İki Balon Deneyi

13 Yorum

Yazımızın başlığı, her ne kadar “İki Balon Deneyi” diye başlıyorsa da, aslında amacımız, tek bir deney ve bu deneyin içinde iki balon olduğunu göstermek değil, iki ayrı deneyin de balonlar ile yapıldığını anlatmaktı. Zaten bu yazımızın amacı da, ortalığı biraz karıştırmak.

İsterseniz bahsi geçen iki deneye geçmeden önce zihnimizde bir deney yapalım, balon deneylerine sonra geçeriz.

ŞERİT DEĞİŞTİRMEK (*)
Şimdi yapacağımız şey biraz hayal kurmak. Şöyle ki, hayalimizde sürdüğümüz bir araba ile başka bir arabayı sollamak istediğimizi varsayalım. Bunun için de, hızımızı artırıp, önce karşı yönden gelen araçların yoluna yani bizim gittiğimiz istikamete göre sol seride geçmemiz gerekir. Tabii ki, karşı yönden araba gelmediğini varsayıyoruz. Bizim hayalimizde irdeleyeceğimiz konu da buradan itibaren yani biz sol şeritte yol alırken başlıyor. (Daha evvelki hareketlerimiz bizi ilgilendirmiyor.)

Sollamak istediğimiz arabayı geçtiğimizi ama hala sol şeritte yol aldığımızı düşünelim. Amacımız, kendi yolumuza diğer bir deyişle sağ şeride geçmek. Şimdi gözlerimizi kapatıp düşünelim. Sağ şeride geçmek ve yolumuza devam etmek için direksiyona hangi hareketleri yaptırırdık? Zihninizden yapacağınız hareketleri tek tek geçiriniz. Hepsi bu kadar. Kolay bir soru öyle değil mi?

O zaman beraber bakalım. Sol şeritte gittiğimize göre, direksiyonu düz tutuyoruz (direksiyon ortalanmış vaziyette) demektir. Sağ şeride geçmek için direksiyonu önce sağa çeviririz. Sağ şeride girdiğimizden emin olunca da direksiyonu tekrar düzeltiriz (ortalarız). Siz de böyle yapardınız değil mi? Eğer böyle yaparsanız, siz de bizim gibi yoldan çıkardınız. Sizi şaşırtmadığımızı umarak, işin doğrusuna bakalım.

Baştan başlayalım. Sol şeritte iken, direksiyonu düz tutarız. Sağ şeride geçmek için, direksiyonu sağa çeviririz. Sonraki hareket, direksiyonu kısa süreliğine düz (ortalanmış vaziyette) tutmaktır. (Bu esnada araba ve tekerlekler birbirlerine paralel olur ve araba, sağ şeride paralel değil, hala yolu hafif çapraz kesecek şekilde gitmektedir.) Dolayısıyla, direksiyonu, tekrar hafifçe sola kırar ve en nihayet tekrar toparlar (ortalar) yani düz hale getiririz. Böylece, araba, tekerlekleri de dâhil olmak üzere, gitmek istediğimiz sağ şeride paralel hale gelir. Özetlersek; sağ şeride geçmek için direksiyonu önce sağa kırarız, sonra kısa süre düz hale getirir, daha sonra sola kırar ve en nihayet tekrar düz hale getiririz. İnanmadınız değil mi? Bir dahaki sefere, araba kullanırken kendi gözlerinizle görür ve kanaat getirirsiniz.

Gündelik hayatımızda, otomatik eylemlerimiz o kadar fazladır ki, bunları oturup da bilinçli bir şekilde düşündüğümüzde, yanlış kararlara varmak işten bile değildir. Ama biz, şimdilik bu direksiyon konusunu bir kenara bırakıp balon deneylerimize geçelim.

BALON DENEYİ-1
Bu seferki deneyimiz hayali değil, gerçek. Ancak birinci deneyle ortak olan bir tarafı varsa o da, bu deneyimizde yine bir arabanın kullanılıyor olmasıdır. 

Deneyimiz kısaca şöyle: Bir arabanın içinde belli bir hızda gidiyorsunuz. Karşınıza bir köpek çıktı diyelim. Köpeği ezmemek için frene basarsınız. Güzel. Köpeği kurtardık. Peki, frene bastığımız anda, bizim vücudumuz ne tarafa doğru hareket eder? Biliriz ki, bir araba veya otobüsün içinde iken, araç sürücüsü fren yaptığında, aracın önüne doğru savruluruz. İçinde bulunduğumuz araç, durmakta iken, hareket etmeye başlarsa, bu defa da, arkaya doğru savruluruz. Bunun nedeni son derece basit. Doğada kütlesi olan cisimler eğer hareket halindelerse, daima hareket etmek isterler; eğer hareketsiz iseler, daima hareketsiz kalmak isterler. Daha da açık söylemek gerekirse, hareket eden bir cisim, hareketini engelleyen başka bir etken ile karşılaştığında, elinden geldiği kadar hareketini devam ettirmek yani sahip olduğu hareketi (harekette kalmak) korumak ister. Diğer taraftan, hareketsiz duran bir cisim de, dışarıdan o cismi harekete geçiren bir etken olduğunda, cisim hareketsiz olan eski halini korumak isteyecek, kendisini hareket ettirmeye çalışan etkene karşı, hareketsiz kalmak için olabildiğince direnecektir. Ta ki, kendisine etkiyen kuvvete yenik düşene kadar. İşte. Hareket halindeki bir aracın içinde iken, aracın sürücüsü aniden fren yaptığında, bizler (yani vücutlarımız), hareketi sürdürmek isteyecek ve dolayısıyla, arabanın ön tarafına doğru hareket edeceğiz (savrulacağız). Buna karşılık, araç hareketsiz olduğu zaman, içindeki bizler de hareketsiz durduğumuz bir anda, araç sürücüsü, aniden gaza basar ve arabayı hareketlendirirse, bizler yani vücudumuz, hareketsiz kalmaya devam etmek yani eski konumumuzu korumak isteyeceği için, araba ileri giderken, bizler de arabanın arkasına doğru savruluruz. Newton da bunu görmüş ve kendi adıyla anılan kanunlardan biri olarak buna “Eylemsizlik Kanunu” adını vermiş. Bu konuda daha fazla ayrıntıya girmeden Newton’un bu kanunundan bahsedip, esas balon deneyimize geçelim.

