İslam Tarihinde “Dini Söylemlerin” Katliamları Meşrulaştırma Gücü

3 Yorum
"Dini hükümleri" referans alarak uygulanan baskı ve şiddet politikasına geçmeden evvel, İslam Peygamberi Muhammed'in ölümünden sonraki ilk 50 yılda yaşanan kimi çarpıcı gelişmelere kısaca değinmek gerekmektedir.

İslam Peygamberi’nin ölümünden sonra halife olarak belirlenen dördüncü halife Ali ile Suriye bölgesinin yaklaşık 20 yıl valiliğini üstlenmiş ve dönemin etkin siyasal isimlerinden biri olan Muaviye arasında gerçekleşen Sıffın Savaşı önemlidir. Bilindiği üzere Ali’nin halifeliğini kabul etmeyen Muaviye gelişen süreç içerisinde, iktidar talebini savaşa kadar götürmüştür. Tarihi veriler farklılık gösterse de yaklaşık 70 bin insanın ölmesine yol açan bu savaşın devam ettiği günlerde Muaviye tarafından öneri olarak sunulan “Hakem Önerisi” “din eksenli söylem” geleneğinin önemli bir örneğini oluşturur. Öyle ki, savaşı kaybedeceğini anlayan Muaviye danışmalarının önerisiyle birden “din silahına” sarılmış ve “aramızdaki sorunu hakem olarak Kuran çözsün” önerisini getirmiştir. Bu amaçla Kuran Mushaflarını mızrakların ucuna taktıran Şam valisi, savaşın gidişatını değiştirmiş ve “düşmanlarını” bir anda hareketsiz bırakabilmiştir. Çünkü Ali'nin askerleri bu durum karşısında ilk başta ne kadar tereddüde düşmüş olsalar da bir süre sonra “Dini Kutsalın” hakemliğini kabul etmek zorunda kalmışlardır.

İktidar ya da dini cemaat/grupların oldukça bilindik ve sinsi bir politikası olan “dini kıssa ve buyrukları egemen kılma isteği”, kimi zaman da tamamen “beşeri” kaygılarla ve “pragmatist” bir yönelimle hayat bulmuştur. Hakem önerisi bu anlamda iktidarı ele geçirmek üzere kullanıma sokulmuş ve “kutsal paratoner” diyebileceğimiz bir işlev görerek, Muaviye’ye iktidar yolunu açmıştır. Ne ilginçtir ki aynı olayın bir benzeri bu tarihten yaklaşık 300 yıl önce Bizans’ta yaşanmıştı. Öyle ki, 312 yılında I. Konstantin, rakibi olan Maxentius’u yenmek ve iktidarı ele geçirmek için düzenli bir orduya ihtiyaç duyduğunu belirterek din adamlarından yardım ister. İhtiyaç duyulan bu yardımın arkasında ise, Bizanslı Hıristiyanların savaşa karşı oldukları için askerlik görevini reddetme gerçeği yatmaktadır. Buna karşın din adamları Konstantin’in talebi karşısında harekete geçerler ve dünyada ilk defa tek tanrılı düzenli bir din ordusu kurulur. Sayıca yeterli olmasa da kurulan bu din ordusu ile Maxentius’a karşı savaş başlatan Konstantin, zaman içerisinde savaşı kaybedeceğini anlayınca, askerlerine mızraklarının ucuna İncil’i takmalarını emreder. Muaviye’nin de yüzyıllar sonrasında uyguladığı bu taktik nihai olarak sonuç verir ve savaşı I. Konstantin’in ordusu kazanır. [1]

Şimdi şu saptamayı yapmamıza izin verin: İktidarı ele geçirmek ve egemenliği “akla” dayalı değil “ilahi” olduğuna inanılan metinlere bırakan her inanç akımı için yukarıda verilen örneklerin, bugün ve gelecekte de yaşanması oldukça olası bir durumdur. Kimi zaman sahip olunan avantajların korunması için “ilahi metin” silahına sarılabilir, kimi zaman da teokratik yönetim anlayışını gerçekleştirmek amacıyla bu yola başvurabilirler. “Kutsal Kitap” sayfaları belki dün, mızrak ya da silah ucuna sarılmıştı, bugünde modern silahların üzerinde bayrak olarak pekâlâ dalgalanabilir.

Halifeye Kayıtsız Şartsız İtaat

Emeviler dönemi ile birlikte “dini metnin” otoriter bir biçimde kitlelere dayatılmaya başlanmıştır. Gerek iktidar içi, gerekse diğer inançlar üzerinde sistematik bir biçimde kullanılmaya başlayan bu "otoriter İslami söylem" ile büyük bir kıyım ve kırım harekâtı da başlatılmıştır.

