SEVGİ, SAYGI ve GÜVEN. Biri olmadan diğerini anlamak mümkün değil, hepsinin yeri ayrı diye düşünürüz. Peki, zorunlu seçime bırakılsanız, uzun vadede hangisini seçersiniz? Veya hangi öncelikli bir sıralama yaparsınız? Peki bu seçim, bizim benlik algımızı da ortaya çıkartabilir mi? İlişkilerimizin profilini ve hatta kalitesini de ortaya koyabilir mi?
Evet, aslolan saygıdır. Sonra güven ve sevgi gelir. Sevgi
dediğimiz kavram daha ilkeldir. Diğer bir ifade ile sevgi mekanizması akıl
alanına ihtiyaç duymaz veya daha az duyar. Bunun daha öte örneği, aşktır. Her
ne kadar aşk ile sevgi birbirinden farklı mekanizmalar gibi görünse de aşk,
sevginin belli bir dönem için yoğunlaşmış ve akıl alanından uzaklaşmış halidir.
Onun içindir ki "aşkın gözü kördür" denir. Bilgiyi yeterince işlemez.
Bilgiyi işlemediğini de, aşk, bittiğinde karşı tarafta beğenmediğimiz tarafları
görmeye başladığımızda anlarız. Beyinde bilgiyi işleyen kısım, alnımızın arkasındaki bölüm
yani prefrontal korteks olup, aşk döneminde bu kısım nispeten
bloke olur. Beynin aşk mekanizması ile ilgili ortadaki kısım, limbik sistem ise
faaliyettedir.
Aşık olduğumuzda beynimiz, karşı tarafa ait bilgileri (huyu,
davranışı, düşünceleri vb.) görmezden gelmeye çalışır. Duygusal beyin ile
düşünen beynimiz arasındaki bilgi taşıyıcı olan sinyaller, aşk evresinde ortaya
çıkan kimyasallar tarafından paralize (felç) edilir, beynin bilgi işleyen kısmı,
alnımızın arkasındaki düşünen beyin (prefrontal korteks) ile bağlantıyı kesmeye
yönelir. Çünkü beynin amacı, karşı tarafın iyi görünen taraflarını abartmak,
kötü taraflarını örtmektir. İşte onun için aşkın gözü kördür denir.
Peki aşk bunu neden yapar? Mademki aşk denen bir mekanizma
var, bu mekanizmanın bir görevi olmalıdır. Evet aşkın görevi, karşı cinse
odaklanarak onunla beraber olmak yani üremeyi temel almaktır. İşte onun içindir
ki, karşı tarafa ait diğer olumsuz olabilecek bilgileri görmezden gelir. Aksi
halde beyin, kendi estetik değerlerine uymayan konularda seçicilik yapar ve âşık
olunan kişiyi seçmezdi. Bu da çoğalma ihtimalini azaltır ve türümüzü tehlikeye
sokardı. Ayrıca, aşk mekanizmasının ortalama üç aydan üç yıla kadar sürmesinin
nedeni, erkeğin, çocuk doğduktan sonra, gerek anneyi gerekse çocuğu korumak ve
onlara yiyecek bulma görevini üstlenmesini sağlamaktır. Dolayısıyla bu sürede (üç
ay/üç yıl) çocuk nispeten büyümüş, annenin üzerindeki yükü azalmış ve anne, tek
başına çocuğa bakabilir duruma gelmiştir.
Piyasada, aşkın mekanizması ve kimyasallarına ait birçok
kitap bulmak mümkündür. Ancak aşkın mekanizmasını, sadece bugünün ürünü olarak
düşünür ve bugünün mantığı ile anlatımda çelişkiler yakaladığımızı sanıp
sorular sorarsak, bizi yanıltır. Aklımıza gelebilecek çelişki yaratabilecek bu
türden soruları, daha düşünen beynimizin gelişmediği en az 350-500 bin yıl evveline ait zamanlara giderek sorarsak,
düşüncelerimiz ve sorularımız anlam kazanır. Çünkü, aşkın mekanizması, bugünün bir fonksiyonu değildir.
