilde yaklaşmak olmalı değil midir?

    YanıtlaSil
  73. (Sayfa 44)

    Sayın Karkurdu

    Yine, aşağıda, sizin yazdıklarınız ve benim cevabım şeklinde bir sıralamada yazmaya çalışacağım.

    SİZİN YAZINIZ

    “Aslında ne yazarsam yazayım siz kendi sanal dünyanızın içerisinde yaşamaya devam edeceksiniz. Nasılki dini gerçek manada yaşamaktansa dini kendilerine uyduran Müslüman toplumu varsa maalesef sizin gibi bilimin ortaya koymuş olduğu gerçeklerini kendi kafasındaki dünyaya uygun şekilde yorumlayan insanlarda var. İşte toplumun hastalığı bu olsa gerek. Her şeye kendi bakış açımızdan bakıyoruz. Bu yüzden biz burada sonsuza kadarda tartışsak siz kendi dünyanızı bana anlatacaksınız bende öyle. Bunu anlamsız bir polemik haline getirmenin anlamıda yok bence fakat tartışma anlamsız bir şekilde oraya doğru kayıyor.

    CEVABIM

    Yukarıdaki gibi yazdıktan sonra, bence, bu paragraftan sonra yazdığınız hiçbir şeyi yazmamanız gerekirdi. Sadece, yukarıdaki paragrafı benim yazının altına ama sadece bu kadarını yazmanız yeterli olacaktı. Ancak, hem anlamsız bir polemik yaptığımızı hem de, tartışmanın anlamsız bir yere gidiyor olması ile yakınıp yine de uzun uzadıya yazmanıza bir anlam veremedim. Böyle söyleyip de yine de açıklamaya ihtiyaç duymanıza teşekkür mü edeyim karar veremedim. Ama olsun. Düşüncelerinizi duymak elbette ki güzel. Hem sonra, aşağıda paylaştığım gibi, sizin düşüncelerinden tamamen ayrı düşünmüyoruz ki. Kaldı ki, geçen sefer de olduğu gibi, benim adıma sorularınızın bir kısmını cevaplamışsınız.

    Her şeye kendi bakış açımızla baktığımızı yazmışsınız. Elbette ki öyle olmayacak mı? Bizler yetişkin insanlarız. Birimizin fikrini, diğerine, zor kullanarak kabul ettirmek gibi düşüncemiz olamaz. Hem sonra, siz kadar bizler de senede inceli kalınlı 25-30 kadar kitap deviriyoruz. Hem sonra bunların hepsi bilimsel popüleritesi olan kitaplar değil, bir yarısı da akademik. Belgeseli, interneti, kendi adımıza merak ettiğimiz araştırmalar da cabası.


    YanıtlaSil
  74. (Sayfa 45)

    Hal böyle olunca tabii ki farklı fikirlerde oluyor insan. Hatta, ben, dünkü fikrimde bile olmadığım zamanlar oluyor. Çünkü yeni öğrendiğim bir bilgi ile eskisini değiştiriyorum. Bir şairin “bilgi sizin efendiniz olacağı yerde siz bilginizin efendisi olun” dediği gibi. Böyle olunca da, dogma bilgiden uzaklaşmak, Dünya gerçeğine ulaşmak, bence güzel bir hastalık olsa gerek. Hatta bence bu hastalık bulaşıcı bile olmalı.
    Yazınızın bir yerinde “bilimin ortaya koymuş olduğu gerçeklerini kendi kafasındaki dünyaya uygun şekilde yorumlayan insanlarda var” demişsiniz. Doğayı, elbette ki, onun kendi kanunları ile anlamaktan daha güzel ne olabilir ki? Doğanın bize verdiği anlamdan daha ötesi olsa olsa, bilim insanlarının da yaptığı gibi önce teori, sonra felsefe daha sonra da ihtiyacımı tanımlamaya yönelik kurgu olurdu diye düşünüyorum. Teori ve felsefe kısmı iyi de ihtiyacımı gideren kısım olan kurgu kısmı bizi, bilimden epey uzaklaşmış bir düşüncenin ve sırf benim bir ihtiyacımı gideriyor diye, doğanın hak etmediği bir kurgu olurdu sanırım. Yani doğanın kendi referansı tek doğrudur diye düşünüyorum. Çünkü ondan başka referansımız yok ki.

    Bu arada her sorunuza cevap vermedim. Saygısızlıktan dolayı değil, sorularınızın, birçoğu, savınızı zenginleştirmek adına sorduğunuz ancak, aynı cevap ile karşılanacak türden olduğu için buraya almadım.

    Yazılarınızı buraya aktarırken, umarım, belli bir kısmını, farklı anlamda, yani anlam kopukluğu olarak buraya aldığımı düşünmeyiniz. Yazılarınızın önünde ve arkasındaki kısımları okuyup da ona göre yorumladığımdan emin olmanızı isterim.

    SİZİN YAZINIZ

    ….Benim savunduğum şey ortada eğer olasılıksız olasılıklar varsa bunları nasıl muhakeme etmemiz gerektiğiydi.

    BENİM CEVABIM

    Ortada olasılıksız olasılık diye bir şey yok. (Olasılıksız olasılık. Bu sizin tabiriniz. Güzel bir kitap başlığı olabilir) Yani, kendinize göre olmayacak şeylerin olasılıklarını yaratıp, yazınızın içine dâhil edip sonra da, buna bakarak ve böyle bir ihtimalin olamayacağını söyleyip. savunduğunuz şeyin olabilirliğini yani Tanrı’nın varlığını gösterme çabası içine giriyorsunuz. Yani, deneyi sonucunu düşüncelerinize uydurmak için, modelinize dışarıdan ithal edilen bir veri gibi geldi bana. Biliyorsunuz. Modelinize uysun diye, modele ithal ettiğiniz veriler için “veri madenciliği” denmektedir. Diğer taraftan, benim tartışmanın konusu, Tanrının varlığı veya yokluğu konusu değil ki. Sadece ve sadece sizin olasılıklar hakkındaki görüşlerimi söylemekti. Hepsi bu.


    YanıtlaSil
  75. (Sayfa 46)

    Genetik matematiği diye bir kavram var ama, itiraf ediyorum, sizin gibi bir olasılığı hiç görmedim. Kaldı ki, bu genetik matematiğini adı altında çalışmalar var hatta bu çalışmaları yapan, inanan bir kişi bile olabilir. Ama doğruyu söylemek gerekirse böyle bir olasılık görmedim. Ta ki siz yazana kadar. Daha evvel de dediğim gibi, yazımın daha birinci sayfasından itibaren, Tanrı’nın varlığı veya yokluğu konusunu ele hiç almadan sadece ve sadece sizin yazmış olduğunuz çok düşük olasılıklı hesapların olamayacağını, çünkü doğanın kurallarının sayısal loto topları gibi olamayacağını söylüyorum ve sanırım siz de bunu yazdıklarından okumuş olmalısınız. Yani, siz, doğadaki atom, molekül vb. malzemelerin, nötr olduğunu, birbirleriyle hiçbir etkileşim içinde olmadığını, yani tekrar ve takrar söylediğim gibi lotodaki toplar gibi olduğunu mu söylemek istiyorsunuz? Sizin hemoglobindeki molekül yapılarının hepsinin, hiçbir etkileşimde olmayan ve doğanın küçük partikülleri olduğunu mu demek istiyorsunuz? Eğer böyle ise, o zaman, hemoglobini meydana getiren molekül yapılarının, yan yana gelip de bir canlı oluşturması konusunda sizin bahsettiğiniz o olasılık oranları konusunda tamamen hemfikir olduğumu söylerim. Ama gerçek öyle mi? Evrendeki tüm partiküller böyle nötr mü? Eğer siz böyle düşünürseniz ve buna inanırsanız, elbette ki o zaman, kendi savınıza daha kuvvetli destek vermek için, hiç olmayacak bir oranı ortaya koyup, savınızı kuvvetlendirdiğinizi düşündüğünüz bir model yaratmış oluyorsunuz.

    Aslında böyle düşünmediğinizi biliyorum. Ama böyle bir olasılık hesabı ile işe başlayınca, konudan bihaber olana şunu demek istiyorsunuz, “Gördüğün gibi, eğer bir hemoglobin tesadüfen bir araya gelseydi, 1/20^574 olasılıkla meydana gelecekti. Ancak, böyle bir şey olamayacağına göre, Hemoglobini Tanrı yarattı”. İşte sizin savınız bu. Bana kızmayınız ama, bilgisi olmayan bir kişi için ölümü gösterip sıtmaya razı etmek gibi bir çıkarım oluyor bu.

    Lütfen şu kendi halindeki garip denkleme bir daha bakınız.

    NaCl + H(2)SO(4)------> NaHSO(4) + HCl

    Eğer sizin düşüncenizden gidersek, yani her molekül partikül veya her neyse hepsi nötr kabul edersek daha evvel de dediğim gibi, bu denklemin bile olasılık hesabını hesaplamamız gerekirdi. Yani, bu bileşikteki elementlerin yan yana tesadüfen gelme ihtimallerini hesaplayabilirdik. Sanırım, artık bu hesabın ne olduğunu yapabilirsiniz.

    Siz, hemoglobinlerle uğraşırken ben konuyu daha anlaşılabilir kılmak için, ele avuca gelir denklemi örnek gösteriyorum. Daha açıklayıcı olsun diye kötü bir şey mi yapıyorum?. Siz hemoglobin veya benzeri organiklere neden bu kadar takıldınız ki ? Açıklayacağınız bir şey varsa, aynı Tanrı’nın bir varlığı olduğuna inandığınız benim denklem üzerinden de benim bahsettiğin sıvılar üzerinde de açıklayabilirsiniz. Bence mucize gibi görünenler ile değil daha basit örnekler üzerinden gidiniz.

    YanıtlaSil
  76. (Sayfa 47)

    SİZİN YAZINIZ

    Siz diyorsunuzki hiçte olasılıksız değil olasılıkları düşükmüş gibi gösteriyorsunuz ama ben hala tatmin olmadım. Neden diyecekseniz aşağıda açıklamasını yapacağım. Tartıştığımız şeylerin üzerinde dönüp dönüp tekrar tekrar açıklama yapmanın gereği yok. Siz imkansız birşeyin ispatlanmasının peşinde koşuyorsunuz.

    BENİM CEVABIM

    Ah Sayın Karkurdu Ah. Yine hızlı bir geçiş yapmışsınız. Ben sizin ortaya koyduğunuz o oranlar için, yazımın hangi tarafında “olasılıksız değil” veya tersten söylersek olasılık dahilinde olduğunu nerede söyledim.? Lütfen gösterir misiniz? Merak ettim doğrusu. O zaman bir daha tekrarlayayım. Sizin ortaya koyduğunuz o olasılıksız olasılık (sizin tabirinizle) oranlar var ya, hah işte o oranlar ne size göre, ne de bana göre bir aminoasit veya hemoglobin veya sizin ortaya koyacağınız başka hangi canlının organik kimya ile ifade edilebilecek ifadesi olacaksa, sizin ortaya koyduğunuz olasılık oranları ile bu canlının veya canlının bir parçasının ortaya çıkmayacağıdır. Buraya kadar tamam sanırım. Siz bana, tekrarlamam gerek yok diyorsunuz ama, hızlı okuduğunuz için, bir yerde atladığınız aynı kavramı bir yerde yakalarsınız diye tekrarlıyorum. Başkaca ne tür bir düşüncem olabilir ki? Evet, kaldığımız yerden devam edecek olursak, ne siz, ne de ben bu olasılık oranlarının bir canlı veya canlıya ait bir parça oluşturmayacağı görüşündeyiz. Buna ben de inanıyorum. Çünkü, eğer bu olasılık dâhilinde hemoglobinler meydana gelseydi, bu durumda, amino asidi meydana getiren tüm moleküllerin etkisiz tepkisiz birer sayısal loto topu gibi düşünmemiz gerekirdi. Nasıl? Sizin ile buraya kadar aynı fikirdeyiz değil mi? Tamaaaamm. İşte sizinle ayrıldığımız nokta burası. Siz, bu olasılık oranları ile kendiliğinden bir canlı olamaz ve dolayısıyla bunu bir düşünen bir güç yaratmış olmalı diye bir hamlede uzun bir zıplama yapıp, arada neler olup bittiğine bakmadan, “son kararınızı” verirken, ben, heeey dur bakalım, olayları iyice idrak edip, adım adım gidelim, olayı fizik, kimya, biyoloji, ….loji, ….loji, ….loji vb lerle bir inceleyeyelim ve de sebep sonuç ilişkilerini bir görelim diyorum. Satranç oynarken bile, en ustalar ortalama sadece 6 hamleyi görebilirken, siz, daha karşı taraf (doğanın herhangi bir verisini kastediyorum) daha ilk hamle olarak piyonunu veya atını sürdüğünde, siz, satrancın soncunu söylüyorsunuz. O zaman, satrancı oynama ne gerek var.

    YanıtlaSil
  77. (Sayfa 48)

    O halde hangi sonuca vardık? “Hiç de olasılıksız değil” demediğim gibi, “imkansız bir şeylerin peşinde koşmadığım” konusunda da öyle bir şey demediğim konusuna vardık. Mutabık mıyız? Değilsek, sizin ısrarcılığınız konusunda bir şey diyemem.

    SİZİN YAZINIZ

    Eğer imkansız bir şey olmuşsa –ki olmuşta, kanıtıda insanlığın veya yaşamın varlığıdır- galaksiler gibi makro alemden tutunda atomlar gibi mikro alemlere kadar bu kompleks ve karmaşık düzenin oluşumunu doğa yasalarıyla açıklanması imkansız olan yaşamın varlığını nasıl olurda atomların veya moleküllerin kararlılık seviyelerine veya başka doğa yasalarına indirgeyebiliyorsunuz. “ Biyoloji faaliyetler dediğimiz şeyler spermin bir yumurtayı döllemesi bile, kimyasal tepkileri oluşturan atomların etkisi nihayetinde. ” Gerçekten herşeyin basit kimyasal tepkimeler olduğumudur yaşam? Bu kadar basitse eğer biz neden hala bütün enerjimizi yaşamın sırlarını çözmeye çalışıyoruz. Herşey bu kadar basit bir şekilde biraraya geldiyse biz neden hala bu sırları çözemiyoruz.

    Eğer, bir evvelki yazımın sonuna dikkat etti iseniz, sizin (Karkurdu’nun) sadece olasılık konusundaki düşüncelerimi dikkate almanızı, diğerleri sadece benim görüşüm, benim çıkarsamalarım olarak bahsettim. Benim, görüşümle ilgili ne bir delil ne de bir başka ispatlayıcı bir şey sundum. Ve ayrıca, o kısımlarda size hitaben bir cümle geçmiyordu. Yani, konuş konuş, ne siz belgeleyebilirsiniz anlattıklarınızı ne de ben. Kendimizi tatmin etmekten başka bir işe yaramaz. Neden? Çünkü, sonuçlanmış şeyler değiller. Onun için siz ve ben, sizin şu olasılık hesaplarınız konusuna odaklanalım. Ve hatta, taaaa en başta, sizin Sayın Hayya’ma yazdığınız yazıdan, sadece ve sadece olasılık ile ilgili kısmı alarak ben de bu yazı kervanına katılmıştım. Hatırladınız değil mi? Buradaki ana başlık altında, sizin yazmış olduğunuz ilk yazının içindeki, olasılık konusu hariç, başkaca bir düşüncenizi alıp tartıştım mı? Tartışmadım. Neden, Çünkü, olasılık hesaplarınız, öngörülemez bir rakamlar dizisi olduğu konusunda ve sadece ve sadece bu konuyu odak haline getirerek yazdım. Dolayısıyla, bu konunun dışındaki, yazılarınız, bence bu konuyu kuvvetlendirmek yerine, bir yerlerden bir bağlantı kurup, savınıza tutarlı hale getirme zorlaması olacaktır. Onun için biz, olasılıksız olasılığa dönelim

    YanıtlaSil
  78. (Sayfa 49)

    SİZİN YAZINIZ

    Ben bu akıl tutulmasına hayret ediyorum. Bilim yegane yöntem olarak Allahın varlığının bilimsel verilerden çıkarsanan sonuçlarla desteklenmesi yasaklanmakta; daha sonra ise Allahın varlığının bilimsel gerçeklere aykırı olduğu söylenerek ateizmin savunulması yapılmaktadır. Bu ne yaman çelişki böyle! Önce Allahın doğaya müdahale etmediğini ÖNKABUL olarak kabul edeceksin arkasındanda Nietzsche gibi biri çıkıp diyecekki “Tanrı öldü”. Bu tür yaklaşımların temeli aslında bilimin kilisenin baskısı altında olduğu dönemde bir şart ve önkabul olarak ortaya çıkmıştır.