Belirttiğimiz üzere İslam tarihinde eleştirel, özgür düşüncenin “sistematik” olarak adeta yok edilmesinin başlangıcı Emeviler dönemidir. Bu noktada “ilahi” zemin bir taraftan cebriye görüşünü esas alan kader inancı ile diğer taraftan da “halifelerin” kendilerini konumlandırdıkları “statü” ile oluşturulmuştur. Öyle ki, Emeviler dönemine kadar “Müminlerin Emiri” ya da Resulullah’ın “Halifesi” olarak anılan halifeler Muaviye ile birlikte birden “Halifetullah” yani “Allah’ın Halifesi” statüsüne yükseltilmiştir. Böylelikle halife artık İslam toplumunda doğrudan Allah’ın temsilcisi olmuş, dolayısıyla da halifeye karşı çıkmak Allah’a, onun emir ve yasaklarına karşı çıkmakla eşdeğer olarak görülmüştür. Bu aşamada halifenin gücü siyasal sınırların dışına taşarak “ilahi” bir noktaya taşınmıştır. Onun icraatlarını, söylemlerini ve politikalarını sorgulamak, halifenin “misyonu” itibariyle mümkün olmaktan çıkmıştır. Böylelikle “Allah’ın Halifeleri” ile düzene/otoriteye mutlak itaat sağlanmış ve dolayısıyla sınırsız/sorgusuz egemenlik yetkisi halifelere verilmiştir. Bu arada belirtmeliyiz ki, dönemin “din bilginleri” yani ulemalar bu “itaat operasyonunun” teorik çalışmalarını ustaca hayata geçirmişler, bir taraftan Kuran ayetlerini bu perspektifle yorumlamışlar diğer taraftan da İslam peygamberine atfedilen sözler yani hadislerle halifeye mutlak itaatin ilahi emir olduğunu kanıtlamaya çalışmışlardır. Örneğin Huzeyfe el- Yeman’dan nakledilen ve peygambere ait olduğu öne sürülen şu hadis, gelinen noktanın ibretlik halini ortaya koymaktadır: “… O’nu (Emir’i) dinleyin ve emirlerini yerine getirin. Hatta sırtınız kırbaçlansa, servetiniz kapışılsa bile dinleyin ve itaat edin!”

Emeviler döneminde siyasal yapının tiranlığa dönüşüm sürecini hazırlayan faktörlerden biri de yukarıda belirttiğimiz üzere benimsenen “kader” anlayışıdır. Bu anlayışa göre dünyevi olay ve gelişmelerin arkasında Allah’ın iradesi bulunmaktadır. İnsanın eylem ve fiilleri önceden belirlendiği için de, insan için yaşadıklarına/yaşananlara saygı duymak ve devamında tevekkül içinde hayatını sürdürmekten başka çare yoktur.

Hal böyle olunca Müslüman kimse için bırakın düzenin, siyasal yapının sorgulanmasını kendi özel yaşamı için bile “eleştirel sorgulamanın” bir faydası kalmayacaktır. Dahası “sorgulama” yönelimi “kadere” isyanın bir yansıması olarak bile görülebileceğinden, insan için sabretmek ve şükretmekten başka bir çare yoktur. Yine bu anlayışa göre “Halifeler ve diğer devlet yöneticileri Allah’ın iradesi ile bu konuma getirilmişlerdir; eğer bir savaş vuku bulmuşsa bu ‘kaderde’ önceden belirlendiği için böyledir; yokluk, sefalet vb durumlar için de aynı şey geçerlidir.” Bu sebeple halifelerin icraatları ve tasarrufları da “ilahi emrin” tecellisi olarak görülmeli ve kabul edilmelidir.

“Allah İradesine” Karşı Gelenin Sonu Ölüm

“İslam inancının” iktidar mekanizması böyle kodlanınca, halifelerin uygulamalarına tepki gösterenler başta olmak üzere, egemen siyasal dairenin dışında kalan herkes, gözden düşürülmüş ve baskı altına alınmıştır. Bu çerçevede iktidarı korumak “inancı korumakla” eşdeğer kabul edilmiş, dini ilimleri gölgelediği, itibarsızlaştırdığı gerekçesiyle, bilimsel inceleme ve çalışmalara bile karşı çıkılmış; dahası “dini buyruklara” sığınılarak İslam tarihi boyunca on binlerce insan katledilmiştir. O kadar ki, İslam dininin, dini-felsefi kuram ve teorileriyle ilgilenen ve imanla ilgili soruları akli delillerle açıklamaya çalışan teolojik felsefe çalışma alanı “kelam” bile ağır eleştirilere maruz kalmış ve “hak mezhep” olarak dayatılan İslam mezheplerinin imamlarınca yerden yere vurulmuştur. Örneğin bu imamlardan İmam Şafi kelam ile ilgili şunları ifade eder: “Şirkin dışında insanın Allah’a karşı yapacağı bütün günahlar Kelâm ilminden okuyacağı bir şeyden daha hayırlıdır.” Diğer bir mezhep imamı olan Ahmed b. Hanbel’in bu konudaki sözlerinin de Şafi’den aşağı kalır yanı yoktur. Ona göre, “Kelâm sahibi asla kurtulamaz; Kelâmla uğraşan herhangi bir kimsenin kalbinde bozukluk vardır.” Ve devam eder Hanbel, “Kelâm alimleri zındıktırlar; Allah’a ve âhirete inanmazlar.” [2]