Newton’un Eylemsizlik Kanunu
Bir cismin üzerine etki eden kuvvetlerin bileşkesi sıfır ise cisim hareket durumunu korur. Yani duruyorsa durmaya devam eder, hareket halindeyse düzgün doğrusal hareket yaparak hareketini sürdürür. Ama asla yavaşlamaz veya hızlanmaz veya hareket yönünü değiştirmez.

Şimdi gelelim esas konuya. Diyelim ki çocuğunuzla beraber bir arabanın içindesiniz. Çocuğunuzun elinde de içi havayla dolu bir balon var. Araba hareket etti. Araba bir müddet sabit hızla giderken sürücü aniden fren yaparsa, yukardaki bilgiler çerçevesinde siz ve çocuğunuz ve tabii ki sürücü de, öne doğru savrulacaksınız. Peki, gelelim şimdi esas soruya. Sürücü, fren yapınca, Balonun hareketi ne tarafa doğru olur? Balon, kütlesi olan her cisim gibi (bizlerin yani vücudumuzun da kütlesi olduğunu unutmayalım) öne doğru mu savrulur, olduğu yerde mi kalır yoksa geriye doğru mu savrulur? Ne dersiniz? Peki, bu defa da balonun içine bildiğimiz hava değil de, helyum gazı konmuş olsa (Tv’de, eğlence programlarında, insanlara kısa süre teneffüs ettirip sonra da teneffüs edenlerin seslerinin incelmesine sebep olan gaz) araç sürücüsü fren yaptığında, içinde helyum bulunan balonun hareketi ne yöne olur?

Kısa bir tekrar yapalım. Araba fren yaptığı zaman bizler öne savruluruz. Araç, hareketsiz iken, sürücü aniden gaza basarsa, arkaya savrulur, koltuğa yapışırız. Sürücü, aracı sola döndürürken, sağa savrulur; araç sola dönerken de, sağa savruluruz.

O zaman soralım. Sürücü fren yaptığında, gaza bastığında, sola veya sağa dönerken, aracın içindeki içi helyum dolu balonun hareketleri ne olurdu dersiniz? Bunun için aşağıdaki videoyu izleyelim.



Evet, içi helyum dolu balonlar, sürücü fren yaptığı zaman bizler gibi öne değil arkaya savruldular. Benzer şekilde, içi helyum dolu balon, sürücü gaza bastığında öne, sağa döndüğü zaman sağa, sola döndüğü zaman da sürücünün savrulduğu yönün ters yönünde yani sola  savrulduklarını gördünüz.

Şimdi de hava dolu balonlar ve helyum dolu balonlarla aynı deneyi bir kere daha yapalım. Bunun için de aşağıdaki videoya bir göz atalım.



Görüyoruz ki, sürücünün yaptığı harekete bağlı olarak, hava ve helyum dolu balonlar birbirlerine göre tam tersi hareket ediyorlar.

PEKİ, NELER OLUYOR?
Açıklamaya çalışalım. İçinde hava dolu balonların davranışlarını açıklamak kolay. Çünkü, hava dolu balonlar, arabanın içindeki kütleli her cisim gibi yani bizlerin hareketi ne yöne ise, hava dolu balonların yönü de o tarafa doğru oldu. Bir başka deyişle, Newton’un eylemsizlik kanununa uydular.

Gördük ki, içi helyum dolu balonlar, içi hava dolu balonlara ve bizlere göre tam tersi yönde savruldular. Aslına bakılırsa, içi helyum dolu balonlar da, içi hava dolu balonlar gibi aynı etkinin yani “Eylemsizlik Kanunu”nun etkisi altındadırlar. Helyum dolu balonlar da, hava dolu balonlar gibi davranmak isterler, ancak, birazdan bahsedeceğimiz kuvvet nedeniyle, eylemsizlik prensibinin oluşturduğu kuvvet o kadar cılız kalır ki, içi helyum dolu balonlar, beklenenin aksi yönde hareket ederler.

Bilindiği üzere, helyum ve hidrojen gibi gazlar havadan hafiftirler. Bu gibi gazları, balonların içine koyduğumuz zaman, hava içinde yükselirler. Bir başka deyişle helyum dolu balon, havanın daha az seyrek olduğu yöne doğru diğer bir ifade ile yukarıya doğru hareket eder. (Yükseldikçe, bir santimetre küpteki hava molekülü sayısının azaldığını biliyoruz. Aslında burada, hava molekülü demek yerine, azot, oksijen ve eser miktarlardaki gazların isimlerini söylemek daha doğru olacaktır.)

Peki, arabanın içinde ne oluyor da, içi hava dolu balonlar bizimle aynı yönde savrulurken, helyum dolu balonlar tam tersi yönde hareket ediyorlar. Açıklamaya çalışalım. Araba yolda, sabit bir hızla giderken, sürücü aniden fren yaparsa, Newton kanununa göre, hava molekülleri eylemsizlik prensibine uyarak, bizler gibi, arabanın ön tarafına doğru savrulurlar. Böyle olunca, arabanın ön tarafındaki hava moleküllerin sayısı, arabanın arka tarafındakilerden daha fazla olur. Daha da açık söylemek gerekirse, arabanın arkasındaki hava seyrekleşir. Bunu gören ve içi helyum dolu balonlar da, aynısıyla gökyüzüne yükselme hareketinde olduğu gibi, havanın daha seyrek olduğu arka tarafına doğru yönlenirler. Tabii ki, yukarıda da söylendiği gibi, bu esnada balonun yapıldığı madde ve içindeki helyum gazı da eylemsizlik prensibine uymak isterler ama bu konudaki kuvvetler, daha küçük olduğu için, fren esnasında, arabanın önüne değil arkasına doğru savrulur. Nasıl? Basit değil mi?

