Beynimiz ve Biz: Neden Merak Ederiz? -3

1 Yorum
Neden Merak Ederiz? adlı makalenin yayınlanan ilk bölümünü okumak için burayı, ikinci bölümü için ise burayı tıklayın.

MERAK ETMEMİZ İÇİN İLİŞKİLENDİRİLECEK/SINIFLANDIRILACAK HER YENİ BİLGİ DOĞRU MU OLMALIDIR?
Zihnimize giren her yeni bilgi veya zihnimizde uzun süreden beri dolaşan bir bilginin, diğer bilgilerle ilişkilenip sınıflandırma çabasının ilk adımı olan merak itkisinin başlaması için “doğru” olması zorunluluğu var mıdır? Böyle bir zorunluluk elbette ki yoktur. Çünkü, yanlış bilgileri de zihnimiz ilişkilendirme-sınıflandırma çabası içine girer ve merak, bir motivasyon unsuru olarak akıl sürecini etkiler. Bunu, yanlış iliklenmiş bir gömlek düğmesinin, geri kalanlarının da yanlış iliklenmesi gibi ifade edebiliriz. Tabii ki bu yanlış ilişkilendirme, zihinde var olan bilgilerin azlığı ve doğanın o gerçeği ile ilgili yeterli gözlemlerin yapılmaması nedenidir.

Örnek olarak geçmiş dönemde dünyanın düz olduğu düşüncesini gösterebiliriz. Çünkü o zamanlar, dünyanın büyüklüğü nedeniyle, eğriliği yeterince idrak edilememekte idi. Hatırladığım kadarıyla ilkokulda (şimdi, ilköğretim deniyor) bizlere, Dünya’nın eğriliğinin bir ispatı olarak, ufuktaki geminin önce bacası sonra gövdesi görünür gibi bilgiler aşılanmışsa da, Dünya’nın düz olduğuna inanıldığı zamanlar, ne günümüzdeki gibi büyük gemiler veya yelkenliler ne de bunu görecek dürbün vardı. Kaldı ki, çıplak gözle, okyanusta, Dünya’nın eğriliğinden dolayı, ufkun altında kalıp da bir geminin önce bacasını görmek, bizim gözümüzün ayırt etme açısı dâhilinde değildir. Dünyanın düz olduğuna inanıldığı o zamanki olanaklarla kanıtlar koysanız, onlar da size “eğer dünya küre biçimde ise alt taraftaki insanlar nasıl olur da düşmezler?” veya “denizler aşağı doğru akıp gitmez?” şeklindeki soruları yöneltirdi. Bu ve benzeri kurgu gibi gelen bu düşünceler ile ilgili olarak (Newton’un yer çekim kanununu bulması ile kendisine yapılan saldırıların anlatıldığı, Jean-Marie Vigoureux’sun Newton’un Elmaları kitabı bu süreci çok güzel anlatmaktadır.