İslam tarihinde dinin, “ötekini” yok sayma, “şeytanlaştırma” ve kendini egemenliğin kaynağı olarak görme araçlarından biri de “hadislerdir” diyebiliriz. Ara bir not olarak kısaca şunu ifade etmeliyiz ki; Peygamberin ölümünden yaklaşık 250-300 yıl sonra derlenen ve kimilerine göre bir milyonu bulan hadis sayısı ile “dini otoriterleştirme” ve “iktidar anlayışına göre biçimlendirme yaklaşımı” son halini almış, anılan tarihi izleyen yıllarda “içtihat” kapısının kapanmasıyla da “çoğulcu ve özgürlükçü İslam anlayışına” en büyük darbe vurulmuştur.

Bu anlayışın önemli temsilcilerinden Gazali’ye göre, “insan bir günah işlemese de Allah yine ona azap verebilir; bu duruma Allah’ın takdiri” diye bakmak gerekir. Gazali bakın bu konuda neler söylüyor:

“Allah insanlara işlemedikleri bir günahtan dolayı da azap eder ve onlara elem verir; çünkü O, mülkünde istediği gibi tasarrufta bulunur.”

“Allah, insanların tümünü hiçbir ibadet ve itaat yapmadan da cennete koyabilir. Kimsenin bir şey deme hakkı yoktur. Allah istediğini yapar.”

“İnsanlar yaptıklarından sorulur, Allah yaptığından sorulmaz.” [3]

Namaz Kılmayana Yönelik Fetvalar

İfadelerde de açıkça görüleceği üzere bir inanç anlayışı yaratıcı tasavvurunu böyle kurgulayınca, o inancın hüküm sürdüğü yerde, adalet, vicdan, sevgi ve merhamet beklemek pek olası olmayacaktır. Şafi mezhebinin önemli gelen isimlerinden İbni Cemaa’ya göre andığımız değerlerinin olmaması da zaten büyük bir sorun değildir. Yeter ki halk sultansız kalmasın. Cemaa şöyle diyor bu konuda: “Sultanın 40 yıl zulümle idaresi bile tebaasını bir yıl terk etmesinden iyidir.” [4] Zalim sultanla ilgili böyle düşünen sadece o da değildir. Selefi/Vahhabi din yorumunun tanınan isimlerinden İbni Teymiyye de “Zalim bir idareciyle geçen 40 yıl, sultansız geçen bir geceden hayırlıdır.” diyerek, Cemaa’nın görüşleri ile kendi düşüncesinin ne kadar benzeştiğini açıkça ortaya koyuyor. Bu arada ismi geçmişken İbni Teymiyye’nin namaz kılmayan kişi ile ilgili verdiği fetvayı da aktaralım. Bu zata göre, “Namaz kılmayan kimse, namaz kılıncaya kadar dövülür ve tövbeye davet edilir. Eğer tövbe edip namaza başlamazsa öldürülür.” [5] Ne yazık ki İslam inancında namaz kılmayanın öldürülmesi gerektiği görüşü sadece onunla da sınırlı değildir. Bilakis dört büyük mezhepten Hanefi mezhebi hariç, Hanbeli Maliki ve Şafi mezhebi, namaz kılmayanın öldürülmesi gerektiğini savunur. Hanefi mezhebine göre ise namaz kılmayan kişi, namaz kılıncaya kadar hapsedilir; bazı görüşlere göre ise hapis cezasına ilave olarak kan çıkıncaya kadar dövülür.

Din ve inanç yorumu/tahlili işte bu noktada, hayati bir önem kazanıyor. Öyle ki, “Dinde zorlama yoktur.” “Sen insanlar üzerinde bir zorba değilsin.” ayetinin kitaplarında yer aldığı bir inancın mensupları, namaz kılmayan kimseyi bile katledebiliyorlar. Bu noktada anılan kimseler, ne bir sorguya ne bir eleştiriye ne de bir insani/ahlaki değerlendirmeye ihtiyaç duyuyorlar. Tıpkı Emeviler döneminde sırf Müslüman olmadıkları için kitleler halinde Türkleri katleden “Müslümanlar” gibi. Prof. Dr. Zekariya Kitapçı’ya göre Buhara’da sadece bir günde Emevi askerlerince katledilen kişi sayısı 10 bindir. Yine İbni Esir’e göre 20 kilometre boyunca uzanan yolda, Türkler ağaç dallarına karşılıklı olarak asılarak idam edilmiştir. [6]