Şimdi de şöyle bir soru soralım. Hem içi hava dolu balonu, hem de helyum dolu balonu, uzayda, uzay gemisinin içine koyduğumuzu varsayarak, uzay gemisi sabit bir hızla Dünya’nın etrafında dönerken, hızını azaltacak roketlerini (retro roket) ateşlese, balonların davranışı ne olurdu? Uzay aracının içinde, teneffüs edecek havanın var olduğunu düşünürsek, balonların davranışları, aynısıyla Dünya’daki davranışları gösterirdi.

Bu defa da sorumuzu şöyle soralım. Uzay gemisinin içindeki havayı tamamen boşaltsak (vakum ortamı), uzay gemisi yine, hızını azaltacak şekilde roketlerini çalıştırsa balonların savrulma yönleri nasıl olurdu? İşte artık, içi helyum dolu balonu, içi hava dolu balona göre ters yönde hareket etmesini sağlayan faktör yani “hava” ortadan kalktığı için, her iki balon da uzay gemisinin ön tarafına doğru savrulurlar. (Eylemsizlik Kanunu) (Tabii ki, balonları, vakum ortamında iç basınçtan dolayı patlamayacak kadar şişirmeyi unutmayacağız).

Eğer sıkılmadıysanız, ikinci balon deneyimize geçelim.

BALON DENEYİ-2
İlkokul veya ortaokul yıllarından bileşik kaplar olarak adlandırılan deney aracını biliriz. Bu kabın içine, herhangi bir kanalı vasıtası ile su veya bir sıvı koyduğumuzda, suyun (veya sıvının) bileşik kaplardaki her boru/kanal seviyesinde aynı olduğunu görürüz ve biliriz.

Şimdi de buna benzer gibi görünen başka bir deneye geçelim.

İki adet aynı özelliklere sahip balon alalım. Bu balonlardan birini az miktarda, diğerini daha fazla olacak şekilde şişirelim. Sonra iki balonun, hava kaçırmayacak şekilde ağızlarını tutalım. (Birilerinden yardım alalım). Daha sonra, bu balonları, ağızlarından, ortasında kapalı durumda bir vana bulunan bir borunun iki tarafına geçirelim. Bu durumda, vana kapalı olduğu için, bir balondan diğerine herhangi bir hava akımı olmayacağı için, balonlar, ilk takıldığı şişkinlikleri ile borunun iki ucunda duruyor olacaklardır. Deneyimiz son derece basit. Yapacağımız tek şey, iki balonun takılı olduğu borunun ortasındaki vanayı açmak ve böylece, balonlardan birinin diğerine hava transferini/geçişişine izin vermek olacaktır. İşte, deneyle ilgili soru şimdi geliyor. Vana açıldığında ve balonlardan birinden diğerine hava akımı olduğunda size göre, aşağıdaki durumlardan hangisi meydana gelir? Aşağıdaki videoyu izlemeden önce bir fikir yürütür müsünüz? Biz, olabilecek şıkları şu şekilde sıraladık. 

a- Çok şişirilmiş balondaki havanın bir kısmı, az şişirilmiş olana geçer ve balonlardaki hava miktarları eşitlenir.

b- Çok şişmiş olan balondaki havanın çok az bir kısmı, az şişmiş olana geçer. Böylece, çok şişik olan balon, eskisi kadar olmasa da, az şişik olan balona göre yine de biraz daha şişik olarak kalır.
c- Çok şişik olan balonun içindeki havanın büyük bir kısmı, az şişik olanın içine geçer. Böylece, çok şişik balon az şişik hale, az şişik balon da çok şişik hale gelmiş olur.

d- Bu şıkkı, sizin de kendinize göre bir düşünceniz olur diye sizin kararınıza bıraktık.

Vanayı açtığımızda, son durumun ne olacağını videoyu izleyerek beraberce görelim.



Düşündüğünüz gibi mi oldu, yoksa şaşıranlardan mı oldunuz? Eğer, cevabı bulduysanız, neden olduğunu da biliyorsunuz demektir. Her ne kadar sizi biraz yönlendirmiş görünsek de, size, kendi fikrinizi oluşturmak için fazladan bir (d) şıkkı önerdiğimizi de unutmayınız.

SON SÖZ
Aslında yukarıdaki zihinsel akıl yürütme ve iki deneye baktığımızda bu deneylere dair yanılgılarımız, küçük ve sıradan gibi görünmekle beraber, derinden düşündüğümüzde bizlere büyük ufuklar açtığını görebiliriz.

Bilmediklerimizi, ancak bildiklerimizle buldurmaya çalışan ve bize başka çıkar yol bırakmayan, akıl yürütme esnasında, bir anlamda zihnin bize sunduğu (dayattığı) bu analoji sürecine kendimizi o kadar kaptırırız ki, araya başka değişkenlerin girip de, inandığımız modelin doğru olmadığını görene veya biri çıkıp da gösterene kadar o kararımızda (dolayısıyla, inanışımızda) üsteler dururuz. Bazen görmek de yetmez; Max Planck’ın, yazının başındaki özdeyişte dediği gibi kuşaklar geçmesi gerekebilir. Zaman gelir, küçücük bir etkenin/değişkenin, kafamızdaki kocaman ve değişmez dediğimiz yerleşik modeli (dogmayı) darmadağın ettiğine inanmak istemeyiz, zorlanırız.