Görüldüğü gibi, yanlış bilgiler de doğru olarak ilişkilendirilebilir. Zaten her şeyi doğru ilişkilendirmiş olsaydık, herkes aynı düşünüyor olmaz mıydı? Doğada, sana göre doğru, bana göre doğru diye bir şey yoktur. Eğer böyle bir düşünceye sahipsek, bu olsa olsa “çıkarlarımızdan” kaynaklanmaktadır. Aslında değişmez ve dogmatik düşüncelerimizin benzer bir sürecin sonunda oluştuğunu söyleyebiliriz. Böyle bir durumda, daha evvel eksik gözlem ve gözlem araçlarının, modellemenin, gözlem anlayışının henüz tam gelişmediği ve keza o zamanki dinsel inanışlara bağlı olarak Dünya’nın düz olduğu bilgisi beyne yerleşmişse, düzlük anlayışına uyan her yeni bilgi, sınıflandırma ihtiyacı doğuracak, merak mekanizmasını çalıştıracaktır. Buna karşılık, Dünya’nın küre olduğuna dair bir bilgi, kişide merak uyandırmayacak, bir safsata olarak görülecektir. Çünkü beyinde, bunu sınıflandıracak-ilişkilendirecek referans alınacak bilginin olması gereken bir raf henüz boştur. Hatta kişi böyle bir rafın varlığından bile habersizdir. Şu halde, yanlış bilgi de sınıflandırılmak üzere bizde merak motivasyonunu sağlayabilir. Kaldı ki, beyin, hücrelerimiz, neyin doğru neyin yanlış olduğu hakkında bir yorum yapmazlar. Onlar sadece ve sadece kendilerine gelen bilgileri birbirleriyle uyumlu buldukları uçlardan yakalayıp ilişkilendirme ve sınıflandırma görevlerini yaparlar. Bunu şu şekilde örneklendirebiliriz. Bilindiği gibi, yapboz (puzzle) adı verilen ve yüzlerce (bazen birkaç bin) parçacıktan oluşan şekilleri yan yana getirip, bu parçaların birleştirilmesiyle ortaya bir resmin çıktığı oyun vardır. Yapboz ile ilgilenenler bilirler ki, zaman zaman, bu parçaları yan yana birleştirirken, iki parça, girintisi ve çıkıntısıyla ve hatta üzerindeki deseniyle birbirleri ile öyle bir uyum sağlarlar ki, bu birleştirmenin doğru olduğuna kanaat getiririz. Böyle durumlar daha çok, yapbozda, resmin gökyüzü veya deniz gibi aynı renkte olan kısımlarında görülür. Ancak, bu iki parçanın oluşturduğu girinti ve çıkıntıya ve tabii ki parçanın üzerindeki desene, onca diğer parçayı denedikten sonra uygun diğer bir parça bulamazsak, bu durumda, son eklenen parçanın oraya ait olmadığını düşünür ve onu alır, doğru olanı (veya doğru olduğunu sandığımızı) ekleriz. Bunu, var olan düşüncemizin yanlış olan bir parçasını değiştirmek gibi düşünebiliriz. Eğer yapboza ait bir tek bir parçanın dört bir tarafındaki parçalar da bulunup yerine konduğu zaman, o parçanın doğru yerde olduğunu anlarız. Çünkü, yapboza ait parçanın dört bir yanındaki kenar kıvrımları, bu uyumluluğu sağlayan tek argüman değildir. Aynı zamanda, bu yapboza ait parçanın üzerindeki desenin, diğer yapbozlardaki devamlılığı da bir argümandır. Şu halde, yapboza ait tek bir parça ile bağlantılı diğer bilgiler arttıkça (tek bir parçanın etrafında 4 adet diğer parçaların olması gerektiği, bu parçanın her bir kenarındaki kıvrımlarla diğerlerinin uyumlu olması, parçanın üzerindeki desenin, çevresindeki diğer parçalarda da sürekliliğin sağlanması ile) parçanın doğru yerde olduğuna dair doğruluğundan emin olabiliriz. Hatta, yapboz örneğimizde ortadaki ve çevredeki bu parçaları birer nöron (sinir hücresi) ve anılan özelliklerle birbirlerine bağlı olmasını da nöronlar arası bilgi transferi olarak düşünebiliriz. Buna göre, bizi hataya götürecek etkenler olarak, eksik bilgiye rağmen diğer bilgilerin birbiri ile uyum sağlaması, hatta zaman zaman düşünülen modele ait olmayan ancak modele uyum sağlayan bilgilerin bile tuzağına düşebiliriz. Bir benzetme yapacak olursak, her bir nöron, düşüncenin tamamına ait bilgiye (yapbozda, resmin tamamına ait bilgi) sahip olamadığı için, sadece ve sadece kendi bilgi kapasitesi çerçevesindeki bilgileri doğru olarak ilişkilendirebilir. Bu ilişkilendirme kapasitesi, diğer nöronlarla olan iletişimi çerçevesinde artar. Bağ kurduğu diğer nöronlardaki bilgilerden haberdar olarak, kendi bağlantılarının doğruluğunu test eder. Bu anlamda, nöronlarımız arasındaki bağlanma sayısı ne kadar çoksa, doğru düşünceye ulaşma şansımız daha fazla olacaktır. Ola ki, Dünya’nın düz olduğuna inanıldığı zamanlarda, o kişiyi alıp, uzay geminize koyup Dünya’dan uzaklaşmaya başlayıp da Dünya’nın küre olduğu ortaya çıkınca (resmin bütününü görmek), kişinin o zamana kadar olan gözlem ve model kurmasındaki aldanması ortaya çıkacak ve eski bilgisini değiştirmeye başlayacaktır. (Düşüncesini değiştirip değiştirmeyeceği, kişinin ne derece dogmatik bilgilerle bezendiği konusuyla da ilgili olacaktır. Belki o kişi için sihir yapan, göz boyayan biri olarak da görülebilirsiniz. Belki de sizi Tanrı olarak görür. Kim bilir?)