Özetle, aşkın mekanizmasında beyin, olabildiğince bilgi
işlemekten kaçınır. Keza sevgide de nispeten öyledir. Hatta zaman zaman
koşulsuz sevgiden bahsederiz. Bunu demekle bile, bir itaat unsuru olduğunu yani koşul
değişse bile yeni koşula ait bilginin duygusal beyin (limbik sistem) tarafından işlenmediğini
Anlarız. Hâlbuki saygı kavramı ile beraber bilgi işlenmeye başlamıştır. Saygı,
akla daha yakındır. Kesin bir itaatten çok, bilgiye dayalı, sebep sonuç
ilişkilerine dayalı bir beyin çıktısı yani hüküm vardır. Dolayısıyla saygıda, karşı
tarafla olan iletişimimiz hem duygu hem bilgiye dayanır. Yani saygı, sevgiye
göre akıl alanına daha yakın olup sevgi ve aşk daha ilkeldir. Ancak, saygının
içinde güven ve sevgi unsurları örtük olarak zaten vardır. Güven ve sevgi unsurlarını içinden çekip aldığımızda, saygı
da örselenir.
Eğer, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine bakarsak bunu
görmek mümkündür. Piramidin altında en ilkel duygular olarak yeme, içme, nefes
alma gibi güdüler varken, piramidin yukarısına çıkıldıkça “kendini gerçekleştirme”
denilen ve bilgiyi de içine alan bir kavrama erişiriz. Piramidin altına doğru gidildilçe, işlevler, akla gerek kalmadan, kendiliğinden gerçekleşir. Örnek olarak, acıktığımı belirleyen aklım değil, vucudumdaki fizyolojidir, keza, nefes almak için düşünmeye gerek yoktur, beyin sapımız bunu otomatik olarak yapar. Aynı piramitte sevgiye
baktığımızda, saygı ve güvene göre daha aşağıda olduğunu görürüz. Zaten bu
tablonun hazırlanmasındaki unsur da davranış ve tutumlarımıza neden olan
argümanları en ilkelden, akıl alanına yakın olana doğru sıralamaktır.
Bu bilgi çerçevesinde özetlersek aslında "Al
yazmalım" filminin finalinde herkesin hatta senaristinin bile düşündüğünün aksine ön plana çıkan sevgi değil, saygı ve güvendir. Eğer sevgi ön plana
çıksaydı, kadın, çocuğun gerçek babasına dönerdi. Kadının aradığı, kendi benlik
algısının kabul görüldüğü yani kendisine saygı duyulduğu ve de karşısındakine saygı
duyduğu, kendisini güvende hissettiği ve de bunu sağlayacak
kişiyle, güvendiği kişiyle beraber olmaktır. Kadın da öyle yapmıştır. Patolojiyi barındıran koşulsuz sevgi yerine, içinde saygı ve güvenin olduğu ortamı seçmiştir. Çünkü, bilgi devreye girmiş, o zamana kadar yaşadıklarını zihninde muhakeme etmiş, geçmiş dönemdeki yatırımlarının sevgi, saygı ve güven açısından değerlendirmiş, gelecekteki yaşamını anlamlandırmaya çalışmış böylece "emek" denilen
unsur ortaya çıkmıştır. Halbuki sevgi ve
aşk denilen kavramın bilgiyi daha doğrusu entelektüel bilgiyi işlemediğini veya
saygı ve güvene göre daha az ihtiyaç duyduğunu zaten söylemiştik.
Şu halde saygının akla daha yakın
oluşu yani bilgiyi işleme kavramı ve keza emek denilen kavram ile bilgi bağlantısını
birleştirdiğimizde, filmin finalindeki "sevgi emektir" cümlesi,
yerini bulan bir cümle değildir. Filmin finalindeki “sevgi emektir” kavramını doğru olarak
kabul etseydik, o zaman bu tanımı, aklı aşmış bir davranış yani "bağımlılık”
olarak tanımlamamız gerekirdi. Önemli olan, bağımlılık değil, bağlılıktır.
Bağımlılıkta, kişi koşulsuz olarak karşı tarafa bağlanır ve
itaat eder ve bir patolojidir. Hâlbuki bağlılıkta akıl alanı vardır. Bilgiyle
bağlantısını kesmez. Diğer bir deyişle koşul değişince kişi durumu gözden
geçirir. Şöyle ki, bir kişi sevdiği kişiye “bağımlı” ise karşı tarafın onu
aldatması ile yine bağını koparmaz. Sevginin getirdiği patoloji kişinin kendi
saygınlığının önüne geçmiştir. Halbuki bağımlı değil de “bağlı” olan bir
kişide, saygı ve dolayısıyla bilgi işleme süreci devrededir. Kişi, kendi
aldatılmışlığı konusunu gözden geçirir ve karşı tarafı ikaz eder. Koşul ne
olursa olsun ortamı olduğu gibi kabul etmez. Nihayetinde, filmdeki “sevgi emek ister” cümlesi olsa
olsa böyle bir emeğin devamında hastalıklı bir ilişkiye kapı açar yani
bağımlılığa yol açar.