    CEVABIM

    Bu kısımları, yazımızla doğrudan bağlantılı olmayan, ama sizin öngörüleriniz olarak değerlendiriyorum. Nasıl ki, benim daha evvel de kendime ait öngörüler kısmı olup da, tarafınızdan dikkate alınmaması gibi. Tabii ki bu arada, dikkate alınmaması derken, bu yazdıklarınızı okumadan geçtim ve de değersiz anlamında oldukları için değil elbette ki. Zaten okumadan geçmiş olamam çünkü, buraya alıntı yaptığım için çelişkiye düşmüş olurum.

    Bu gibi kısımların yazımızdaki konu doğrudan bir ilişkisi yok demekle şunu kastediyorum. Eğer bizler bir sınava girecek olsak ve hoca da bize sadece ve sadece bir havuz problemi sorsa, şu musluktan şu kadar su akarken, falanca yerden de şu kadar şu boşalıyor dese ve ben de, problemin çözümünden uzaklaşarak, havuzun betonuna ne kadar çimento kullanılmış, havuz iyi şaplanmış mı şaplanmamış mı, havuzun suyu kirli mi değil mi, havuzdaki girişim dalgalarının etkisi nedir, havuzun içine kaç merdivenle iniliyor gibi bilgileri yazmaya kalksam, sanırım hoca bizi sopayla kovalar. Ben diyorum ki, ana konunun dışındaki her şeyi çözülmesi gereken konudan uzaklaşmadır. Ve bize bir çözüm getirmez. Bu arada, konudan uzak olan ve sizin düşüncelerinizden elbette ki cevap verebileceklerim var. Bazıları, bilimsel temelde iken (buradaki olasılık oranları gibi) bazıları felsefi. Konuş konuş bitmez. Sadece düşüncelerimizi söylemiş oluruz. Dolayısıyla, bundan sonraki kısımlarda, size ait ve sadece konuyla ilgili kısımları alıntılayıp, cevap vermeye çalışacağım.

    SİZİN YAZINIZ

    Yanlış anlamayın erol bey ben size bilimin ortaya koyduğu gerçekleri saptırıyorsunuz veya bunu bilinçli bir şekilde yapıyorsunuz demiyorum burada asla bir art niyet aramıyorum fakat sapla samanıda karıştırıyorsunuz. Nedenmi ?

    YanıtlaSil
  79. (Sayfa 50)

    Şöyle demiştiniz. “Bildiğiniz üzere bir benzen halkasında birbirlerine çift bağla başlanmış 6 adet Karbon atomu ve her bir karbona tek bağla bağlanmış 6 adet de hidrojen atomu vardır. Siz bana, sadece ve sadece benzen halkası olup da, 7 hidrojen olan bir benzen halkası gösterebilirseniz beni şaşırtırsınız. Ancak, bakın tekrarlıyorum, sadece ve sadece 6 adet karbon olacak ve 7 tane hidrojeni olacak. Çünkü, tüm bağlar ya karbonlar ile çift bağlar ve her bir karbonun boşta kalan bir bağı da hidrojen ile kapanmıştır. Boşta kalan hiçbir bağ olmadığı için, sistem kendini kapatmıştır. Yani doğa sizin tabirinizle DUR demiştir. Elinizde sadece ve sadece bir adet bir fazladan hidrojen olsa ve bunu da benzen halkasına yapıştırmaya kalkarsanız, artık bu benzen halkası değil, açık bir zincir olan başka bir bileşik haline getirmiş olursunuz.”

    Doğrudur bu yazdıklarınızın yanlış bir şeyi yok. Sorun şurada atom ve moleküler kimyaya girdiğiniz zaman işin rengi değişir.

    CEVABIM

    Ee. Ben de başka bir şey demedim ki, ortamdaki, malzemenin (atom, element, molekül, organik, inorganik… aklınıza ne gelirse onları kastediyorum) ortam şartları, sıcaklık, asitlik derecesi, rutubet, manyetik alan, ışık, kızılötesi, nötrinolar… hatta daha ne olduğunu tam bilmediklerini ifade ettikleri, kara madde, ak madde, kara enerji, lacivert enerji artık aklınıza ne geliyorsa, üzerinde araştırma yaptığımız ortama etkileri ile bazen maddelerin çeşitli bileşim veya fiziksel varyasyonları ile kimi zaman dur diyor, kimi zaman da yürü ya kulum diyor (görüyorsunuz ya, düşüncelerimiz ne olursa olsun günlük hayatınıza bile cümleler nasıl da girmiş). Öyle değil mi? Ancaaakkk, siz, yukarıdaki savları kabul ettikten sonra (zaten bilimle ilgilenen bir kişi olarak ilgilendiğinizi ve bildiğinizi biliyorum) bu kabullerle ters olmayan, çelişmeyen savları da tutarlı bir şekilde, arkasından getirmek lazım gelir. Aksi, bir deneyin sonucuna bakarak, hemen kocaman bir sıçrama yaparak, olmadık sonuçlara vardığınızda, elde edilecek sonuçlar, benim yukarıdaki havuz problemi ile, havuzun yapıldığı beton, veya havuzun 500 metre ötesindeki bina ile ilişki kurmaktan daha ilişkisiz olur.

    SİZİN YAZINIZ

    Çünkü atomların dünyasında belli enerji seviyeleri vardır ve atom veya molekül bu belli enerji seviyelerine göre en kararlı hale gelmeye çalışırlar. Benzen halkasına bir hidrojen daha bağlanması konusu kuantum kimyasının konusudur ve atom ve molekül seviyesine indiğimiz zaman yaşadığımız dünyadan farklı bir dünyadır o sizde gayet iyi bilirsiniz. Orada kuantlaşmış enerji seviyelerinden bahsidelebilir. Elektronların neden bu şekilde davrandıklarını anlayabiliriz fakat doğada bu işler nasıl yürüyor.

    YanıtlaSil
  80. (Sayfa 51)

    CEVABIM

    Ne kadar güzel söylemişsiniz burada da sizinle ayrıldığımız bir yer yok ki.

    SİZİN YAZINIZ

    Benzen halkasına 7. Hidrojeni bağlayamayız bunu anlayabilirizde peki bir polipeptid zincirinde 20 aminoasitten herhangi biri bağlansa bunada polipeptid zinciri hayır diyebilirmi? Neticede akıllı ve şuur sahibi varlıklar değil ya bunlar. En düşük enerji seviyesini kiminle hangi aminoasitle yakalarsa onunla biraraya gelip birleşecektir. Peki bu 20 aminoasidin (hadi hepsininde kendiliğinden oluştuğunu farzedelim) içerisinde yaşam için gerekli 20sini nasıl seçip ayıklayacak?

    CEVABIM

    Sayın, Karkurdu, her şey güzel giderken, neden birden bana bu soruyu sorduğunuzu anlayamıyorum. Neden derseniz, bunun da cevabını zaten yukarıda kendiniz vermişsiniz ya. Bana tekrar dönüp sormanızı anlayamıyorum. Benzen halkasına veya atomun bilmem hangi yörüngesine ne kadar elektron alacağı konusundaki doğa kanunu çalışıyor da sizin bana örnek gösterdiğiniz olayda neden çalışmasın?

    Benim şu
    NaCl + H(2)SO(4)------> NaHSO(4) + HCl
    denkleminde, reaksiyon sonrası, oluşan NaHSO(4) ve HCl’nin her ikisinde de hidrojen atomu olduğunu görüyoruz. Ee peki bu iki bileşik ortamda bulunan iki adet hidrojeni, kendi aralarında adaletli davrandıklarını göstermek için mi paylaşıyorlar? Öyle bir şey olabilir mi? Daha evvel de dediğim gibi, bir karbon atomunun, doğada kaç çeşit izotopu veya hangi hallerde bulunabiliyorsa, ortaya koyacağı varyasyonlarda o kadar farklı ve sayı olarak da çok olacaktır. Yani, kömürdeki karbonun, davranışı, köpeğin salyasındaki karbonun davranışı, çelikteki karbonun davranışı ve akla gelebilecek her yerdeki karbonun davranışı, sırf aminoasit veya hemoglobinde bulunduğu için başka türlü mü davranacaktır? Yoo, Amino asiti, öyle bir ortamda bulundurursunuz ki, bir alfa parçacığı gelip de zincirin bir yerine denk gelip, oradaki yörüngelerdeki elektronları bir üst yörüngelere zıplattığında, ve de karbonun da böyle bir durumda, hemen bitişiğindeki atomu bırakmak zorunda kalması kadar, yeni bir polimeri bünyeye eklemesi mümkün değil midir? Yani, dönüp dolaşıp maddenin kendi iç özellikleri, ortam şartlarının varyasyonu değil midir? Bunda şaşacak bir şey yok ki? Bunlardan bazılarının mekanizmasını biliyor bazılarının bilmek için, ama şimdiki zamanda ama yüzyıl sonra kim bilir hangi laboratuvarda kâşifini bekliyorsa bu ne denebilir ki?

    YanıtlaSil
  81. (Sayfa 52)

    SİZİN YAZINIZ

    MİLLER DENEYİ

    (Ayrıca bir not düşmek isterim erol bey burada proteinin oluşma olasılığından bahsediyoruz. Yazınızda birkaç yerde aminoasidin oluşma olasılığı demişsiniz ama sanırım klavye sürçmesi olmuştur :) çünkü ben olasılığı hesaplarken 20 aminoasidin bulunduğunu ve tepkime için hazır bulunduğunu farzetmiştim zaten )
    Ben aminoasitlerin bile kendiliğinden oluşmasının imkansız olduğunu söylüyorum ya. Bu aminoasitleri ilkel atmosfer koşullarını tahmin ederek kendi laboratuarında elde etmeye çalışan Stanley Miller ismindeki zatı muhteremi bilirsiniz sanırım. İlkel atmosferde varsaydığı metan amonyak su buharı ve hidrojen dolu kaba elektrik voltajı gönderdi. Olmadı bir hafta boyunca 100 dereceye kadar kaynattı. Sonuç ? hüsran! Yaşam için gerekli 20 aminoasitten 3 tanesini elde etti ki bu aminoasitleride oluşur oluşmaz soğuk tuzak yöntemiyle o ortamdan izole ediyordu. Böylece tekrar bozunmasının önüne geçmeye çalışıyordu. Ayrıca deneye getirilen eleştirilerden birkaçı :

    CEVABIM

    Sayın Karkurdu, Millerin yaptığı bir deneye karşılık hatta isterse bu deneyden yüz bin adet yapılmış bile olsa, koskoca dünyada ve hatta koskoca evrende, bahsi geçen bu deney sadece bir kere mi oluyor dersiniz? Benzer deneylerin de koskoca doğa (evren) tarafından yapılabiliyor/ yapılmış olmasını da bence düşünsek derim. Hem de akla gelmeyecek bir sayıda.

    Hem sonra, Miller deneyini defalarca yapmaya çalışan kişiler olduğunu varsayarsak, bu kişiler her defasında laboratuvarlarına girdiğinde, aynı laboratuvar şartları ile karşılaşıyorlar. Değiştirebildikleri belli sınırlar içinde (ne kadar biliyorlarsa o kadar) Buna karşılık, Yerküre oluşumunda itibaren hep aynı şartlarda mı kaldı sizce? Jeolojik devirlere bir göz atmamız gerekmez mi? Karbonifer devrinde bolca karbon, Kretase Devrinde bolca kalsiyum (bu arada Kretase, kalsiyumdan dolayı tebeşir demektir) ve daha nice değişimlerden geçmedi mi? Yerkürenin kutupları bile, defalarca değişip, kuzeyin güney olduğunu görmezden mi geliyoruz. Bunların delilleri bile, o dönemlerdeki kayaçlarda bulunan manyetit ve demir içerikli partiküllerin çökelmesindeki kutupsal yönelmelerden anlamıyor muyuz? Dolayısıyla, bunların dahi yani laboratuvara sokmayı akıl edemediğimiz bunca olayların bir bileşiği nasıl etkilemiş olabileceğini bence düşünmeliyiz. Yani Miller deneyindeki tüm parametrelerin, deney ortamında hazır olduğunu mu düşünüyorsunuz. Bence adamları (hocası ve öğrencisi) bir şeyleri yakalamış olmasından dolayı bile cesaretini kutlamalı. Burada ortaya koymak istediğim, laboratuvarda öngörülemeyen ve şimdilik henüz bilmediğimiz nice durumların geçmişte yaşanmış olabileceği, yani doğanın kendi laboratuvar ortamında kim bilir neler olduğudur. Özetle, tahmin edilebileceği gibi, sadece laboratuvara indirgemek doğru bir örnek olmaz.

    YanıtlaSil
  82. (Sayfa 53)

    YAZINIZ

    1- İlkel dünyadaki atmosferde aminoasitlerin tamamını parçalayacak kadar yoğunlukta oksijen bulunuyordu. Maalesef insanlar bilimadamıda olsa kendi düşüncesini doğrulayabilmek için uydurmada olsa gerçeklerle bağdaşmasada teorisinin gerçekleşmesi için elinden gelen herşeyi yapıyor. Stanley millerda aminoasitlerin oluştuktan sonra bozunmaması için ilkel dünyada oksijenin olmadığı varsayımında bulunuyordu. Oysa günümüzde yapılan çalışmalarda örneğin 3.5 milyar yıl olarak hesaplanan taşlarda okside olmuş demir ve uranyum birikintileri bize ilkel atmosferde yoğun bir oksijen olduğunu kanıtlamaktadır.

    CEVABIM

    Sayın Karkurdu, Yerkürenin oluşumdan sonraki zamanda bildiğiniz üzere yerküre, henüz bugünkü anlamda bir atmosfere sahip olacak oksijen zengini bir küre değildi. Kaldı ki, doğru dürüst bir atmosferi bile yoktu. Ve şunu iyi biliyoruz ki, Her jeolojik devirde bugünkü gibi karışımda bir atmosfer oranı da yoktu. Bu bilgiyi nereden edindiğinizi bilmiyorum ama, Prekambriyen dönemin ilk zamanlarında, yeryüzü bazalt denen mağma malzemesi ile kaplıyken, henüz oksijen diye bir şey yoktu. İlk oksijeni sağlayan, bir evvelki yazımda tesadüfen bilgi olarak aktardığım stromatolitler ve fotosentez sağlamıştır. Çünkü, Henüz yerçekirdeği, gazları tutacak güçte olmadığı için, hafif gazlar savrulup uzaya kaçmıştır. Bugün bile atmosferin üst katmanlarından, oksijen ve hidrojen hala uzaya kaçmaktadır. Eee peki o zamanlarda, volkan veya benzeri bacalardan çıkanlar ne idi diye sorulabilir? Bolca su buharı, kükürt dioksit, karbondioksit idi. Denebilir ki, ee peki işte su buharı var dedin, daha ne olsun? Ben su buharı yok demedim ki, oksijen yok dedim. Peki bitkiler nasıl fotosentez yaptılar. Bitkileri neden illaki suyun yüzeyinde zor şartlarda oluştuğu konusunda kendimizi zorluyoruz ki? Bundan 25 yıl evvel ben gidip de üniversitede, tektonik plakaların birleşim yerlerindeki mini volkanların etrafında canlılar var desem, beni diplomasız olarak üniversiteden atarlardı. Bugün ne diyorlar, o zamanın söylediklerinin tam tersi. Bu da neyi gösteriyor? Dünkü bilgimize dogmatik olarak sahip çıkmamayı, her zaman sorgulamayı. Zavallım, tektonik plaka kavramını ilk defa 1930’lu yıllarda ortaya atan ve aslında kendisi jeolog bile olmayan Alman Meteorolog Wegener’in, Güney Amerika’nın doğusu ile Afrika’nın batısının uyumlu olmasına bakarak, Kıta kayması diye bir teori ortaya koyduğunda, kendisi ile dalga geçilmişti. Halbuki, daha ilkokulda iken bizlerin bile görebildiği bu uyumlu yapı, ancak, ikinci Dünya savaşı sırasında, Amerikalıların, Alman denizaltılarını bulmak için kullandıkları sonar kayıtlarının bir şekilde yan yana getirilerek rift denen bu plakalar arasındaki yarıkların varlığından sonra ortaya çıkmıştır. Yani 1960 yıllarda bile Plaka Tektoniği daha tam oturmuş bir teori değildi. Bugün, okyanusun 5-6 kilometre altında, güneş ışığının bile ulaşamadığı yerde, plaka tektoniğini meydana getiren yerlerde yani plakaların birbirlerine değdiği yerlerdeki bir sürü volkanik yerlerde, nasıl ki hiç oksijen olmadan, canlılar var olup da, kükürdü oksijen niyetine bünyelerine alıyor veya eğer lazımsa kükürt dioksitteki oksijeni ayrıştırıp bünyelerine alan bitkiler varsa, bitkiler de bir şekilde olmuş olmalılar.