Kendimizi, bir an için bugünkü bilgilerimizden uzak, Galileo zamanına götürelim ve onun çevresindekilerden biri olarak düşünelim. Galileo’nun anlattıkları hakkında ne düşünürdük acaba? Hele bir de, sahip olduğumuz düşüncelerimizi tehdit altında hissettirirlerse, Giordano Bruno gibi gökbilimcileri yakanlardan veya en azından yakılmasına onay verenlerden olur muyduk?

Düşünün ki bir gün, çalıların arasındaki bir yolda gidiyorsunuz ve bir saat buldunuz. Sonra saati merak ettiniz, arka kapağını açtınız. Çarklar ve bu çarkların sağladığı bunca düzene bağlı akrep, yelkovan ve saniyenin düzenli hareketlerini gördünüz. Zamanı tamı tamına gösteren bir alet. Bir insan yapımı. Şimdi düşünelim. Eğer bu düzendeki bir aleti bir insan yapmışsa, bunca gezegenleri, yıldızları ve bunların aralarındaki ilişkiyi sağlayan düzeni yaratan bir kuvvet olmalı(!) diye düşünürüz. Öyle değil mi? Hele bir de adınız William Paley ise bu analojiyi kurmak sizce de makul(!) değil mi?
Bildiğiniz bir bilmece ile bitirelim yazımızı.

Bir kalem ile bir silginin toplam fiyatı 1 lira 10 kuruş. Kalem, silgiden 1 lira fazla olduğuna göre, kalemin fiyatı kaç lira? Evet evet, cevabını zaten biliyorsunuz. Ama lütfen düşünün, bu bilmece ile ilk defa karşılaştığınızda, önce doğruyu bulduğunuzu düşündünüz ve cevabı “1 lira” olarak verdiniz, sonra da doğruyu öğrendiğinizde biraz da olsa afalladınız değil mi? Kim bilir, gerçekten de, siz, ilk defa da problemi çözmüş olanlardan olup yanılan biz olabiliriz. 

Bir düşünelim. Basit dahi olsa, böyle küçük bir problemi çözmemiz için aklımız olduğuna göre, beynimiz bu konuda neden yardımcı olmaz da bizi şaşırtır dersiniz? Galiba, bunun cevabını, matematik problemi çözmek için değil, her zaman doğru olmasa da bize kestirme yollar buldurtup, hatta dogmatik düşündürüp hazır kalıplara sadık kalmamızı ve bu sayede hayatta kalarak çevreye uyum sağlamamız için beynimizi, kendi koşulları ile oluşturan evrimde aramak daha mı doğru olur? Ne dersiniz?

Erol

(*) Eagleman, David., Incognito, Domingo, BKZ Yayıncılık (2013), sh:56

13 yorum:

  1. Varlığın başlangıcı yoktur, olamaz. Varlığın dönüşümünün, nitelik-biçim değişikliğinin başlangıcı olabilir. Öncelikle şunu bilmeli ve kabul etmeliyiz: Bir şey hep vardı. Çünkü hiçbir şeyin olmadığı bir yokluktan bir şeyin varolması mümkün değildir. Yani, “başlangıçta hiçbir şey yoktu” diye düşünülemez. Bu konuda öne sürülen “false vacuum” ve benzeri iddialar temelsizdir. Mutlak yoklukta vakum dalgalanmaları oluşamaz. Bunun için de bir varlığa ihtiyaç vardır. Ama mutlak yokluk olarak düşünülmediği takdirde ilk enerjinin vakum dalgalanmalarıyla oluştuğu söylenebilir. Örneğin Victor J. Stenger’in görüşü bu yönde.

    Öyleyse bir başlangıç olamaz ve başlangıçta yokluk olsaydı bugün hiçbir şey olmazdı. Demek ki hep bir şey vardı ve bir şey var olduğuna göre yokluktan söz edilemez. Ya da yokluğun tanımı, o şeyin kapsamının dışı olarak tanımlanabilir.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. (Sayfa 1)

      Sayın Fatih,

      İfadenizdeki gibi “Öncelikle şunu bilmeli ve kabul etmeliyiz:…” diye bir düşünce ile başlarsanız, geriye, konuşacak, irdelenecek, araştırılacak bir şey kalmaz. Tüm kapıları kapatmış olursunuz. Ortaya bir sav koyduğunuz zaman, en azından matematik modelini de koyunuz ki, elimizde irdeleyecek bir şeyler olsun. Yani modelinizin değişkenlerinin ne olduğunu, sadece kelimelerden ibaret bir söz dizimi değil, parametreleri olan ve bu parametrelerin de doğada iyi veya kötü bir karşılığı olan tarafı olsun. Bu parametreler ve değişkenler, doğada bir şeyleri temsil etsin. Diğer bir ifadeyle, evren, birbirleriyle tutarlı olarak ortaya konan modellerle araştırılabilir. Ortaya koyacağınız model (bir diferansiyel denklem, bir seri, topoloji veya her ne ise) bu anlamda olmalı ki en azından vardan yok veya yoktan var olup olmayacağını sizin sözlerinizden bağımsız olarak birileri inceleme fırsatı olsun. Ortaya koyduğunuz model, yanlış bile olsa, başka birileri alıp o modeli deneyimleyebilmeli, evrende bir karşılığının olup olmadığını görebilmeli. Aksi halde sadece felsefe olacaktır.

      Newton bile, kendi zamanında, inançlı biri olmakla beraber, en azından kütleler arasındaki çekimin, kütle değerlerinin çarpımın, kütleler arasındaki mesafenin karesi diyebilmiş. Kaldı ki, Newton’un bulduğunu bildiğimiz F=G*(m*M)/d^2 formülündeki G, evrensel çekim sabitine ait değerin ne olduğu konusunda bile bir fikri yoktu. Çünkü, bu değeri o zamanlar, ölçebilecek düzenekler yoktu. Dediğim gibi, en azından varsaydığı bir şey için modeli vardı.