Yukarıda ifade edildiği gibi, aslolan saygı ve güvendir.
Dolayısıyla bir kişiyi ister eş, ister arkadaş olarak sevelim, saygı ve güven
unsurları mutlaka bu sevginin yanında bulunmalıdır. Böyle bir ilişkide saygı ve güvenden
yoksunlaşmaya başlayan sevgi hastalıklı bir hal alır. Hatta bir müddet sonra
sadece sevgiyi temel alan ilişkiyi fark eden karşı taraf, bu sevgiden doğan
bağımlılığı görüp, kişiyi kullanmaya başlar ve böyle bir durumda saygısı kalmadığı
gibi sevgisi de biter. İşin ilginç tarafı, karşı taraftaki sevginin bitmesinin nedeni akıl alanı değil, yine duygu alanıdır. Diğer tarafın devam eden sevgisi ise hastalıklıdır. Buna
örnek olarak, kendisini o kadar dövdüğü halde, sevgilisinden
ayrılmayan meşhur şarkıcı Rihanna'yı gösterebiliriz. (Sonradan ayrılmışlar ve
tekrar barışmışlardır).
Bu nedenle filmde de kadın, kendi güven arayışı ve saygınlığı için
sevdiği adama değil, kendisine ve çocuğu için daha saygın ve güvenli ortamı sağlayan kişiye dönmüştür.
Ancak şu da var ki, eğer akıl alanından fazla uzaklaşılırsa
sevgi gibi saygı ve güven de patolojik yani
hastalıklı bir hal alabilir. Akıl alanından uzaklaşmış bir saygı, koşulsuz itaate götürür ki, bu durumda da kişi kendi aklını, saygı duyduğu kişi tarafından ipotek altına almış olur. Saygının itaate döndüğü veya kişinin kendisinin saygı olarak görüp hastalıklı bir hale gelip, kendi sahip olduğu bilgisini işlemediği (muhakeme yapmadığı) bir durum olarak da Hitler'e olan itaati gösterebiliriz. Bunun anlamı, bu tür patolojiler belli dönem için toplumsal olarak da yaşanabilir demektir. Günlük dilde kullanılan "kula kul olmak" ifadesi de burada yerini bulur. Çünkü burada da, kişi, kendi düşüncelerini ve sorumluluklarını itaat ettiği kişiye devretmiştir. Bir başka deyişle, kendisi adına karşısındakinin, itaat ettiği kişinin düşünmesi onun için en uygunudur. Böylece, o düşüncenin ortaya koyduğu sonucun sorumluluğunu da kendisi değil, karşısındaki (itaat ettiği kişi) yüklenmiş gibi hisseder. Kişinin kendisi adına düşünen odur ve dolayısıyla sorumluluk da onun olmalıdır. O sadece bir itaat edendir, bir takipçidir.
hastalıklı bir hal alabilir. Akıl alanından uzaklaşmış bir saygı, koşulsuz itaate götürür ki, bu durumda da kişi kendi aklını, saygı duyduğu kişi tarafından ipotek altına almış olur. Saygının itaate döndüğü veya kişinin kendisinin saygı olarak görüp hastalıklı bir hale gelip, kendi sahip olduğu bilgisini işlemediği (muhakeme yapmadığı) bir durum olarak da Hitler'e olan itaati gösterebiliriz. Bunun anlamı, bu tür patolojiler belli dönem için toplumsal olarak da yaşanabilir demektir. Günlük dilde kullanılan "kula kul olmak" ifadesi de burada yerini bulur. Çünkü burada da, kişi, kendi düşüncelerini ve sorumluluklarını itaat ettiği kişiye devretmiştir. Bir başka deyişle, kendisi adına karşısındakinin, itaat ettiği kişinin düşünmesi onun için en uygunudur. Böylece, o düşüncenin ortaya koyduğu sonucun sorumluluğunu da kendisi değil, karşısındaki (itaat ettiği kişi) yüklenmiş gibi hisseder. Kişinin kendisi adına düşünen odur ve dolayısıyla sorumluluk da onun olmalıdır. O sadece bir itaat edendir, bir takipçidir.
Erol
Bu kişiden kişiye değişir değilmi ? Mesela ben saygı ve güven duyduğum kadın yerine sevgi duyduğum kadını seçebilirim heralde.
YanıtlaSilMerhabalar Sayın Ali Doğan Başar,
YanıtlaSilDediğiniz gibi, elbette ki bu kişiden kişiye göre değişir. Zaten yazı, sizin de okuduğunuz üzere, insanı bir kalıba sokmamış diğer bir ifade ile, herkesin aynı şekilde davrandığına dair bir ibare kullanmamıştır.