    YanıtlaSil
  83. (Sayfa 54)

    Kaldı ki, bazı bitkilerin aerobik solunum yaparken bazılarının anorobik solunum yapması gibi. Yani, ilk canlıların bitkilerin veya bitki formunda olanların atmosferik oksijene ihtiyacı yoktu ki. Neden yoktu, çünkü, kükürtteki oksijeni kullanıyordu. Yukarıda bahsettiğim örnekteki gibi. Hem sonra, ilk canlı oluşumunu neden illaki yeryüzünde bekliyoruz ki? Böylece, atmosfer yoktu, dolayısıyla da ultraviyole ışınlar polimerleri parçalıyordu, bu nedenle canlı oluşmazdı gibi düşüncelere neden saplanalım ki? İşte size okyanusun dibi ve oradaki canlılar. Hem de varın, bu volkanların sıcaklığını siz hesap edin. Bu arada bazı ilk bitki formundaki canlılar da, elbette ki sudaki oksijeni kullandılar.

    Yani, havada oksijen olmasa da, bakteriler, canlılar vb. ilk canlı oluşumlar yeryüzünde, 4 milyar sene evvel oluşmaya başladı. Çünkü, bugün hala, daha evvel de dediğim, bu ilk canlı oluşumlarından stromatolitleri görüyoruz. Daha evvel de dediğim gibi, Yerkürenin yaşının radyometrik olarak 4.5 milyar yıl olduğunu söylüyoruz ama, bugün için yeryüzünde, 4.5 milyar yıllık bir kara parçası, ada, yarımada, kıta vb yoktur. Neden,? Çünkü, yerkürenin en dinamik olduğu zamanlarda, yer kabuğu bile denemeyecek plastik ortamın tekrar, yerkürenin derinliklerine (manto) karışacak şekilde yutulmuş olmasıdır. En eski kara parçaları sanıyorum daha evvel de paylaştığım gibi, 3,8 milyar yıl yaşında, Kanada Kalkanı, (Kanada’nın doğusu), Afrika Kalkanı, (Afrika’nın orta ve güneyi gibi ve şu anda aklıma gelmeyen yerlerde bulunur.
    Bu kısım ile, konumuzdan çook uzaklaştığımın farkındayım, ama yeryüzünün ilk zamanlarında atmosferde oksijen bulunduğu düşüncesini düzeltme gibi bir gayriihtiyari bir refleksimden ileri gelmiştir. Tabii ki bu arada, Sayın Karkurdunun, özellikle, hem Türkiye’ hem de Yabancı üniversitelerin özellikle Jeoloji bölümlerinin Tarihsel Jeoloji kısımlarına baktıklarında, sanırım bana katılacaklardır.

    YAZINIZ

    2- Millerin deneyinde ilkel atmosferde bulunduğunu düşündüğü gazları metan amonyak ve hidroje olarak belirledi ve oksijeninde bulunmadığını varsaydı. Bunlar rastgele seçilmiş değildir. Bunlar aminoasit oluşmasını düşündüğü en optimum koşullardı ki buna rağmen 3 aminoasit oluşmuştur. Oysa ilkel atmosferde bol miktarda karbondioksit, nitrojen ve su buharı olduğunu metan amonyak ve hidrojen olmadığını gösteriyordu.

    YanıtlaSil
  84. (Sayfa 55)

    CEVABIM

    Eğer Yerkürenin, özellikle oluşumu esnasındaki jeolojik devirlere bakarsanız, bu bahsettiğiniz malzemeden ne kadar bol olduğunu göreceksiniz. Özellikle canlılık patlamasının yaşandığı Kambriyen denen zamanda oluşmasının bir nedeni olabilir mi? Dediğim gibi, üniversitelerin sitelerine bakınca orada doyurucu bilgiler elde edilecektir. Böyle yazmamın sebebi, saygısızlık değil, uzun uzadıya kopyala yapıştır yapmak istemediğim için. Yoksa, çok gerekiyorsa, demek istediğimi anlatamıyorsam elbette ki buraya aktarırım.

    YAZINIZ

    3- Doğada bunların bozunmadan elde edilmesini sağlayacak olan soğuk tuzaklarımız varmı? Oksijen bu aminoasitler oluşsa bile bunları okside edip yapısını bozmayacakmıydı?
    4- Miller deneyinin bir diğer sorunuda onların öngördüğü atmosferde kısa dalga boylu ultraviyole ışınları amino asit oluşumuna sebep olacakken, diğer yandan uzun dalga boylu ultraviyole ışınları oluşan amino asitleri hemen yok edecektir.

    Dediğim gibi, yeryüzü hiçbir zaman statik ve tek düze bir yer olmadı. Gerek zaman, gerekse mekân bakımından, aynı zaman diliminde ve farklı mekânlarda Dünya’da farklı kimyasal ve fiziksel süreçlerin zenginliğini bence atlamamalıyız. Nasıl ki, bugün bile Yerkürenin her yerinin aynı mevsimi yaşamadığı yani değişik iklim varyasyonlarının olduğu gibi. Kaldı ki, atmosferik etkilerden çok önce, içinde bulundukları suyun bile ilkel canlıları koruduğunu kemen düşünebiliyor olmamız gerekir. Okyanus diplerindeki canlıları örnek gösterdik. Ayrıca, doğal oluşum sonucu karstik bölgelerde, büyük yer altı mağaralarında ki devamlı beslenen ama çok hareketli olmayan sularda hiç ışık girmese bile canlıların oluşabileceğini unutmayalım lütfen. Hatta ve hatta, seyredeli epey olan National Geographic’de değil canlı ile bizzat kayaları besin olarak kullanan bakterileri, hem de hiçbir ışığın sızmadığı ve de zor girilen yer altı mağaralarındaki bu canlı faaliyetini görünce bu tür olaylara çok da şaşacak bir şey olmadığını kolaylıkla söyleyebiliriz artık. Evvelce de dediğim gibi, Okyanusların 6-8 km altında ve mağma sızıntısının olduğu yerlerde ve anerobik solunum ile solunum yapan organizmaların yeryüzündeki morötesi ışıklardan nasıl etkilenecekler de yok olacaklar? Yani, gerek karanlık mağaralarda gerekse derin okyanuslarda canlının organik yapısını bozacak morötesi de yok. Öyle değil mi? Hatta, küçük volkan bacalarından çıkan bol bol metan, kükürt dioksit, sıcaklık her türlü malzeme var. Tabii ki, canlıların ortaya ilk çıktıkları zaman ki şartlar daha farklı olduğunu söylemeden geçmemeliyiz. Aksi halde, bugün dahi, oralarda yeni canlı oluşumlarının olup olmadığı sorusu gelir ki buna verebileceğimiz cevap: Kimbilir. Olabilir de olmalıdır.

    YanıtlaSil
  85. (Sayfa 56)

    SİZİN YAZINIZ


    “Dolayısıyla benim elimde deney sayısı kadar ve ABCD şeklide sırlanmış sıvılardan oluşan kaplar oluşuyor. Ben her deneyden sonra, sanki bunların her biri bir amino asite karşılık geliyor gibi yan yana diziyorum. Deneyi 3. Defa tekrarlıyorum ve önümdeki üçüncü kapta da, sıvılar diye ABCD diye yoğunluklarına göre sıralanıyorlar. Ben deney sayısını arttırıyorum. 4., 5. 6….. 100, 101, . deney yapıyorum. Yani her ayrı bir kaba, elimdeki dört ayrı yoğunluklu sıvıdan karışık olacak şekilde koyuyorum, sonra çalkalıyorum. Sonra da kabı dinlenmeye bırakıyorum ve bir bakıyorum ki, bir evvelki kaptaki sıra ile aynı şekilde, ABCD şeklinde sıralanmış olarak görüyorum. Deneye giderek devam ediyorum. 574 adet deney yapıyorum. Bunun da ihtimali 1/24^574 oluyor. Sanırım bu bir yerden tanıdık geliyor olmalı.”

    Doğan Cüceloğlunun enfes bir lafı var: “Kime aklından zoru var denir? Aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuç bekleyene aklından zoru var denir. ”

    CEVABIM

    Sayın Karkurdu, bana kızmayınız lütfen ama tekrar etmediğim zaman hızlı geçip atladığınızı düşünüyorum. Sadece bu.

    SİZİN YAZINIZ

    NaCl + HHSOOOO------> NaHSOOOO + HCl reaksiyonun sonucu (eğer gerçekleşebilirse) her zaman böyle olacaktır. (Gerçekleşebilirse diye not düştüm çünkü bu reaksiyon suyun içerisinde gerçekleşmeyecektir. NaCl(kuru) HHSOOOO(derişik) olmalıki bu reaksiyon gerçekleşsin.

    CEVABIM

    Zaten ben de Aksini söylemedim. ki, Deneyimi gündeme getirirken nerede gerçekleşmeyeceği üzerine değil, nerede gerçekleşeceği üzerine kurguladım. Değişmeyen şartlarda bu denklem aynı reaksiyonu verir diyorum. Eğer bu denklemin başka bir şartta ve hep yine aynı kalacak bir tepkimeyi örnek alsaydım, bu defa da tepkimenin son ve değişmeyen hali ile yorum yapardım. Bence ortaya konan şartlarda deneyde bir hata varsa, söyleyin onu düzelteyim. Çözüm getirmeyecekse, deneyin ortamının ne olacağı bize çözüm getirmez diye düşünüyorum. Bence bu kısmı fazladan zorlamışsınız gibi geldi bana.

    SİZİN YAZINIZ

    ……….. “amino aitlerin de oluşumu öyle olasılık hesaplarından ziyade, atomların doğasının kattığı kanunlar çerçevesinde çalıştığı için (olasılıkları tamamen ret etmeden ama söylendiği kadar da yani 1/20^574 gibi olmadık bir olasılık hesabından da bahsedemeyiz) amino asitlerin oluşumunda da bilindik ve ilave kimyasal özellikler kattığımızda, amino asitlerin oluşumunun 1/20^574 olasılık hesabı ile bağdaştırılamayacağını söylemek isterim.” diyorsunuz. İyide bu reaksiyonun böyle olasılık dışı sonuçlar vermemesi size yaşamı tetikleyeceği hissini nereden uyandırdı?

    YanıtlaSil
  86. (Sayfa 57)

    CEVABIM

    Böyle bir his uyandırmasını hangi cümleye bağlı olarak çıkarttığınızı anlamadım doğrusu. Bırakın böyle bir anlam çıkartmayı, sezgilerim bile böyle bir anlama cevaz vermiyor. Belki siz, beni buna inanan bir kişi olarak görmek istediğiniz düşüncesinden hareketle bunu ifade etmek isterim. Hatta bunun üzerine ben şunu sormak isterim. Neden illaki amino asitlere bu kadar takıldınız? Benim denklemimdeki maddeler ve reaksiyon, sizin kuvvetle ifade ettiğiniz Tanrı’nın yarattığı bir Yerkürenin malzemesi değil midir? Tek farkı, sizin hemoglobinin, şimdiki bilim ile nedenini net olarak çözemediğimiz, ama gelecekte çözülecek olan bu malzemelerin canlı olması mıdır? Bence, benim denkleme haksızlık etmiyor muyuz? Nihayetinde o da Dünya malı. Çözülmüşü varken, (benim denklemi kastediyorum) amino asitlerin, hemoglobinin oluşması bizi neden mistik güçlere götürüyor. Neden? Dediğim gibi, çözülmüşü üzerinden gitsek. Gelecek kuşaklar da, sizi bu kadar meşgul eden amino asitlerin hayat vermesi gibi süreçlerin neden öyle olduğunu kitaplardan okusun. Yani onlar da sizinle tartıştığımız ama çoktan çözülmüş hallolmuş meseleyi, kendi kitaplarından rahatça okusunlar.

    SİZİN YAZINIZ

    ……. Aynı mantık hatası birbiriyle karışmayan sıvılar örneği içinde geçerli. Oradada geçerli bir doğa kanunu var ve siz kalkmış bu doğa kanunu dünyada her zaman böyle işler. Deneyi 574 kez değil sonsuza kadarda yapsak hep aynı sonucu elde edeceğiz diyorsunuz. Sizin bahsettiğiniz olasılık değilki doğa kanunu bunu hepimizde biliyoruz. O yüzden milyonlarca kezde sıvılar deneyini yapsanız veya tuzun üzerine asit dökseniz aynı sonuçları elde edeceğiz.

    Sayın Karkurdu, okumaya ilerledikçe, yazdıklarınızla ters düştüğünüzü tekrar tekrar görüyorum. Bitti derken yenisine rastlıyorum.
    Şimdi eğri oturup doğru konuşalım, Ben size, sıvıların karışmasının bir olasılık hesabı olduğunu söylemedim ki. Lütfen yazımı bir daha okuyunuz. Sıvı karışma olayında ben diyorum ki, eğer tüm sıvı atomları yer çekimi, adezyon, kohezyon ve aklınıza ne geliyorsa tüm etkenlerden arındırılırsa ancak ve ancak o zaman bir olasılıktan bahsedileceğini yazmadım mı? Geri dönüp şöyle bir göz gezdirdiğim yazdığıma ve inanın dediğimden farklı bir şey yazmamışım. Ben, sizin amino ait ile ilgili olarak ortaya koyduğunuz olasılık hesabını, sıvılar nezdinde yaptım. Yasak değil sanırım değil mi? Hah işte tam burada diyorum ki, tüm atomların ne dış ne de iç etkileri olsaydı (yerçekimi ıvır, zıvır) o zaman, sizin amino asit veya hemoglobin olasılığından bahsedebilirdik diyorum.

    YanıtlaSil
  87. (Sayfa 58)

    Hatta, olasılıklardan nerede bahsedebileceğimizi, nerede bahsedemeyeceğimizi de sanırım dilimin döndüğü kadarı ile bir evvelki yazımda anlattım. Demek ki, bu iş, amino asitlerde de ve aklınıza gelen tüm canlı organizmaların bileşiklerin de, sıvı karışımı örneklerinde de, olasılık işi değil, ya ne işi, sizin de yukarıda güzel güzel anlattığınız maddenin iç yapısının ve birbirleri ile etkileşimin ve ortamın ve güneşin ve ışığın ve kara maddenin ve süpernova patlamasının ve yüz milyonlarcasının işi.
    Sıvı olayında şunu söyledim. Nasıl ki her dökülüşünde bu sıvılar aynı sırada sıralanıyorlarsa ve de benim anlattığım gibi (hatta top örneğini vererek) sıralanma için bir olasılıktan bahsedemezsek, sizin amino asitlerden de böyle (böyle derken, sizin olasılıkları kastediyorum) bir olasılık hesabından bahsedemeyiz demek istedim. Veya tersi bir deyişle, eğer sizin amino asitler için bir olasılık hesabından bahsedebiliyorsak, benim birbiri ile karışmayan sıvılarda da hesap etmemiz gerektiğini söyledim. Ama bakın ki, benim sıvılar hangi sırada dökülürse dökülsünler hep aynı sırada sıralanıyorlar. Demek ki, öyle bir olasılık diye bir şey yok. Yani amino asitlerde de yok. Bunu demek istedim. Sanırım ifade edebildim.

    Şimdi, benim sıvı karıştırma olayı ve de denklemdeki reaksiyon sonucu hep aynı çıkıyor ve de doğanın bir işi oluyor da, sizin aminoasitlerin ortaya çıkışı neyin işi. O da doğanın işi değil mi? Yani her ikisi de doğanın içindeki atraksiyonlar değil mi? Her zaman dediğim gibi, sizin aminoasitlerdeki karbon atomu ile diğer havadaki karbon dioksitteki karbonlardan farklı mı davranacaktır?
    Çelişkinizi görüyorsunuz değil mi? İster canlı ister cansız olsun, yukarıda da dediğim gibi, bu atomlar canlıda ayrı cansızda Kendi içyapılarının izin verdiği varyasyonlarda, bulunabilecekleri konfigürasyonlarda etki bulunacaklardır. Daha başla değil?.

    SİZİN YAZINIZ

    Farklı bir sonuç beklemek zaten akla muhal bir durum. Bu doğa yasalarının işleyişinimi kontrol ediyoruz? Proteinin 20 aminoasit arasından rastgele yaşam için elverişli olan 20 aminoasidi bulup bunların 574 zincirli hemoglobini oluşturma olasılığı farklıdır, 4 sıvının her seferinde özgül ağırlıklarına göre sıraya dizilmeleri olayı çok farklıdır. Şimdi bunun olasılıkla ne alakası var Allahaşkına artık pes diyorum yani.