      Bugün, bilim insanları, kuantum diye bir şeyi ortaya attıkları zaman, en azından ortaya bir model koyuyorlar. Modelleri doğru olabilir, kısmen doğru olabilir veya kökten yanlış olabilir. Modelin, yanlış mı doğru mu olduğunu anlamak için de, modelin her bir değişken veya parametresini, deneyimleyemeden bu anlamda kesin bir hüküm koymuyorlar.

      Einstein bile, ortaya özel görelilik teorisini ortaya attığı zaman, yıllarca, diğer bilim adamlarının peşinden koşup onları, güneş tutulması için uzak ülkelerde kamp kurmaları için ikna etmek için çabaladı durdu. Ve bu bilim insanlarından, güneş tutulmasını izlemek için gittikleri o zamanki iç savaş nedeniyle Rusya’da başlarına gelmedik bela kalmadı. Nice yıllar sonra Einstein, teorisinin evrensel karşılığının olduğu yani geçerliliği anlaşıldı.

      Adamlar, Tanrı parçacığı dedikleri cismi, altmışlı yıllarda model olarak ortaya koyduktan sonra, ne diye bunca masrafa girip CERN denen yerde bu parçacığı arasınlar ki? Adamlar, ortaya çıkıp, kütleli bir cisim var hadi bunu araştırın deyip de CERN’deki araştırmaları yapmıyorlar. Ortaya, daha evvelki yıllarda başka bilim insanlarının elde ettiği birikimlerle, ortaya koydukları denklemlerle, modellemelerle bu kanaate varıyorlar. Ancak bu kanaatlerini ispatlanana kadar, sizin dediğiniz gibi mutlak anlamda doğrudur veya yanlıştır demiyorlar. Bunu, sizin ifadenizdeki “Bu konuda öne sürülen “false vacuum” ve benzeri iddialar temelsizdir” şeklindeki ifadenize karşı söylüyorum. Bu tür hükümler veremeyiz. Teoriler, ispatlanana kadar genel geçerliliğinden söz edemeyiz. Kaldı ki, Newton zamanındaki formülasyonlar, Einstein denklemleri ile ya genişletiliyor, ya da belli durumlarda geçersizliği ortaya çıkıyor. (Yüksek hızlarda olduğu gibi) Kaldı ki Eintein’in teorisinin mutlak geçerliliğini kim iddia edebilir. Yarın biri çıkar da başka bir şey söyler ve bunu da modelleyip ispatlarsa, Einstein’in modeline dogma olarak sahip mi kalmalıyız?

      Sil
    2. (Sayfa 2)

      Yukarıda, balon deneylerinde en azından, fren yaparken, veya sürücü gaza basarken kütleye kazandırılan ivmeyi yani bilinen F=M*a bağıntısını yani modelinin geçerli olduğunu biliyoruz. Yani, ortada bir model, bir denklem var.
      Söz gelimi, aynı boruya bağlı iki balon deneyi öylesine bir deney değildir. Varsayımdan öte, gazların davranışlarına bağlı olarak linkteki denklemler üretilmiştir. Diğer bir ifade ile, videodaki sadece görsel bir şölen olmayıp, evrenin bir parçası olan, balonlardaki gazların davranışları, modellenebilmiştir.
      http://en.wikipedia.org/wiki/Two-balloon_experiment
      Gördüğünüz gibi, ispatlanmış olan bir şeyin ayrıca modeli de yani denklemleri de var. Yani, sadece sözel bir sav niteliğinde değil.
      Şunu demek istiyorum. Bir varsayımınız varsa bir modeliniz olmalı. Ayrıca bu modelin kendi içindeki tutarlılığını da bizzat anlamalı ve görmemiz gerekir ki başkalarına da açıklayabilelim. Yani, modeli anlayan birilerinin, sadece sonucunu bize söylemesi yeterli değildir. Size, o modelle ilgili kanaate nereden vardığınız sorulsa, “hocam öyle söyledi, ben onun yalancısıyım “ deme şansımız olamaz. Bu kişinin, sizin tarafınızdan ne derece sevilip, sayılıp güvenildiği de önemli değil. Daha evvel de dediğim gibi, o savın modeline bizzat vakıf olmalısınız. Nasıl ki, okulda, sınav esnasında size fizik ile ilgili bir soru sorulduğunda, çözebilmeniz için o konuyu irdelemiş olmanız gerektiği gibi.(ezber çözümleri kastetmiyorum.)

      Dikkat etti iseniz, CERN’deki deney tamamlandığında, veri yığınları, başka akademik kurumlarla da paylaşılarak istatistiksel analizleri yapıldı. Deney tamamlandığı zaman bile ilgili parçacığı bulduk diyemediler. Aradan aylar geçtikten sonra, yapılan model incelemelerine baktılar ve “evet, bulduk” dediler. Peki yüzde yüz bulduklarını söylediler mi? Hayır, ne yaptılar, yüzde yüz olmayan ancak yakın bir olasılıkla bulmuş olabileceklerini söylediler. Çünkü partikül seviyesine inildiğinde artık, günlük hayatın sürekliliği geçerli olmuyor, olasılıklar başlıyor.
      Şimdi şunu sormak gerekir. Evreni oluşturduğunu düşündüğümüz alt partiküllerin dünyasına girildiğinde, CERN’dekilerin, önlerindeki milyonlarca veri yığını olduğu halde, yüzde yüz bulduk diyemedikleri bir ortamda, sizin, ifadelerinizdeki kesinlikten nasıl emin olduğunuz da ayrı bir konu.