Ebusuud Efendi’nin Fetvaları

Bin yıl öncesinde, kendi inancında ve düşüncesinde olmayanların yaşadıkları hazin son bu idi. Emevi devlet yönetimi “Müslüman ulema”nın da onayını alarak bu kanlı istilaları gerçekleştirebiliyordu. Ama bu durum sadece Emeviler dönemiyle sınırlı kalmadı. Başbakanlık arşivlerinde bulunan Osmanlı defterlerinde bu durum açıkça görülüyor. O defterlerde yazılanlardan birkaç örnek;
  • Zülkadir Beylerbeyi’ne hüküm: İran ile ilişkisi bulunan Rafizileri (Alevileri), başka bir nedenle suçlayarak öldürün. Yalnız Rafizi olanları ise hapsedin. Sonucu da başkente bildirin. (29 nolu Müimme Defteri; tarih 1576 Belge No:488)
  • Aynı defterden 489 numaralı ferman özeti: İran ile alakası bulunan Alevilerin gizlice araştırılması. Bunların başka bir bahane ile idam edilmesi.
  • 488 numaralı ferman, Bozok Beylerbeyi’ne hüküm: Kızılbaşlılıkla suçlanan kişilerin yazıldığı defter suretleri gönderilmişti. Bu kişiler soruşturulsunlar, Kızılbaşlılıkları gerçekse, idam edilsinler. Lakin yalnız ithamla kalmışsa, (Kızılbaş oldukları kanıtlanamamışsa) bunlar Kıbrıs’a sürülsün.
Karşıtını, “kutsal din ve devlet” anlayışına sığınarak “yok etmeyi” kendine hak gören bu anlayış, kimi zaman “güvenlik” gerekçeleri ile kitlesel katliamlara imza atarken kimi zaman buna bile gerek duymadan “din” adına ölüm fetvaları yayınlayabilmiştir. Osmanlı devletinde kadılık, kazaskerlik ve şeyhülislamlık gibi önemli devlet görevlerinde bulunan ve yaklaşık 30 yıla yakın bir süre imparatorluğun en yüksek din makamı olan şeyhülislamlık görevini yerine getiren Ebusuud Efendi bu gerçekliğin en belirgin örneğidir. Bakın bu zat o dönemde sorulara verdiği cevaplarla hangi “kanlı” fetvalara imza atmış.
Soru: Bir kişi açıktan açığa ramazan gününde yemek yerse, sorgulaması sırasında, “özrün yokken neden yemek yiyorsun” sorusuna da “Ramazan hadistir, düzme koşmadır” diye cevap verirse ve bu sözünde direnirse ne yapmak gerekir?

Cevap: Elbette öldürülmesi gerekir.

Soru: Kızılbaş topluluğunun, dine göre topluca öldürülmesi helal midir? Bunları öldürenler gazi, bu öldürme sırasında ölenlerde şehit olur mu?

Cevap: Kızılbaşların topluca öldürülmeleri elbette dinimize göre helaldir. Bu, en büyük kutsal savaştır. Bu yolda ölmek de şehitliğin en ulusudur.

Soru: Kızılbaşların öldürülmesi, İslam sultanına (Osmanlı Padişahı) düşmanlık besledikleri için mi şarttır, yoksa başka nedenleri var mıdır?

Cevap: Bunlar hem sultana isyan ederler, hem de dinsizdirler.

Soru: “Peygamberin kimdir” denilen birisi “Bilmem” diye karşılık verirse ne olur?

Cevap: O kişi gerçek de, yalan da söylemiş olsa, kâfir olmuş olur (öldürülmelidir).

Soru: Bu konuda bazı kişiler o kişiye “Peygamber yolundan çıkma”, “Peygamberi tanı, utan” deseler, o da öfkeyle “Ben peygamberi bilmem” dese, dine göre kendisine ne yapmak gerekir?

Cevap: O kişi kafirdir, öldürülmesi gerekir.

Soru: Müezzin ezan okurken bir kişi, “bin kere seslensen, bizden sana varan olmaz” dese, ona ne yapmak gerekir?

Cevap: Bunu söyleyen kafirdir, dolayısıyla öldürülmesi şarttır.

Soru: Bir kişi, diğerine “Bana Tanrı’yı buluver” dese, diğeri de “Kuran’ı kılavuz alır, peygambere uyarsan Tanrı’yı bulursun” dese, ötekisi yine, “Onlara ne gerek var? Ben onlarsız da bulurum ya da “Buldum” deyiverse, ona ne yapmak gerekir?

Cevap: Dinsizdir, öldürülmesi şarttır.

Soru: Bir kişi diğerine selam verirken “Aşk olsun” dese diğeri de “Ya hu” diye karşılık verse bunlara ne yapılır?

Cevap: Yüce Allah’ın saptadığı selamı beğenmeyip o şekilde selamlaşırsa kafir olurlar.

Soru: Kafir düğününe “mübarek” olsun diyene ne yapılır?