    Bakınız burada dahi, hala olasılıklardan bahsediyorsunuz. Maddenin kendine has yapısı olduğu müddetçe olasılık diye bir şey yok. Özet bu. Aynı şartlar altında aynı tepkime veren bir reaksiyondan ne farkı var amino asitlerin. Yani pes demekle çok haklısınız ben de aynısından diyorum. Diyeceksiniz ki, eee o zaman neden amino asitlerden hemoglobin elde edemiyorsunuz? Bunu diyeceksiniz değil mi? İyi güzel de, biz doğar doğmaz bunların nasıl olacağına dair bize hazır bir reçete verilmedi ki? Bir yapbozdaki (puzzle) küçük parçaları birleştirirken dahi, kutusunun üzerinde parçaları nasıl birleştireceğimize dair bir resim geliyor. Bizim elimizde, doğaya ait hazır bir resim yok ki. Deneye deneye, yapıp, yıkıp esas remi bulmaya bilim demiyorlar mı? Zaten, evrene ait tüm bilgileri elde etsek ve de sindirsek, o zaman siz ve ben farklı düşünür müydük? Hiç kimse farklı düşünmezdi. Çünkü tüm bilgieri 2x2=4 olacak şekilde biliyor ve emin olurduk. O zaman, bu gerçekler yakalanana kadar, farklı düşünmemizi makul görmek lazım.

    YanıtlaSil
  88. (Sayfa 59)

    Ben, benim denklemin hangi şartlar altında oluştuğunu artık biliyorum. Deneyin hangi ortamda olması gerektiğini biliyorum. Tepkime süresini biliyorum. İyi güzel de, amino asitlerden oluşan bir tüpte, daha hangi argümanları tam olarak yerine getirirsem bir hemoglobin olur onu bilmiyorum ki. Yani, tüm argümanlara sahip değilim ki. Eğer, Bir hemoglobinin oluşması için varsayıyorum 100 argümana ihtiyaç varsa, elementlerin kendisi, sıcaklık, asitlik, nem, şu kadar volt veya milivolt elektrik sayın sayabildiğiniz kadar, bugün bunlardan varsayalım ki 45 adedine sahip olduğumuzu düşünelim. Yani, bir hemoglobini sentetik olarak oluşturmak için 45 parametreye bugün için sahibiz diyelim. Şimdi de günümüzden geçmişe doğru yavaş yavaş gittiğimizde ne görürüz? Sahip olduğumuz bu parametreler giderek azalır değil mi? Yani geçmişe yavaş yavaş gittikçe bir hemoglobinin oluşturulması için gerekli parametreler azalacaktır. Öyle değil mi? Eee bu bir gerçek. Çünkü, şöyle veya böyle amino asitlerin Miller deneyi ile bir kaçının elde edildiğiniz siz söylediniz. Bu durumda, geriye gitme cesaretini gösterebiliyoruz da 300 yıl sonra neler olabileceğini ve bunu yine maddenin kendisinden elde edebileceğimizi neden düşünmüyoruz?.
    Hem sonra, benim denklemde kontrolün bende olduğunu nasıl söylüyorsunuz ki? Reaksiyon esnasında, hangi elementin hangi atomu seçeceğine dair bir müdahalem olsaydı, o zaman bir kontrolden bahsedebilirdik. .Keza, sıvıların karışması esnasında ben karışık bile döksem, trilyonlarca molekül alt alta, üst üste sıralanıyor, Kimin kontrolünde? Doğanın. Bütün mesele sadece onları yan yana getirmek mi?

    SİZİN YAZINIZ

    - Olasılıksız olasılıkların gerçekleşmediğini bu yüzdende bunlar atomların doğasının kattığı kanunlar çerçevesinde hiçbir zaman farklı davranmazlar diyerek doğa yasalarını kendinize hüccet getiriyorsunuz ki asıl mantık hatası buradan kaynaklanmaktadır. Doğa yasalarının olması yaşamın da kendiliğinden olmasını gerektirmezki. Umarım anlatabilmişimdir.

    CEVABIM

    Neden olmasın ki? Öyle bir sınır mı var? Böyle bir şeyi muhakkak bir yerlere dayandırıyor olmanız lazım. Sadece ben diyorum diye söylediğiniz şey savıma (savınıza) destek olur mu hiç. O zaman ben de bir şey söyleyeyim ve de o öyle olsun. Bunun bilime uygun bir tarafının olmadığını düşünüyorum. Ya siz? Matematikte bile, bir eşitlikten diğerine geçerken araya bir eşit işareti konur en azından biri ile diğeri arasında bağlayıcı geçiş işareti konur. Eğer ben, bir problemi çözerken, problemin çözümü ile alaka kuramadığım bir şeyi, sonuç olarak yazsa idim, siz bana karşı çıkmaz mıydınız? Sizin düşünceniz de onun gibi.

    YanıtlaSil
  89. (Sayfa 60)

    SİZİN YAZINIZ

    Eğer herşeyi doğa yasaları, adını net koyalım natüralizm içerisinde açıklamaya kalkacaksanız o zaman aşağıdaki olgularda natüralizm tarafından açıklanmayı beklemektedir.
    1- Doğa yasaları varsa o zaman bu doğa yasalarını kim yarattı? Naturalizm Yaratıcıya atıfta bulunmadan herşeyi doğanın içerisinde kalarak açıklayabileceği iddiasındaysa bunuda Yaratıcıya atıfta bulunmadan açıklasın lütfen. Evrenin ilk yaratılış anındaki 4 temel kuvvet ki kütle çekim kuvveti, güçlü nükleer çekim kuvveti, zayıf nükleer çekim kuvveti ve elektromanyetik kuvvet. Bunun dışında entropi, Pauli dışarlama ilkesi (elektronların aynı enerji seviyelerinde kabuğun izin verdiğinden fazla kalamamasını açıklayan görüş) gibi yasaların kaynağınıda açıklamalı natüralizm.

    CEVABIM.

    Bakınız kendi sorunuza ne güzel cevap vermişsiniz. Bundan daha güzeli ne olur ki? Ne demişsiniz, şöyle demişsiniz ve aynısıyla katılıyorum.


    “Evrenin ilk yaratılış anındaki 4 temel kuvvet ki kütle çekim kuvveti, güçlü nükleer çekim kuvveti, zayıf nükleer çekim kuvveti ve elektromanyetik kuvvet. Bunun dışında entropi, Pauli dışarlama ilkesi (elektronların aynı enerji seviyelerinde kabuğun izin verdiğinden fazla kalamamasını açıklayan görüş) gibi yasaların kaynağınıda açıklamalı natüralizm. “

    CEVABIM

    Bu saptamanız çok hoşuma gitti. Haa merak etmeyiniz, cümlelerinizin uygun yerlerini kendime göre kırptığımı falan da sanmayınız. Her alıntıyı yaparken, baş taraflarını ve son taraflarına dikkat ettim.

    Yani burada diyeceğim o ki, evet doğa, dediklerinizden başka bir şey değil, ister sıvı karışımı, ister, amino asit, ister aslanın kanındaki hemoglobin hepsi doğanın bir varyasyonu.
    Aradaki tek fark size mucize olarak gelirken bana, o an için bilemiyor da olsam, bahsettiğiniz çeşitlemelerin bir sonucu olarak görüyorum.

    SİZİN YAZINIZ

    2- Evrenin yaratılışını açıklamalıdır. Evrenin varolduğuna dair bir şüphemiz yok değilmi? Evrenin bir başlangıcının olması evrenin kendi dışında bir açıklamasını gerektirir. Neden biz varız.

    YanıtlaSil
  90. (Sayfa 61)

    CEVABIM

    Hah işte artık buradan itibaren felsefe başlar. Bu konulara fazla girmem. Çünkü, neden varız gibi konular, aynısıyla, saz âşıklarının karşılıklı atışmasına benzer. Ama şunu söyleyeyim, evrenin ve bizim bir amacımız yok. Sadece, çeşitli malzemelerin ve sizin bahsettiğinizin kuvvetlerin bize mucize gibi gelen oluşumları var. Evrenin amacı diye bir şey yoktur. Eğer evrenin bir amacı olsaydı, onu oluşturan her küçük parçanın da amacı olurdu. O zaman, benim şu meşhur denklemin sonucunda elde edilen hidroklorik asidin seyrelmiş halinin evren tarafından, mutfağımdaki kararmış mermeri eski parlak haline getireyim diye ortaya çıkarttığını düşünmeye başlardım. Evrenin; suyu içeyim, kirazı yiyeyim diye benim için ortaya çıkarttığını düşünmem gerekir. Bu düşünce, okuduğum bir şeyi çağrıştırdı. Diyordu ki, eğer evrenin bir amacı olsaydı, o zaman, dağ keçilerinin gezindiği bir ortamda, bir kayanın üzerindeki bir çıkıntı da keçinin sırtını sürterek kaşıması için yaratılmış gibi düşünürdük. (Teleoloji). Görüyorsunuz değil mi? Bir dayanağımız olmadığı müddetçe yaz yazabildiğimiz kadar.

    YAZINIZ

    Olasılıksız olasılıkların gerçekleşmesinin mantıklı bir izahatını yapabilmeli

    CEVABIM

    Olasılıksız olasılığın bir izahati artık yapılmış sayılır. Nasıl yapılmış sayılır? Ne demiştik. Maddenin kendisinin ve dış etkenlerin kendine has özellikleri olduğu müddetçe, loto topları gibi öyle imkânsız olasılıklar diye bir şey doğada yoktur. Böyle olasılık hesapları, zihnimizin tek bir disiplini ama doğadaki birçok parametreyi göz ardı ederek zihnin bir zorlamasıdır. Mesele şu ki, daha evvel de dediğim gibi, bir modeli (bir doğa olayını) açıklamak istiyorsak, zihnimizdeki zorlamalı parametrelerle modeli çözmeye çalışırsak, üzerinde çalıştığımız model, o model olmaktan çıkmıştır artık. Ya ne yapacağız? Doğanın kendi gerçeğine göre, zihnimdeki parametreleri ve modelleri değiştirmeliyiz. Zihnimde devamlı model denemeliyim, Newton mekaniğinden, Einstein’inkine geçer gibi. Zihnimdeki modelleri, doğa gerçeğine uyacak şekilde devamlı değiştirmeliyim. Yoksa, benim meşhur deneydeki gibi, aynı şartlar altında, tepkime aynı sonuç verir anlamında, aynı düşünceye takılır kalırız.

    YAZINIZ

    4- Canlıların oluşumunu açıklayabilmeli. Canlıların oluşumu hakkında evrim diye bir şey ortaya atılmış fakat ne bir öngörüsü var, ne bize gözlem şansı veriyor, deney zaten hakgetire, matematiksel denklemlerle açıklanması imkansız.

    YanıtlaSil
  91. (Sayfa 62)

    CEVABIM

    Bildiğiniz gibi, genetik modellemeler için de matematik formülasyonlar var.
    Sırf siz bahsettiğiniz için buraya küçük bir örnek koymak istiyorum. Söz gelimi, mutasyonla ilgili olarak µ=(1-f)*n/(2*N) verebilirim. İşte size matematik modellerden anladığım bir tanesi. Kim bilir bilmediğim neler var?. Hatta genetikle ilgili bilgisayar yazılım modelleri var. Sanırım zaten biliyorsunuz. Diyeceksiniz ki, güzel ama, ben (yani siz) bunları evrim için söylemiştim. İyi güzel de, eğer yeryüzüne bir uzaylı gemisi kazara düşse, bizimkiler (Dünyalılar) ters mühendislik denen kavramla, gemiyi çözmeye çalışmayacaklar mı? Dolayısıyla bence biraz sabır göstereceksiniz doğrusu. Çünkü, tüm gelişmeler ve buluşlar, yenilikler ve mucize diye bakılan anlayışlar bir ömre sığmıyor. Onun için diyorum ya, sabır göstermek gerek. Yıllar yılı, neredeyse romanlarımıza geçmiş ve ince hastalık diye bilinen hastalığın henüz bulunmadığı zamanda, bana veremin çaresi yok, sapır sapır ölüyoruz dediğinizde, ben de evet haklısınız ama gelecekte çaresi bulunacaktır dediğimde, siz de, hadi oradan bana şimdi lazım dediğinizde, benim o zaman için size söyleyecek bir sözüm, bugünkü gibi olamaz doğrusu. Söyleyecek şu var ki, bekleyiniz ve görünüz Tabii ki gelecek kuşakları kastediyorum..

    SİZİN YAZINIZ

    Yani aslında iler-tutar yanı yok bilimsel kriterleri karşılayamayan bir teori. Gelgelelim evrim teorisinin herşeyi kusurssuzca açıkladığına inanan müthiş bir de kitle var. Ben bunun çözümlemesini sosyologlara toplum bilimcilerine bırakıyorum.

    CEVABIM

    İnanın, bunu ben de merak ediyorum. Zaman zaman, sayın Hayyam’a anlatamadığım bir konu da budur. Siz nasıl ki, inanmayanların sosyolojisini ifade ediyorsanız ben de kendi cephemden inananlar için ifade ediyorum. Ve bunun da, sağ ve sol temporal loblar olduğu düşünülüyor. (Öylesine bir yazayım dedim) Ancak, her ne kadar sosyoloji kitaplarında Din ve inanışlar diye bir bölüm varsa da, sosyologlar da o kısmı olabildiğince tarafsız bir gözle işlemeye gayret ediyorlar. Yani Tanrı vardır gibi bir ifade hiç görmedim. Okuduğum kitaplarda, böyle bir inanışın toplumu nasıl yönlendirdiği yazıyor. Zaten aksi bir şey yazsa o kitap sosyoloji değil, din kitabı olurdu. Zaten bilim de öyle olmalı. Aksi halde propaganda olurdu.

    YanıtlaSil
  92. (Sayfa 63)

    SİZİN YAZINIZ


    SİMETRİ………… Erol bey sizin örnek basit olsun diye verdiğiniz NaCl + HHSOOOO------> NaHSOOOO + HCl denklem bir yere kadar hedeflerinizi karşılıyor ama aminoasitlerden bahsediyoruz. Burada şöyle bir sıkıntı var. SİMETRİ. Nedir simetri? (http://en.wikipedia.org/wiki/File:D%2BL-Alanine.gif) Sağ elinizin başparmağını aynaya tuttuğunuzda aynada gördüğünüz görüntü sol elinizin görüntüsünün aynısıdır aslında. Denklemler kağıt üzerinde yazıldığında basit elbette ama nihayetinde bu moleküller 3 boyutlu uzayda yani eni boyu olduğu gibi birde derinliği vardır. Bu verdiğiniz denklemde simetrinin bir önemi yoktur. Fakat aminoasitler 3 boyutlu uzayda iki türlü yönelim gösteriyor. (aslında pek çok bileşik için geçerli ama konumuz aminoasit olduğu için ben onu vurguluyorum.) Birisinin görüntüsü sağ elimize benziyorsa diğeride sol elimize benzemektedir. Tıpkı bir eldiven gibi sağ ve sol eldiven nasıl tıpatıp birbirinin aynısı sadece görüntüsü farklıdır. Daha doğrusu bu bileşikleri biz anlayabilelim diye sağ elli ve sol elli diye nitelendirmişiz. Çünkü reaksiyon sonucunda aynı bileşiklerden %50 %50 oluşur. Yani iki tür aminoasiti birbirinden ayıran tek fark simetrilerindeki bu yapı farkıdır……….

    CEVABIM

    Elbette ki simetri kavramını biliyorum. Bunlar bizi neden şaşırtıyor ki? Söz gelimi, sizin de bildiğiniz gibi, öyle aromatikler var ki, ayna görüntüsünün birinin tadı başka türlü iken birinin tadı daha farklı. Keza, D-Stereo izomer, yeşil nane gibi kokarken, L-Stereo izomer kimyona benzer bir kokusu vardır. Bu ve buna benzer, kimyasal bileşikler ve birçoklarını gösterebilirsiniz. Bunun da cevabını yine doğanın sizin güzelce bahsettiğiniz varyasyonlarında arayınız. Neden, kendinizi karmaşık örneklere yönlendirdiğini tam anlamış değilim. Örnekler karmaşık ve akıl dışı gibi geldikçe, zihninizdeki sava destek verdiği için sanırım. Yani Tanrısal kavrama daha yakın olduğunu düşünüyorsunuz sanırım. Ama ben de diyorum ki hemoglobin veya simetri veya başka ve mucize olarak düşündüğünüz şey, ne kadar Tanrı’nın yarattığı bir şey olarak seçiyorsanız, basit şeyleri ve zaten çözülmüş şeyler üzerinden bir müzakere daha iyi olmaz mı? O zaman, Zor ve çözümü şimdilik bilinmeyenleri Tanrı yarattı ama üzerinde çalışmak için örnek gösterdiğimiz basitleri yaratmadı anlamı çıkar. İlk etapta saçma geliyor değil mi? Ama bence saçma değil.