Nasıl ki o zamanlar, dünyanın düz olduğuna dair inanca sahip olanların büyük bir çoğunluğu oluşturması bir tesadüf değilse, zamanımızda, dünyanın yuvarlak olduğuna dair inanca sahip insanların çok olması da bir tesadüf değildir. Günümüzde, dünyanın yuvarlak olduğuna dair inançtaki insanlar çoktur. Bu çokluk, onların doğruyu bildiklerinden dolayı değildir. Çünkü daha küçükken, ilkokulda hatta anaokulunda bu kavram (buna kavram denemez, dogmatik öğreti demek daha doğru olur) bize, büyüklerimiz tarafından öğretilmektedir. Bizler, bu inançla büyütülürüz. Dolayısıyla, dünyanın yuvarlaklığı ile uygun olan ilave bilgiler bize çelişki olarak gelmez. Dünyanın düz olduğuna dair bilginin olduğu zamanlardaki insanların akıl yürütme kapasitelerinin bugünkünden daha az olduğunu söyleyemeyiz. Eğer bugünkü çocuklar, o zamanki çocuklardan daha iyi akıl yürütüyor şeklinde bir iddiamız varsa, bu, çağımızdaki çocukların daha akıllı olduğundan çok, teknolojik donanımın sunduğu ve beyne hitap eden birçok kolaylaştırıcı cihazın hayatımıza girmiş olmasıdır. Hayali olabilecek bir varsayımı şu şekilde yapabiliriz.. İzole edilmiş bir bölgeye bir grup çocuğu bırakalım. Bunları besleyelim çağdaş dünyaya ait her ne varsa bu bilgileri onlara aktarmayalım. Hatta eski insanların “dünya düzdür” şeklindeki inancını bile aktarmayalım. Zamanla çocuklar çevrelerini gözleyerek büyüsünler. Çevrelerini gözledikleri ve elde ettikleri bilgileri öyle bir birleştirecekler ve sınıflayacaklardır, hatta aralarından bilgin ve felsefeciler çıkacaktır ki (Dünya’nın düz olduğuna dair inancın olduğu antik çağ bilginlerinin olduğunu unutmayalım) siz onlara, hiçbir belge ve araç (Dünya’nın uzaydan çekilmiş resim vb.) göstermediğiniz müddetçe Dünya’nın düz olduğuna dair inanç zihinlerine yerleşecektir. Çünkü, Dünya’nın eğriliği, gözle kolay algılanmayacak kadar azdır. Kaldı ki, bu büyüyen kişilere, Dünya’nın diğer tarafındaki insanların aşağıya düşmediğini nasıl anlatırsınız? (Çağdaş bir bilgi aktarılmadığını varsayıyoruz) Çünkü yanlış bilgi, var olan dar bilgi ile ilişkilendirilmiş, merak giderilmiş ve Dünya’nın düzlüğü konusunda inanç yaratılmıştır artık. Bir daha dönüp dönüp sorgulamayacaklardır. Buradaki temel felsefe, “gördüğüme inanırım” düşüncesidir. Çünkü, çağımıza ait bilimsel sorgulama sistemleri ve buna kolaylık sağlayan cihaz ve birçok tarihsel deneylerden yoksundurlar. Ayrıca birbirleri ile çelişkili gibi görünse de, baskın inanç, diğer doğruyu görmezden gelecektir. Çünkü, bir kişinin ufka bakıp da, Dünya’ya ait eğriliği gördüğünde, bu gözlem sonucu ortaya çıkacak “Dünya yuvarlaktır” inancı, “eğer Dünya yuvarlak olsaydı diğer taraftaki insanlar düşerdi” şeklindeki, baskın inancın karşısında zayıf kalacaktı. Kaldı ki, düşme ile Dünya’nın merkezine çekilme, günümüzde bizim için aynı şeyler olduğunu bildiğimiz anlamlı ve basit iki kavram olarak gelirken, yerçekiminin bilinmediği bir zamanda bunu anlatmak mümkün değildi. Ve yine kaldı ki, yerçekiminin ne olduğunu bugün hala bilmiyoruz. Afrika’nın batı sahillerinde yaşayan ve Dünya’nın düz olduğunu düşünen bir kişiyi ele alalım. Bu kişiye göre Güneş, kara (Afrika tarafı) istikametinden doğmakta olup, okyanus üzerinde batmaktadır. Bu kişi için, Dünya’nın düz oluşu, zihnine öyle bir yerleşmiştir ki, çok uzaklardan ve karaların (dağların) içinden doğar gibi görünen Güneş, akşam olduğunda da, okyanusun içine batarak sönmektedir. Ancak, nasıl olup da, akşam, okyanusun içine batan ve suların söndürmüş olması gereken bir Güneş, ertesi gün tekrar aynı parlaklık ve sıcaklıkta doğabilmektedir. Zihninde bir çözüm bulup merakını gidermeli ve rahatlamalıdır. Bu gözlemini, ya gizem içeren atıflarda bulunarak tanrı veya tanrılarla ya da benzetme yolu ile etrafında gördükleri ile ilişkilendirecektir. Sözgelimi, Güneşin, okyanus üzerinde batışını ve batarken de ışık ve sıcaklığını kaybetmesini, yanan bir dal parçasının, suya sokulduğunda sönmesini referans alacak; karanın içinden doğmasını da, yanardağların karalardan püskürmesi benzetmesini yapacak, yani, Güneş’in doğarken, sıcaklık ve parlaklık gücünü, üzerinde bulunduğu ve düz olduğuna inandığı karanın içindeki ateşten aldığını düşünecektir. Ve bu düşünce, o zamanki bilgiler için son derece makuldür. Çünkü bu düşünce, evveli düşüncelerini bir uyumu sonucu ortaya çıkmıştır. Peki, nasıl olur da bu zihin, Güneş’in doğuşu ve batışı için bunca benzetmeye ve gizemli duygulara ihtiyaç duyması yerine, yaşadığı ortamın bir küre olduğunu düşünmemektedir. Böylece, en azından Dünya’nın Güneş’in etrafında döndüğü düşüncesine erişemese bile, Güneş’in Dünya’nın etrafında döndüğünü düşünecek, Güneş batarken okyanusta sönmesi ve doğarken de volkanlardan tekrar güç alması modeline ihtiyaç duymayacaktır. Bu mümkün görünmemektedir. Çünkü, üzerinde yaşadığı kara parçasının, kendi gözlem imkanlarına göre, düz olduğuna dair o kadar çok kanıtı vardır ki (ovalar, okyanusun yüzeyinin yatay oluşu, kaptaki suyun dökülmeden durması ve havayla temas eden kısmının yatay oluşu, her gün gezindiği toprağın düz oluşu, ufkun düz oluşu vb.) bunca kanıtı, sadece istisna bir veya bir kaç olayın (Güneş’in doğuşu, batışı) bozması mümkün görünmemektedir. Bu çelişkiler, kanıtların çok olduğu düşünceler lehine çözülmelidir. O halde Güneş’in, Ay’ın doğuşu, batışı gibi olaylar, olsa olsa o kişinin bildikleri ile açıklanabilmesi daha kolay ve akla yakındır. Burada sorulacak soru, “peki o zaman biz, Dünya’nın küre (daha doğrusu geoid) olduğunu nasıl biliyoruz?” olabilir. Biliyoruz çünkü, insanlığın kendini bildiği andan itibaren geliştirdiği araç, yeni düşünme ve araştırma yöntemleri, elde edilen yeni bilgilerle var olanları karşılaştırması sonucu bugüne geldik. Bunu, yapbozda, o zamana kadar doğru yerde olduğunu düşündüğümüz ve diğer parçalarla ilişkisi uyumlu olan parçanın, elimizdeki başka bir parçayı (bilgiyi) resmin bu kısmını tamamlamak üzere eklemeye çalışırken, eski parçanın doğru yerde olmadığını görüp yenisiyle değiştirmek olarak düşünebiliriz. Ve bu kolay olmadı. Peki, deneyimizdeki izole edilmiş topluluk, bizim bugünkü gerçeğimize varabilir mi? Bunun için bir tahminde bulunmak zor. Sadece ama bir ihtimal varabilir diyebiliriz. Çünkü, yaşadıkları coğrafya, sosyal yapısı, avcı toplayıcılıktan yerleşik düzene geçmek, su basan ekin alanlarının tekrar belirlenmesi için matematik kullanılması (Nil Deltası) vb binlerce neden, bizim bugünkü bilgilerimize ulaşmasını etkileyecektir. Çünkü, Maya Medeniyeti, Mısır Medeniyeti gibi takvimlerini o zamandan hazırlayan medeniyetlere karşılık, hala, bir topluluk olarak yaşayan ilkel kabilelerin kendi başlarına, bugün bizim sahip olduğumuz bilgilere niçin sahip olamadıklarını da sormak gerekir. Bununla ilgili güzel bir kaynak, Jared Diamond’un Tüfek Mikrop ve Çelik isimli kitabıdır. Sözgelimi, “Neden Avrupalılar Amerika’yı keşfetti de, Amerikalı Kızılderililer, Avrupa’yı keşfetmedi?” ve benzeri birçok sorulara cevap aramaktadır.

