1. GİRİŞ
Immanuel Kant, "Aklımda merak ve saygı uyandıran iki şey vardır: Üzerimizdeki yıldız gibi parlayan cennet ve içimdeki ahlak yasası."[1] der. Bu bakımdan ahlak incelemeleri hep bir anlamda eksik kalır ve gizemliliğini korur. Burada yapmaya çalışacağım şey, ahlak üzerine rasyonel bir sorgulama yürütmektir.
Ahlaklı olmak, her modern bireyin kişisel misyonudur diyebiliriz. Bu misyon, özellikle toplum tarafından öğretilmekte ve desteklenmektedir. Diğer bir deyişle, ahlaklı olmak birey açısından, toplumda kabul görünmenin gerekli ve vazgeçilmez bir unsurudur. Bununla birlikte, ahlakın vicdani ya da tanrısal bir yanı olduğu da düşünülmektedir. Bunu savunanlara göre, ahlaklılık bireyin içindedir ve evrensel değerlere dayanmaktadır. Örneğin, "Başkasının malını çalmak hırsızlıktır." fikrinin evrensel ve yadsınamaz bir gerçek olduğu düşünülmektedir. Peki gerçekte durum nedir?
2. AHLAKIN DOĞUŞU
John S. Mill, "Ahlaki duygular doğuştan değil, sonradan kazanılır."[2] der. Bu sebeple ahlakın ne olduğunu anlayabilmek için önce ahlakın soyut bir düşünce olarak nasıl akıllarımıza girdiğini kavramamız gerekmektedir.
Ahlakın kökenine ilişkin ilk önemli ayrım ilkel kabilelerde ortaya çıkmaktadır. Buna göre, ilkel kabileleri iki ana sınıfta toplayabiliriz:
a. Totem ve tabu anlayışına sahip olmayan kabileler.
İlk gruba giren kabileler, 'soyut düşünce' kavramından uzak olan kabilelerdir. Bunlar, bugün sosyal olarak bir arada yaşayan hayvan toplulukları gibidirler. Batıl inançları, dinleri veya tanrıları yoktur. Bu bakımdan kabileyi yöneten güçlü bir insan vardır ve ancak diğer bireyler kendi aralarında eşittirler. Temel amaç kabilelin, daha doğrusu topluluğun, ayakta kalmasını sağlamaktır. Ancak bu ayakta duruş, temel besini sağlama ve hayatta kalmaya yöneliktir. Bu grupta bireysel ahlaktan veya vicdandan söz etmek mümkün değildir. Ancak içgüdüye dayalı koruma ve sahiplenme dürtüleri bulunmakta ve elbette ki topluluk bazında yadsınmamaktadır.
İkinci gruba giren kabileler, soyut düşünce kavramını hayatlarına yerleştirmiş olan kabilelerdir. Soyut düşünce, toplumun perçinleşmesinde vazgeçilmez bir unsurdur. Soyut düşünmeyi kısaca tanımlayacak olursak, bir bireyin doğada varolan nesneler dışında, zihniyle ürettiği batıl inançlar topluluğunu içselleştirmesidir. Bunun temel yansıması da totemlerdir. Örneğin, bir kabile ava gitmeden önce önlerinden bir çift tavşan geçerse ve av da kötü geçerse, avdan önce bir çift tavşanın önlerinden geçişini 'uğursuzluk' olarak nitelendirmeye başlar. İşte buradaki 'uğursuzluk' temel bir totemik inanıştır.[3] Diğer bir deyişle, batıl inançtır.
İşte ikinci grup kabilelerimiz batıl inançlara sahiptiler ve bu da mistisizmin doğuşunu hazırlamıştır. Mistisizmin doğuşuna paralellik gösteren bir eş-zaman düşümünde de ilahilik anlayışı doğmaya başlar. Bu olaylar dizini tabuyu doğurmaktadır. Tabu ise, kabilece yasaklanmış davranışları ifade eder.
İkinci grup kabile döneminde mistik düşünceler ve batıl inançlar sebebiyle bir çok şey yasaklanır. Rasyonel temeli olmayan bu yasaklamalar genellikle toplumun daha iyi olmasını sağlamak adına yapılmaktaydı. İlk başta da belirttiğim gibi, bu dönemde birey, toplumun içinde erimiştir. Dolayısıyla yasaklara uymak bireyin temel görevidir.
Tabular, kaba olarak tabir edilirse, irrasyonel yasaklardır. Günümüz ahlak anlayışı da bu yasakların yansımasıdır. Bunu bir örnekle açıklamaya çalışayım: Dişlerinde ciddi iltihaplanmalar olan bir kabile üyesi, kabile şefi -ve genellikle aynı zamanda büyücüdür kabile şefi- tarafından kötü ruhlar tarafından esir alınmış olarak görülür. Belli başlı sihirsel tedaviler yapılır, ancak işe yaramazsa o kişi ölüme terkedilir.[4] O kişinin kabilede bulunması kabile için zararlıdır. Diğer kabile üyeleri de o kişiye yardım edemez. Edilen yardım kötü ruhlarla işbirliği anlamına gelir. İşte buradaki irrasyonel tepkiye katılım günümüz ahlakının kaba bir yansımasıdır. Çünkü kabilenin diğer üyeleri, kabile yararına olduğuna ve aynı zamanda gerçeğin -yani yapılması gerekenin- o hasta kişiye yardım etmemek olduğuna inandıkları için geri dururlar. Ve bu geri duruş, o bireylerin kabile tarafından kabul edilmesine ve bireyin iç huzura ermesine sebep olur.
