Benim Boynum İpten

Yorum Yok
Breathe me, everytime you close your eyes 
Taste me, everytime you cry 
This memory will fade away and die 

Şarkının ilk nakaratlarına girmek üzereyken, ahşap platformun ucuna kadar geldi İlker. O kadar zorlamıştı ki sahnenin sınırını, siyah botlarının burnu boşluktaydı ve sadece kalın topuklarıyla basıyordu ahşap platforma. Bacaklarını birleştirmiş, göğsünü şişirmiş, sağ elindeki mikrofonu kırmızı kablosundan sallandırırken; kızarmış, kısık gözlerindeki yarı saydam tabakanın arkasından meydan okuyordu dinleyicilerine.

How many times, 
How many times?
Now I can look you in the eye, 
Now I can look you in the eye!

Salondakilerin çoğuna aşinaydı gözleri. Hepsi fabrikada seri üretilmiş gibiydi. Sırtı ıslanmış beyaz gömlekler, sahte taşlı kolyeler, sivri burunlu cilalı iskarpinler, çingene pembesi elbiseler, içinden etli parmaklar fışkıran burnu açık topuklular, her gün kesilmekten sertleşip zımparaya dönmüş kirli sakallar, sıcaktan yüzlerine bir yağ tabakası çalınmış gibi parlayan memnuniyetsiz suratlardan ibarettiler. 

Hep aynı insanlar, hep bu mekana gelir, aynı içkileri içer, aynı dumanları solur, aynı şarkılara eşlik eder, aynı dansları yapar, aynı hormonlarla sırılsıklam olur ve her gecenin sonunda ‘hep aynı şarkıları çalıyorlar’ diye burun kıvırır, şikayet ederlerdi. Yeni bir şarkı duyduklarındaysa hemen yüzlerini ekşitir, sıkılır, başka mekanlara gitmek isterlerdi. Aceleleri vardı eğlenmek için. Tüm hafta, soğuk beton bloklar, dev camlar, granit tabanlar, lake masalar, lcd ekranlarla çevrilmiş sentetik bir dünyada bordrolu köleler olarak çalıştırılırlarken, hafta sonunu hayal eder, tüm ezilmişliklerinin acısını tek bir günde çıkarmak isterken nasıl bir ucubeler ordusu olduklarını asla fark edemezlerdi. 

Aynı kısır döngü başa sarmadan önceki tek günde, içebildikleri kadar içmeli, olabildikleri kadar sarhoş olmalı, hayallerindeki erkek ya da kadını, bulamayacaklarını bile bile aramalı, en sonunda o kadar hazırlık boşa gitmesin diye içlerinden bir tanesini kapıp kimin evinde çiftleşeceklerinin gizli mücadelesini vermeliydiler. Mühim olan çarşafları kimin yıkayacağıydı!

Müzik beğenilerini, kalın enseli yapımcıların paralarını saçarak oluşturdukları en iyiler listelerindeki solaryum şarkıcılarının, birbirinin kopyası ucuz, dijital şarkılarıyla belirleyen bu duygusuz robotlara başka ne çalınabilirdi? ‘Alın size hiç bilmediğiniz bir şarkı!’ diye geçirdi içinden İlker öfkeyle. Mikrofonu salona doğru uzattı, öne doğru uzanarak: ’Şimdi sizde!’ diye bağırdı. Hayatı boyunca hiç mikrofon uzatmamıştı seyirciye. Şarkı söylemek onun işiydi, seyirci dinlemeliydi. Şimdi söyleyemesinler diye yapmıştı bunu. ‘Haydi Pink Bar!’ diye üsteledi. Sahi, kitleye bulundukları mekanın ismiyle hitap etmeyi akıl eden ilk salak kimdi?

How many times, how many times?
Now I can look you in the eye, now I can look you in the eye!