Cevap: Eğer “mübarek” dediyse kâfirdir. [7]
Kızılbaşlara (Alevilere) Yönelik Fetvalar

Ebuusud’un böyle onlarca fetvası var. Bugünün Diyanet İşleri Bakanlığı gibi döneminin en büyük din kurumunu temsil eden kimsenin, inanca, sevgiye, farklı olana, kendi gibi düşünmeye bakış açısı gün gibi ortada. Yorum yapmaya bile gerek duymuyoruz. Üstelik bu konuda kendisi de yalnız değil. Yavuz Sultan Selim’in diğer bir uleması Müftü Nurettin El Hamza 1512 tarihli Kızılbaşlarla ilgili fetvasında, Ebusuud’u yalnız bırakmadığını açıkça ortaya koyuyor: İşte Hamza’nın o fetvası:
“Ey Müslümanlar, bilin ve haberdar olun ki, reisleri Erdebil oğlu İsmail olan Kızılbaş topluluğu, Peygamberimizin şeriatını, sünnetini, İslam dinini, iyiyi ve doğruyu açıklayan Kuran’ı küçük gördüler. Allah’ın yasakladığı günahları helal gördüler… Onlara sempati gösteren, batıl dinlerini kabul eden veya yardımcı olanlar da kâfir ve dinsizdirler. Bu gibi kimselerin topluluğunu dağıtmak bütün Müslümanların görevidir. Bu arada Müslümanlardan ölen kutsal şehitlerin yeri yüce cennettir.”
Ebusuud’un da hocası olan İbn’i Kemal‘in “Aleviler” ile ilgili tüyler ürpertici fetvası ise şöyle:
“...Onların (Alevilerin) burada sözü edilen ve bunlara benzeyen öteki kötü sözleri ve eylemleri, benim ve öteki bütün İslam dininin âlimleri tarafından açıkça bilindiği gibi, şeriat hükmünün ve kitaplarımızın verdiği haklarla fetva verdik ki, onlar kâfirler ve dinsizler topluluğudur. Onlara sempati gösteren, batıl dinleri kabul eden ve yardımcı olanlar dahi kafir ve dinsizdir. Bunları kırıp (öldürüp) topluluklarını dağıtmak bütün Müslümanların görevidir. Müslümanlardan ölen kutsal şehitlerin yeri cennetin en yüce katıdır, kâfirlerden (Alevilerden) ölenler ise hakir olup cehennem dibinde yer tutacaklardı.

Bunların durumu kâfirlerin -kitap sahibi Hıristiyan ve Yahudilerin- durumundan daha kötüdür. Bu topluluğun kestiği ya da gerek şahinle, gerek okla, gerekse köpekle avladığı hayvanlar murdardır.

Onların gerek kendi aralarında, gerekse başka topluluklarla yaptıkları evlenmeler muteber değildir ve dahi bunlara miras bırakılmaz.

Sadece İslam’ın Sultanının, onlara ait kasaba varsa, o kasabanın bütün insanlarını öldürüp, mallarını, miraslarını, evlatlarını alma hakkı vardır. Ancak bu toplamadan sonra onların tövbe ve pişmanlıklarına inanmamalı ve hepsi öldürülmelidir.” [8]
Toparlarsak, Yavuz Selim önderliğinde dönemin din otoriteleri Kızılbaşlarla (Alevi/Batıni) ilgili şu değerlendirmelerde bulunmuşlardır.
  • Şeriatın hükmü ve kitaplar uyarınca kâfir ve mülhiddirler.
  • Durumları kâfirlerin durumlarından daha beter ve aşağılıktır.
  • Kadınlarının ve erkeklerinin nikahları batıldır, geçersizdir.
  • Bu nedenle çocuklarından her biri zina çocuğudur.
  • Ehli din olan akrabalarından dolayı miras hakları yoktur.
  • Kestikleri hayvanlar mundar olur, yenmez. Kızılbaşlarla ilgili verilen hükümleri ise şöyle açıklamışlardır.
  • Tamamını kırıp topluluklarını dağıtmak tüm Müslümanlar için vacip ve farzdır.
  • Bunların pişmanlıklarının hiçbir değeri yoktur, katledilmeleri gerekir.
  • İnançlarına eğilim duyanlar, onlara katılmak üzere olup da yakalananlar, yardımcı olanlar da, onlar gibi kafir ve mülhiddirler, katledilmeleri gerekir.
  • Bunlarla savaşırken ölen Müslüman şehit olur ve yeri cennettir, Kızılbaştan ölenlerin yeri ise cehennemin dibidir.
  • Müslümanlar için Kızılbaşlar’ın malları, çocukları, karıları helal ve ganimettir. [9]
Yeniçeri Ocağının Kaldırılması

Yaşadığımız topraklar üzerinde bir başka inanç grubu için alınan ve taşıdığı kin, nefret tohumunun gücü oranında, bugünü bile etkileyebilen ve binlerce insanın öldürülmesine yol açan bu fetvalarla ilgili ibretlik bir hadiseye daha değinmek istiyoruz: “Yeniçeri Ocağının kaldırılması”

Hemen belirtelim ki, konumuz açısından bizim için önemli olan nokta bu süreçte “din ulemasının” aldığı görev ve “dine yaslanılarak” gerçekleştirilen politikalardır. Yoksa biz “Yeniçeri Ocağının” gerekliliği ya da o eksende bir tartışma içerisinde konuya yaklaşmıyoruz.