Daha fazla ayrıntıya girmeden konuyu toparlarsak; ahlak, ilkel kabilelerde kabile yararına olduğu kabul edilen bir takım yasakların uygulanması ile doğmuştur. Friedrich Nietzsche şöyle der: "Ahlaklılık törelere itaat etmekten başka bir şey değildir (özellikle artık değildir), töreler ne tür olurlarsa olsunlar bu ilke değişmez; bununla birlikte töreler geleneksel tarzda davranmak ve değerlendirmelerde bulunmaktır. Geleneğin emretmediği şeylerde ahlak yoktur."[5] Bunun tipik sonucu olarak da kabile üyeleri bu yasakları içselleştirmiş ve zaman içerisinde o yasaklar 'ahlak' olarak kümelenmiştir. Örneğin, günümüzde ahlaklı olmak, toplumun kabul ettiği değerleri aşmamak demektir. Mesela 'namus' sınırları toplumsal öğrenmişlik ile belirlenen bir fikirdir. Toplumun kabul ettiği 'namus'un dışına çıkan hareketlerde bulunmak ahlaksızlık olarak değerlendirilmektedir. Bunun yanı sıra, bireyler toplumun sınırını çizdiği irrasyonel tepkileri içselleştirerek 'ahlak'ı bir anlamda meşrulaştırırlar. Yine Nietzsche'nin deyimiyle, "Ahlak, bireydeki sürü içgüdüsüdür."[6] diyebiliriz.
Toplumdan topluma değişen ahlaksal öğretileri bir idea olarak 'ahlak' saymayanlar vardır. Bunlara göre, ahlak, toplumla ilgisi olmayan, insanın içinde bulunan ve temelini insanî bir olgu olan vicdandan almaktadır. Diğer bir deyişle, toplumun çizdiği yapay sınırların dışına taşan ve evrensel anlamda geçerli olan ahlaksallık bulunmaktadır. Josph Addison, "Dünyanın bütün medeni milletleri temel ahlak ilkeleri üzerinde anlaşabilirler."[7] derken buna işaret ediyordu. Bu ilkelerin tipik örnekleri de, insan öldürmemek, hırsızlık yapmamak, diğer insanlara zarar vermemektir.
Bu iddiaları doğa felsefecileri ve teologlar ileri sürmektedir. Özellikle dini yapılanmanın tüm dünyada etkili olması ve hemen her dinin evrensellik iddiasında bulunması sebebiyle, teologlar evrensel ahlakın sıkı savunucularıdır. Buna göre, günümüz yaygın dinleri yöresel bazda farklılıklar barındırmakla birlikte evrensel bir iyiliği emrederler. Ve o iyilik, insanlık yararına olan, canlılığın başından beri bulunan, ulaşılması gereken bir ana amaç olarak en tepede durmaktadır. Özellikle 'On Emir' olarak özetlenebilecek, "Öldürmeyeceksin. Çalmayacaksın." gibi ilahi emirler evrenseldir.
Bu iddiaları objektif olarak değerlendirebilmek için her kavramı daha derinlemesine incelemeliyiz. Örneğin, Pierre-Joseph Proudhon, "Mülkiyet hırsızlıktır."[8] der. Bir çok solun ucunda bulunan filozof ve anarşistler de günümüz mülkiyet anlayışının, kapitalist üretim sisteminin bir yansıması olduğunu, yani doğal olarak başlangıçtan beri bulunmadığını ileri sürerler. Bu bakımdan teologların ileri sürdüğü, "Çalmak evrensel bir yanlıştır." şeklindeki görüş, mülkiyet kavramını sorgulamayı es geçer ve mülkiyeti mutlak bir hak olarak değerlendirir.[9] Oysa 'mülkiyet' kavramı da sorgulandığı zaman onun mutlaklığı tartışma yaratır.
Günümüzde gerek kapitalist sistem, gerekse de mülkiyet anlayışı insanlar tarafından tamamen kabul edildiği için 'çalmak' ahlak dışı bir davranış olarak evrensel tabanda bir olgu gibi görünmektedir. Oysa toplumsal sınıflanma farklı bir şekilde olsaydı, örneğin, para bazlı ekonomi sistemi yerine kaynak bazlı ekonomi sistemi[10] veya üretim güçlerinin tamamen devlet tekelinde toplanması geçerli olsaydı[11] hırsızlık ahlakın konusu olmaktan çıkabilirdi. Çünkü hırsızlık, toplumun yönetim şekline göre anlam ifade eden bir eylem biçimidir. J. J. Rousseau da, "Politika ve ahlakı ayrı ele alanlar, her ikisini de anlayamazlar."[12] diyerek ahlakın politik yanına dikkati çekmeyi hedeflemiştir. Ancak bu noktada I. Kant, "Politika, 'Yılanlar gibi akıllı ol.' der; ahlak ise, 'Yılanlar gibi akıllı, kumrular gibi zararsız ol.' der."[13] diyerek bir anlamda Rousseau'ya seneler sonra ufak bir göndermede bulunur.