Şu halde tekrar edecek olursak, ,bilgileri birbirleri ile ilişkilendirirken, her iki bilginin doğru olduğunu varsaymaktan önce zihin, bu iki bilginin bir biri ile uyumlu olup olmadığına bakar. Aynen, yapbozda, birbirinin girinti ve çıkıntılarına, hatta üstündeki desenlerine kadar birbirine uyan iki parçanın, aslında, birbiri için doğru iki parça olmadığı örneğindeki gibi. Eğer iki bilgi birbirine uyumlu ise, zihin için o iki bilginin ikisi de doğru olup (doğru olduğunu zannedip), bu iki bilgiden yapılan yeni çıkarım da doğru olacaktır. (Doğru olduğunu zannedecektir.) Daha doğru ifade etmek gerekirse, beynimize yeni giren bir bilgi, beynimizdekilerle uyum içinde ise, bize göre o bilgi doğrudur. (Doğru olmayabilir de). Veya mevcut iki bilgi, birbiri ile uyumlu ise, bu iki bilgiyi doğru kabul ederiz.

İki ayrı bilginin, bir biri ile uyumunu göstermek için şu örneği irdeleyelim. Bilindiği üzere Ay, Dünya’nın etrafında bir yörüngede dolanmaktadır. Ve yine bilindiği üzere Ay’ın, dolunaydan, hilale kadar birden fazla safhası vardır. Ay’ın belirlediğimiz bir safhasından, aynı safha görünene (diyelim ki dolunay safhasından, tekrar dolunay safhasına veya hilal safhasından tekrar hilal safhasına) kadar geçen süre 29 gün, 12 saat, 44 dakika ve 2,78 saniye; yani kısaca söylersek 29,53 gündür. Şimdi bu bilgiyi verdikten sonra sorumuzu soralım. Sorumuz şu: Ay’ın, Dünya etrafındaki bir tam dönüşü kaç gündür? Böyle bir soru, garip görünebilir. Çünkü bu sorunun cevabı, bir evvelki bilgi ile aynı şey olduğu yani 29,53 gün olarak düşünülecektir. Ama öyle değil. Çünkü, Ay’ın, Dünya etrafındaki bir tam dönüşü 27 gün, 7 saat, 43 dakika ve 11,47 saniye veya kısaca 27,32 gündür. Çünkü, ilgilenen kişi görecektir ki, Ay’ın aynı safhasının tekrar görünmesi ile Ay’ın bir tam dönüşü için geçen zaman farklı şeylerdir. Buradaki zihinsel yanılsama, aslında evvelki bilgilerimizden kaynaklanmaktadır. Çünkü, zihnimizdeki eski bir bilgi bize şöyle demektedir. Eğer bir şey, var olduğu safhadan başlayıp, başka safhalardan geçip ve en sonunda başladığı safhaya geliyorsa, bizler, yapılan işlemlerin tam bir döngü, tam bir periyot, tam bir devir yaptığını düşünürüz. Sözgelimi, saatin yelkovanı, 12 sayısının üzerinden başlayıp, tekrar 12 sayısının üzerine geliyorsa, tam bir devir yapmıştır. Benzer şekilde, ilkbahardan sonra, mevsimler sırası ile geçip, tekrar ilkbahar geldiği zaman mevsimlere ait döngünün tamamlandığını, bir tam devir yaptığını düşünürüz. Dolayısıyla, bu bilgi kanıksandıktan sonra, zihin benzer bütün olayları bu bazda değerlendirir. 

ANALOJİ HER ZAMAN DOĞRU DEĞİLDİR

Bu konuya bir deneyle devam edelim. 

Bir metre boyunda (boyunun ne olduğu o kadar önemli değil), camdan yapılmış (içini görmemiz için) ağzı yukarıda, dibinde küçük bir delik olan iki adet boru (cam tüp) alalım. Bu iki cam tüpü, altlarındaki delikler vasıtasıyla bir lastik boru ile birleştirelim. Lastik borunun amacı, cam tüplerden birine yukarıdan ( tüpün ağzından içeriye ) dökülen suyun, diğer tüpe geçmesini sağlamaktır. Şimdi, iki tüpü dik vaziyette ve tüplerin ağızları aynı seviyede olacak şekilde tutalım. İki tüp arasındaki lastik boruyu da elimizle sıkalım ki, cam tüplerden birine konan su, diğer tüpe gitmesin. Böylece, tüpün sadece bir tanesini ağzına kadar su ile dolduralım. Sonra, parmağımızla bastırıp, suyun geçmesini önlediğimiz borunun üzerinden parmağımızı kaldıralım. Su, bir tüpten boş olanına doğru akmaya başlar. Bir iki salınımdan sonra, her iki tüpteki su, eşit seviyede olacak şekilde durur. Bu bilginin bir ortaöğretim bilgisi olduğunu ve bunun da bileşik kaplar deneyi olduğunu biliriz. 