    YanıtlaSil
  93. (Sayfa 64)

    Ben, her şeyin bu kadar kolay olduğunu söylemiyorum. Ancak, bugün için bilinmeyen bir şeyin, gelecekte bilineceğidir. Çünkü filmin tamamını görmedik. (Yani, insan denen unsurun, kaç bin yıl daha veya kaç yüz binyıl daha evrenin bir parçası olacağı ve daha neler neler göreceğini bilmiyoruz. Şu halde, bazı şeyler için, bir yarışma programında adamın “son kararın mı?” diye sorduğu gibi, hemen son kakarım dememeli. Bazı kapıları açık bırakmakta yarar var. Ama bu kapılar bugüne kadar doğadan yana olduğu için yine doğadan yana olmalı bence. Düşünsenize, ışınlama diye bir şeyin gerçekleşeceğine açık görüşlü bir kişi olarak ihtimal veriyorsanız, bunun anlamı bir canlının insan tarafından yapıldığı anlamına da gelmez mi? Ne alakası var diyeceksiniz. Işınlama, esnasında sizin her bir moleküler yapınızı ve vücudunuzdaki konfigürasyonu kodlayıp, sonra gideceği yere gönderip orada yeni baştan oluşmasını sağlamak değil midir? Bu durumda, tellerden veya havadan ne ile gönderilecekse, aslında kodları gönderip, ışınlandığı yerde, oradaki mevcut malzemeden ve eldeki kodlara göre insanı veya bir canlıyı yeni baştan tesis etmeyecek midir? Tel veya havadan giden şey, insanın kendisi olması şart mı? : hatta buradan giderek, insanın kopyası bile yapılamaz mı? Öyle ya, siz bir Word dosyası gönderdiğinizde bir kopyası sizde kalmıyor mu? Neyse, fazla da bilimkurgu yapmamayım.

    SİZİN YAZINIZ

    …………Erol bey yukarıdada bazı sorularım oldu ve aşağıyada birkaçtane sıralıyorum. Bunların cevap bekleyen sorular olduğu aşikar ister cevaplayın ister cevaplamayın ama ben sadece teorinizin ne kadar sorunlu olduğunu göstermek için yazmak istedim.

    CEVABIM

    Hangi teorim sorunlu ki? Bizim burada tekrar ve tekrar üzerinde durduğumuz konu, sizin olasılık hesaplarınız. Onda da, böyle bir hesabın olmayacağını, ikimiz de kabul ettik zaten. Aramızdaki tek fark, siz bir büyük güce atfederken, ben maddenin içinde ve doğanın kendisinde arıyorum. O kadar. Başka bir şey yok ki. Diğerleri, konuş konuş felsefe.

    YanıtlaSil
  94. (Sayfa 65)

    SİZİN YAZINIZ

    1- Peki o zaman sorarım size insanoğlu bilimin zirvesindeyken son teknoloji laborutarlarımızda her türlü teknik donanıma, bilgiye ve zekaya, nanoteknolojiye ve CERN gibi Fermilab gibi dünyanın en gelişmiş bilim merkezlerine sahipken bizler kontrollü bir şekilde bile bir hücreyi neden yaratamıyoruz? Bilimin zirvesinde olmadığımız daha fazla geliştikten sonra hücreyi artık yapabilir pozisyona gelebileceğimizi söylemişti hayyam bey. Peki sizcede bu dahada büyük bir çelişki değilmidir? İlkel yaşam koşullarında oluşan bir şey neden şuanki koşullarda elde edilemiyor.

    CEVABIM

    CERN ve benzer, yerlerin amacı, basit bir canlıyı elde etmek değil, doğanın yapı taşlarını bulmak içindir. Hatta, Higss’in bulunduğuna dair yapılan bir TV açıklamasında, bulunan bu parçanın ne işe yarayacağı soruldu. Cevap veren de, şimdilik bilmiyoruz cevabını verdi. Görülüyor ki, bu parçacığın bulunması, çok yıllar evvel birinin ortaya koyduğu bir teorinin içindeki bir parçacığın bulunmasından daha fazla bir şey değil. Hani lazeri bulan adamın, bulduğunun ne işe yarayacağını o yıllarda bilemediği gibi. Eh ben de diyebilirim ki, insan genomu denen şey daha 2000’li yıllarda tamamlandı. Peki insan genomu tamamlandı da, bunun anlamı, tüm genlerin, ne işe yaradığının anlaşıldığı anlamına mı geliyor. Hayır. Bunları biliyor olsaydık, belki ama belki bir şeyler söylenebilirdi. Kaldı ki, genetik bilimin bir ötesi, epigenetik denen dal. Genler birbirleri ile nasıl haberleşiyorlar, hangi gen hangi geni nasıl açıp kapatabiliyor, acaba bu haberleşmeyi yaparken kendilerinin dışında bir mekanizma kullanıyorlar mı, bu haberleşme esnasında stoplazmanın kendi maddesinin bir etkisi var mı, varsa nereye kadar? Eee böyle olunca bence çok erken sorulmuş bir soru değil mi bu? Yukarıdaki, verem hastalığı bulunmadan önceki acizliğimizden farklı değil ki bu soru. Yine varsayalım, Avrupa’nın vebadan sapır sapır döküldüğü bir zamanda, ben size gelip de, yahu bir gün bunun çaresini bulacaklar deseydim, zaten o günkü stresin içinde beni kovalardınız Eee bugün öyle mi? Yani bunlar, doğru, yerinde sorular, ama cevapları için henüz erken.

    Siz böyle deyince aklıma bir karikatür geldi. Karikatürde iki kişi var ve ortamdan anlıyoruz ki, Taş Devrindeyiz. Adamın biri, elinde bir taş parçasıyla, yekpare bir kayayı yontarak, Taş Devrinde ilk tekerleği yapmaya çalışıyor. Tekerleğin yarısı kayadan çıkmış, daha diğer yarısını ortaya çıkartmamış. Diğer tarafta da bir genç bir çocuk, elinde de bilet niyetine bir yaprağı, taştan tekerlek yapmaya çalışan adama doğru uzatmış ve adama şöyle diyor. “Cevizlibağ’dan geçer mi?” (Cevizlibağ, İstanbul’da bir semt. Nerede oturduğunuzu bilmediğim için yazdım) tekerleği oymaya çalışan adam da, çocuğa şöyle diyor “ Hele bir dur yahu”.

    YanıtlaSil
  95. (Sayfa 66)


    Şimdiki zamanda, genetik ile ilgili verilerin çok daha başında olan insanoğlu için, belki de, Cern’deki bu buluşlar, belki de karikatürdeki gibi, kayayı yontarak tekerleği kayadan çıkartmak için kayaya vurulan ilk darbeler olabilir. Yani ortada, daha tekerlek bile tam oluşmamış, motor ve araba kabini bile yokken, bu sorular çok erken sorulan sorular olmalı. Daha doğrusu sorular doğru, cevapları için erken. Ne dersiniz?

    SİZİN YAZINIZ


    2- Moleküler kararlılık aşama aşama bir gelişim sürecine girdi ve ananası,muzu,papağanı,zürafayı,sevgiyi,nefreti,özlemi ve zekayımı yarattı ? Peki neden polimer malzemeleri, bilgisayarı, kılıcı, tekerleği, kumaşı, camı oluşturmadı? Bunların oluşumu proteinin oluşumundan çok daha kolaydır. Neden hep canlı şeyler kendiliğinden oluştuda cansız şeyleri biz yaptık?


    CEVABIM,

    Bunlar, son derece felsefeye yatkın sorular olduğu için bir cevap veremiyorum. Çünkü, bana göre, bu gibi sorular, ışınlamanın bulunmasından sonra bile hala konuşulacak ve uzun bir zaman cevap bulunamayacak sorular gibi görünüyor. Yani, illaki size laf yetiştirmek adına bir şeyler söylemek istemem.

    SİZİN YAZINIZ

    1- “Türlerin neredeyse % 97’si yine, üzerinde yaşadıkları Yerküre tarafından yok edilmişlerdir.” Diyorsunuz. Bu sizin olasılık hesaplarınızı dahada çıkmaza sokacak bir veri değilmi? Bir proteinin oluşması için bile dünyanın bayağı bir zamana ihtiyacı varken siz %97sini daha oluşmadan öldürdünüz bile.

    CEVABIM

    Bu olasılık hesabı ile ilgili değil. Mevcut fosillerle, günümüz canlıların karşılaştırılması sonucu elde edilen bir oran. Olasılık, gelecekle ilgilidir daha çok. Geçmişle değil. Zarları atmadan önce, ne geleceği ile ilgili bir tahminde bulunursunuz. Zarlar atıldıktan sonra tahmin diye bir şey kalmaz. Bilirsiniz ki, eğer tahmin edilecek olay uzayında olacak bir olayın bir kısmının ne olacağı size daha en baştan söylenirse, artık o tahmin oranı değil, Bayes mekanizması çalışır.



    YanıtlaSil
  96. (Sayfa 67)


    Aslında bunu neden bir olasılık hesabı olarak aldığınızı anlamadım doğrusu. 100 liranın 97 lirasını siz, 3 TL sini de ben alırsam olasılık hesabı mı yapmış oluyoruz? Eğer şu andaki mevcut türlerin aşağı yukarı bugünkü miktarı ile fosillerden elde ettiğimiz miktarı görünce neden olasılık hesabı olduğunu anlamadım. Mesela şu anda Dünyada, kim hesapladı ise 7 küsur milyar insan var. Yeryüzünde gelmiş geçmiş tüm insanların sayısının 100 milyar olduğunu söylüyorlar, fosil hesabı gibi düşünürsek, 7 milyarının halen yeryüzünde yaşadığı, 93 milyar insanın da öldüğünü söylerken kullanılacak %93, neden olasılık hesabı olsun?

    Ayrıca, ilgilenmişsinizdir muhakkak, yeryüzünde ilk canlıların ve bugüne kadar fosilleri gelmiş olanların neredeyse 3,8 veya hadi biraz zorlayayım 4 milyar yaşında olduğunu söyleyebiliriz. Yani bunun anlamı, yeryüzü, hala kaos içende iken bazı bölgelerde canlılık kendisini göstermeye başlamış bile. Bunun da anlamı, yerküre, daha birinci milyar yaşına girmeden ilkel canlılar oluşmuş demek istiyorum. Bunların da bilinen örnekleri stromatolitler. Lütfen internetten bir bakınız. Resimlerini de göreceksiniz. Sadece benim dediklerimle kalmayınız. Hatta bunları oluşturan bakterilerin de sonradan oksijeni oluşturmada yardımcı olduğunu biliyoruz. Tabii ki bu sözümden, bunlar atmosferdeki oksijeni hemen oluşturdu anlamı çıkmaz umarım. Oluşturmaya başladı diye özellikle söylüyorum.
    Hem sonra ben, canlılar oluştuktan hemen sonra % 97’si yok oldu mu diyorum. Canlıların ilk çıkışından günümüze kadar bir tarih veriyorum. Bence ikisi arasında fark var.

    SİZİN YAZINIZ

    6- Eğrelti otlarından ve bunların günümüzün fosil yakıt kaynağı haline geldiğini söylüyorsunuz. Biz onları tartışmıyoruz daha maalesef o aşamaya gelmedik Erol bey henüz onun yapraklarındaki bir hücre içerisinde bulunan bir proteinden bahsediyoruz ki ikisi arasında sonsuz bir uçurum bulunmaktadır. Daha ilk proteinin nasıl oluştuğuna ikna olmadımki bana eğrelti oltalarından bahsediyorsunuz. Filmin bir yerinde çok büyük bir kopukluk var.

    Burayı da yanlış anlamışsınız. Ben bu örneği verirken, Yerkürenin, statik olmadığını, atmosferin ve de yeryüzündeki malzeme çeşitliliğinin her jeolojik devirde farklı olduğunu söylemek için yazdım. Canlı oluşumu için her dönem farklı malzeme olduğunu söylüyorum. Yani filmde bir kopukluk yok. Lütfen bir daha bakınız.

    Her sorunuza cevap vermediğimi (veremediğimi değil) görüyorsunuz. Aslında diğer sorularınıza baktığımda, daha evvelki sorduklarınızın başka versiyonları olup, bunun cevabını zaten siz yukarılarda verdiniz. Onun için ben tekrar etmek istemiyorum. Cevap vermediğim diğer kısımlar, sizin savınızı tamamlamak adına, sabahtan başlayıp, ertesi sabaha kadar güzel konuşmaların olacağı ve de sizin de benim de zevk alacağımız, ama akademik hiçbir geçerliliği olmayan konuşmalar olacaktır. Öyle ya, daha bilimsel olarak ispatlanmamış şeyler için, ne siz bana, ne de ben size inanırım. Ama elbette ki, birçok bilgiyi transfer etmiş oluruz. Bunun aksini söyleyemem.

    YanıtlaSil
  97. (Sayfa 68)


    Tekrar öze dönecek olursam, her ne kadar yukarıda, kendim dediğim halde esas konu dışına çıkarak kendi kuralımı ihlal ettiysem de, özetle şunu söylemek istiyorum.

    SİZİN YAZINIZ

    Bilimin objektif bir uğraş olduğuna inanılıyorsa, olması gereken tavır, baştan tasarımdan Tasarımcı’ya yükselmeyi yasaklamak yerine; mevcut olguların gerçekten de Tasarımcının varlığını gösterip göstermediğine objektif bir şekilde yaklaşmak olmalı değil midir?

    CEVABIM

    Bence değildir. Neden derseniz? Daha henüz tepkimeye sokmadan ve ilk defa karşılaşacağımız bir deneyin sonuçlarını önceden bilmek gibi bir şey olur bu? Neden öyle bir yaftayı bilime dâhil edeyim ki. O zaman yaptığım deneyin ne anlamı kalır ki? Eğer her şey önceden belli ise, bütün laboratuvarları, araştırma merkezlerini kapatmak lazım. O zaman, CERN’de, genetik mühendisliğinde, moleküler biyolojide insanlar ne diye uğraşıyorlar ki? Öyle ya, Eğer biz her deney öncesi sonucu hemen bir yere bağlarsak, adamlar bilgisayar işlemcilerini ne diye her defasında performansını yükseltmeye çalışsınlar ki. Bir sefer de en mükemmelini yapar bir daha da uğraşmazlardı. Bilim insanları, kanseri araştırırken, hangi deneyin ne sonuç vereceğini nereden bilsinler ki? O zaman, kanseri ve bir çok genetik hastalıkları hemen öngörümüzle bilirdik. Ne kadar da güzel olurdu! Bu bir anlama geleceği bilmek olurdu. Hatta, lotoyu bile bilebilirdik. Yani, söylediğiniz kıstas, yaşadığımız Dünya’ya daha doğrusu zihnin yürüttüğümüz sistemine uygun değil. Uygun olan şu ki, sizin Tasarımcı olarak gördüğünüz zihinsel bir formasyona, düşüncenizden dolayı saygı duyduğumdur. Onun için de, Tanrı var mı yok mu konularına girmem. Her ne kadar burada, Sayın Karkurduna bir şeyler anlatayım derken zaman zaman Tanrı konusuna dokunduklarım hariç.

    ÖZET.

    Burada tartıştığım konu, sadece vesadece Sayın Karkurdu’nun ortaya koyduğu olasılık oranlarının, kendi savına destek vermek adına, doğada böyle oranların olamayacağıdır.

    YanıtlaSil
  98. (Sayfa 69)

    SONUÇ

    1-Doğa, Sayın Karkurdu’nun yukarıda güzelce izah ettiği gibi, çeşitli kuvvetler altındadır. Tüm fiziksel olaylarda olduğu gibi, bileşiklerin meydana gelmesinde (gerek benim denklem, gerekse hemoglobin ve diğer her şey) bu kuvvetler etkili olmaktadır. Ve ayrıca maddenin kendi yapısındaki özellikler, maddenin doğada çeşitli varyasyonlarda görünmesini sağlar.


    2-Eğer madde 1 deki tüm argümanlar geçerli ise, Sayın Karkurdu’nun ortaya koyduğu 1/20^574 gibi olasılık oranları yoktur. Çünkü böyle bir olasılıktan bahsedersek Birinci ve ikinci madde çelişir. Yani hem doğanın argümanları, hem de bu türden olasılıklar aynı anda bulunamaz.

    3-Eğer birinci maddedeki argümanlar doğada varsa, ve de 1/20^574 gibi hesaplamalar sonucu ne tür bir ondalık sayı çıkacaksa, bu orandaki sonuç doğrudur ve sadece matematiksel bir değerdir. Ancak bunun karşılığı doğada yoktur. Dolayısıyla, matematiksel sayılarla istendiği gibi oynanabilir. (Birinci maddeyi hatırlayalım) Yani, böyle bir olasılığı, sırf zihinsel bir atraksiyon olarak istediğimiz gibi senaryo haline getirebiliriz. Ama bu olasılık değerini doğada karşılığını bulamayız. Yani ikisi aynı anda bulunamaz.