Kimilerince “Hayırlı Vaka” kimilerince de “Kötü/Şer Vaka” olarak bilinen Yeniçeri Ocağının kaldırılmasında tarihi kayıtlara göre, ulema açıkça taraf olmuş ve bu durumla ilgili fetvalar yayınlamıştır. Buna göre “asi” olarak nitelendirilen yeniçerilerin katledilmesinin vacip olduğu söylenmiş, bu savaşta ölenlerin ise şehit olacağı vurgulanmıştır. Olayların devamı ise şöyle gelişmiştir:
“Sancak-ı Şerif, nakilbüleşraf ve ulema eşliğinde Sultanahmet Camii’ne getirtilip minbere yerleştirildi ve İstanbul’un dört bir tarafına gönderilen tellallar, padişahı seven herkesi Sultanahmet Meydanı’nda, Sancak-ı Şerif’in altında toplanmaya çağırdılar. Tellallar, ‘Ehl-i İslam olanlar Sancak-ı Şerif’in altında toplansınlar ve Halife’ye itaat nuruyla aydınlansınlar Müslüman olup namus ehli olan silahlanıp Sultanahmet’te, At Meydanı’nda Sancak-ı Şerif’in altına buyursun’ diye bağırmışlardı.” [10]
Olayların sonrasında ise manzara korkunçtur. Binlerce yeniçeri öldürülmüş, sağ kalanlar da kısa, toplu bir yargılamanın sonunda idam edilmişlerdir. Sayı olarak belirtirsek Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması sırasında 6 bin yeniçeri öldürülürken, II. Mahmut taraftarı sadece 87 kişi öldürülmüştür. [11]

Olay sonrasında yeniçerilerin öldürülmesi ile yetinilmemiş, onlara ait evrak ve defterlerin büyük bir kısmı yakılmış, kışlaları yıkılmış hatta kahvehaneler bile yerle bir edilmiştir. Dahası neferleri yeniçerilerden oluştuğu için tulumbacı ocağı bile kapatılmış bu nedenden dolayı birkaç ay boyunca çıkan yangınlara müdahale edilememiştir.

Diğer taraftan yeniçeri ocağı ile ilişkileri bulunduğu gerekçesiyle Bektaşiler topyekûn baskı altına alınmış, bazı Bektaşi babaları idam edilmiş ve Hacı Bektaş Şeyhi de Amasya’ya sürgün edilmiştir. Sürgün kararı diğer Bektaşiler içinde uygulanmış ama onlar özellikle “Sünni ulemanın” kuvvetli olduğu bölgelere gönderilmiştir. Ayrıca bütün Bektaşi tekkeleri kapatılmış, 60 yıldan eski olanları hariç diğerlerinin ya türbeleri dışındaki bölümleri yıktırılmış ya da bu tekkeler başka tarikatlara verilmiştir.

Yeniçeri Ocağın kapatılmasını ve binlerce insanın öldürülmesini halk nezdinde meşrulaştırmak için de, yeniçerilerin talime başlama sözünü tutmadıkları, “sultana isyan”a kalkıştıkları ve “Kuran-ı Kerim”i bıçakla parçaladıkları şeklinde dini argümanlara sığınılmış; anılan ocağın kaldırılması ile beraber yeni kurulan askeri orduya da “Hz. Muhammed’in Muzaffer Askerleri” anlamına gelen “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” adı verilmiştir. [12]

‘Sivilleri de Öldürün!’

Gerek yaşadığımız topraklarda gerekse Müslüman kitlelerin yaşamlarını sürdürdüğü coğrafyalarda, fetvalarla, din adamlarının konuşmalarıyla insanların katledilmesine cevaz veren ve adeta bir nevi “dini tiranlık” uygulayan bu anlayış ile ilgili örnekleri çoğaltmak şüphesiz mümkün. Bununla birlikte, yazının geldiği nokta itibariyle “dinsel zorbalık ve bağnazlık” konusunda verilen örneklerin yeterli olduğunu düşünerek, söyleyeceklerimizi sonlandırmak istiyoruz. Dolayısıyla özellikle son dönemde Ortadoğu ülkeleri ile başlayıp “Suriye İşgali” ile devam eden süreçte, din adamlarının bu döneme dair fetvalarını aktarmak bile çok gerekli gelmiyor bize. Yer yer insanın kanını donduran bu fetvalar ayrıca başka bir yazının konusu olarak ele alınabilir. Bununla birlikte “kanlı din zihniyetinin” geldiği noktayı göstermesi bakımından sadece bir fetvayı sizlerle paylaşmak istiyoruz. Müslüman Kardeşler örgütünün Katar’da yaşayan şeyhi Yusuf el Karadavi tarafından kaleme alınan bu fetvada, savaş sürecinde bırakın askerleri sivillerin bile katledilebileceği söyleniyor. Gerekçe ise açık: Masumlarsa, Allah onları affeder zaten. Karadavi’nin sözleri tam olarak şöyle: “Öldürün, siviller eğer masumlarsa öldükten sonra nasıl olsa Allah onları affeder.” [13]