İnsanlar anlamamışlardı, on beş dakika öncesine kadar ezbere bildikleri o saçma şarkılarla kendilerinden geçmişçesine dans ederlerken, İlker tüm havayı değiştirmişti birden. Gecenin sonuna doğru birkaç duygusal şarkı çalındığı olurdu ama eğlencenin en yoğun olduğu bu saatte görülmüş şey değildi. Uzattığı mikrofona anlamsız gözlerle bakan insanların şaşkınlığından tuhaf bir haz duydu İlker. Mikrofon onundu. ‘Siktir et’ diye geçirdi içinden. Şarkının hakkını vermek gerekirdi. Bugün yalnızca kendisi için, sahnedeki son gününün şerefine söyleyecekti. Şarkının son bölümüne doğru yükselen partisyonlarla birlikte karnına doğru eğildi, diyaframını sıkıştırdı ve kuyruğuna basılmış bir kedi gibi dört dönerek söylemeye başladı nakaratları. 

Şarkı bittiğinde salona arkası dönüktü. Diz çökmüş yere bakıyor, nefeslenmeye çalışıyordu. Belli belirsiz, coşkusuz bir alkış geldi sadece. Grup arkadaşları da ne olduğunu anlayabilmiş değillerdi. Şaşkınlıkla İlker’i izliyor, birbirlerine sorgulayan gözlerle bakıyor, alışkın olmadıkları bu durumu kanıksamaya çalışıyorlardı. Mekan sahibi Ahmet de program saatinde çıkmayı pek sevmediği ses izolasyonlu ofisinden çıkıp gelmiş, barın kısa kenarında bulduğu boş bir yere dayanmış ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Baştan aşağı simsiyah takım elbisesi, yaraları yüzünden yer yer köseleşmiş kirli sakalları, dehşet saçan kıpkırmızı gözleriyle kendi mekanının konseptine hiç de uygun değildi. Onu gören bir tek davulcu Rıdvan olmuştu. ‘Haydi bakalım şimdi boku yedik işte’ diye mırıldandı kendi kendine. Yeni şarkı için sehpasından gitarını alan İlker’e seslenmeye çalıştı ama İlker’in kimseyi duymaya niyeti yoktu. Gitarının akordunu dikkatlice düzelttikten sonra salona döndü, herkesin dikkatini çekmeyi başarabileceği kadar bir süre hareketsiz ve sessizce bekledikten sonra, bir arpej çalmaya başladı. Tüm grup elemanları aynı anda birbirlerine baktılar. Doğru muydu işittikleri? Mum Çocuk’tu bu!** Albümleri için hazırladıkları ve albüm çıkana kadar hiçbir yerde çalmayacaklarına kendi aralarında söz verdikleri, en iyi şarkılarıydı. Hele böyle bir mekanda! Fakat yapacak bir şey yoktu, İlker sözlere başlamıştı bile.

Her şeyden, uzak...
Gerçekten, çok yakın.
Ben hayal ettikçe olur.
Ben istersem zaman durur...

Gözlerini kapatmış, son şarkısını söylüyordu İlker. Yaşadığı hayatı, müziğe olan aşkını, emeklerini, hayallerini, kaybettiklerini birkaç dakikalık bir şarkıya sığdıramayacağını biliyordu. ‘Plan bu değildi’ diye düşündü. Böyle olmayacaktı, olmamalıydı. Yıllar sonra yaşlandığında, kendisine bakamayacak, başkalarına muhtaç duruma gelecek olursa, kendisini öldürmeyi planlamıştı hep. Çok zordu insanın kendi hayatından vazgeçmesi belki ama kendini yeterince hazırlarsa yapabilirdi. Belki gerek kalmayacaktı buna ama hayallerinde hep o ilk albümünü çıkarmak, müziğini insanlara dinletmek vardı. Ölüm anı geldiğinde yapmak için var olduğu şeyi çoktan yapmış, misyonunu tamamlamış bir sanatçı olmaktı düşlediği. Fakat bugün düştüğü bu durum daha önce aklının ucundan bile geçmemişti. Bugün bu daracık, köhne, ihtiyar barda; loş ışıkların yağ gibi akıp vücutları vıcık vıcık ettiği bu izbe yerde; bir gün gerçek müziğini, kendi müziğini çalacağı o büyük konser sahnelerine çıkıncaya kadar, sadece hayatını kazanabilmek, karnını doyurabilmek için leş kokulu, çürümüş şarkılar çalmak zorunda olduğu bu sahnede söylememeliydi son şarkısını!