Bir diğer -ve hatta daha önemli olan- konu da öldürmenin ahlaksızlığıdır. Buna göre, bir insanın başka bir insanı öldürmesi ahlaksızlıktır. Burada irdelenmesi gereken 'ölüm'ün neden zararlı bir şey olduğudur.
Yine ilkel kabilemize dönecek olursak; ölüm, bireyler için anlaşılmaz bir durumdur. Öncelikle hareketsiz kalıyor insan ve sonra çürümeye başlıyor. Bu olumsuz durumlar bireyler için istenmeyen şeyler haline gelir. Öte yandan, kabileler arası savaşta güç kaybı anlamına da gelir bir kabile üyesinin ölmesi. Dolayısıyla hem bireysel anlamda istenmeyen, hem de toplumsal anlamda istenmeyen bir durumdur ölüm. Bu bakımdan, kabile içi insan öldürme tabulaştırılmıştır. Elbette ki hak etmediği sürece. Ancak diğer kabiledeki insanları öldürmek yasaklanmamıştır. Daha sonra kabilelerden ilkel devletlere geçilince aynı şey ilkel devlet içinde de geçerli olmuştur; devlet içi ölüm yasak, başka devletlerin insanını öldürmek yasak değildi.
Zaman küreselleşme anlayışı hakim olmaya başlamış, ve özellikle Aydınlanma Dönemi ile birlikte insan hakları sosyolojik temelde savunulmaya başlanmıştır. Bunun yansıması olarak da 'öldürmek' evrensel boyutta ahlak normlarını olumsuz anlamda aşan bir eylem haline gelmiştir.
Bugün yine tüm bu sürecin -göreceli- son noktasında olduğumuz için öldürmek ahlaksız bir davranış olarak gözükmekte, ancak bu norm bir 'gerçek' olarak doğada bulunmamaktadır. Görüldüğü üzere, kültürel ve sosyolojik evrimin nihaî sonucu olarak 'öldürmemek' ahlak sınırları içerisinde kalmıştır.
Bir 'idea' evrensel ahlaktan bahsetmek mümkün değildir. Şu an için evrensel temelde savunulan ahlak anlayışı, modern hümanist anlayışın bir yansıması olmakla birlikte mutlaklık taşımamaktadır.
4. EVRENSEL AHLAK BULUNABİLİR Mİ?
Her ne kadar kültürel evrim neticesinde ahlakın şekillendiği düşüncesi baskın olsa da, ahlakın içeriğine ilişkin bir çok tanım yapılmıştır. Bu tanımların odak noktası 'iyi' ve 'kötü'dür. Bu sebeple ahlak tartışmasında iyi ve kötü kavramlarını da açmak gerekmektedir. İyilik ve kötülük doğada bulunur mu?
David Hume, "İyi ve kötü, insanın doğal duygu ve davranışlarıdır."[14] der. Çok daha sert bir şekilde olmakla birlikte, Sade da aynı şeyi söylemiştir. Buna göre, bizler gerek toplumsal gerek bireysel bazda faydalı ve zararlı şeyleri 'iyi' veya 'kötü' olarak sınıflandırıyoruz. Doğada salt bir şekilde 'iyi' veya 'kötü' yoktur. İnsanların belli davranışları vardır ve bu davranışlara istenmesi ve istenmemesi kıstaslarına göre 'iyi' veya 'kötü' denilmiştir. Jeremey Bentham da, "Zevkin kendisi iyidir, tek iyidir. Acı kötüdür. İyi ile kötünün de başka bir anlamı yoktur."[15] diyerek söylemek istediğimi güzelce özetlemiştir aslında. Aynı şekilde John Locke da, "Her şey zevk ve acı vermesi bakımından iyi veya kötü olarak adlandırılır."[16] demektedir.Bu noktada, Xunzi'nin, "İnsanın doğası kötüdür."[17] ve Mencius'un, "İnsanın doğası iyidir."[18] söylemleri eşit derecede hatalıdır. Ancak Xunzi şu eklemeyi yapmıştır: "İnsan doğası itibariyle kötü olduğu için iyi olmayı ister."[19] Bu, zekice bir fikir olmakla birlikte, iyi olma isteğini gereğinden fazla basite indirgeyen bir fikirdir. İnsan çeşitli sebeplerden dolayı iyi olmayı isteyebilir; dini, toplumsal, ailevi...