Yazıda, lisede, psikoloji kitaplarından bildiğimiz Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine baktığımızda, yeme içme gibi temel ihtiyaçlarımız piramidin en altında yer aldığını görüyoruz. Bu ihtiyaçlar meydana geldiğinde, söz gelimi karnımız acıktığında, bunu bize bildiren düşünen beynimiz değildir. Vücudumuzun kimyası, bize acıktığımızı ve yemek yememizi söyler. Onun için buna yemek içgüdüsü deriz. Yani, düşündüğümüz için acıkıp yemek yemeyiz, yemek yeme ihtiyacı oluştuğu için gider ve yeriz. Bunun için beynimiz düşünmez. Dolayısıyla, piramidin tabanındaki eylemler, düşünmeye gerek göstermez. Keza, nefes almak için düşünmeyiz. Bu tür işlevler düşünen beynimizin (alnımızın hemen arkasındaki beyin bölgesi) işi değildir. Söz gelimi nefes almayı kontrol eden yer beynimizin en ilkel yeri yani beyin sapıdır.
Piramidin yukarısına çıkıldıkça, düşünme dediğimiz, karar alma, akıl yürütme, muhakeme yapma gibi eylemler artar. Söz gelimi, piramitte de görüldüğü gibi üst taraflarda bilme, anlama, sanat, müzik gibi kavramlar giderek bilgiye yani beynin muhakeme alanına ihtiyaç duyduğunu görüyorsunuz.
Şimdi bu piramidi şöyle yorumlayalım. Bir insanın karnı doymadan, yiyecek alacak parası bile yoksa, hatta nefes alamıyorsa, tiyatroya veya bir konsere gitme ihtiyacı duyar mı? Elbette ki duymaz. Yani öncelikle, en temel ihtiyaçları yerine gelmesi gerekir. Ortalama olarak, ideal bir durumda, piramidin her safhasındaki ihtiyacı doyurulan bir kişi, becerileri çerçevesinde piramidin yukarısına doğru çıkmak ister.(İstemeyebilir de). Bunun anlamı şudur. Piramidin herhangi bir safhasını tek başına düşünmemek gerekir. Yani ortalarda bir safhaya gelmiş bir kişi, aşağıdakileri ve bulunduğu safhadakileri halletmiş demektir. (Tabii ki bu tablonun idealize edildiğini tekrarlamakta yarar var)Buna göre, siz, saygın bir kişi olmak gibi bir çabanız varsa bunun anlamı, yeme, içme vb. gibi ihtiyaçları gidermişsiniz demektir. (Tabii ki burada, bir iki öğün yemediğimiz için aç kalmak kastedilmemektedir. Yani, akşam yemeğini yemediğiniz için tiyatroya gitmek istemezsiniz denmemektedir. Burada kastedilen, çölde kalıp da güneşin altında susuzluktan kavrulan bir kişi, herhalde o anda, saygınlığı düşünmeyecektir).
Dolayısıyla her kademedeki ihtiyacı tamamlayan kişi, (idealize edilmiş haliyle) bu sıralamayı dikkate aldığımızda ve tabloya bakarsak saygı ve saygınlığa erişen bir kimsenin aslında güven ve sevgi denen unsurları da bu saygının içine zaten katmış demektir. Ve yine piramide baktığımızda, sevgi daha aşağıda saygı daha yukarıdadır. Yukarıda da ifade edildiği gibi, piramidin aşağısına indikçe akıl değil, içgüdüler devreye girerken, piramidin yukarısına çıktıkça, ilkel ihtiyaçlar doyurulduğu için, insan, artık diğer ihtiyaçlarını aklını da katarak bu ihtiyacını gidermeye başlıyor demektir. Şu halde artık diyebiliriz ki, saygı unsuru, sevgi unsuruna göre daha fazla akıl alanından bilgilere sahip oldukça erişiriz. Tabii ki, yazının sonunda da söylendiği gibi, bir kişiye hastalıklı olarak duyulan bir saygıdan bahsetmiyoruz.
Bunun anlamı şudur, bir kişiye sevgi duyuyorsak bu daha çok içimizden geldiği içindir, çok da fazla sorgulamayız, kendiliğindendir. Ancak saygı duyduğumuz zaman, o kişiye örtük olarak hem güveniniz vardır hem de seviyorsunuzdur. Tabii ki buradaki sevgiyi, eşinizi sevmek, arkadaşınızı sevmek anlamında da ayırdığınızı düşünüyoruz.
