Bertrand Russell: Bilim ve Din

Yorum Yok
ÇATIŞMANIN TEMELLERİ
Bilim ve din toplumsal yaşamın iki görünümüdür; din, insanlığın düşünce tarihinin bildiğimiz geçmişi boyunca önemli olmuş, bilim ise, Antik Yunan’da ve Araplar arasında, süreksiz ve aralıklı bir varlık gösterdikten sonra, XVI. yüzyılda birdenbire önem kazanmış, o çağdan bu yana da gitgide daha büyük bir biçimde, düşüncelerimizi ve içinde yaşadığımız kurumlan etkiler olmuştur. Dinle bilim arasında uzun ve sürekli bir çatışma var olagelmiştir: son birkaç yıla gelinceye kadar bu çatışmadan zaferle çıkan bilim olmuştur. Ama, Rusya ve Almanya’da ortaya çıkan yeni dinler, bilimin sağladığı öncü eylemin yeni araçlarıyla, tıpkı bilim çağının başladığı yıllarda olduğu gibi. bu sonucu kuşkuya düşürmüş, bu yüzden de geleneksel dinle bilimsel bilgi arasındaki savaşın tarihini ve temellerini incelememizi, bir kez daha önemli kılmıştır.

Bilim, gözlem yoluyla ve bu gözlem üzerine kurulmuş akılyürütme ile önce dünyayla ilgili belirli olguları, sonra da bu olguları birbirine bağlayan yasaları bulgulama ve (talihli durumlarda) geleceğin önceden kestirilmesini olanaklı kılma girişimidir. Bilimin bu kuramsal görünümünün yanı sıra, bilim öncesi çağda gerçekleştirilmesi olanaksız, ya da en azından bugünkünden çok daha pahalıya mal olacak olan rahatlık ve lüksü sağlayan bilimsel teknik de vardır. Bilim adamı olmayanlar için bile bilimi büyük ölçüde önemli kılan, işin bu yanı, bilimsel teknik yanıdır.

Toplumsal açıdan bakıldığında din, bilimden çok daha karmaşık bir olgudur. Büyük tarihsel dinlerin her birinin üç ayrı yanı vardır: 1) Bir kilise, 2) bir insan ve 3) kişisel bir ahlak yasası. Bu üç öğenin birbirine göre önemi, değişik çağlar ve ülkelerde büyük farklılıklar göstermiştir. Yunan ve Roma’nın antik dinleri, Stoacılar tarafından ahlaksal bir niteliğe bürününceye kadar, kişisel ahlak üzerinde pek fazla durmamışlardır; İslam dininde dünyevi hükümdara oranla kilisenin hiç önemi yoktur; çağdaş Protestanlıkta ise, inancın katılığını yumuşatma eğilimi görülmektedir. Bununla birlikte bu üç öğe, birbirinden farklı oranlarda bile olsa, toplumsal bir olgu olarak din için kesinlikle gereklidir. Gerçekte bilimle olan çatışmada ortaya çıkan en önemli yan da, dinin toplumsal bir olgu oluşudur. Bilimin yanlış olduğunu kanıtlayabileceği düşüncelerden kaçındığı sürece, salt kişisel bir din, bilimin kesinlikle egemen olduğu bir çağda bile yaşama olanağı bulabilir.

Dinle bilim arasındaki çatışmanın düşünce kaynağı inançlardır, ama bu çatışmanın sertliğini inançların kiliseler ve ahlak yasalarıyla olan ilişkisi belirler. İnançtan kuşkulananlar, kilisenin etkinliğini zayıflatmışlar ya da kilise adamlarının gelirlerinin azalmasına yol açmışlardır; ayrıca, onların ahlakı da temelinden sarstıkları sanılmıştır; çünkü ahlak ödevleri kilise adamlarınca inançtan, çıkarım yoluyla vardıkları ödevlerdir. Bu yüzden, hem kilise dışı devlet yöneticileri, hem de kilise adamları bilim adamlarının devrimci öğretilerinden korkup çekinmekte, kendilerine göre haklı olmuşlardır.