Şimdi de bu deneyi özdeş olan iki balonla yapalım. Balonlardan bir tanesini, varsayalım ki, şişebilecek miktarın yarısından biraz fazla şişirelim. Yani balon, içine 6 litre hava üflediğimizde patlıyorsa, biz 4 litre hava üfleyip, balonun ağzını, hava kaçmayacak şekilde tutalım. Sonra, özdeş olan diğer balonu alalım ve bu balonun içine de 2 litre hava üfleyelim. Yani, diğer balona göre daha az şişirmiş olalım. Şimdi de, bu iki balonu, ağızlarından bir boru vasıtasıyla bir birleri ile irtibatlandıralım. Böylece, aradaki boru vasıtasıyla, balonlar arasında hava akımı olacak, yani bir balondaki havanın diğerine geçmesi sağlanacaktır. Şimdi burada soracağımız soru, balonlar arasındaki hava birbirlerine geçtikten, her iki balondaki hava basıncı dengeye ulaştıktan sonra balonların son durumunun ne olacağıdır. İşte doğanın cilvesi burada başlıyor. Nasıl ki, yukarıdaki cam tüplerdeki suyun tüplerde eşit seviyede olacak şekilde her bir tüpte eşit miktarda su olacağını düşünüyorsak, balonlardaki havanın da birbirlerine geçiş yaparak, her bir balonda eşit miktarda hava olacağını yani balonların eşit miktarda şişkin olacağını söylerdik. Ama öyle değil. Ya nasıl? Balonlar, yapı olarak özdeş oldukları halde, az şişik balondaki havanın bir miktarı, daha fazla şişik olan balonun içine geçerek, daha fazla şişik olan balonu daha da şişirir. Sonuç olarak, başlangıçtaki durumla mukayese edildiğinde, Şişik balonun daha da şiştiğini, daha az şişik olan balonun da daha da az şişik hale geldiğini görürüz. 

Görülüyor ki, cam tüplerle yapılan deneyden edindiğimiz bilgilere bakarak, balonlarla yapılan deneyde de, sanki cam tüplerle yapılana benzer argümanlar çalışacak ve sonuçta beklediğimizden bambaşka bir durum ile karşılaşıyoruz. Çünkü, her iki deneyde farklı parametreler deneyi etkilemektedir. 

Buna göre, eğer sadece cam tüp deneyindeki bilgileri ve parametre benzerliklerini kullandığımızı ve daha sonra çift balon deneyini yapmaya karar verdiğimizi ama deney öncesi (apriori), balonların birbirlerine hava transferi yaptıktan sonra son durumunun ne olacağına karar vermek üzere masa başına oturduğumuzu düşünelim. Acaba kaçımız deneyin yukarıdaki gibi sonuçlanacağını düşünürüz? Ta ki, başkalarının görmediği parametreleri ve değişkenleri de görebilen bir kişi, deneyin sonucunun ne olabileceğine vakıf olana kadar. Bu kişi de, diğerlerine deney sonucunun ne olabileceğini söylediğinde, diğer kişilerin deney sonucunu doğru tahmin eden bu kişi için “ne saçmalıyor bu böyle?” dediğini sizler de duyar gibisiniz, değil mi? 

Balon deneyini aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz.


Hele bir de, bu yanlış ilişkilendirilmiş bilgilerin üzerine, uyumlu (fakat doğru olmayan) başka bilgiler de eklenirse vay bizim halimize. Bu saatten sonra, başkası gelip de bizim bu düşüncelerimizin doğru olmadığını değiştirene kadar canı çıkacaktır. Benzetme yaparsak, gömlek düğmelerinden biri yanlış iliklendiği zaman diğerlerinin de yanlış iliklenmesine neden olacaktır. Gömleğimizi yanlış iliklediğimizi, ancak, son düğmeyi iliklediğimiz zaman fark ederiz. Bazen fark etmeyiz bile, birileri uyarırsa yanlışlığı görürüz. Hele bir de, gömleğimizin bin adet düğmeden oluşan uzun bir gömlek olduğunu hayal edersek, yanlışlığı, ancak ve ancak en son düğmeyi iliklediğimiz zaman fark edeceksek ve gömleğimizin bin adet düğmesinin tamamını değil de, üç yüz adedini iliklemenin bizim için yeterli olduğunu, gömleğin geri kalan kısmını da, pantolonun veya eteğin içine soktuğumda kimse görmez hesabını yaparsak, bu yanlışlıkla günümüz (ömrümüz) geçecektir. Başka deyişle, edindiğimiz bilgiyi, sorgulamaktan vazgeçersek, zihnimizdeki inanışlar da yanlış olacaktır. İşin ilginç tarafı, zihnin bu kısa kestirimleri, bizim faydamız içindir. Muhtemel ki, eski zamanlarda, zihnimiz, hangi doğru bilgileri birleştirelim, kaçalım mı, saklanalım mı diye düşünürken, bir aslan tarafından avlanır, ona yem olurduk. Evet, bu kısa kestirme bağlantılar, aslında bizi (doğru veya yanlış) karar verip hayatta kalmamızı sağlamak içindir. Eh tabii ki, önyargılarımızın nasıl olup ortaya çıktığının ufak da olsa ip uçlarını burada vermiş oluyoruz. Bu paragrafın son cümlesi olarak diyebiliriz ki; birbiri ile ilişkilendirilmiş ve uyumlu olan her bilgi, birbiri için doğru bilgi değildir, ancak bir biri ile doğru ilişkilendirilmiş her bilgi, birbiri ile uyumludur. Tabii ki bu tanım, beynimiz için geçerlidir. Çünkü doğanın kendisi için çelişki, uyumsuzluk, doğru olmayan ilişkilendirme gibi kavramlardan söz edemeyiz. Çünkü doğa (evren) bizim için yegane referanstır.