      Tekrar etmek gerekirse, ortaya bir sav koyduğunuz zaman, bunun irdelenebilir bir modeli olmalı. Yeterli mi? Model veya yasayı kim ortaya koydu ise, sadece onun tekelinde mi olmalı? Yani, o kişi söyledi diye doğru mu kabul edilmeli? Hayır. Peki ne olmalı?. Bu verilerin, alanında uzman, birçok kurum ve kuruş tarafından deneyimlenmiş olması gerekir. Yeter mi? Yetmez. Elde edilen sonuçların, bilinen diğer evrensel yasalarla tutarlı olması gerekir. Eğer gerekirse, daha evvel bilinen ve doğruluğu kabul edilen yaslar bile yanlış olarak addedilip, değiştirilebilmeli, düzenlenmeli veya toptan çöpe atılmalı. Taki daha geçerlisi olduğuna inanılan gelene kadar. Peki bu inanış, inanıldığı için mi? Hayır. Nedir? Karşılığı doğada olduğu için olmalıdır. Yeter mi? Yetmez. Eldeki verilerin, kanıksanması gerekir. Bizler, CERN deneylerini basından ve teknik dergilerden takip ettik. Sonra, bizler için konu soğudu. Peki, konu üzerinde çalışanlar da, makineleri kapatıp evlerine mi döndüler. Hayır. Hala, veriler üzerinde kanıksama ile ilgili müzakereler yapıyorlar.
      O halde evrene ait bir sav ortaya konduğunda, bunun bir modeli veya meta modeli oluşturmak için bir çok alt model olmalı. Bilim insanları, modellerindeki değişken veya parametrelerin evrendeki hangi fizik yasalarını temsil ettiğini söyleyebiliyorlar. Yani, gelecekte, toptan bir şekilde, ürettikleri bir model, çöpe de gitse bir model koyup üzerinde çalışabiliyorlar. Çünkü, ortada sadece söz olur ve model olmazsa, hangi değişken veya parametrenin, evrende bir karşılığı olup olmadığını nasıl anlayacaksınız? Öyle değil mi? Aksi halde, dilin kemiği yok misali herkesin kendine göre bir düşüncesi, ama sınanamaz bir düşüncesi olacaktır.

      Sil
    3. (Sayfa 3)


      Şuna karar vermek gerekiyor. Sizin beyninizin yarattığı bir evren modelini mi araştırıyorsunuz? Eğer böyle ise, sizin, zaten çok önceden dogmatik olarak koyduğunuz kurala uyması için ortaya koyduğunuz varsayımı eğip büküp istediğiniz gibi oynayabilirsiniz. Yok, eğer beyninizin yarattığı ve kendinizin, önceden, siz öyle istediğiniz için konmuş kurallara uygun bir evreni araştırmıyorsanız, o zaman, evrenin, ön yargısız ve dogma içermeyen bir modelini kurmamız gerekir. Gerekirse, yanıldığımızda bu modellerin yanlışlığını, “söz ağızdan çıkar” düşüncesini tamamen bir kenara bırakıp, kendi yanlışımızı görebilecek cesaretimiz de olmalı. Benim zihnimde yarattığım ve evrenin modeli böyle olmalı gibi zihinsel şemalarla değil, aksine, evrenin benim beynimdeki temsil şemaları ile evreni araştırabilir modellerimiz olmalıdır. Ve bunlara kesin gözüyle de bakamayacağımızı kendimize söyleyebilmeliyiz. Şu halde, geçerli olsun veya olmasın ortaya koyduğunuz savın bir modeli var mı? Eğer bu bir modelse, doğruluğu için de kesin olduğuna dair bir hükmü nasıl söyleyebiliyor olmanız da ayrı bir konu.

      Yazımla ilgilendiğiniz ve yorum yazdığınız için ayrıca teşekkür ederim.

      Sil
  2. fizik deneyleri üzerinden tanrının varlığını ya da yokluğunu kanıtlamak tornavidayla mail atmak gibi bir şey. Hatta şu spiritüel hadiseler bile daha mantıklı, en azından bakma biçimlerinin değişiminde ısrar edip duruyorlar.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sayın İndieminor,

      Bu ve benzeri yazılar, bilimde olduğu gibi, hiçbir bilgimizin olmadığı konular ile ilgili değil, öncelikle elimizin altındakilerle, laboratuvarda deneyimlenebileceklerle yani zaten bilinen konuları derleyerek neler yapıldığını göstermeye yöneliktir. Evreni anlamak için onu (evreni) kafamızdaki değişmez şemaya uydurmak değil, evreni iyi anlayabilmek için, kafamızdaki “değişmeyen” şemalardan olabildiğince kurtulmak ve hatta gerekiyorsa, defalarca da olsa zihnimizdeki bu şemaları değiştirebilme cesaretini gösterebilmektir. Ve sizin bugün kullandığınız teknoloji bilgi bunun ürünüdür.

      Diğer taraftan, geçmiş dönemlerde dumanla, ateşle ve benzeri şeylerle olan bilgi iletişimini bir kenara bırakırsak, önce telgrafla kodlanmış bilgiyi, sonra telefonla analog olarak sesi, daha sonra televizyon ile görsel bilgiyi ve devam ederek bilgisayar ortamı ile kodlanmış bilgiyi bir taraftan bir tarafa taşımak sırasıyla gerçekleşmiştir. Aşağıda, bilgi sahibi olduğunuzu düşündüğüm ve bir-iki siteden size yol gösterici olsun diye yaptığım alıntılarda, fotonun ışınlaması hakkında bilgi bulacaksınız.
      Dolayısıyla, değil, tornavida ile mail göndermek, tornavidanın kendisinin bile bir taraftan bir tarafa ışınlanarak gönderilmesini görmek istiyorsanız bunun için ya sabırlı ya da biraz uzun ömürlü olmanız gerekebilir. Bilimsel çalışmalarla elde ettiğimizi düşündüğümüz bilgiler, sadece bizim gördüklerimiz ve bizim ömrümüze sığdırabildiklerimizle geçerli değildir.