Bu bakımdan evrensel ahlakı iyilik ve kötülük üzerine değil, yararlılık ve zararlılık üzerine kurmak çok daha yerinde olur. Konfüçyüs'ün naif bir biçimde tanımladığı gibi, "Sana yapılmasını istemediğini sen de başkalarına yapma."[20] şeklindeki bir formül iş görebilir. Ancak bu tanım çok fazla bireyseldir, bunun tabii sonucu olarak da evrensellikten uzaktır. Örneğin, benim açımdan sorun olmayan bir davranış bir başkası için pekala sorun olabilir. Bu durumda benim o davranışı o kişiye yapmamda 'formül'e göre bir sakınca yokken, o kişi açısından istenmeyen durum olarak nitelendirilir benim davranışım. Bu da kaotik bir ahlak anlayışı doğurur.
İşte bunu aşmak isteyen I. Kant, "Sadece tek bir kategorik zorunluluk vardır ve o da şudur: Yalnızca evrensel bir yasa olmasını isteyebileceğiniz bir 'maxim'e göre hareket edin."[21] der. Maxim genel-geçer bir kuralı ifade eder. Konfüçyüs'ün basit formülünü evrenselleştirmiştir bir yerde. Bir insan, bir davranışta bulunurken, o davranışın evrensel bir geçerlik taşıyıp taşımadığını ölçmeli, ve eğer o davranış evrensel bir kural olma niteliğine sahip olacak kadar iyiyse yapılmalıdır. Bu ahlak formülünün ise toplumsal bakımdan zayıflığı vardır. Örneğin, günümüzde 'töre kuralları' olarak bilinen namusa gereğinden fazla önem veren bir öğretinin uygulandığı toplulukta yetişmiş kimse, o 'töre kuralları'nın evrensel olmasını ister ve ona göre davranır. Daha açık bir ifadeyle anlatmak gerekirse, entelektüel temelde sorgulama azaldıkça evrensel ahlak yasası olma çıtası düşer ve bir çok davranış maxim sayılarak yine kaotik bir durum oluşturur. Bu da yine evrensel ahlakın kurulmasını engeller.
Son olarak toplumsal faydacılara ve onların evrensel ahlak formüllerine değinmek istiyorum. Jeremy Bentham, "En büyük sayıda insanın en büyük mutluluğu, ahlak ve yaşamın temelidir."[22] diyerek, çoğunlukçu bir görüşten yana olduğunu sergiler. Toplumsal faydacılara göre nicelik önemlidir. Toplumun çoğu bakımından mutluluk getiren eylemler ahlakidir ve iyidir. Bunun elbette en eksik yönü azınlığı dışlaması ve bireyin isteklerini yok saymasıdır. Özellikle toplumsal baskı karşısında direnme için bireye yardım etmesi gereken ahlak, toplumsal faydacıların formülü ile iyiden iyiye despotik bir yapıya bürünmektedir.
5. SONUÇ
Her ne kadar net bir sonuca ulaşılmasa da, evrensel bir ahlakın olmadığını söyleyebiliriz. Ahlakın birey-toplum ilişkisinin kültürel evriminin bir neticesi olduğu görülmekte ve bu sebeple kutsanmaması gerekmektedir. Diğer bir deyişle, ahlak, tanrısal temelli veya doğanın özünde bulunan bir olgu değildir. Zaman içerisinde kendini oluşturan, hatta yer yer yozlaştıran, yere ve ihtiyaca göre değişen, şekillenen fikirler topluluğudur. Toplumsal yapılanmamızı, ekonomimizi, politikamızı farklı şekilde kursaydık çok farklı ahlakî değerlerimiz olurdu. Ancak yine de bundan, her kimsenin istediği gibi davranmaya hakkı olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Gerçi, hiçbirimizin hiçbir 'hak'kı yoktur ama o başka bir tartışma konusudur.