Sonuç Yerine

Dinler tarihi, sanıldığının çok ötesinde dünyanın hemen her coğrafyasında izlerini bulabileceğimiz, uzun, derinlikli bir yoldur. Bu yolda kimi zaman hâkimiyeti elinde bulunduran din otoritelerinin topluma karşı işledikleri suçları, baskıyı, şiddeti kimi zamanda toplumun karşısına bilgelikle, insani ve etik öğütlerle çıkan toplum önderlerini görürüz. Fransız filozof Challaye, Dinler Tarihi kitabında yukarıda ifade ettiğimiz biçimde dinin iki yüzünü de ortaya koyar ve devamında şöyle der:
“Mısır’ın Ölüler Kitabı’nın ‘hiç kimseyi ağlatmadım’ diyen parçası; Brahmanların: ‘Sen busun’ sözü; Buda’nın ‘Hınca hınç karşılık verirse hınç nasıl biter tümcesi’; I. İşaya’nın: ‘Uluslar artık savaşı öğrenmeyecekler’ diyen, II. İşaya’nın ‘yeni gökle yeni bir yer’ müjdeleyen metinleri; İsa’nın zina yapan kadını bağışlayışı, Bahailerin: ‘Tüm insanlar aynı denizin damlaları, aynı ağacın yapraklarıdır’ formülü, ya da yalnızca Japonların bir lirik dramında bulunan ‘kör bir dilenci de hiç olmazsa çiçeklerin kokusunu duyar..’ biçimindeki tevekkülle dolu öğüdü ve sevinç özlemiyle dolu çağrısı üzerine kim bilir ne güzel vaizler yapılacaktır.” [14]
Hıristiyanlık, İslamiyet, Yahudilik başta olmak üzere, Totemizm’den, Mısır, Hindistan, Japonya ve Çin’deki dinlere kadar insanlık tarihinin önemli bir parçası olan din ve inançlar bir taraftan çevresinde olup biteni anlama, açıklama ve çözümleme kaygısı güderken diğer taraftan, varlığını da bir parçası olarak gördüğü ve “aşkın irade” olarak tanımladığı “kutsala” karşı sevgi ve inançla bağlılık düşüncesini formüle etmiş ve yaymıştır. “Sevgi” ile “içten bağlılık” duyguları etrafında şekillenen ve “varlığını” borçlu olduğu irade karşısında olabildiği kadar “disipline” etmeye çalışan inancın kendine çizdiği yol, feraset sahibi, dürüst, “namuslu” insan olmanın mücadelesi olmuştur. Thomas Muntzer’de, Aziz Clement ve Aziz Gregory’de, Yunus Emre’de, Nesimi’de, Şems-i Tebrizi’de ve Hacı Bektaş’ta gördüğümüz bu yoldur. Yunus’un şu dizeleri inancın “gönül gözü” ile yaşandığında yansıyacağı olumlu boyutun güzel bir örneği olsa gerek;
“Bir kez gönül yıktın ise,
Bu kıldığın namaz değil,
Yetmiş iki millet dahi,
Elin yüzün yumaz değil.”
Bununla birlikte, insanın kendini kötülüklerden uzaklaştırma ve yaratıcıya duyduğu sevgi ile var olma hali, dinin/inancın bir yüzünü oluşturur. Diğer yüzü ise, “egemenliğin ve hakikatin” kaynağı olarak din öğretilerinin hâkim kılınması ve bu öğretilerin suretinde kurulacak bir dünya ülküsüdür. Hali hazırda bugün de gerek dinsel söylemin iktidarı olarak gerekse de politik-dinsel müttefik cephe olarak varlığını “tek hakikat” söylemi ile sürdürmeye çalışan “bu ülkü”, dinin, zorbalıkla insanlara dayatılmasının başat kaynağını oluşturmaktadır. Bu anlamda Yine Challaye'den alıntı yapacak olursak,
“Din, zekâya hitap ederek kendisini bir gerçek gibi, ‘Gerçeğin ta kendisi’ gibi ortaya koymuştur: Tanrı üzerine, dünya üzerine, insanlık üzerine gerçek hep ondadır. Bu gerçek, entelektüel yaşamla ahlaksal yaşama egemen olma savındadır. İnsan da onu kabule zorunlu sayılır. Sonunda bunun böyle olacağı umulur. Fakat inandırma yolunun etkisiz olduğu anlaşılınca, düşünceleri değiştirmek için güce başvurmak, zor kullanmak meşru sayılır. Çünkü yanlış yapma özgürlüğü diye bir şey bulunmamalıdır. Gerçek, yanlışı güç kullanarak yok etmek hakkı da dahil, tüm haklara sahiptir.