Bundan sonra artık, genel anlamda bilimle ilgilenmeyeceğimiz gibi, genel anlamda dinle de ilgilenecek değiliz; bizim üzerinde duracağımız konu, geçmişte ve bugün bilimle dinin çatıştığı noktalar olacaktır. Hıristiyanlık açısından, bilimle din arasında iki tür çatışma görülmüştür. Ara sıra, İncil’deki bir metinde, sözgelimi tavşanın geviş getirdiği gibi, belirli bir doğa olgusuna ilişkin bir yargı bulunabilir. Bu gibi yargılar, bilimsel gözlem sonucunda yanlışlıkları ortaya çıkınca, İncil’in her sözcüğünün tanrısal doğruluğuna inanan dinibütünler için (düşüncelerini değiştirmek zorunda kalıncaya kadar birçok Hıristiyan için olduğu gibi) büyük güçlükler yaratmıştır. Ama İncil’deki bu tür yargıların, temelde dinsel bir önemi olmadığı için durumu açıklamak ve İncil’in salt din ve ahlak alanında yetkili olduğunu söyleyerek anlaşmazlığı önlemek hiç de güç olmasa gerektir. Ancak, bilimin önemli birtakım Hıristiyan dogmalarını ya da dilbilimcilerin dinin temeli için kaçınılmaz ölçüde gerekli saydıkları bir felsefi doktrini yalanladığı durumlarda çok daha derin bir çatışma ortaya çıkar. Genel olarak söylemek gerekirse, bilimle din arasındaki uzlaşmazlıklar, önce, temelde dinsel önemi olmayan yargılar konusunda çıkmış; giderek, Hıristiyan öğretisi için büyük önem taşıyan, ya da taşıdığı sanılan konuları kapsamaya başlamıştır.

Çağımızda dinibütün kadınlar ve erkekler, Hıristiyanlığın ortaçağdaki inançlarının büyük bir kesiminin gereksiz, giderek, dinsel yaşamı engelleyen inançlar olduğu sonucuna varmışlardır. Ama, bilimin karşılaştığı muhalefeti iyice anlamak istiyorsak, bu muhalefeti sağduyulu bir muhalefet gibi gösteren, hayali düşünceler sistemine girmemiz gerekir. Diyelim ki, birisi papaza giderek niçin adam öldürmemesi gerektiğini sordu.’ «Adam öldürürsen seni asarlar» yanıtı, hem idamın haklılığını kanıtlamayı gerektirdiğinden, hem de polis yöntemlerinin belirsizliğinden dolayı katillerden çoğunun yakalanmamasından ötürü, yeterli bir yanıt olmayacaktır. Ama, şunu da belirtelim ki, bilimin yükseliş çağında önce hemen hemen herkesçe yeterli bulunan bir yanıtı vardı bu sorunun; adam öldürmek Tanrı’nın Sina Dağı’nda Musa’ya bildirdiği «On Emir»\e yasaklanmıştı. Yeryüzündeki adaletten kaçabilen katil, tövbe etmemiş bir günahkâr için idamdan bin kat daha ağır bir cezayı öngören Tanrısal gazap’ tan kurtulamazdı. Bununla birlikte bu düşünce, İncil’in yetkisine dayanmaktadır; bu yüzden de ancak İncil bütünüyle kabul edilirse tutarlı olabilir. İncil «Dünya dönmüyor» diyorsa, biz Galileo’nun kanıtlarına karşın, bu yargıyı benimsemeye devam etmeliyiz; yoksa katilleri ve kötülük işleyen herkesi yüreklendirmiş oluruz. Bugün pek az kimse bu tür bir düşünceyi benimsemektedir ama, bunu saçma saymak, ya da buna uygun davrananları ahlak açısından kınamak söz konusu olamaz.

Ortaçağın iyi eğitim görmüş kişilerinin mantığı bugün yitirilmiş olan bir birlik ve bütünlük gösteriyordu. Aquinolu Thomas’ı, bilimin saldırmak gerekliliğini duyduğu inancın yetkili bir sözcüsü olarak alalım. Aquinolu Thomas, Hıristiyan dininin temel doğrularından bir bölüğünün salt akılla kanıtlanabileceğini, bunun için de Kutsal Esinlenme’ye gerek olmadığını öne sürmüştür. Onun bu görüşü bugün de Katolik kilisesinin görüşüdür. Akılla kanıtlanabilecek doğrular arasında, Aquinolu Thomas, her şeye kadir ve koruyucu bir Yaratıcı’nın varlığını saymaktadır. Yaratıcı’nın kudret ve koruyuculuğundan, O’nun yarattıklarını, aldığı kararlara uymada kendi istemine boyun eğdirmeye yeter ölçüde bilgili kıldığı çıkarımsanır. Böyle olunca da tanrısal bir açıklama söz konusudur; bu açıklama da İncil’de ve kilise kararlarındadır. Bundan sonra, bilmemiz gereken her şey, Kutsal Kitap’tan ve Kilise Konseyi’nin kararlarından çıkarılabilir. Bu akıl yürütme eskiden bütün Hıristiyan ülkelerince onaylanmış bir öncülden tümdengelim yoluyla yapılan çıkarımlara dayanmaktadır. Bugün bize, yer yer, yanlış görünüyorsa da, bu yanlışlıklar, o çağın aydınlarının çoğunluğuna öyle gelmiyordu.