Ernest Hemingway'in mütevazi cümlesiyle incelemeyi bitirmek istiyorum: "Ahlak konusunda inandığım ilke şudur; bir şeyi yaptıktan sonra kendini iyi hissediyorsan o ahlakidir, eğer kendini kötü hissediyorsan o gayri ahlakidir."[23]
Hayyam
Hayyam
Dipnotlar:
[1] Kant, Immanuel; Kritik der praktischen Vernunft; 1788
[2] Mill, John S.; On Liberty; 1859
[3] Freud, Sigmund; Totem und Tabu; 1913
[4] Frazer, James George; Totem and Exogamy, 1910
[5] Nietzsche, Friedrcih ;Morgenröte. Gedanken über die moralischen Vorurteile; 1881
[6] Nietzsche, Friedrcih; Die fröhliche Wissenschaft; 1882
[7] Addison, Joseph; The Spectator; 1711
[8] Proudhan, Pierre-Joseph; Qu'est-ce que la propriété? Ou Recherche sur le principe du Droit et du Gouvernment; 1840
[9] Maine, Henry; Ancient Law; 1861
[10] Fresco, Jacque; The Venus Project: The Redesign of Culture; 1995
[11] Marx, Karl ve Engels, Friedrich; Das Manifest der Kommunistischen Partei; 1848
[12] Bkz.; Rousseau, Jean-Jacques; Encyclopedia of Philosophy
[13] Kant Immenual; Zum ewigen Frieden. Ein philosophischer Entwurf; 1795
[14] Hume, David; An Enquiry Concerning the Principles of Morals
[15] Bentham, Jeremy; Introduction to the Principles of Morals and Legislation; 1789
[16] Locke, John; An Essay Concerning Human Understanding; 1690
[17] Xunzi; International Encyclopedia of Philosophy; link: http://www.iep.utm.edu/xunzi/#SH3a
[18] Mencius; International Encyclopedia of Philosophy; link: http://www.iep.utm.edu/xunzi/#SH3a
[19] Bkz.; Xunzi; Xunzi: Basic Writings; 2003;
link: http://en.wikipedia.org/wiki/Xun_Zi#Man.27s_Nature_is_Wayward;
link: http://en.wikipedia.org/wiki/Xun_Zi#cite_note-Xunzi-2
link: http://en.wikipedia.org/wiki/Xun_Zi#Man.27s_Nature_is_Wayward;
link: http://en.wikipedia.org/wiki/Xun_Zi#cite_note-Xunzi-2
[20] Confucius; link: http://en.wikipedia.org/wiki/Confucius#Ethics
[21] Kant, Immanuel; Grundlegung zur Metaphysik der Sitten; 1785
[22] Bentham, Jeremy; link: http://en.wikipedia.org/wiki/Utilitarianism
[23] Hemingway, Ernest; Death in the Afternoon; 1932
Hayvanlarda ahlak anlayışı ve evrimin ahlak kavramını oluşturması... İzlenilmesini öneririm.
YanıtlaSilhttp://www.ted.com/talks/
frans_de_waal_do_animals_have_morals.html?
awesm=on.ted.com_deWaal&utm_campaign=
&utm_medium=on.ted.com-
static&utm_source=direct-on.ted.com&utm_
content=awesm-publisher
Şurası bir gerçek ki, ahlak denen şey -bunun içine vicdan denen kavramı da katabiliriz- evrimsel sürecin bir parçasıdır. Kökenini kalıtımsal olarak ebeveynlerimizden aldığımız bu temel mekanizmayı, yaşadığımız ortam ve ilişkilere bağlı olarak düşünsel katkılarla zenginleştirmiş ve buna bağlı olarak ahlaksal değerler, inanışlar (kültür) geliştirmişiz. Tabii ki, ahlak deyince, bu kavramı sadece olumlu anlamda almak doğru değildir. Buradaki "doğru değildir" kavramı bile izafidir. Çünkü, evrim süreci için doğru veya yanlış şeklinde tanımlar getiremeyiz. Diğer bir ifade ile, doğanın işlerliğinin doğrusu veya yanlışı olmaz. Ancak, töre cinayetleri ve benzeri inanışın, ahlaksal kavramın da evrimin bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Bir başka deyişle, insanların paylaşımcı yaklaşımının (empatik) kökeni evrimsel sürecin bir sonucu olduğu gibi, töre cinayetleri de, eğitimin olmadığı bir yerde evrimin bize bıraktığı ilkel mirasın sonucudur. Evrimin kendine yüklediği görev, türün devamlılığını sağlayacak mekanizmalarla bireyin donatılmasını sağlamak gibi görünüyor. İnsan, taşa da tapsa tanrıya da tapsa, belli dönemlerde içlerinden birini kurban da etse, aynı düşüncede oldukları müddetçe topluluğun bir arada kalmasını ve dolayısıyla çoğalma kabiliyetini korumuş olacaktır. Burada önemli olan, evrimin beraberinde getirdiği ve ahlak kavramının evrimden aldığı bu ilkel düşünüş ve duyguları (töre cinayetleri gibi), öncelikle temel bilimlerle sonra da ne derece becerebileceğimizi bilmediğim sağduyulu ve eşitlikçi bir anlayış ile eğitmektir. Tabii ki bu da o kadar kolay bir iş gibi görünmüyor.
hırsızlık toplumun idaresine göre değişen birşeydir ne demek, burdan da anlayacağımız üzere sözde ileri gelen sözde bilimsel olan arkadaşlarımız dünyanın en yüzeysel bakış açısına sahip insanlarıdır. hırsızlık dinlerde senin sandığın gibi anlatılan bir hırsızlık değildir. bir insanı öldürmekte hırsızlığın bir çeşididir onun yaşam hakkını çalarsın, birine tecavüz edersen onun adalaet anlayışını çalarsın birine yalan söylersen doğruyu bilme hakkını çalarsın siz ateistler için söyleyebileceğim tek kelime bu yüzeysellikten kurtulmadıkça psikolojik buhramlarla bir ömür yaşayacaksınız.
YanıtlaSilOrçun açıklarmısın bu dediğini bir ayetle. Hangi ayet bu senin dediğini diyor. Yüzeysel yazan sensin.
YanıtlaSilSayın Orçun,
YanıtlaSilYa sadece göz attınız yazıya ve sadece o kısım gözünüze çarptı ya da ben anlatamadım derdimi.