Sessice yükselip göklere, dokunsam bulutlara
Her şeyden uzakta, insan ve kargaşa. Hanginiz farkında?

Ahmet’le göz göze geldi gitarıyla distortionlu riffleri çalarken son nakarattan önce. ’Ben sana yapacağımı bilirim’ der gibi bakıyordu. Bir an girdiği yolun dönülmezliğini hissetti içinde ve ürperdi İlker. Evet bitmek üzereydi her şey, gerçekti bu. Ahmet’in onunla konuşmaya fırsatı bile olmayacaktı! O sadece gecenin sonundaki hasılatı düşünürdü. Biraz sonra olacakların pisliği temizlendikten sonraki tek sıkıntısı da, ertesi gece o sahneye İlker yerine kimin çıkacağını düşünmek olacaktı. Ölü insanları dert etmezdi o, hayatı boyunca fazlasıyla görmüştü onlardan! Evet, yarın herkes olanları unutacak, hayatlarına devam edecekti. Tüm program boyunca onunla göz göze gelebilmek için kendilerini hırpalayan yeni yetme kızlar, yarın hayranlık duyacakları başka bir et yığını bulacaklardı. Arkadaşları, neler olduğunu anladıklarında şok olacaklardı belki de, çok üzüleceklerdi. Çok severlerdi onu, biliyordu. Fakat hayat bir şekilde devam edecek, kendi hayallerinin ortağı olamasalar da yeni hayaller kurup onların peşinden gideceklerdi. Babası kim bilir ne zaman öğrenecekti! Mezarına ilk kez geldiğinde üzerinde çiçekler açmış olacaktı çoktan. Kız kardeşi Esra, en çok o üzülecekti belki de. Fakat hayatının amacını asla gerçekleştiremeyecek olan Abi’sinin nasıl ziyan olacağını da en iyi o bilirdi. Çok üzülecekti ama gurur duyacaktı Abisiyle!. Annesi; bir tek ona yapamazdı bunu. Herkes unuturdu ama bir tek o unutmazdı. Canlı yüzünü güçlükle hatırlayabildiği annesinin ölmüş olduğuna hayatı boyunca ilk kez seviniyordu. Aksi olsa, bugün ölebilecek kadar özgür olamazdı!

Çıplak ayaklarıyla, koştu mum çocuk, en güzel rüyasına
Küçük bir adımla, uçtu mum çocuk, en beyaz bulutlara

Birden içinde bir sıcaklık hissetti. Bu şarkıyı bunun için yazmamıştı. Midesi bulandı, gözleri doldu. Başka şeyler anlatmak için kendi yazdığı sözler, şimdi kendisine başka şeyler çağrıştırıyordu. Ne hissettiğini kendi de bilmiyordu fakat önemsememeli, düşünmemeliydi. Her şey buraya kadardı, kabullenmiş ve bir karar almıştı. Bu Dünya’da en sevdiği şeydi şarkı söylemek. Hatta yapabildiği tek şeydi. Şarkı söylemeden yaşayamazdı! Kimse ona ‘bir daha asla şarkı söyleyemeyeceksin’ diyemezdi! O doktorun ağzını burnunu kırmadığı için pişman oldu belki bininci kez. Nasıl bu kadar duygusuz, yavan olabiliyorlardı? Gözlerinin önünde yaşarken yok olan hayatlara nasıl bu kadar kayıtsız kalabiliyorlardı? Hayır, o başka bir iş yapamazdı. Aklından bile geçiremezdi. Tüm hayatı müzikti, şarkı söylemekti. Sadece gitar çalmak da yetmezdi onu hayatta tutmaya. Başka bir çaresi yoktu. Belki on bininci kez tekrar etti Kurt’ün ölmeden bıraktığı mektuptaki son sözlerini içinden. ’Sönüp gitmektense, yanmak daha iyidir!’ Ne yazık, Kurt’un, Jim’in, Jimi’nin, Janis’in, Amy’nin, ‘Ian’ın öldüğü yaşa erişememişti daha. O çok merak ettiği yirmi yedi yaş lanetini yaşayamayacaktı. O kendi lanetini bulmuştu ama sesi asla onlar kadar çok çıkmayacak, onlar kadar hatırlanmayacaktı. O yüzden var gücüyle, kendi varoluşundan tek bir iz bırakmamacasına, boğazında sağlam kalan son ses tellerini de parçalayarak adeta, haykırdı bir tek kaydı bile olmayan son sözlerini:

Artık içerdeyim, bütün bu düş benim, benim boynum ipten, benim boynum ipten...