Mantık birliği ve bütünlüğü, aynı zamanda hem sistemin güçlülüğünü, hem de zayıflığını ortaya koyuyor. Güçlülüğünü ortaya koyması, akılyürütmenin bir aşamasını kabul eden bir kişinin, ondan sonraki bütün aşamalarını da kabullenmek zorunda olmasındandır; zayıflığı ise akılyürütmenin son aşamalarından herhangi birini reddeden kişinin, ondan önceki aşamaları, hiç değilse bazılarını reddetmek zorunda olmasından geliyor. Bilimle çatışmasında kilise, dogmalarının bu mantık tutarlılığından doğan güçlülüğü ve zayıflığı açığa vurmuştur.

Bilimin kendi inançlarına varışında izlediği yol, ortaçağ dinbiliminin kendi inançlarına varmakla izlediği yoldan çok farklıdır. Deneyler bize, genel ilkelerden çıkarak tümdengelim yolunu izlemenin, hem bu genel ilkelerden yanlış, hem de bunlar üzerine kurulmuş akılyürütmenin aldatıcı olabileceği açısından sakıncalı olduğunu göstermektedir. Bilim ise, genel ilkelerden değil, gözlem ya da deneyle saptanmış belirli olgulardan işe başlar. Bu tür olgulardan, genel bir kurala varılır; bu kurallar doğruysa, söz konusu olgular, onun görüngüleridir. Bu kural kesinlikle öne sürülmez, ama, başlangıçta bir varsayım olarak ortaya konur. Varsayım doğruysa, o güne kadar gözlemlenmemiş bir olgu. belirli koşullar içinde meydana çıkacak demektir. Bu olgular meydana çıkıyorsa, varsayım doğrulanır, yok eğer meydana çıkmıyorsa, varsayım bir kenara atılır ve yeni bir varsayım önerilir. Bir varsayımı doğrulayan ne kadar çok olgu meydana çıkarsa çıksın, bu onu kesin kılmaz, ancak sonunda bizi, varsayımın büyük bir olasılık taşıdığı sonucuna götürebilir; bu durumda varsayımın adı «kuram» olur. Her biri doğrudan doğruya olgulara dayanan birbirinden farklı birçok kuram, yeni ve daha genel bir varsayımın temeli olabilir; bu varsayımın doğru olması demek, ötekilerin hepsinin ondan çıkarımsana- bilmesi demektir. Bu genelleştirme sürecinin belirli bir sonu, sınırı yoktur. Ama, en genel düşünceler ortaçağ düşüncesinde çıkış noktası olurken, bilimde en son varılacak noktalardır. En son, derken, elbette, şimdiki durumda en son demek istiyorum; ilerde, belki de, çok daha geniş bir yasanın bir parçası olabilirler.

Dinsel bir inanç, bilimsel bir kuramdan, sonsuz ve mutlak olarak kesin birtakım doğruları içerdiğini öne sürmekte ayrılır. Oysa bilim, her zaman geçicidir, bugünkü kuramlarının ergeç değiştirilmesi zorunluluğunun ortaya çıkacağını ve kullandığı yöntemin bütün ve nihai bir açıklamaya varmasının mantıksal olanaksızlığını bilir. Ama ilerlemiş bilimlerde, gerekli olan değişiklikler, genellikle ona biraz daha kesinlik kazandıracak olanlardır; kaba yaklaştırımlar söz konusu olunca, eski kurumlar işe yaramaya devam ederler, ancak ince bir gözlem olanağı ortaya çıkarsa yetersiz kalırlar. Öte yandan, eski kuramlara dayanılarak geliştirilen teknik bulgular, bu kuramların bir noktaya kadar pratik bir doğruluğu olduğunun kanıtıdırlar. Bilim, böylece, mutlak doğrunun araştırılmasından vazgeçilmesini ve onun yerine geleceğin önceden kestirilmesine ve bulgular yapılmasına yarayan «teknik doğruların» konulmasını önerir. «Teknik doğru», bir ölçü sorunudur: Daha başarılı bulguların ve tahminlerin yapılmasına olanak veren bir kuram, daha az başarılı bulgu ve tahminlere yol açan bir başka kuramdan daha doğrudur. «Bilgi», evrenin zihinsel aynası olmaktan çıkar ve maddenin yönetilmesi konusunda pratik bir araç durumuna gelir. Ama, bilimsel yöntemin bu uzanımları, bilimin öncüllerince düşünülmüyordu. Onlar, doğrunun araştırılmasında yeni bir yöntem uygulamalarına karşın, tıpkı dinbilimci muhalifleri gibi, doğruyu mutlak anlamda anlıyorlardı.