    4-Eğer doğada, Sayın Karkurdu’nun da bahsettiği onca malzeme ve bunlara etkileyip de, çeşitli varyasyonlara sebebiyet veren kuvvetlerin hiç biri olmamış olsaydı, bu durumda bir hemoglobinin oluşumundan bahsetmek için 1/20^574 değerinden kesinlikle bahsedebilirdik. Yani böyle bir şeyin hem matematik olarak olduğu hem de bu matematik modele karşı gelen bir olayın doğada olduğunu söyleyebilirdik.

    5-Eğer Dördüncü maddedeki argümanların hepsinin geçerli olduğunu kabul etseydik, yani, malzemeler üzerine etkiyen tüm kuvvetlerin olmadığını ve de 1/20^574 gibi böyle bir düşük olasılıkla hemoglobinin olması mümkün gördüğümüzden bu durumda kaçınılmaz olarak Tanrının varlığını kabul etmiş olacaktık.

    6-Doğanın madde üzerinde tüm evrensel kuvvetleri kaldırmakla, aslında atomların valans elektronlarını, iç enerjilerini, adezyon, kohezyon ve aklıma gelmeyen nicelerini de kaldırdığımız için, bu defa da hepsi birbirini ile hiç ilgilenmeyen, birbirleri ile kimyasal reaksiyona girmeyen ve dolayısıyla bırakın amino asit oluşturmayı, benim ABCD sıvıları bile sıralanmayacak, hiçbir atom diğerini etkilemeyeceği için, evren, atomların uzayda dans ettiği ama birbiri ile ilgisi olamayan ve de sonsuza kadar da olmayacak bir atom veya alt parçacıklardan oluşmuş bir bulut olacaktır. Yani bir toz bulutu.

    7 – Ancak baktığımızda, 4, 5 ve 6. Maddelerin kendi içlerinde ve de 1 ve 2 nolu maddelerle de çeliştiği görülür.

    YanıtlaSil
  99. (Sayfa 70)

    Doğa, salt bir ihtimaller hesabının değil, maddenin kendi özelliklerinin oluşturduğu hatta ve hatta birçok halde de benim denklem gibi, sıvı örnekler gibi, değişmeyen şartlarda değişmeyen sonuçlarda gördüğümüz gibi zorunlu sonuç verecek varyasyonların bir çeşitlemesidir. Peki, doğada hiç mi ihtimal yoktur. Vardır elbette ki, ama bu kadar yüksek olmazlık oranında değil. Buna Kuantum mekaniğini örnek verebiliriz.

    Bir şeyi merak ediyorum. Savunduğunuz düşünceye göre, bunca anorganik malzemenin (hemoglobin vb.) bir tesadüf eseri olamayacağı dolayısıyla, bunun bir Tanrı tarafından yaratılmış olması şeklindedir. Ben de, böyle bir olasılığın gerçekten de sizin dediğiniz gibi olamayacağına ancak oluşan bileşiklerin bunun doğanın kendi dinamikleri ile olacağını söyleyerek, ayrım noktamızı ortaya koyuyorum. Şimdi sorum şu: Sorum size saçma gibi gelebilir ama bence bir düşünün. Amino asit ve bunların bir şekilde yan yana gelmesi ve nihayetinde hemoglobinlerin oluşması gibi karmaşık bileşikler olmasaydı da, bizler yani insanlar, daha az karmaşık, mesela benzen gibi, alkol gibi, alifatik bileşikler gibi bileşiklerden oluşmuş olsaydı, hatta benim denklem gibi basit denklemlerle açıklanabilecek bir yapımız olsaydı, diyelim ki hemoglobin denen şey, 5 tane karbon içeren bir bileşik olsaydı, insanın dahi yapabileceği bu bileşiklere bakarak, yine de bizleri Tanrı’nın yarattığını söyler miydiniz? Soru saçma gelebilir. Olmaz böyle şey diye düşünebilirsiniz? Tanrı bizi böyle yarattı gibi düşünceleri ve akla gelebilecek benzer tüm düşünceleri kısa bir süreliğine dışarda bırakınız lütfen. Hatta o zaman bizler şimdiki gibi düşünemezdik, çünkü insan olamazdık gibi tüm düşünceleri bir kenara bırakınız. Ama gerçekten saçma gibi gelen bu soruyu bir düşünün. Bence bu soru, sizi biraz rahatsız edecek ve çözümü, neden günümüzün çözülmezlerinde (hemoglobini kastediyorum) aradığınızı daha iyi anlayacaksınız diye düşünüyorum.

    YanıtlaSil
  100. ERol bey size son bir video izlemenizi tavsiye ediyorum. Size cevap yazmayışımıda sizi kaale almadığımdan değil sadece polemik konusu olmaya başladığı için yazmaktan sıkıldım. Bu videoda sizin burada 2012 yılında savunduğunuz fikirlerin fikir babası olan Dean Daytonu özellikle dinlemenizi tavsiye ederim. 1970li yıllarda kimyasal evrimi savunan bir insan zaman içerisinde bu fikrinin hatalı olduğunun farkına varıyor ve artık neyi savunuyor izleyin...

    http://www.youtube.com/watch?v=cDa8migoe-s

    YanıtlaSil
  101. Pardon Dean Kenyon olacaktı

    YanıtlaSil
  102. Sayın Karkurdu,

    Düşüncelerimiz farklı kulvarlar da olsa bile, yazınızı geç yazmanız veya hiç yazmamanız konusunda, beni, yazdıklarımı önemsemediğiniz şeklinde bir yargıya götürmedi. Hangi kulvarda olursak olalım, okuyor ve muhakeme ediyor olmak, farklı düşünceler karşısında, saldırmayı değil, sebep sonuç ilişkileri ortaya koyarak, disipline edilmiş zihnimizle, üslubu çerçevesinde yaklaşmayı öğreniyoruz. Bir başka deyişle, okumak ve okudukça zenginleşmek, zihni istesek de istemesek de, bizi, üslubumuzu, sorgulama şeklimizi, yaklaşımımızı ve benzeri duyguları da olgunlaştırıyor. Bunun aksi bir yaklaşım ve düşüncede olduğumuzda, kendimizle duygusal bir çelişkiye girdiğimizi hissettiriyor. Şu ki, bunca bilgilerinize ve akıl yürütmelerinize bakarak, yazdıklarımı doğru bulmasanız dahi, yazanını (beni) önemsemediğiniz şeklinde bir düşüncem olmadı. Bırakın önemsenmediğimi, düşüncenizi dile getirdiğiniz için size teşekkür ederim.
    Polemik konusuna gelince. Bence, konu sadece ve sadece sizin olasılık hesabınız çerçevesinde müzakere ettiğimiz düşüncelerdir. Bence konuyu, yani yazıya konu olan odağı hiç kaçırmadık. Sonuçta, gördük ki, iki basamaklı olan bu konunun birinci basamağında (yani böyle bir ihtimalin olamayacağı) sizinle hemfikir kaldık. Konunun ikinci ve nihai basamağında ise, sonucu siz bir tasarımcıya bağlarken ben, sebep sonuç ilişkilerini doğanın içinde arıyorum. Biraz espri yapmama izin verirseniz, sizinle, konunun en azından birinci basamağında hemfikir olduğumuz çerçevesinden bakarak, % 50 anlaştığımızı bile söyleyebilirim.
    Video kaynağı konusunda ayrıca teşekkür ederim. Zevkle izledim. Ve var olan bilgilerimi zenginleştirdim. Video, ayrıca, zihnimde var olan bir sorgulama modelini tekrar hatırlattı.
    Videoda, üzerinde çalışma yapılan kamçılı bakterinin, kuyruğunu döndürmede kullandığı, rotor ve stator bileşiminde olan bir mekanizmaya yani motora benzetme yaparak bir tasarımcıya atıfta bulunuluyor.
    Ben, bilimin yol göstericiliğinden hareket ederek şunları düşünüyorum. Önce, elimde bir model olmalı. Şunu diyebilirsiniz, “elinde kamçılı bakteri var ya, daha ne modeli olsun istiyorsun? Bundan güzel model mi olur?” Hayır, hayır. Benim kastettiğim model bu değil. Benim kastettiğim, bir şeye karar verme modeli. Üzerinde parametrelerle değişiklik yapmama, simülasyona izin verecek bir modelden bahsediyorum ben. Şöyle ki. Bildiğiniz üzere, kara madde diye bir kavram var. Kara madde görüldü mü? Hayır. Daha ne olduğu bile bilinmiyor. Belki de “madde” düşüncesine eşdeğer olan başkaca bir kuvvet. Şimdilik bilinmiyor. Hatta, bilim insanları, bu maddenin, evrenin neredeyse %70’şinden fazlasını kapladığını öne sürüyorlar. Demek ki, bizim gördüğümüz madde bile evrenin küçük bir parçasını oluşturuyor demektir bu. Böyle bir maddenin (veya her neyse) olabileceğini ve hatta yaklaşık oranını nereden biliyorlar da söyleyebiliyorlar. Neden %70 gibi bir oran ifade ediyorlar da, %17 diye bir orandan bahsetmiyorlar? Buna karar verirken, ellerinde bir model var. Galaksilerin dönme momentlerini hesaplıyorlar. Şu andaki, gözlenen, ölçülen olası madde miktarına bakarak ve ellerindeki modelle karşılaştırdıklarında, galaksilerin daha hızlı döndükleri görülüyor. O halde diyorlar, görünen maddeden veya ona eşdeğer başka bir şey daha olmalı ki, dönme momentumu, şu anda, görünen momentum değerine eşit olsun. Çünkü, sadece görünen madde ile hesap ettiklerinde, daha yavaş olması gerekiyor. Diğer taraftan, görünen dönme momentum değerine eşdeğer bir değer elde etmek için, şu kadar madde daha sistemde (galaksilerde) olması gerekir diyorlar ve %70 ve benzer oranı hesaplıyorlar.

    YanıtlaSil
  103. (Devam)

    Şunu demek istiyorum. Bir şeyi, müzakere edebilmek için elimizde bir model olmalı. O şey, her ne ise ölçülebilmelidir. Mesela, yukarıdaki modelde, sonuçlar, görünen madde üzerinden yapılan hesaplar ile, gerçeğin üzerinden yapılan hesaplarda büyük fark çıkınca, bu defa, bu farkı karşılayacak momentumu üretecek bir şeyi (kara maddeyi veya eşdeğer bir kuvveti) modele eklemek durumunda kaldılar. Peki bu kara maddeyi gördüler mi? Hayır. Peki hissediliyor mu? Hayır. Peki, bu maddeyi, modele katarken, mistik bir düşünceye kapıldılar mı? Hayır. İşte benim demek istediğim bu. Bilim insanları görmese de, modellerine uygun hale getirmek üzere yeni bir kavramı, modellerine ithal ediyorlar.
    Yine bilindiği üzere, Higgs parçacığı da, bilim dünyasını aşıp basına yansırken, aslında hiç görülmediği halde ama kurulan bir modeldeki eksik argümanlardan biri değil miydi? Yine benzer şekilde, periyodik cetvelin işlerlik kuralları ortaya konduğunda, henüz o zaman için görmediğimiz, bilmediğimiz adı bile konmayan ancak hangi atom nolarının olabileceği elementlerin varlığı öngörülmemiş miydi? İşte benim bahsettiğim, ortak bir konuşabileceğimiz modeller bunlardır.

    Şimdi gelelim, kamçılı bakteriden hareket ederek, bir tasarımcının varlığını, var olan düşünlerimize dâhil etmeye. Burada, görülmediği halde, kara madde diye bir kavramı bir modele ithal ederken, “tasarımcı” kavramını hangi modele ve nasıl dâhil ettiğimizi de sormak gerekir. Çünkü ortada bir model yok. Sadece ben istiyorum ve bu nedenle bu böyledir demek de bilimsel bir anlayış olmaz. Neyi neyle karşılaştıracağımı bilemem ki o zaman? Görüyorsunuz değil mi? Bilimsel temellerde baktığımızda, o şeyi illaki görmek de gerekmiyor (kara maddeyi kastediyorum). Siz, tamam işte tasarımcı da görünmüyor diyeceksiniz ama, kara madde kavramını, bir modeldeki hesaplama sonucu çıkan eksiklikten dolayı anlamlandırırken, tasarımcı kavramını hangi olmayan modelin neresine koyacağız ki ölçüp, “evet bir tasarımcı vardır” diyebilelim. Bu tür çıkarsamalar yapmak, ben istediğim için değil, ortadaki bir model, kendi parametreleri ile bana dayatmalıdır. Kaldı ki, bu dayatmaları bile ben sorgulamalıyım. Aksi halde, modelden elde ettiğim yanlış çıkarsamam da bilim tarihinde doğruymuş gibi yapışıp kalırdı.
    Gelelim kamçılı bakteriye. Hatta kamçılı bakteriye gelmeden evvel ben yine emektar denklemime bir gelmek isterim.
    NaCl + H(2)SO(4)------> NaHSO(4) + HCl
    Mesela ben şunu sorarım. Neden, bir tasarımcının varlığı için yukarıdaki denklem gösterilmiyor da, kamçılı bakteri gösteriliyor? Bence bunu bir düşünmek lazım. Yukarıdaki denklemi bir tasarımcının varlığı için örnek göstermiyoruz çünkü, alelade bir denklem görünümünde. Çünkü, insan da bu denkleme vakıf. Çünkü, insan, bilindik tuz ve sülfürik asidi birleştirip, sodyumbisülfit ve hidroklorik asiti ortaya çıkartabiliyorsa, bunu bir örnek olarak gösteremeyiz. Peki neden gösteremeyiz? Çünkü, insanın zaten yaptığı ortaya koyduğu bir şeyin mistik bir anlamı yok da ondan. (Tabii ki bunu böyle düşünüyorum demek istemiyorum. Sadece kendimi sizin yerinize koymaya çalışıyor ve acaba neden amino asitleri ele alıp incelerken, yukarıdaki denklemi ele almadığınız diye düşünmeye çalışıyorum). Halbuki ki bence, bırakın, amino asitleri, kamçılı bakteriyi, yukarıdaki denklemi ortaya koyup ve sonuna kadar da bu denklemin varlığı ve yapısı üzerinden bir tasarımcının olduğunu söyleyebilmelisiniz. Çünkü, söylemediğiniz müddetçe, ters düştüğünüz bir şey olmaktadır. O da şudur ki, eğer, tasarımca, amino asitleri ve kamçılı bakteriyi tasarlamış ise ve tüm evren onun eseri ise, bu durumda yukarıdaki denklem de onun eseri olmuş olmuyor mu?