Böylece de kafa dini mantıksal olarak hoş görmezlikle sonuçlanır; bu hoş görmezliğin işlediği cinayetleri ise bize tarih göstermektedir; Brahmanlar Budizm’i ezerek; Zerdüşt rahipleri Manileri kovuşturarak; Hıristiyan kilisesi bütün hasımlarına zulüm ve baskı yaparak cinayet işlemişleridir.” [15]
Challaye’nin sözlerinde oldukça isabetli bir biçimde vurgulandığı üzere dinsel hegemonyanın kaynağını “hakikat” vurgusu oluşturmaktır. Bu nedenle kendini hakikatin tek kaynağı olarak gören “din anlayışı”, bir taraftan zihinleri kuşatmayı diğer taraftan da, iktidarı ele geçirerek zaferini taçlandırmayı hedefliyor. 

Aydın Tonga
Bilim ve Gelecek,
Sayı 134 / Haziran 2015 , Sf. 39-45

Dipnotlar:
[1] Muhammed Nur Denek, İslam, Eşitlik, Sosyal Adalet, Phonex yay, 2010.
[2] Hüseyin Atay, Gazâlî Ve İbn Rüşd Felsefesinin Karşılaştırılması, 2003.
[3] A.g.e.
[4] Halit Bülbül, Tarihin Süzgecinde Çağlar Boyu Din Kavgaları, 2014.
[5] A.g.e.
[6] A.g.e.
[7] Rıza Zelyut, Öz Kaynaklarına Göre Alevilik, Anadolu Kültürü Yay., 1990.
[8] Muharrem Bayraktar, Yeni Mesaj gazetesi.
[9] Ali Yıldırım, Osmanlı Engizisyonu, İtalik yay., 2013.
[10] Erhan Afyoncu, Ahmet Önal, Uğur Demir, Askeri İsyanlar ve Darbeler, Yeditepe yay., 2010.
[11] A.g.e.
[12] A.g.e.
[13] http://www.ekrangazetesi.com/haber/300/ kardaviden-akillara-zarar-fetva-sivilleri-de-oldurun.html
[14] Felicien Challaye, Dinler Tarihi, Varlık yay., 2007.
[15] A.g.e.
Ek not: Yazı, "Tanrı Var Mı?"da yayımlanmak üzere kısmen kısaltılmış ve blog kapsamına dahil olmayan kimi bölümler (yazıda anlam kaymasına sebep olmayacak biçimde) yayım dışı bırakılmıştır. Yazının tamamına dergiyi temin ederek ulaşabilirsiniz.

3 yorum:

  1. Günümüzde, bütün dünyada, müslüman bilinen insanlar zulme uğramaktadır.
    Mısır, Suriye, Irak, Afganistan, Myanmar, Hindistan, Afrika, Kırım, Balkanlar, Kafkaslar v.s.

    Sayamadığım daha bir çok yerde yapılan katliam,
    insanım diyenin kanını dondurucu düzeye varmış,
    adeta müslüman holokostuna dönüşmüş, soykırım boyutlarına ulaşmıştır.

    Haksızlığa ve zulme uğrayan bu insanlar için, Türkiye dışında,
    tepki gösteren ülke veya kurum, kuruluş bulunmamaktadır.

    T.C. devletinin tepkisi, 'dünya beş'ten büyüktür' düzeyine çıkmışken,
    bazı T.C. yurttaşlarının, ikiyüz yıllık 'müslümanlar katliam yapıyor',
    yalanını, hala ısıtıp ısıtıp, utanmazca önümüze getirme cesaretini gösterebiliyor olması bile;
    biz müslümanların merhamet ve ferasetine kanıt olmuştur.

    Görülmektedir ki, o ödünüzü patlatan fetvalar çıkmadıkça,
    bu müslüman soykırımı durmayacaktır.

    Acıyan müslümanlar, acınacak durumdalar.
    Öldürmeyen müslümanlar, öldürülmekteler.

    Müslümanlar herhalde insan değiller ki,
    LGBT'liler kadar destek bulamamaktalar.

    Bu ne müslüman nefreti, bu nasıl bir islamofobi ki,
    yazara sorsak, utanmadan hümanist olduğunu söyleyecektir,
    yazık.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sivas Katliamı'nın olduğu gün "müslümanlar öldürülüyor." yazabiliyorsunuz ya... Çoğunluk olduğunuz her yerde inanmayanları ezin, yakın, baskı altında tutun, sonra yine müslüman ülkeler içinde mezhep çatışmasıyla veya politik sebrplerle birbirini öldüren müslümanları sanki sırf müslüman olduklatı için zulüm görüyor diye gösterin... Pes yani. Alıştık sizin bu mağduriyet laflarınıza da, bari şu gün demeyin bunu, utanın.

      Sil
  2. Dinde zorlama yoktur sözü kadir için geçerli istediği şekilde inanır müslüman a zarar vermediği sürece müslüman için geçerli değil ona zorlama vardır ayrıca konuları eksik ve yanlış anlatmisiniz istediğiniz yöne cekmissiniz bu yazıda emeği geçenler elbet karşılığını görecektir her zaman kafirler sundukları musrikler olucaktir imtihan sonuçta lakin bu yazıyı yazan öldüğünde cenaze namazını neden kilarlar herkesin namazını kiliyoruz bu ne biçim iş kilmsinlar bu kafirlerin namazını :)

    YanıtlaSil