      Gelecek kuşakların neler görüp de, bugün için sizi şaşırtabilecekleri de en az, tornavidanın mail göndermesi düşüncesi kadar hayal edebilirsiniz.

      Size, deneyi zaten yapılan ve öylesine bir iki siteden aktardığım aşağıdaki alıntıları okuyacağınıza eminim. Yabancı veya Türkçe istediğiniz herhangi bir sitede bulabilirsiniz. Yazıların kaynaklarına baktığınızda deney düzeneklerini de görürsünüz.

      Bir siteden alıntı.
      “Bilim adamları kuantum seviyesinde gaz atomlarını bir noktadan başka bir noktaya ışınlamayı başardı! Şimdi ise atomlara yüklenen bilgileri fotonlar yoluyla ışınlamaya çalışıyorlar. Peki nasıl mı? Atomlar ışınlanabiliyorsa, insan vücudu da atomlardan meydana geliyorsa, insanlarda ışınlanabilir mi?”.

      “Araştırmacılar yıllardır bir kuantum seviyesinde (kubit) ışıktan ışığa bilgiyi ışınlamaya çalışıyor. 2006’da Niels Bohr Enstitüsü’nde ki araştırmacılar ışık ve gaz atomları arasında ışınlanma olayını gerçekleştirmişti. Şimdi ise bu araştırma grubu iki gaz atomu arasında bilgiyi ışınlama yoluyla taşımayı başardı. Bunu bir veya birkaç kere değil, kalıcı ve sürekli olarak gerçekleştirebiliyorlar. Sonuçlar “Nature Physics” adlı bilim dergisinde yayınlanıyor.

      Başka bir siteden alıntı.
      “Çin’in Hefei kentineki Bilim ve Teknoloji Üniversitesi araştırmacıları, kuantum ışınlaması alanında rekor kırdı. Juan Yin’in başını çektiği ekip, 16 kilometre mesafeyle gerçekleştirilen geçmiş rekoru 81 kilometre geliştirdi.

      Bugün fotonu ışınlayan bir bilimsel disiplin, yarın sizin tornavidanız ile değil mail atmak, bizzat tornavidanın kendisini ışınladıklarında ben pek şaşırmam. Ya siz?

      Dediğim gibi, sadece sabır.

      Yazıyı okuduğunuz için ayrıca teşekkür ederim.

      Sil
    2. Tanrının başlangıcının olmaması zaman düzleminde bir dairenin etrafında döndüğü anlamına mı gelir... Yoksa zaman tanrı için bir noktadan mı ibarettir? Karar veremedim.

      Sil
  3. Eğer Termodinamiğin Enerjinin sakınımı kanunu evrende ve varsa evren ötesinde de geçerliyse, yani “Enerji yoktan var edilemez ve yok edilemez, ancak şekil değiştirebilir.” ise; Hep varolan şeyin enerjisi, bugün varolan enerji ile aynı büyüklüktedir. Hep varolan bu muazzam enerji kapasiteli şey, bugün gördüğümüz-göremediğimiz tüm varlıkların kaynağıdır. Ondan oluşmuşlar, ondan değişime-dönüşüme uğramışlardır. Hep varolanın belirgin bir değişime-dönüşüme uğramazdan önce bilinçli-iradeli-kudretli olması konusuna gelirsek, muazzam enerji kapasitesinden dolayı kudretli olduğu söylenebilir ama bir bilinç ve iradeden söz edilemez. Çünkü kendiliğinden bir bilinç ve iradenin varolması mümkün değildir. Dolayısıyla dinlerin inancındaki bilinçli-iradeli tanrı tezi kanıtlanamaz. Bilimin ulaşmak istediği bilgi, bu varlığın belirgin bir değişime uğramadan önceki hali ve evrenin oluşumuna değin geçirdiği aşamalardır. Hepimizin de bilmediği ve merak ettiği konu budur. Bir anlamda bugün “doğa” olarak adlandırdığımız gücün-varlığın, evrenden önceki ya da big bang ve big crunch döngülerinin başlangıcındaki halidir ki; eğer bu döngü sonsuz olarak nitelendirilebilecek bir süreçten beri mevcutsa bu bilgilere ulaşabilmek olanaksız olacaktır.
    Bilim, bize her şeyin Big Bang ile başladığını söylüyor ve bugüne dek neler olduğuna dair önemli bilimsel kanıtlar da veriyor. Ancak big bang öncesine ilişkin hiçbir şey söyleyemiyor, söylemesi de olası görünmüyor.
    Bertrand Russsel, “ Bilim bildiklerimiz, felsefe ise bilmediklerimizdir ” demişti. Yani, bilim gözlemlenebilen, deneylenebilen ve kanıtlanabilen konularda bizi aydınlatabilir. Bilinmeyen ve bilinmesi olanaksız konular felsefenin alanına girer. Dolayısıyla big bang öncesine ait konularda bilimsel felsefe devreye girecektir. Bilimsel bilgiler temel alınarak akıl yoluyla fikirler üretilecek ve en doğru, en bilimsel fikre varılacaktır

    YanıtlaSil
  4. Devam:
    Bu fikirlerden biri de evrenimizden başka evrenler olabileceği tezidir. Hatta sonsuz sayıda evren olabileceği de fikirler arasındadır. Biz kendi evrenimizin büyüklüğünü tahayyül edemezken sonsuz sayıda evreni algılayabilmek mümkün değil. Çok müthiş birşey. Ama gerçek olması çok zayıf olasılık.

    Birden fazla evren fikrinden yola çıkıldığında büyük patlama yerine büyük çarpışmanın olmuş olabileceği de söylenebilir. Gözlemlenen genişleme bu çarpışma neticesi oluşmuş olabilir. Tabi bu fikirler varlığın sebebinin aydınlatılmasını daha da zora sokar. Dolayısıyla şunu söyleyebiliriz: Evrenin oluşumunun sebebi, varlığın mevcudiyetinin sebebini açıklamayabilir.