    YanıtlaSil
  104. (Devam)

    O halde, bir tasarımcının varlığını göstermede diretildiği amino asit veya kamçılı bakteri örneği kadar yukarıdaki örnek denklem üzerinden de anlatılabiliyor olmalı. Kaldı ki, yukarıdaki örnek üzerinden tasarımcının varlığını anlatmamak, bence, tasarımcının yarattığını düşündüğümüz bir maddeye, kendi yarattığı madde üzerinden (yukarıdaki denklemi kastediyorum) bir saygısızlık olmayacak mıdır? Bırakın saygısızlığı, bir an için bu maddeleri meydana getiren elementleri düşünelim. Bunlardan sadece bir tanesi, söz gelimi hidrojen olmasa idi, bizler, yani canlılar olur muyduk dersiniz? Söz gelimi, sadece tuz olmasaydı, bizler nasıl yaşardık bir düşününüz. Bence yukarıdaki denklem bile, bir tasarımcının varlığını açıklamak için üzerinde konuşulacak bir malzeme olmalı. Ne dersiniz? Yani, bu denklem, an az, amino asitler ve kamçılı bakteri kadar öneme haizler.
    Genelde, bizler bu tür açıklamaları, belli mistik duygular uyandırdığı için, aklın sınırlarına dayandırarak veya bu sınırdaki örnekleri ele alarak yapmaya çalışırız. (Şimdiki bilgi ve teknolojiyi kastediyorum, yoksa aklın bir sınırı yoktur, tabii ki bana göre)
    Şimdi gelelim, yukarıdaki kamçılı bakteriye. Şimdi ben diyorum ki, bir şeye kanaat getirebilmenin bir ölçütü olmalıdır. Yani bir kanaat hatta bir sezgi bile olsa bir modeli, ölçülebilirliği olmalıdır. Aksi halde, ortak bir dili konuşamazdık. Belki saçma gelecek ama şöyle düşünüyorum. Acaba öyle bir bilim insanı var mıdır ki, şimdilik sadece bir kuyruklu kamçılı bakteriyi görüyor ve hala evrime inanıyorken, ola ki doğada iki kuyruklu kamçılı bakteri bulunup da bunu gördüğünde, evrim düşüncesini bıraksın ve de bir tasarımcının varlığını düşünmeye başlasın? Hatta başka bir bilim insanı var mıdır ki, değil iki, üç, dört; on dört kamçılı bakteri diye bir bakteri bulunduğunda, evrim düşüncesini bırakıp, bir tasarımcının varlığı kafasında şekillenmeye başlasın. Hatta, kamçılı bakterinin, stator ve rotor kısmındaki, (klasik motorda bunların karşılığı olan sarım sayısı ve mıknatıs adedi) yapıların (kuyruğun içinde döndüğü kısımdaki yapılar) sayısı ne kadar olmalıdır ki, bir bilim insanı bir tasarımcının varlığını evrim kavramına değişsin. Böyle bilim insanları var mıdır? Elbette ki vardır. Peki, bu düşünce, o kişilerin bilim insanı olmadığını mı gösterir? Hiç de öyle bir şey söyleyemeyiz. Elbette ki bilim insanıdırlar. Ancak, bir soru, bence hala cevaplanmamış görünüyor. Evrimsel düşünceden, bir tasarımcının varlığına geçişte bunun ölçütü ne olmalıdır? Yedi kamçıdan sonra mı, on iki kamçıdan sonra mı? Nedir? Bunun için bir ölçü veremeyiz. Neden? Çünkü ortada bir model yok. Bir düşünsenize, gerek kara madde, gerekse kara enerji ve de tasarımcı görülmediği halde, nasıl oluyor da bilim insanları çok fazla müzakere yapmadan görünmeyen kara maddeyi hemen kabul ederken, görünmeyen bir tasarımcıyı kabul etmeye bu kadar çabuk yanaşmıyorlar. Dediğim gibi, ortada model yok. Bana sorsanız ve deseniz ki “Kaç kamçılı, kaç rotor veya statorlu olan bir kamçılı bakteri gördükten sonra bir tasarımcının varlığı kabul edilebilir?” Ben de şunu derim ki, doğanın bize verdiği aklı, ne kadar erken kapatırsak o kadar erken olur bu. İşte, “akıl tutulması” kavramı, buradan sonra başlar.
    Evrende her yeni ve bizi şaşırtan bir oluşumu görmek, (hemoglobin, kamçılı bakteri) beynimizde bir hayranlık duygusu oluşturur. Ancak mesele nedir biliyor musunuz? Hayranlık duygusu, insan aklının akıl yürüttüğü, zekâsını kullandığı prefrontal korteksinde (beynimizin alın tarafındaki düşünen kısmı) değil, duygularının olduğu limbik sistemdeki ve de temporal (şakak lopları) kısmında oluşur. Hayranlık duygusu ve bunun getirdiği belirsizlik duygusu ise, yetersiz bilgilerimizin bize hissettirdiğidir ama düşündürdüğü değildir. Ve bu duygu da, bizi evrende aciz hissettirir. Dolayısıyla, ilkel beynimizin (limbik sistem), düşünen beynimize, evreni gerçekleriyle keşfetmemize müdahale etmesine izin vermemeliyiz diye düşünüyorum.

    YanıtlaSil
  105. KARŞIT GÖRÜŞLÜ OLSALARDA SEVİYELİ YAZILAR İÇİN HERKESE TEŞEKKÜRLER

    YanıtlaSil
  106. -SAYFA 1-

    Öncelikle bu uzun yazıyı ve ondanda uzun bu yorumları okuma zahmetine girecek bir üçüncü kişinin (Hayyam dışında) olması beni şaşırttı. O yüzden GUGUK3 sabrınız için sizi kutluyorum.

    Çoktandır takip etmiyordum ama dün cevap yazdığınız farkettim ve bende birşeyler yazma gereği hissettim. Erol bey bu tartışma ilanihaye sürecek değil bi yerlerde sonlandırmak gerekli ama her yorum başka bir şeylerin cevaplanmasını gerektiriyor. Benim ortaya koyduğum olasılık hesaplarını imkansız olduğunu sizde bende kabul ediyorum doğrudur. Fakat bizim yol ayrımımız bundan sonra başlıyor işte. Maalesef sonrası için doyurucu bir tez ileri süremiyorsunuz tabi bu bilimin eksikliği. Eski darvincilerin dediği gibi yaşamın tesadüf eseri ortaya çıktığı tezi eğer yanlışsa ki bu olasılık hesapları bunu gösteriyor o zaman ortaya bir model koyması gerekir. Neo-Darvinistlerde atalarının izlerini takip edip aynı akıl tutulmasını sergileyip hayatın kökenini bu sefer genlerdeki tesadüfi hataların yaşamı şekillendirdiğini savundular. Kılıf değişik ama söylem aynı. İyi huylu tesadüfler. Mutasyonların canlı vücudunda değişimlere yol açtığı doğrudur fakat bunların büyük çoğunluğunun zararlı olduğu ve canlının çoğu zaman ölümüne veya bir ucubeye dönüşmesine neden oluyor. Çernobil faciasından sonraki doğan çocukların fotoğrafları hala duruyor açıp inceleyebilirsiniz. Yine benim okuduğum evrimi anlatan kitapların pekçoğunda sirke sineği ile yapılan deneyler anlatılıyor. Biyoloji kitapları sirke sineğinin mutasyon sonucu, iki kanadının dört kanada çıktığı bazı bireylerine yer verirler. Oysa bu kanatlar işlevsel değildir, ilave kanatların uçmayı sağlayacak kasları yoktur. Bu yüzden bu kanatlar canlıya
    dezavantaj getirmektedir. İki başlı veya üç kollu bir insan nasıl sakat oluyorsa, X ışınlarıyla radyasyona uğratılıp yeni doğan bireylerinde fazladan kanatlar oluşan sirke sinekleri de sakat olmaktadır. Sirke sineği üzerinde yapılan deneylerde, mutasyona uğratılan sirke sineklerinin vücut ve göz renginin değiştiği, vücut büyüklük ve
    şeklinde farklılaşma olduğu gözlemlenmiştir. Fakat yeni bir türün oluşumunun gözlenmesi bir yana, doğada bu hayvana faydalı olabilecek dış yapısıyla ilgili tek bir mutasyona rastlanmamıştır. Ancak yeni bir organ veya yepyeni bir özellik oluşturan
    mutasyonların gözlenmesi Evrim Teorisi’nin delili olarak sunulabilir. Bir canlının renginin değişmesi veya var olan bir kanadının fazladan bir kopyasının oluşması, Evrim Teorisi’nin delili olarak sunulamaz.

    Şimdi gelelim asıl konuya. Mutasyonlar ile ilgili deneylerin sunumunda da doğal seleksiyon ile ilgili gözlemlerin sunumundaki mantıki hata yapılmaktadır. Önce doğal seleksiyonun ve mutasyonların Evrim Teorisi’nin mekanizmaları olduğu söylenmektedir. Sonra bu mekanizmaların sadece var olduğunun gösterilmesiyle Evrim Teorisi delillendirilmiş gibi sunumlar yapılmaktadır. Oysa “Doğada doğal seleksiyon vardır” veya “Mutasyon sonucu canlılarda değişiklikler olur” önermeleri ile “Evrimin mekanizması doğal seleksiyondur” ve “Evrimin mekanizması mutasyondur” önermeleri arasında çok büyük fark vardır. Canlılar dünyasında küçük değişimlerin (mikro mutasyonların) gözlenmesinin Evrim Teorisi’nin delili olduğu söylenemez; ancak bir türden önemli ölçüde farklı bir türe, cinse, familyaya veya takıma geçişi sağlayacak büyük değişimlerin oluştuğu; bunun gerek bir anda gerekse küçük değişimlerin birikmesiyle mümkün olduğu gösterilebilirse, Evrim Teorisi’ni diğer görüşlerden ayırt eden iddialarının delilinin bulunduğu söylenebilir.Evrimin kusursuz ve yaşamın bütün problemlerini çözen bir teoriymiş gibi lanse edilmesi büyük bir yanıltmaca ve gözboyamasıdır.

    YanıtlaSil
  107. -SAYFA 2-


    Evrim teorisinin bilimsel kriterleri karşılayıp karşılamadığı sorgulanmadan kabul edilmektedir. Bir teorinin yanlışlanamayacağını söylemek yetmez bu teoriyi destekleyecek iddialarını doğrulayacak olguları ortaya koymak gerek. Evrimcilerin evrim teorisini savunmak için evrimin uzun bir süreçte gerçekleştiği için gözlenemeyeceğini söylemelerinin altında aslında bir itiraf vardır. Bu teorinin bilimsel kriterleri taşımadığına dair bir itiraf. Bende şöyle bir önermede bulunsam; komşumuz andromedada öküzler yaşamaktadır desem bu tezde tıpkı evrim teorisi gibi yanlışlanamaz. Geçmişe taş atarak neidüğü belirsiz bir teorinin gücü şuradan gelmektedir aslında.Evrim inancı Allahın varlığını inkar etmek için hala diri tutuyorlar. Materyalizmin bir ayağını Durağan evren modeli oluşturuyordu diğeride evrim. Durağan durum modeli çöktü. Evrim teorisi ilk çıktığı yıllardaki gibi değil içi tamamen farklı argümanlarla dolduruldu. Artık evrim denilince mutasyonlar ve doğal seleksiyon anlaşılıyor ama dediğim gibi bunlar bize bir türün nasıl yokolduğunu açıklayabilir ama yeni bir türün nasıl oluştuğunu asla açıklamıyor. Evrimciler ya geçmişe taş atarlar yada geleceğe hiç günümüze dair ayakları yere basan bir laf etmezler. Bazende yine bu blogda gördüğüm “artık hücreyi yapabiliyoruz, veya hücre laboratuvar ortamında sentezlenmesine az kaldı ” gibisinden yanıltıcı veya eksik bilgiden kaynaklı şeyler görüyorum. Böyle bir şey yok dediğimdede gelecekte bilimin ilerlemesiyle bunlar artık ihtimal dahilinde olacak diyorlar. Olup olmayacağı dahi belli olmayan bir teoriye ne diye bel bağlıyorlar hiç anlamıyorum. Eğer evrim bizi baştan yarattıysa Tanrıya ne hacet. İşte bütün meselede burada kopuyor. Hatta bazı ilahiyatçı bilimadamları evrim ile dini yaratılışı barıştırmaya ve ikisinin aslında birbiriyle çelişmediğine dair çalışmalar yapıyorlar ama ben evrimin bir safsata olduğuna inanıyorum. Doğal seleksiyonunda yeni bir tür yaratmaya kadir olmadığını yalnızca nesli tükenen hayvanların neden nesillerinin tükendiğini açıklayabilir veya sirke sineğindeki gibi grubun dört kanatlı ucubelerinin doğal seleksiyon mekanizmasının gereği olarak elenmesini açıklayabileceğine inanıyorum. Yukarıdada bahsettiğim gibi doğada doğal seleksiyon ve mutasyonlar vardır dedikten sonra evrimin mekanizması doğal seleksiyon ve mutasyonlardır demek büyük bir aldatmacadır.

    Peki evrim teorisi bir öngörüde bulunabiliyormu? Bir teorinin bilimsel kriterleri taşıması için bir öngörüde bulunması gerekir. Evrim Teorisi hiçbir öngörüde bulunmaz. Mesela Galapagos adasına zebra, fil, saksağan, timsah koyarsak birkaç yüzyıl bekledikten sonra bunlardan bir eşeğin türeyeceğini söylemek imkansız. Ayrıca ne kadar bekleyeceğiz bu hayvanların ara geçiş türleri ne olacak gibi soruların cevaplarınıda veremez. Matemetiksel hesaplarada uymaz. Lafı güzaf başka ne var Allahaşkına.

    YanıtlaSil
  108. -SAYFA 3 -

    SİZİN MODELİNİZDE ALLAH BAŞTAN DEVREDIŞI BIRAKILMIŞ BEYEFENDİ

    Astrofizikçiler görmedikleri halde karamaddenin varlığını kabul ediyorlar diyorsunuz. Yine aynı şekilde Higgs parçacığının kurulan modeldeki eksik bir argüman olması nedeniyle modele dahil edildi ve CERNde yapılan son deneylerde Higgs parçacığının büyük bir ihtimalle bulunduğuna dair açıklamalarda gelmekte. Amenna ve saddekna buna bir itirazım yok elbette. Aslında içinde bulunulan durum çok ilginçtir. Bilimin yegane yöntemi olarak herşeyin sebep sonucunu doğanın içerisinde kalarak açıklayacağız yani önce ALLAHIN (Tasarımcının) varlığının bilimsel verilerden çıkarsanan sonuçlarla desteklenmesi yasaklanmakta sonrasında ALLAHIN varlığının bilime aykırı olduğu söylenerek ateizmin savunulması yapılmaktadır. Bu ne yaman çelişkidir böyle. Önce Allahın varlığından bahsedilmesini yasaklayan sonrada bunu bilimsellik kisvesi altında bize yutturmaya çalışıyorlar. Bunda ortaçağda kilisenin bilim üzerindeki etkisi şüphesiz çok önemlidir. Rönesans ile birlikte bilimadamları kilisenin öğretileri dışında bilimsel bir tez geliştirmeye başlayınca bilimadamlarının kelleyi koltuğa koyup bunları dile getirmesi gerekiyordu. O baskıcı rejimin sonunda bize yukarıda bahsettiğim gibi çarpık bir bilimsel metodoloji miras olarak kaldı. Allahaşkına söylermisiniz bana bilim alanında artık ne gibi bir gelişme ne olması lazımki ALLAHI modelinize dahil edeceksiniz? Cevabı belli her ne şartta olursa olsun ALLAHIN sizin modelinizde bir yeri yok. Özelde size genelde bilim camiasının geneline söylüyorum.

    YanıtlaSil
  109. -SAYFA 4-

    Benim için bir tek proteinin olasılıksız hesaplar sonucunda varolduğunu görmem benim için ALLAHA inanmam için yeterli bir sebep iken sizin gibi aklı prefrontal korteksin dışına çıkamayan birisi için milyon tane kamçısı olan ucube bir bakteri bile sizi tatmin etmeyecektir. Daha bir tanesinin nasıl oluştuğuna dair bir açıklama yapamazken … Farzedelimki! nasıl oluştuğuna modelinize TASARIMCIYI dahil etmeden açıklama getirdiniz o zaman milyon kamçılı bakteri içinde aynı şeyi yapacağınız için sizin için ALLAH ölmüştür. Siz kendi varlığınızı bile olasılıksız olasılıkların insafına terketmişken bilimin sizin varlığınıza dair tatmin edici bir cevap bulamamışken nasıl olurda ALLAHI oyun dışında tutabilirsiniz. Siz bir ormana gittiğinizde üstüste konmuş taşların olduğunu ve bunların karardığını ve bir miktarda kül olduğunu görseniz ne düşünürsünüz. Bunların uçuk kaçık varsayımlarda bulunarak doğa kanunları içinde kalarak bunların kendiliğinden tesadüf eseri oluştuğunu açıklamayamı çalışırsınız yoksa basit olanımı seçersiniz yani yakın geçmişte birilerinin buraya gelip mangal yaptığınımı düşünürsünüz. Ya evrimin yaptığı gibi geçmişe taşı atacaksınız veya bilimin ilerlemesiyle hücrenin oluşturulabileceğini iddia edenler gibi taşı geleceğe atacaksınız. Her iki ihtimaldede topu taca atmaktır bu. Evrimcilerde bilimin ilerlemesiyle evrimin kayıp halkalarının ve eksik parçalarının tamamlanacağı iddia edilerek topu geleceğe atıyorlardı ama bizde şimdi geçmişe bakarak (yani onların gelecek zamanına ) beyhude bir bekleyişe geçtiklerini gözlüyoruz. Bilimin ilerlemesi Ne gözün indirgenemez kompleksliliğine çare oldu nede doğal seleksiyonun yeni bir türü nasıl oluşturduğuna. Geçmişte birkaç nesilde Durağan evren modeline inanarak bu dünyadan terki diyar eylediler ama onlar adına üzülerek söylüyorumki bugün durağan evren modeli bilim çöplüğündeki yerini almış bulunmaktadır. Yine kutsal metinlerdeki bir gerçek tamamen açığa çıktı ve yine kazandı. (51.sure-47.ayet) Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz, (onu) genişleticiyiz. BigBang teorisiyle evrenin genişlediği ortaya kondu. Kurandaki bu ifadede daha açık nasıl ifade edilebilirdi bu durum anlayamıyorum. 1400 yıl önce ilkel arap toplumunda toplumun kıyısında köşesinde olan bir insan çıkacak ve gerçekliğini ancak bugünkü teknolojik imkanların sayesinde ıspatlayabildiğimiz şeyler söyleyecek. Evrenin bir yaratılma anının başının olduğunu ve sonunun geleceğini söyleyecek. Zamanın izafi olduğuna dair şeyler söyleyecek ve her söylediğindede haklı çıkacak. Biz bu söylediklerini kendisinemi izafe edeceğiz yoksa bütün bu evrenin nasıl yaratıldığını bilen bir Yaratıcıya mı?