Tekrar konumuza gelip, Dünya’nın düz olduğuna inanılan zaman için düşünürsek, bu anlamdaki yanlış bilgileri (onlar için doğru) kendi çocuklarına aktaracak, böylece, o zaman için, dünyanın düz olduğuna inananların sayısı çoğalacaktır. Dolayısıyla, günümüzde Dünya’nın yuvarlak olduğuna dair bilgiye sahip çocukların da sayısının çok olması, doğru bilgiye sahip oldukları için değil, büyüklerin, onlara bu bilgiyi aktarmasından kaynaklanıyor. Ama bize aktarılan bu bilgileri teknik bazda anlayana kadar bunlar bizim inançlarımız, dogmalarımız olacaktır. Dolayısıyla, yukarıda ifade edildiği gibi, gerek eskiden gerekse günümüzde kendi doğrularına inandığı bilgiye sahip bu kadar kişinin olması tesadüf değildir. Bunun da, bilginin doğru veya yanlışlığı ile bir ilgisi yoktur. Merak konusundan epey uzaklaşmış gibi görünürken aslında anlatmaya çalıştığımız kavram olarak diyebiliriz ki: Doğru olmayan bilgi de bizleri meraklandırır.

Görülüyor ki, merakın giderilmesi için, ilişkilendirilecek her bilginin doğru olması gerekmiyor. Küçük çocuklarda da merak kavramı (artık buna motivasyonel faktör diyebiliriz) olduğunu düşünürsek, onların bilgi dağarcıkları az olduğu için, bir anlamda bu bilgi dağarcığına uyan her bilgi (yalan bile olsa) onların merakını giderecektir. Zaten, çocukken masallara inanmamız da, dünyaya ait gerçekleri henüz bilmiyor olmamızdan kaynaklanmıyor mu?

MERAKIN GİDERİLMESİ, BİLGİNİN DEĞERSİZLEŞMESİ
Biliriz ki, merak ettiğimiz bir şeye ait bilgiye sahipsek, bir başka deyişle merak ettiğimiz şey, bizim için artık merak unsuru değilse, o şeyle ilgili merakımız giderilmişse, o bilgi, bilginin önemine göre bize belli bir süre haz verebilir ve biz ona yaklaşırız veya o bilgi bizi tedirgin etmişse, ondan uzaklaşır böylece belli bir süre sonra tedirginlik geçer. Nihayetinde ister haz mekanizması, ister kaygı mekanizmasını çalıştırsın, merak sonucu elde edilen bilgi, istenilen/aranılan (doğru veya yanlış) bilgi ise, bir müddet sonra o bilgi değersizleşir. Zaten onun içindir ki, kutsal şeylere ait kavramların değersizleşmesinden korkulduğu için, her defasında daha öte kavramlar atfederiz. Ve keza, kendimizi, başkalarına göre değerli kılmanın bir yolu da, kendimizle ilgili tüm bilgileri paylaşmayıp, bazı düşüncelerimiz ile giz ortamı (meraklandırma) yaratmayı severiz.

Merak sonucunda elde edilen yeni bilgi, aklımızın da eşlik ettiği ve sebep sonuç ilişkilerini zihnimizde tamamladıkça bu bilgi değersizleşir. Diğer bir ifade ile, bu bilgiye ait merak unsuru ortadan kalkar. Bilginin değersizleşmesi ile ifade edilmek istenen şey, o bilginin kullanışsız olması demek değildir. Aksine o bilginin sunacağı imkânları, düşündüğümüzden daha fazla fayda sağlıyor olabilir. Ancak, merakın sebep olduğu değer sönümlenmiştir. Hayatımızdaki rutinin bir parçası olmuştur. Aklımıza daha fazla getirmeyiz. Bazen gözümüzün önünde de olsa görmeyiz.

BİLİNEN, MERAK EDİLEBİLİR Mİ?
Bilinen ve üzerinde bir şüphenin olmadığı bir bilgi, merak konusu olabilir mi? Yeni gelen bilgi, ilişkilendirilmiş bilgilerin, birbirleri ile olan çelişkilerini göstermeye başladığında, eski bilgiler, bu ilişkilerinin uyumluluklarını sorgularlar ve yeni bilgiyi referans alarak, yeniden ilişkilendirilme ve sınıflandırılma ihtiyacı doğar. Örnek olarak, tarih kitaplarımızdan oluşan kütüphane raflarındaki kitapların hepsinin aynı boyda olduğunu düşünelim. Yeni aldığımız kitap, bu standart boyda değil ve daha büyükse, o rafa uymadığı için, bu defa o yeni kitabı yan yatırmak durumunda kalırız. Sonradan aldığımız kitapların boyu büyük ise ve sayısı arttıkça, önce bizi yeni kitapları yan yatırmaya, diğer standart boydaki kitapları da benzer şekilde, büyük kitapların üzerine yan yatırmaya itebilir. Hatta öyle bir zaman gelir ki, tüm tarih kitaplarını, büyük kitaba göre ayarlanmış daha büyük raflara taşıma ihtiyacı doğar. Buna güzel bir örneği, yerleşik ve sarsılmaz bir bilgi olarak görülen Newton mekaniğinin, yeni bir bilginin ithal edilmesiyle sorgulanmasını gösterebiliriz. Bu yeni bilgi, Işık hızının değişmezliğidir.