Ortaçağ düşüncesi ile çağdaş bilim düşüncesi arasındaki önemli bir fark, yetke sorununa ilişkindir. Skolastik düşüncenin savunucularına göre İncil, Katolik inancının dogmaları ve (hemen hemen bu ölçüde) Aristoteles’in öğretileri her türlü kuşkunun üstündeydi; özgün düşünce, olguların incelenmesi bile, kurgusal düşüncenin değişmez sınırlarını aşmamalıydı. Avustralya ve Yeni Zelanda’da insanlar yaşıyor mu? Jüpiter’in gezegenleri var mı? Cisimler kütleleri ile orantılı bir hızla mı düşerler? Bu ve buna benzer sorular, gözlemle değil, ama Aristoteles’in ya da Kutsal Kitap’ın söylediklerinden tümdengelim yoluyla çıkarılmalıydılar. Dinbilimle bilim arasındaki çatışma, yetke ile gözlem arasında bir çatışmaydı aynı zamanda. Bilim adamları, bir önermeye, yetkili bir kişi Söyledi diye inanılması gerektiğini istemiyorlar, tam tersine duyumlarımızın tanıklığına başvuruyor ve gerekli gözlemleri yapmayı seçen herkesçe apaçık görünen olgulara dayalı öğretileri savunuyorlardı.
 Yeni yöntem, gerek kuramsal, gerekse pratik alanda o ölçüde büyük bir başarı kazandı ki, dinbilim yavaş yavaş kendini bilime uyarlamak zorunda kaldı. Bu uyarlamayı engelleyen İncil metinleri alegorik ya da temsili bir biçimde yorumlanmaya başlandı; Protestanlar elindeki yetke kaynağını, önce kilise ve İncil’den sadece İncil’de, sonra da kişinin ruhunda aramaya koyuldular. Dinsel yaşamın, olgularla ilgili (sözgelimi Adem ile Havva’nın tarihte gerçekten var oldukları gibi) konularda belirli bir tavır almaya bağlı olmadığı yavaş yavaş anlaşılmaya başlandı. Böylece din, deyim yerindeyse, dağın eteklerinden yavaş yavaş yukarı doğru çekilerek tepeyi koruma yollarını aramaya başladı. Bu konuda başarı kazanıp kazanmadığı da şimdiden söylenemez daha.

Bununla birlikte, dinsel yaşamın belki de en değerli sayılan bir yanı vardır ki, evrenin yapısı konusunda gelecekteki düşüncelerimiz ne olursa olsun, bilimin bulgularından bağımsız olarak yaşamaya devam edecektir. Din, salt insanlar ve kiliselerle değil, ama onun önemini duyanların kişisel yaşamlarıyla da bağlantılıdır. Azizlerin ve mistiklerin en iyilerinde, belirli dogmalar ve inanç ile insan yaşamının amaçları konusunda belirli bir duygu yan yana yaşayagelmiştir. İnsan yazgısının sorunlarını yüreğinin derinliklerinde duyan, insanlığın acılarını azaltma isteğini taşıyan ve geleceğin insan soyunun en iyi olanaklarını gerçekleştireceğini umut eden bir kişi, günümüzde, geleneksel Hıristiyanlığı çok küçük bir ölçüde kabul etse bile, gene de, dinin etkisi altında sayılır. Din bir inançlar dizisi yerine, bir duyguyu içeriyorsa bilim ona dokunamaz bile. Belki de dogmanın çöküşü, psikolojik olarak, böyle bir duygusal yaklaşımı, dinbilimsel inançla çok yakından bağlantılı olduğu için, geçici olarak daha da güçleştirmiş olabilir. Ama bu güçlüğün sonsuz olarak süregitmesi söz konusu değildir; gerçekte, birçok liberal düşünceli kişi, bu tür duygusal yaklaşımın, inançla zorunlu bir ilintisi olmadığını kendi yaşamlarında göstermişlerdir. Gerçek yetkinlik, hiçbir zaman, temelsiz, köksüz inançlara sıkı sıkıya bağlı değildir; dinbilimsel inançlar temelsizse, o zaman dinsel yaşamda ‘iyi’ olanın korunması için gerekli olmaktan çıkarlar. Bundan daha değişik bir biçimde düşünmek, bulgulayabileceklerimiz konusunda yüreğimize korkular salabilir; bu korkular da dünyayı anlama girişimlerini engelleyebilir; ama şunu da unutmamak gerekir ki, gerçek bilgelik, ancak dünyayı anlama konusunda bir anlayışa vardığımız ölçüde olasılık taşıyabilir bizim için.

Bertrand Russell
Bilim ve Din
(Birinci Bölüm: Çatışmanın Temelleri, sf. 5-12)

0 yorum:

Yorum Gönder