Hırsızlığın toplumlara göre değişmesi ana fikri aklınızda şöyle bir şey canlandırıyorsa, üzgünüm ama bu çok yanlış: "Almanya'da da hırsızlık var, Japonya'da da hırsızlık var. Demek ki hırsızlık evrenseldir."
Yukarıdaki gibi bir mantık neden kabul edilemez anlatayım:
Öncelikle aynı zaman dilimi içerisinde var olan iki ülkeyi ele alıyorsunuz. Elbette ki ahlaksal yapılanması benzerlik gösterecektir. Oysa eski dönem toplumu ile yeni dönem toplumunu karşılaştırırsanız böyle bir evrenselliğin olmadığını rahatlıkla görebilirsiniz, ki konuda uzun uzun anlattığımı düşünüyorum bu kültürel evrimi.
İkincisi, iki ülkenin de siyasi ve ekonomik temeli aynıdır. İkisi de para bazlı ekonomiye dayalı kapitalist bir sistemle yönetilmektedirler. Dolayısıyla mülkiyet anlayışına yaklaşımları eştir.
Ama sanırım sizin esas dediğiniz şey, hırsızlığın sadece maddi bir şeyi almakla sınırlandırılmaması gerektiği, hemen hemen yapılan her türlü 'kötü' veya 'ahlaksız' eylemin bir nevi hırsızlık olduğudur. Bunun da dinlerde yazdığını ileri sürmüşsünüz.
Birincisi, hangi dinler bunu hangi şekilde ileri sürüyor örnekler sunmanız gerekmektedir. Dinlerin böyle bir şey dediğine dair pek bir bilgim yok.
İkincisi, dinler böyle demiş bile olsa, yukarıdaki yazımın dinler ile ilgisi nedir? Dinlerin kutsal olduğunu ve tanrıdan geldiğini kabul etmeyen biri, ahlakın ne olduğu üzerine bir araştırma yaparken, dinin söylediği sözü mutlak doğru kabul etmek zorunda mıdır?
Gelgelelim, dinler böyle bir tez ileri sürmüş olsa dahi, bu yaklaşım, yani her türlü kötülüğün hırsızlığa indirgenebileceği hali, doğrulanabilir bir tez olmak bir yana, romantik de bir yaklaşımdır ve gerçek hayatta pratik bir karşılığı pek bulunmamaktadır. Ve hatta, tamamen mülkiyet hakkına odaklı, her şeyin bir sahibi olduğunu ileri süren tamamen kapitalist bir yaklaşımdır.
Oysa bizler biliyoruz ki, gerek avcı-toplayıcı kültürlerde, gerek ilkel kabilelerin ilk dönemlerinde eşitlikçilik söz konusuydu ve hırsızlık gibi bir kavram söz konusu değildi. (Tabii siz o dönemde de insan öldürmek hırsızlıktı diyecekseniz o ayrı, ama adalet gibi bir kavramın özellikle kanunlar ile ortaya çıkıp belirdiği, daha öncesinde meşru eylem ile meşru olmayan eylem ayrımının zannettiğiniz kadar belirgin olmadığını belirtmek isterim)
Açıkçası çok daha farklı açılardan konuya yaklaşabilir, çok daha fazla eksik ve hatalı yan bulabilirim. Sanırım sizin amacınız gerçekten bir tez ileri sürmekten ziyade, sırf inançsız biri ahlaka ilişkin sizinle aynı düşünceleri yansıtmayan bir yazı yazdı diye 'yüzeysel' diyerek rahatsızlığınızı belirtmekti. Şayet bundan daha ciddi ve elle tutulur bir yaklaşımınız varsa, zevkle dinlemek isterim.
Öncelikle yazınız için teşekkür ederim. Gayet doyurucu bir yazı olmuş.
YanıtlaSilBen "evrensel ahlak"ı "hak etmek" kavramıyla ilişkilendiriyorum. (Sanırım yazınızın sonuç bölümünde de bu noktaya gönderme yaptınız)
Biricik yaşam şansını yakalayan, diğer yaşamlarla etkileşime girme, onları algılayabilme ve kendi yaşamını idare edebilme potansiyeline sahip olan her canlının, bu potansiyeli kullanmaya hakkı vardır. Sadece doğmuş olması bile bu haklara sahip olduğu anlamına gelir. Evrensel ahlak ilkesinin, başkasının doğuştan veya sonradan hak ettiklerine saygı göstermeyle açıklanabileceğini düşünüyorum. Hiç istinasız, kişinin, başkasının hak ettiğini, "haksızca" gasp etmesine veya elinden almasına dayalı tüm davranışları ahlaksızca davranışlar olarak, hakka saygı göstermeye yönelik tüm davranışları da ahlaklı davranışlar olarak nitelendiririz. Ahlaksız davranışlar olarak aklımıza ilk gelenler öldürme, hırsızlık, cinsel saldırı, çocuk istismarı gibi olaylarda, temelde hakkın, başkası tarafından kişinin insiyatifi dışında yok edilmesi söz konusudur. Dolayısıyla, bireysel ahlaktan da bahsedemeyeceğimize göre bir davranışı, ahlaklı ya da ahlaksız olarak değerlendirirken, başkasının hakkını gözetip gözetmemeyi ya da başkasının hakkını yok edip etmemeyi genel geçer bir ölçüt olarak kabul etmeyi en doğrusu olarak görüyorum.