Bunu karikatürize ederek şu şekilde açıklayalım. Oturduğumuz yerden bir deneyi izliyor olalım. Deney şu şekilde. Bir kişinin, durduğu yerden, elindeki taşı saniyede 10 metre hızla ileriye attığını düşünelim. Bize, taşın hızı nedir diye sorulduğunda, elbette ki saniyede 10 metre olduğunu söyleriz. Daha sonra, aynı kişinin, saniyede 5 metre hızla giden bir bisiklete bindiğini, hareket halindeki bisiklet üzerinden, aynı taşı ileriye doğru, saniyede 10 metre hızla attığını düşünelim. Bu durumda taşın son hızının ne olduğu bize sorulduğunda, bisikletin hızı olan saniyede 5 metre ile, taşın, bisikleti kullananın elinden çıktığı hız olan saniyede 10 metrenin toplamı olduğunu, yani son hızının saniyede 15 metre olduğunu söyleriz. Şimdi bu deneye ışık hızını dahil edelim. Deneyi basitleştirmek için ışık yerine yine taşımızı kullanalım. Yine kişinin, ayakta durduğu yerden, elindeki taşı ışık hızı ile fırlattığını varsayalım. Bu, saniyede 300.000 km. veya saniyede 300.000.000 metre yol alıyor demektir. Buraya kadar bir gariplik yok. Bu defa da, kişi, saniyede 5 metre hızla giden bir bisikletin üzerinde iken, elindeki taşı ışık hızı ile fırlattığında, taşın son hızının ne olduğu bize sorulsun. Biz, bir evvelki mantığımızı yürüterek, bisikletin hızı ile taşın hızının (ışık hızı) toplamı olmasını beklerken öyle olmadığı görürüz. Sanki bisikletin hızı hiç yokmuş gibi taşın hızının yine, saniyede 300.000.000 metre olduğu dikkatimizi çeker. Bisikletin saniyedeki 5 metrelik hızı nasıl olmuştu da ışık hızına eklenmemişti? Hatta, bisikletin hızını ne kadar arttırırsam arttırayım, bisikletin hızı, taşın hızı olan ışık hızına ilave olmamaktaydı. İşte, bu yeni bilgi, 350 yıl evvel Newton tarafından ortaya konan prensibi, yeniden sınıflandırılmak üzere raflarından indirdi. Bu da, Einstein’ın merak mekanizmasını çalıştırmıştı. Artık, bu konuda bilinen tüm bilgiler yeniden sınıflanmaya ihtiyaç duymaktaydı.

Işık hızının bu değişmez özelliği, Albert Michelson ve Edward Morley tarafından, uzayı kapladığına inanılan ve esir (ether) denen bir maddenin varlığı ispat edilmeye çalışırken 1887 yılında yaptıkları deney sonucunda, tesadüfen bulundu. Einstein bu kavramı dikkate alarak, 1905 yılında Özel İzafiyet teorisini ortaya koydu. Peki nasıl oluyordu da, ışık hızının bu özelliğinin bulunduğu 1887′den itibaren bir kişi hariç hiç kimse 18 yıl boyunca bu çelişkiyi fark etmedi? Bunca yıl kişilerin gözü önünde olduğu halde ışığın hızının bu değişmezliği ile bilinenler arasındaki bu çelişkiyi görmek bir kişiye nasip oldu. Görülüyor ki, bilinenlerin de merak edilebileceği, doğru olmayan bilgileri de zihnimizin ilişkilendireceği ve kenarından köşesinden dogmatik bilgilerin bizi nasıl egemenliği altına aldığını göstermesi açısından güzel bir örnektir sanırım. Böyle olunca da, yeni bilgi, gözlem ve ölçme araçları ve yeni düşünme sistematikleri dahil olana dek, insanların uzun bir zaman boyunca Dünya’nın düz olduğuna inanmalarına şaşmamak hatta makul karşılamamız gerekir.  Kaldı ki, bizler de o zamanda yaşasaydık, biz de onlar gibi düşünürdük.

BİLMEDİĞİMİZİN FARKINDA OLMAK
Bir yerde “merak, bilmediğimizin farkında olmaktır” diye bir ifade okumuştum. İlk etapta çok doğru bir tanım gibi geliyor. Ama pek de öyle değil. Bunu da, “bugün, canım ders çalışmak istemiyor” cümlesine benzer şekilde irdelemeye çalışalım. Eğer bu tanımı doğru olarak kabul edersek, merakın, irade dâhilinde bir kavram olduğunu kabul etmemiz gerekir. Çünkü, “merak, bilmediğimizin farkında olmak” ifadesi bize, irademiz dâhilinde bir eylemi göstermektedir. Hâlbuki, merakın kendisi motivasyonel bir unsur, bir ateşleyici, bir başlatandır. Merak, kendi içinde irade kavramını barındırmaz. Böyle olunca, “merak, bilmediğimizin farkında olmamızı sağlayan bir unsur” veya “bilmediğimizi fark ettiren şey” demek daha doğru olur. Buradaki ince noktanın, ilk itki, ateşleme sürecinin merak mekanizması tarafından gündeme gelmesi, daha sonraki zamanda ise, irdeleme, akıl yürütme, usa vurma her ne isim verilirse verilsin akıl ile ilgili süreçte beraber görev almanın ince ayırtını günlük hayatın içinde fark edemiyor olmamızdan kaynaklanıyor olabilir. Belki de farkındalık denen kavram buraya yakışan bir anlam için üretilmiş bir kelime olabilir.