    YanıtlaSil
  110. -SAYFA 5-


    İnsan beyni doğadaki bilinen en kompleks sistemdir: 100 milyar kadar nörondan oluşur ve her bir nöron binlerce ayrı nöronla 100 trilyon kadar sinaps aracılığıyla bağlıdır. Bunlar arasında çok kompleks bir düzenle elektrik sinyallerinin taşınması sayesinde beynin fonksiyonları gerçekleşir. Bunuda Tanrının yaratmadığını bu mükemmelötesi sistemin kendiliğinden oluştuğuna inanmaktansa ormanda mangal yapanların uzaylılar olduğuna iman edebilirim :) Erol bey elbetteki beyni incelesek ölçsek biçsek atomlarına ayırsak neticede atomlardan başka bir şey görmeyeceğiz. Tanrıyı; beynin içinde görebildiğim veya karamadde gibi göremediğim ama modelden kaynaklanan bir eksikliğin ürünü olarak düşünmek bir kere Tanrıya yapılabilecek en büyük hakarettir.

    Bu insanoğlunun kafası nasıl çalışır ben çözemedim. Buyrun burdan bakın http://www.ensonhaber.com/bu-tas-tarihi-degistirecek-2012-11-16.html
    Bu haberde bence alelade bir taş olan bu taş meğerse büyük büyük atalarımızın (Homo Heidelbergensis) bu taşları tahtaya bağlayarak avlandığı ortaya çıkmış. Benim hayret ettiğim nokta bu kesimli taş parçasının bile kendiliğinden olmuş olabileceğine ihtimal dahi vermezken, evrim gibi bir safsatayla insanlara bütün hayatın kendiliğinden oluştuğunu, benim güzel beynimin tesadüf eseri oluştuğunu söyleyebiliyor. Kusura bakmasınlar ben o kadar ahmak değilim. Ben hayretler içerisindeyim bu akıl tutulmasına şaşırıyorum ve aklıma bir türlü yatıramıyorum insanlar bu kadar zeki oldukları halde nasılda uyutuluyorlar. Yada bu inanmak istediği için inanıyor bunun başka bir türlü açıklaması olamaz.

    Meşhur Rushmore dağını bilirsiniz. Amerikada ABD tarihine damga vurmuş 4 ABD başkanının heykelleri Rushmore dağına bir baba oğul tarafından 14 yılda kazınmıştır. Sinemada film izlerken burayıda gösterdiler ve çıkışta çok saf bir arkadaşıma (saf derken temiz kalpli ve herşeye hemen inanan bir arkadaşıma) espri olsun diye “gördünmü o dağdaki resimleri, kendiliğinden oluşmuş onlar” dedim. Biran için duraksamadan bana dediği şey “Dikkat etde sana boğaz köprüsünü satmasınlar ” dedi.
    En saf dediğim arkadaşım bile ilk görüşte böyle bir şey olamaz diyor ama kimyasal evrimi, mutasyonları, doğal seleksiyonu kendi düşünen beynini yıllar içerisinde oluşturduğuna inanıyorsa o da Allaha inanmama özgürlüğünü kullanıyor demektir onada lafımız olmaz elbette.

    Yine çok ilginç şekilde Stonehengedeki dikilitaşların ilkel insanların ilk barınak yeri olduğunu söylüyorlar. Bilim camiası bilatereddüt bunu kabul ediyor. Peki bu ve yukarıdaki örneklerdeki basit taş parçalarının bir insan tarafından oluşturulduğuna iman edenler kamçılı bakterinin kendiliğinden oluştuğuna nasıl iman ederler. Yada sizin dediğiniz gibi illa belli bir kamçı sayısından sonramı bunun bir tasarımcı tarafından tasarlandığına iman edecekler. Hayır asla. Milyon tane kamçıda olsa inkar etmeye devam edeceklerdir. Çünkü karşılarında bu bakteriden tarifi imkansız derecede kompleks yapıları gördükleri halde hala iman etmiyorlar. Örneğin DNA, RNA,hemoglobin :) insan beyni (listeyi uzatıp sıkıcı olmak istemiyorum) Erol bey sizce insan beyni milyon tane kamçısı olan bir bakteriden daha çok saygıyı haketmiyormu? Ha bu arada sizin kutsal denkleminizinde aynı derecede saygıyı görmesi gerektiğine inanıyorum fakat onun yapısı ile bir proteinin yapısını bir tutamayız.

    YanıtlaSil
  111. -SAYFA 6-


    Daha öncede yazmıştım ama yine yazacam. Simetri konusuna değinmiştim fakat siz olayı bu sizi niye bu kadar şaşırtıyorki deyip geçmiştiniz ama sanırım kendimi iyi ifade edemedim. Şöyleki benim size demek istediğim şey kısaca şu : Biliyorsunuz doğada sağ elli ve sol elli kimyasal bileşikler bulunmaktadır. Bu durum aminoasitler içinde geçerli. Siz doğanın paralel işlemci gibi çalışıp aminoasitlerin belli bir dizilmide biraraya gelerek proteini oluşturduğunu söylüyorsunuz. Proteinin yapısını inceleyen bilimadamlarının PROTEİNLERİN YALNIZCA SOL ELLİ aminosit gruplarından oluştuğunu söylüyorlar. Bununda özel bir sebebinin olduğunu söylüyorlar. Şöyleki proteinin dönmesi ve DNA zincirinde olduğu gibi üçboyutlu hale gelmesi ve kendi üzerine katlanabilmesi için proteinlerin kesinlikle sol elli aminositlerden oluşması gerekir. Problem şurada Erol bey aminoasitler doğada tesadüf eseri oluşmuşsa bile bunların ağırlığının %50 sağ %50 sol elli a.asit olması gerekmez mi? Peki nasıl oluyorda doğadaki proteinlerin tamamı sol elli a.asitlerden oluşuyor? Bunun açıklamasını yaparmısınız. Sizde olasılık hesaplarını gayet iyi bilen bir insansınız. Polipeptid zinciri oluşurken tek bir tane sağ elli a.asit gelipde zincire dahil olmadan bu proteinler nasıl oluşmuş? Haa sağ elli bir tanesi gelipte zincire dahil olursada o protein zincirini çöpe atın gitsin çünkü artık o protein hiçbir anlamı olmayan bir şey haline gelir. Modellemeleri kuranlar ALLAHI devredışı bırakmadan önce bu olasılıksız olasılıklara açıklama getirsinler.

    Erol bey her seferinde siz benim emektar denklemim diyerek herşeyi o kutsal! (o kadar çok üzerinde durup düşünmeye yoğunlaştınızki sizin için bir kutsallık ifade etmeye başladığını düşünmeye başladım :) denklem üzerinden açıklamaya çalışıyorsunuz. Bana sürekli neden proteinlere takılıp kaldınız bunlar Allahın yarattığı şeyler değilmi diye sitemde bulunuyorsunuz. Elbetteki denklemde geçen her bir bileşikte Allahın yarattığı şeyler olduğu için takdire şayandır. Fakat bizim örneğimiz için yeterli olduğunu düşünmüyorum. Örneğin NaCl + H(2)SO(4)------> NaHSO(4) + HCl kutsal denkleminizde buradaki iyonlar ayrılıp birleşirken burada simetrinin hiçbir anlamı yok. Na+ H+ Cl- SO(4)- iyonunun sağ elli sol elli simetrisinden bahsedilemez. Oysa aminoasitlerin üç boyutlu uzaydaki görünümlerinden kaynaklı bir yapısı var bu yapı farklılığı proteinlerin yapısıylada çok yakından ilintili. Şimdi siz çözümlenememiş bu problemi bir kenara bırakalım bilim bunu gelecekte çözecektir diyorsunuz. İyide ben gelecekte değil benim torunlarımın bile görüp göremeyeceği belli olmayan bir problemin cevabını yaşadığım şuanda bulmam benim hayatımın hem şuanı hemde sonrası için çok önemli sonuçlar doğurmaktadır. Materyalistlerin durağan evren modelini savunmaları gibi, geçmişte düştüğü hataya bende düşmek istiyorum diyorsanız sizi kendi seçiminizle başbaşa bırakıyorum. Şunuda belirtmek isterim. Sizin kutsal denkleminiz aminoasitlerin nasıl kendiliğinden oluştuğunu açıklayabilir ama ben zaten aminoasitlerin nasıl sentezlendiğiyle ilgilenmiyorum. Bununla ilgili geçmişte, bence başarısız sizce başarısı gelecek için ümit vadeden çeşitli deneyler yapan şu meşhur Miller deneyinide size hatırlattım. Ben aminoasitlerin kendiliğinden protein oluşturmaları için hazır ve nazır olduğunu en baştan kabul ettiğim için sizin kutsal denkleminiz zaten otomatikman ıskartaya çıkmış oluyor. Aminoasitler bir protein molekülüne nisbeten daha basit oldukları için sizin kutsal denkleminizdeki bileşiklerle kıyaslanabilir.

    YanıtlaSil
  112. -SAYFA 7-


    Yaşamın bir Tasarımcı tarafından tasarlanmasının dışında başka bir seçeneğinin olmadığına dair o kadar çok argüman varki elimizde. Ben bu konuya girmeyi pek düşünmüyordum ama ENTROPİ KANUNU konusuna bakış açınız nedir gerçekten merak ediyorum. Çünkü ben proteinlerin veya yaşamın diyelim ilk oluşum anından günümüze değin entropinin etkisi altında bu şekilde varolmasını siz neye bağlıyorsunuz acaba. Entropiyi biliyorsunuz; enerji düzeyi farklı iki maddenin enerjileri eşit düzeye gelinceye kadar olan enerjisi yüksek olandan enerjisi düşük olana doğru olun bir enerji transferidir. Örneğin bir bardak çay odaya sıcaklığını vererek soğur ama odadaki moleküller enerjilerini çay bardağına vererek çayı ısıtmazlar. Entropi evren ilk kurulduğundan bu yana sürekli olarak düşmektedir. Yine Penrosenin çalışmalarından bir örnek vereceğim. Penrose yaptığı hesaplamalarda (Penrose bu hesabı Bekenstein-Hawking entropi formülünü kullanarak yapar) Big Bangin ilk patlama anındaki entropisinin 10^(10^123) olduğunu hesaplıyor. Dikkatinizi çekerim bu rakam iki üslü rakam şeklinde ifade edilebiliyor ancak. Böyle bir rakamın Evrendeki bütün baryonlardan atomaltı parçacıklardan çok daha fazla olduğunu (ki evrendeki baryon miktarının 10^80 olduğu gözönüne alınırsa) görmek insanı hayrete düşürüyor.

    Evrendeki entropi geri çevrilemeyecek şekilde sürekli olarak artmaktadır ve bir gün termodinamik dengeye ulaşarak ısı ölümü yaşanacaktır. Buda evrenini sonunun olduğunun başka bir yönden ıspatı neyse konumuz bu değil. Konumuz yaşamın; entropinin varlığına, yokedici ve mahvedici özelliğine rağmen nasıl olupta geliştiğidir. Evrim teorisi ise, bütün evreni kapsayan bu temel fizik kanununu bütünüyle gözardı ederek ortaya atılmış bir iddiadır. Evrim bu kanunla temelinden çelişen tam tersi bir mekanizma öne sürer. Evrime göre, dağınık, düzensiz, cansız atomlar ve moleküller, zamanla kendi kendilerine tesadüflerle bir araya gelerek düzenli ve planlı proteinleri, DNA, RNA gibi son derece kompleks moleküler yapıları, ardından da çok daha ileri düzenlere, organizasyonlara ve tasarımlara sahip milyonlarca canlı türünü ortaya çıkarmışlardı. Evrime göre, her aşamada daha planlı, daha düzenli, daha kompleks ve daha organize bir yapıya doğru ilerleyen bu hayali süreç, Entropi Kanununun ortaya koyduğu gerçeklere bütünüyle aykırıdır. Bu nedenle evrim gibi bir sürecin, en başından en sonuna kadar varsayılan hiçbir aşamasının gerçekleşmesi mümkün değildir. Termodinamik çalışmalarına dalmış ciddi fizikçiler, "amaçsız bir enerji akışı nasıl oluyor da dünyaya hayat ve bilinç yayıyor" şeklindeki bir sorunun ne denli rahatsız edici olduğunun farkına varmışlardır.

    Siz Evrenin yaratıcısını, tasarlayacısının, yöneticisinin ALLAH olduğunu görmemek için yine önüme başka tezlerle geleceksiniz biliyorum. Sizi ne Big Bang, ne olasılık hesapları, nede termodinamiğin 2. yasası tatmin edecektir. Bunların olması bir Yaratıcının olmasını gerektirmezki dediğinizi duyar gibiyim. İşte İslam küfrü böyle tanımlıyor. ke fe re sözlük anlamı olarak görmezlikten gelme, örtmek, gizlemek anlamına gelir. Herşeyi çok iyi bildiği, gördüğü, anladığı halde görmezlikten gelerek ALLAH YOKMUŞ GİBİ DAVRANMAKTIR KÜFR. Ben bilmeden körü körüne veya hoşuna gitmediği için Allahın varlığını kabul etmeyen mukallitleri anlarımda herşeyi gayet iyi görüp bilip anlayıp sonra küfr (görmezlikten gelmek) etmenizi anlamıyorum. Sizinle tartışırken Kuranda bazı yerlerde herşeyi çok iyi görüp bildiği halde inkar edenler diye bir tabir vardı. Aklım hafsalam almıyordu nasıl olurda herşeyi gördüğü halde insan görmezden gelir, demekki oluyormuş.


    YanıtlaSil
  113. Kur'an da yazılanları baz alarak Allah diye bahsettiğimiz yaratıcıya inanmamak için bir sürü mantıklı sebep ortaya sürebiliriz. En basitinden kendi yarattığı insanı, kendisine inanmadığı için cehennem ateşinde cezalandıracak, yarattığı insanın acı çekmesine müsaade eden bir yaratıcı (mükemmel, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten şeklinde tasvir edildiği halde bunları yapan) olmasın bence daha iyi. Gerçekten mükemmel olsa idi yada iyi olsa idi cehenneme ihtiyaç duyulmayacağı, acı çekilmeyen bir sistem yaratırdı. Biz insanlar bunu düşünebiliyoruz da Allah mı düşünemiyor? Bu çok basit bir mantık.

    Fakat öte yandan başka bir gerçekte bir şeylerin var olduğu.

    Bizler sadece bir takım kuvvetler sonucu var oluşun nasıl şekillendiğini irdeleme, araştırma aşamasındayız ve daha emekleme dönemindeyiz hatta emekleme dönemine bile geçemedik sağa sola kafamızı çevirebiliyoruz sadece.

    Bu kuvvetlerin nereden çıktığı konusunda sadece felsefe yapabiliriz. Bilimsel hiç bir veri elimizde yok.

    Sn. Erol'un açıklamaya çalıştığı salt matematiksel olasılığı düşürücü, yukarıdaki açıklamalarını anlayabiliyorum.

    Ama bu olasılığı düşürücü etkenleri açıklarken kullandığı aşağıdaki ifadeler aslında düşündürücü;

    "Elementlerin amacı yok ama, gördüğümüz gibi, aynı şeye aynı tepkiyi vererek, düşünen beyinler için bir amacı varmış gibi görünüyor. Diyebiliriz ki, Elementlerle, fotonlarla, notrinolarla ve adını bilmediğim yüzlerce partiküllerle çalışan bu mekanizmalar, nerde duracaklarını, nerde harekete geçeceklerini biliyorlar. (Veya “biliyorlar” kelimesi yerine siz ne isim yakıştırırsanız o isim olsun)"

    "BİLİYORLAR" Kilit kelime budur. Maddesel bir şey ne yapması gerektiğini biliyor. Zaten bilmeden bir şey yapması durumunda Sn. Karkurdu'nun matematiksel olasılık hesaplarını haklı çıkarıyor.

    Bilmek, ya kendi içinde bir bilinç gerektirir yada dışarıdan bir bilenin yönlendirmesi sayesinde ne yapacağınız belirlenir.

    Kendi içinde bilinç Jung'un kollektif bilinç altı kavramının evrene uyarlanmış hali benim için. Evren ne yapacağını biliyor yani. Olacak her şey belli, tesadüf, ihtimal hesapları yok. Olması gereken oluyor. Başka bir alternatif o şartlar altında yok.

    Dışarıdan bir bilen daha başka bilinmezlere yol açmaktan öte gidemiyor benim için.

    Saygılarımla,

    YanıtlaSil