YanıtlaSilPeki bunun ne faydası var, eğer, sadece seviyor isek, bu sevginin işleniş biçiminde, yazıda da ifade edildiği gibi, sevilen kişi ile bir anlaşmazlık olduğunda ortam zaman zaman gerilebilir. Ancak, bu sevginin içine saygı ve güveni de katarsanız, karşılıklı bir anlaşmazlık olduğu zaman, ortaya çıkan anlaşmazlık gidermek için uygun üslupla müzakere edersiniz. Problemi çözmeye, birbirinizi anlamaya çalışırsınız. Bunun da anlamı bu eylemin işine “bilgi” girmiştir. Piramitte olduğu gibi. Eğer siz, derseniz ki zaten ben de sevdiğim eşim, sevgilim veya arkadaşımla öyle yapıyorum, o zaman bu sadece sevgi değil, aynı zaman da saygı ve güven de var demektir. Ancak sadece sevgi olsaydı, iki kişi var olan problemi akıl alanına yani uygun bir üslupla değil, her iki taraf da kendisini haklı çıkarmak üzere itiş-kakış ile çözmeyi deneyecek ve bu eylemler arttıkça, her iki tarafında gerek karşısındakine gerekse kendilerine olan saygınlığı zedelenecektir.
Dolayısıyla sevgi, saygıya göre içinde daha az bilgi barındırır. Yani sevgi, saygıya göre biraz daha ilkeldir. Ancak bizler günlük hayatta sevgi temelini aldığımız için güven ve saygı konusunu sevginin dışında tutuyoruz. Aslında küçüklükten itibaren saygı, sevgi ve güven üzerine bir yetişme ve yetiştirilme şekli ile hayata daha olumlu bakarız. Hatta, şunu söylemek mümkündür. Bir ebeveyn, küçükten itibaren çocuğuna dozundan fazla sevgi gösterirse, büyük bir ihtimalle, o kişi büyüdüğünde benzer sevgiyi bulamadığı için, hep ilgi odağı olmak isteyebilecek gerek evliliğinde gerekse arkadaşları arasında dahi mutsuz olabilecektir. Tabii ki yetersiz sevgi de problem yaratacaktır. Çünkü beyin buna koşullanmıştır.
Özetle, saygı ve güven duyduğunuz kadın yerine, sevgi duyduğunuz kadını elbette ki seçebilirsiniz. Mesele, saygı, sevgi ve güveni aynı anda bir kişide bulabilmektir. Ancak, uzun vadede sadece sevgiye dayalı bir ilişki örselenmeye adaydır. Çünkü sevginin altında, cinsellik gizlidir(tabii ki karşı cinsi kastediyorum). Ancak siz, bunca zamandır, sevdiğiniz kadınla veya arkadaşınızla çok da güzel yıllarımız geçti diyebiliyorsanız büyük bir ihtimalle, sevgi, saygı ve güven dediğimiz unsuru ya aynı kavram içinde değerlendiriyorsunuz ya da sevginin yanında zaten olan saygı ve güveni yaşıyor ama henüz farkındalık alanınızda olmamış olabilir.
Tabii ki bu yazı sevgi, saygıya göre daha bilgi içerdiği için önemsiz bir unsur olmadığı değil, aksine sadece insanlarda değil hayvanlarda bile sevginin çok önemli olduğu ama ondan da önemlisi saygı ve güveni içeren sevginin olduğudur.
Son olarak, yazıda ifade edildiği gibi, aşkın mekanizması, akıl alanından daha uzaktır. Eğer, Maslow, aşkı da piramidi ne koysaydı onu da piramidin dibine bir yere koyardı. Çünkü aşk üzerine yapılan bir çok araştırmalarda, beyin kimyasının (beynin ürettiği nörotransmitterler ve diğer işlevler) yazıda da anlatıldığı gibi, düşünen beyni büyük ölçüde devre dışı bırakmaktadır. Çünkü, aşkın görevi düşünmek değil, aksine beyne verilen talimatı yerine getirmektir. Beyin de onu acı çekse de yapmaya çalışır.
Eğer aşkın mekanizmasını dolayısıyla irademizi beyin faaliyeti olarak nasıl bloke ettiğini görmek isteseniz aşağıda verdiğim linkten veya sizin kendinizin bulabileceği bir çok akademik yazılardan elde edebilirsiniz.
http://www.antalyapsikiyatri.com/psikoterapist-emine-filiz-uluhan/askin-biyolojik-ve-kimyasal-yapisi
sevgi, saygı ve güvenin bir bütünlük içinde sizinle beraber olması dileklerimle
İlginiz için teşekkür ederim.