Deneyimlerimiz, merakımızı bir devinim halinde tutabilir mi? Evet tutabilir. Her yeni bilgi, mevcut bilgilerimiz arasındaki çelişkiyi, gösterdikçe, zihnimizin raflarındaki bilgilerin tozunu alıp, tekrar ilişkilendirmek üzere, süreci akıl unsuruna emanet etmek (ve ona eşlik etmek) üzere merak unsurunu devinim halinde tutabilir. Yeni meraklara yol açabilir. Açabilir diyoruz, çünkü dogma haline gelmiş bilgiler, kişi tarafından sorgulanmaz şekilde sahiplenilmiş ise, her yeni gelen bilgi bu kişinin zihninde yeniden ilişkilendirilmez. Ancak bunu söylerken, daha çok yerleşik ve değişmez olarak kanıksanmış bilgileri kastediyoruz. Elbette ki, dogmatik bir düşünceye sahip olsa da bir insanın, “yarın hava nasıl olacak?”, “karşıdan gelen yakışıklı adam kim acaba?” gibi merak unsurları her zaman olacaktır. Buradan da, merak denen unsurun, illa ki bilimsel olmasının gerekmediği tekrar ortaya çıkar.

SON CÜMLELER
Merak, benim iradem dışında bir dış veya iç etkenle ateşlenen ancak daha sonra bu merakı gidermek üzere aklın/zekânın da beraber çalıştığı bir süreçtir. Mesele şu ki, akıl, zekâ gibi şeylerin üretimleri muhakkak duygusal bir sisteme bir haz mekanizmasına bağlı olmalıdır. Neden mi? Şöyle düşünelim, diyelim ki, kaybettiğiniz ve akıbetini merak ettiğiniz kaleminizi bir gün bir çekmecede buldunuz. O an ne hissederdiniz? Sevinç mi, mutluluk mu? Yine varsayalım ki, yeni taşınan komşunuzun bazı halleri sizi tedirgin diyor, ne iş yaptığını, iyi biri mi olduğunu merak ediyorsunuz. Ve bir gün dünya tatlısı bir insan olduğunu öğrendiniz. Ne hissederdiniz? O tedirginliğin kalkması, bir rahatlama, kendinizi daha bir güven de hissetme ve hatta sosyal ilişkinizin zenginlemesinden dolayı bir memnuniyet, öyle değil mi? Veya tam tersini düşünelim. Komşunuzun birkaç karanlık adamla ilişki de olduğuna şahit oldunuz. Ne hissederdiniz? Kendinizi daha fazla tedirgin, o kişiye karşı daha dikkatli olmak, kendinizi güven altında tutmak için bazı ilave sakınma davranışlarına girmez miydiniz? Hatta bir havuz problemi çözdüğünüzü varsayalım. Diyelim ki problemi çözdünüz. Çözüm karşınızda, kâğıt üzerinde duruyor. Siz ona, o size bakıyor. Sonra ne olacak? Ne için çözdünüz onu? Çözdünüz de ne oldu? Şu oldu ki, siz, eğer bu problemi çözebiliyorsanız, üniversiteye girebilmek için bir adım daha gittiniz, kendinize olan güveniniz arttı, mutlu oldunuz ve hatta bir sonraki problemi çözmek için sizi heyecanlandırdı. Peki, durduk yerde bir havuz problemini merakınızdan çözmek gibi bir durum olmaz mı hiç? Elbette ki olur. Peki, böyle bir durumda, havuz problemini çözdüğünüzde, çözüm ne işinize yarayacak ki diye sorulabilir. O zaman cevap verelim. Şu işe yarayacaktır. Havuz problemini çözdüğünüzde “vay be, kafam hala çalışıyor, ben neymişim!” diyecek, kendinizi motive edeceksiniz. Havuz problemini çözdüğünüzde kimseyle paylaşmasanız da, kendinize özgüveniniz artacaktır.

Özetle şunu söyleyebiliriz ki, merakımızı giderdiğimiz ve aklın, zekânın, akıl yürütmenin, usa vurmanın, muhakeme etmenin vb. nihayetinde ne isim verirsek verelim, sürecin son halkası duygularımız, haz mekanizmamızdır. Merak; evrimsel sürecin yeni icatlar yapmak üzere bize (beynimize) sunduğu bir ödül değildir. Merak; henüz aklın (ön beyin/prefrontal korteks) devreye girmediği yüzbinlerce yıl evvelinden başlayarak, insanoğlunun içinde bulunduğu ortamın kendi varlığı için tehdit oluşturup oluşturmadığını içgüdüsel olarak analizini yapmaya yönelik bir mekanizmadır.

Peki, siz neleri merak ediyorsunuz?

Erol


Beynimiz ve Biz yazı serisinin Neden Merak Ederiz? adlı bölümü biraz uzun olduğu için konunun özünü oluşturan üç ayrı parça halinde yayınlanacaktır. Neden Merak Ederiz? adlı makalenin tamamını PDF olarak indirip okumak isterseniz bu linke tıklayınız.

1 yorum:

  1. Bir cevap yok bence şöle düşün.
    Bir hiçlikten nasıl bir boyut oluşup o sonsuz boyutun içince karanlık uzay oluşurda bu uzayın bozukluklarından meydana gelen sonsuz denemelerle elementler oluşur bunlar nasıl bukadar büyük olması gerektiği halde sonsuz kez parçalanıp birleşip gezegenleri güneşleri falan oluşturupta o gezegendeki cansız taşlar yaşama dönüşebilir bunu insanlar çözebilirmide tanrının varolup olmadığını çözeceklermiki

    YanıtlaSil