Bu konudaki yorumlarınızı merakla beklemekteyim.
Saygılarımla
Sayın Kölge,
SilMevcut sosyal, siyasal ve ekonomik yapılanma bakımından yorumunuz tamamen doğru. Ancak şu da var; Marx'ın diyalektik materyalizmi, diğer bir deyişle tarih okuması baz alınırsa, 'altyapı üstyapıyı belirler' şeklinde bir verimiz olur elimizde. Peki bu ne demektir? Bu, ekonomik ilişkilerin hukuksal, ahlaki ve kültürel her değeri belirlediği anlamına gelir. Misal, kapitalist yapılanmada ekonomi ilişkileri 'özel mülkiyet' kavramını destekler ve korur; dolayısıyla, bizlerin 'hırsızlık' dediği kavram kötü bir eylem olarak karşımıza çıkar ve cezalandırılır. Oysa, üretim ilişkilerinin başka bir biçimde sınıflandırıldığı veya para bazlı ekonomi yerine başka bir biçimde ekonomi olsaydı, hırsızlık denilen eylem ne ahlaksızca ne de suç olarak cezalandırılırdı belki de.
Bunun yanı sıra, günümüzdeki her ahlaki olgu, mevcut yapısal düzeni koruma amacını da güder içten içe. Bu da, biz ne kadar evrensel bir yasaymış gibi davransak da, her suç sayılan eylemin (ki bir eylemin suç sayılması onu ahlaksızca olduğuna da işaret eder; zira toplumdaki ahlaksızlığın suç olarak yasalaştırıldığı söylenmektedir; ancak, yasaların da eylemleri ahlaksızlaştırdığı ileri sürülebilir) cezalandırılması yoluna gidilerek, bir nevi baskı rejimi kurma neticesine de ulaşır. Elbette toplumsal düzeni korumak için yasalar gereklidir, ama yasaların gerçekten de tarafsız olduğu ve rasyonel olduğu sonucuna varmamalı, 'hukuk fetişizmi' şeklinde sayılabilecek bir tutuma girmemeliyiz.
Bu bakımdan, ilginç bir durum bizi karşılar: Öncelikle, söylediğiniz gibi, her insanın var olmuş olmasından dolayı sahip olduğunu varsaydığımız çok çeşitli ve temel hakları vardır; ancak bu haklar da masumane bir biçimde bireylere sunulmamış, tarihsel düzlemde, politik çoğu durumun yansımaları olarak hayatlarımıza girmiştir. Örneğin, bugünkü ahlaksal ve özgürlükle ilgili birçok kavramın çıkış noktası olan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi tamamen burjuva sınıfının kendi çıkarları uğruna meydana gelmiş metinlerdir. Her ne kadar özgürlük sunuyor olsa da, tamamen kapitalist paradigma çerçevesinde bunu sunmaktadır ve daha sonrasında ortaya çıkan sosyalist akımlar da bunun eleştirisini yaparak yeni bir toplumsal düzen kurma gerekliliğini savunmuşlardır.
Diğer bir deyişle, evet, şu an için evrensel görünen yasalar var, ancak bunların mutlak anlamda doğru olduğunu savunmak güçtür. Mesela, bundan 1000 yıl sonra komünist veya anarşist bir toplum yapılanmasına gidersek, şu an için ahlaklı olan birçok eylem, ahlaksızca bulunabilecektir. Bununla ilgili birçok distopik roman, empati kurmak açısından kayda değerdir benim için.
Ama şimdi tutup da, birçok ahlaki durumu, sırf mevcut düzende ahlaklı görünmesi sebebiyle hiçe sayarsak, bu da makul bir davranış olmaz. Benim görüşüm şu yöndedir: Evrensel olarak mutlak gerçekliği ve geçerliliği olan yasalar yoktur, olmayacaktır da. Ancak bu, içinde bulunduğumuz zaman diliminde, insanlara en az zarar veren eylemin, ahlaklı olarak değerlendirip, evrensel bir yasaymış gibi ona riayet etmememiz anlamına da gelmemelidir.
Ana nokta şudur kanımca: Özgürlükler, haklar ve ahlak gibi birçok konuda doğru tarih okuması yapmak gerekmektedir. Tanrısal bir lütuf veya yasa olarak bunları görmek, insanlık tarihini ve geleceğini doğru değerlendirmemek olur.
Saygılarımla.
Kötülük açısından değil de iyilik açısından baksak.
YanıtlaSilEvrensel kötü yoksa, o halde evrensel iyi de olmamalı. Fakat evrensel iyi var. Mesela karşılıksız sevgi, yardımlaşma, vefa gibi kavramlar evrensel iyi değil midir? Belirsiz bir zaman diliminde, belirsiz bir sosyal, hukuk, siyasal yapılanma vs. içinde şimdi iyi saydığımız bu tarz ilkeler değişebilir mi? Evrensel iyi varsa, bununla çelişenler evrensel kötü olarak nitelendirmek yanlış mı?