    Ancak bir gerçek var ki daha önce de değindiğimiz mutlak yokluk, hiçlik yoktur ve bir varlık hep vardı, dönüşüme-değişime uğradı ve evrenimiz oluştu. Farabi ve İbni Sina gibi düşünürler, südur teorisiyle tüm varlıkların bu ilk varlıktan taştığını, oluştuğunu öne sürmüşlerdi. Bu kaynak varlık fikri panteizmin tanrı inancına benziyor. Bilime de pek ters düşmüyor. Ama dinlerin mükemmel yaratıcı inancına uymuyor. Yaratıcı bir tanrı öne sürebilmek için ilk varlığın bilinç ve irade kazanacak şekilde bir değişime-dönüşüme uğradığına dair bir tez ileri sürmek gerekir. Ama dinler tanrının ezelden bilinçli olduğu iddiasındadırlar. Saf enerjide bilinç olabilir mi? Buna kesin bir yanıt vermek mümkün değil. “Enerjinin değişiminden bilinçli bir üstün varlık çıkar mı?” sorusuna ise olumlu yanıt verilebilse dahi, “Üstün varlık çıkabiliyorsa, şimdiki mevcut varlıklar da çıkabilir.” denebilir.

    YanıtlaSil
  5. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  6. google "süveyda ölüdeniz" araması sayfa 4/3 ten geldim buraya ve burada düşüncelerimiz buluştu, Ya da sizin düşünceleriniz yazımlarınız ,aktarımlarınız ve diğerlerinin yorumları benim gözlemim ile de buluştu,
    ama aslında düşüncelerimiz buluşmadı,
    Sadece; soyut-somut, düşünsel, duyusal, imgesel duyuşlarınızın seslerden yapma, ifadelerden yapma kelimelerle nesnelleştirmeniz ile buluştum; Öncelikle, soyut yada düşünsel ifadelerimizin kavramsallaştırmasının, evrensel ya da hatta enerjinin, varlığın, evren ötesi doğasıyla ne kadar uyumlu olduğunu örtüştüğünü ya da gerçekliği ne kadar yansıttığını bile bilmiyoruz; Sizin ya da benim ya da diğerlerimizin duyuşsal-hissedişsel-düşünsel edinimlerini yani aslında soyut olanda düşünün yaptığı açıları, enerji üzerindeki-varlık üzerindeki düşüncenin gezinimini ve dalgalanımını ne kadar aktarabildiğini, ne kadar kavramsallaştırabildiğini ve nesnelleştirebildiğini bilmiyoruz; soyut kavramsallaştırmalarımızın evrensel-evrenötesi, ölçüsel-değersel matematiksel değerlemeleri mi var; Yokluk ifadesini nesnellikle mi yarattık, Evrende mi gözlemledik;
    Kahroluyorum,
    madde de, fiziksellikte gerçek arıyorsunuz,
    Ama aslında düşünceniz ve gerçekliğiniz bunu yapmıyor ama ifadenizin yanılgısı bu;
    Aksini yazsam karşıtlanacağım,
    Çünkü mistiğim ya da ruhsalım ya da bilim-din-materyalizm, tanrı, hepsi (düşünce) çöplüğümde
    Çünkü nesnel ifadelerinize, biliminize, denklemlerinize sizin kadar hakimde değilim;

    Fizikselliğin ya da gerçekliğin bi ilüzyon olduğunu düşünmekte ne var, Neden maddede fiziksellikte gerçek arayayım;
    sonsuz gerçeklik/alternatif gerçeklik olabileceğini, gerçekliğin olası sonsuz parametre ile tasarlanmış, tasarlanıyor ya da tasarlanabilecek olduğunu düşünmekte ne var, Tasarlayanda benim deneyimleyen de benim, bundan güçlü hiç bir bilimsel, akılsal, mantıksal, mistik, ruhsal, bilmem nesel parametre yok, görmek istiyorsanız kör gözünüzü açın, Ve böyle yazdığım için bağışlayın; Ya da ne istiyorsanız yapın;
    Bilim adı, bilim anlayışı gerçekten bilim mi?
    Bence bilim ruhsaldır da mistiktir de
    Ne mistisizmi, ne o büyük ifadeyi "sezgi" ifadesini ne de felsefeyi dışlamayınız; Çökeriz, Zaten olmayanımızda çöker;

    Aklım uçuyor, hiç bi şey yapamıyorum;
    Tüm bu olan bu karanlık bu nedir bilmiyorum, çığlık çığlık yanıyorum
    Yazan yazmayan, anlayan anlatamayan aklım yansın; bu nedir?

    YanıtlaSil
  7. acil yardım lütfen !! içi hidrojen dolu balonun arabadaki hareketini açıklayan formül lazım lütfen

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sayın Recep Ay

      İçi helyum dolu balon için aşağıdaki linklerden veya bu linklerin yönlendirdiği diğer kaynaklardan aradığınızı bulabileceğinizi düşünüyorum.

      http://users.df.uba.ar/sgil/physics_paper_doc/papers_phys/mechan/centri2.pdf
      https://uk.answers.yahoo.com/question/index?qid=20100513123757AAkT2Ub
      http://io9.gizmodo.com/prepare-to-have-your-mind-blown-by-a-balloon-and-a-mini-1565303363
      https://www.quora.com/Why-does-a-helium-filled-balloon-in-a-motionless-car-move-forward-when-the-car-accelerates
      https://www.reddit.com/r/askscience/comments/2ks3bd/if_it_wasnt_for_air_resistance_would_balloons/

      Birbirine bağlı iki balon deneyi için ise aşağıdaki linki kullanabilirsiniz.

      https://en.m.wikipedia.org/wiki/Two-balloon_experiment



      Sil