Şarkı tamamen bitmemişti ama vakit gelmişti, duramazdı daha fazla. Bebeğini beşiğine yatıran bir anne gibi şefkatle ve usulca bıraktı gitarını sehpasına. Arkadaşlarına bakmadı, bakamadı ve hızla indi sahneden. Herkes ne olduğunu anlamaya çalışırken, o üst kattaki kulise doğru merdivenleri çıkıyordu hızlı adımlarla. Sadece önüne bakıyor ve bitiremediği şarkısının son sözlerini, kendi son saniyelerini yaşadığının buz gibi farkındalığıyla, çalmaya devam eden arkadaşlarıyla birlikte, uzaktan, mikrofonsuz tekrar ediyordu...

Benim boynum ipten, 
Benim boynum ipten, 
Benim boynum ipten...

Çok fazla zamanı yoktu. Kulisin kapısını kendi arkasından kilitledi. Açık pencereye kaçamak bir bakış attı. Pencere arka bahçeye bakıyordu ve kış olduğu için orası kapalıydı. Kimseye bir zarar vermeyecekti. Aşağıya bakmamalıyım diye düşündü, korkuyordu. Düşünmemeliydi, düşündükçe daha çok korkacaktı. Ölümdü bu, zaten bir gün gelecekti. Şimdi o ölüme, kendi isteğiyle gidiyordu. Yaşamanın zaten bir anlamı yoktu. Hiçbir zaman olmamıştı. İnsanlar yaşam amaçlarını hazır bulur ya da kendileri belirler, o uğurda ellerinden gelen her şeyi yaparlardı. Yaşamaya tahammül edebilmenin tek yoluydu bu. O da kendi amacını bulmuş, yalnızca şarkılarını söylüyordu. Kolu kopabilir ya da bir gözü kör olabilirdi mesela. O zaman devam edebilirdi çünkü bunlar şarkı söylemesine engel değildi. Gözlerini kendi bedeni üzerinde gezdirdi, kollarını, bacaklarını inceledi. Bir hayvandı o! Zihni gereğinden fazla gelişmiş bir hayvan, bir organizmaydı sadece. Sonsuz evrende, sonsuz zamanda minicik, önemsiz, görülmez bir noktaydı. Evren için ya da dünya için bir önem arz etmiyordu. Yokluğu da varlığı kadar önemsiz olacaktı. Kendi önemini ortaya koyan tek şey bilinciydi. Bedeni öldüğünde bilinci de ölecekti. Şu an vardı, tüm bu olanları düşünüyor, hissediyor, terliyor, titriyor, korkuyordu. Fakat birazdan yok olacak ve hepsi önemini yitirecekti. Canı hiç acımayacaktı, bedeni kaldıramayacağı acılara karşı kapatacaktı algısını, biliyordu. Biraz sonra bunların hiçbirisini düşünemiyor olacağı hiçliğe karışacaktı. ‘Korkmuyorum’ diye geçirdi içinden. Korkuyordu!.. Nefes alışları hızlanmış, kalbi hızla atmaya başlamıştı. Gözlerini kapattı, ‘benim boynum ipten’ diyordu hala. Derin bir nefes aldı. Alışacaklardı.. Herkes, her şeye alışırdı. Düşünmeyi bıraktı ve son sözünü söyledi, yüksek sesle, son kez...

Benim boynum ipten!...

* Placebo - Happy You’re Gone
** Mum Çocuk, sözleri ve bestesi Kül grubuna ait bir şarkıdır. İlker karakteri ve 
öykü kurgusaldır. Gerçekle ilgisi yoktur.

keytarist 

0 yorum:

Yorum Gönder