Saygılarımla
Sayın Kölge,
SilŞöyle bir ayrım yapmakta fayda görüyorum: İnsanlığın başlangıcı bir kadın ve bir erkeğe mi dayanmaktadır, yoksa evrimsel bir sürecin nihayetinde mi insanlık ortaya çıkmıştır?
Bilimsel olarak gösterilmiştir ki, tüm canlılar gibi, insanlar da belli bir evrimsel sürecin sonunda kendi türünü 'homo sapiens' olarak oluşturmuştur. Bu da, Dawkins'in deyimiyle, 'ilk insan diye bir şey yoktur' şeklinde yorumlanabilir. Bunun anlamı da açıktır: Şimdi kabul gören ve makul olan tüm iyilikler, geriye gittikçe muğlaklaşmakta, değerini yitirmektedir.
Biyolojik olarak, ahlaksal ilkelerin temelinde yatan şeyin, iğrenme duygusu olduğuna dair bir çalışma okumuştum eskiden. Buna göre, bir şeyi kötü olarak değerlendirmek, o şeyin iğrenç olmasından kaynaklanmış olabilir (İğrenme duygusunun oluşumu çok daha derin bir sorudur, bu aşamada o konuya değinmekte pek fayda görmüyorum). Aynı şekilde, sosyal bir canlı türü olan insanlar için, birlik şeklinde yaşamak, birlik olmanın getirdiği yükümlülükleri, yani yardımlaşmayı, grup üyelerini sevmeyi ve onlara karşı bir dereceye kadar vefalı davranmayı gerekli kılmıştır.
Peki tüm bunların konuyla ne ilgisi var?
Şöyle bir teori yürütebiliriz: Bundan 100.000 yıl önce, sosyal ama saldırgan bir tür olan homo sapiens'ler, kendi gruplarında tutacakları canlıyı, kendi gruplarının özellikleriyle bağdaşanlardan seçiyordu. Diğer bir deyişle, o grubun özelliklerine uymayanlar dışlanıyor ve dolayısıyla doğada tek başlarına yaşayamaya bırakılıp, ölüme terk ediliyorlardı (şayet, direkt kendileri öldürmezler). Bu da bir çeşit 'doğal seçilim'dir ve buna göre, bir gruba bağlanmayı sağlayan genetik özeliğe sahip olanlar varlığını sürdürürken, bunun aksi yönde olanlar dışlanarak ölüme terk ediliyorlardı.
İşte buna göre, bugün evrensel iyi dediğimiz şey, aslında kökenleri çok geriye dayanan, bir çeşit doğal seçilimin ürünüdür diyebiliriz. Yani, bizden, zihinlerimizden ve algılayışımızdan bağımsız bir 'iyi' olarak değil; türümüzün evrimleşmesinin bize sağladığı 'avantaj' olarak ortaya çıkmış ve daha sonra kültürel şekilde modernize edilmiştir.
Bu bakımdan yine ikili bir ayrım yapmak gerekir: Eğer, mevcut koşullarda ve insan türünün yakın geçmiş ve gelecekteki durumu göz önüne alınırsa, evet, 'evrensel iyi' olan kimi eylemlerden söz etmek mümkündür. Ancak bu eylemlerin iyiliğinin kökenine inince, metafiziksel anlamda bağımsız 'iyi' olmadıkları, biyolojik süreçlerin etkisiyle ortaya çıkıp şekillendikleri görülür. Bu bakımdan da, yardımlaşmanın veya vefanın bundan 100.000 yıl sonra yine 'iyi' olarak kalacağını savunmak güç olur. En nihayetinde evrim durmuyor. Öte yandan, Dünya dışı canlı yaşam formları varsa, o formların da mutlaka insanlar gibi bir evrimsel süreçten geçmiş olması gerekmediği için (ama büyük ihtimalle buna yakın bir süreçten geçmişlerdir) onların yardımlaşmayı 'iyi' olarak değerlendirmemesi de mümkündür. Buna göre, 'evrensel' olarak iyi olan bir eylem olduğunu söylemek de güçtür.
Toparlayacak olursam, normal koşullar altında, dedikleriniz oldukça makul, ve benim söylediklerim de biraz da beyin fırtınası yaratmak adına özellikle abarttığım ve sunduğum anti-tezler. Yeterince üzerine gidilirse, her türlü manevi değerin basitleştirilebileceğine dair birkaç örnek sunmak istedim ve bunu da, sizin "Bu konudaki yorumlarınızı merakla beklemekteyim." cümlenize dayanarak yaptım. Yoksa, insan öldürmenin kötü, yolda düşen yaşlı birine yardım etmenin iyi olduğu konusunda o kadar da şüpheci biri değilim.
Saygılarımla.
Teşekkür ederim.
SilBenim de derdim sadece düşünmek, fikir alıp fikir vermek, biraz da beyin fırtınası.
Bloğunuzu yeni keşfettim. Sıkı bir takipçiniz olacağım galiba.
Saygılar, kolaylıklar.