Yaşamak, Öldürmektir

4 Yorum
Death and Life by Gustav Klimt
‘’Seni anlayamıyorum!’’ dedi Aysun.

Hastane bahçesini ikiye ayıran kilit taşı döşeli yolun karşı tarafındaki iğde ağacına dikmişti gözlerini Hasan. Aysun’a dönüp bakmadı. Aysun’un da ona bakmadığını biliyordu.

‘’İnsan nasıl olur da kendi öz anneannesi can çekişirken bu kadar tepkisiz olabilir?!..’’ diye üsteledi.

Ağacın dibinde, sağ gözünün etrafındaki kahverengi leke ile bir korsanı andıran tekir, tüm dikkatini dallara bir konup bir uçan, birbirlerinin üzerinden taklalar atan serçelere kilitlemiş, üzerlerine atlamak için uygun bir pozisyon alabilmek için arka bacakları üzerinde kıpırdanıp duruyordu. Bulunduğu yerden dala kadar tek hamlede sıçrayabilir mi acaba diye düşündü Hasan... Aysun’a cevap vermeyecekti. Onun da cevap bekler gibi bir hali yoktu zaten. Söylenmişti kendi kendine, hatta azarlıyormuş gibi bir ton vardı sesinde. Aşkı tüketmiş her ilişkinin standart mağduru olarak intikamını, vazgeçemediği alışkanlıkları yüzünden terk edemediği sevgilisinin kişilik özelliklerini fütursuzca didikleyerek almaya çalışıyordu.

Kendini savunmadı Hasan. Savunması gereken bir şey olduğunu düşünmüyordu. Olsa da dinlemezdi Aysun. Dinlese de anlamazdı. Kadınlar ve erkekler, duygusal mekanizmalarının tamamen farklı biyolojik etkenlere bağlı olduğunu, bu yüzden birbirlerinin duygusal durumlarını empati kurmaya çalışarak çözemeyeceklerini anlamadıkları sürece anlatılanlar hiç bir zaman anlaşılamayacaktı.

Bir de kelimeler vardı. İnsanlar onları birbirleriyle anlaşabilmek için icat etmişlerdi aslında. Halklar türettikleri kelimeleri arka arkaya dizerek kendi dillerini yaratmışlardı. Felsefelerini, dinlerini kelimelerle kurmuş, sanatlarını serimlerken saçmışlardı harfleri insanlığın kucağına. Hatta külliyen kelimelerin, cümlelerin sanatlarını icat etmişlerdi. Fakat yüzyıllar peşi sıra geçmiş, toplumsallıktan bireyselleşmeye geçişi cinsel uzuvlarıyla algılayan tek bir nesil, binlerce yıllık bu birikimi, kendi kelimelerine kendi anlamlarını yüklemeye yeltenerek yerle bir etmişti. Kelimeler anlaşamamaya yarıyordu artık... Hasan da kendi kelimelerinin, Aysun’un kelimelerinden farklı olduğunu anladığı günden beri ona bir şey anlatmaya çalışmıyordu. Sustu Hasan, yine sustu. O yine susunca Aysun yine sinirlendi. Oturdukları ahşap banktan hışımla kalktı ve hızlı adımlarla Onkoloji Polikliniğinden içeriye dalarak gözden kayboldu. Bu sırada tekir, dalın ulaşabileceğinden yüksekte olduğuna kanaat getirdi ve mağrur ifadesinden ödün vermeden az ilerideki çöp konteynerine doğru yollandı.

Sol tarafına doğru hafifçe kaykılarak pantolonunun sağ cebindeki Camel paketini ve kabartma desenli Zippo’yu çıkardı Hasan. İçinden rasgele bir dal alıp yaktı. Derin bir nefes çekti ve yoğun nikotinin midesiyle göğsü arasında birikmiş sıkıntıyı alıp vücudunun tüm hücrelerine sinsice yayışının tadını çıkardı. Günde bir buçuk paket sigara içiyordu fakat hiçbir tanesi böyle anlarda olduğu kadar etki yaratmıyordu. Daha önce yaşadığı benzer anları hatırlamaya çalıştı.

Burnt Man by Aron Demetz
2009 ekonomik krizinde, çalıştığı mimarlık ofisinin iflas etmesi üzerine üç aylık maaşını da kıdem tazminatını da alamadan işten çıkarıldığında; çocukluk arkadaşı Melih, birlikte geçirdikleri trafik kazası sonrası ameliyata alındığında; Aysun’la artık sayısını hatırlayamadığı ayrılıklarının, aralarındaki tüm büyüyü bozan o ilk seferi gerçekleştiğinde ve o lanet maçta; Trabzonspor’la berabere kalıp, şampiyon olduklarını sanarak indikleri Şükrü Saracoğlu Stadı çimleri üzerinde, birkaç dakika içinde aslında şampiyonluğun Bursa’ya gittiği gerçeğini öğrendiklerinde de içtiği sigaralar ödediği paranın hakkını fazlasıyla vermişti. Diğer zamanlardakilerin müsriflikten başka bir şey olmadığına karar verdi.

Şimdi anneannesi yoğun bakımda, ölmek üzereydi. Fakat Hasan’ın sıkıntısı anneannesinin durumundan çok karşı koyamadığı umursuzluğu ve hissizliğiydi. Kendini içten içe yas tutmak, üzgün olmak zorunda hissediyordu. Fakat hissettiği tek şey koca bir boşluktu ve bunu saklayamadığı için de insanlar tarafından aşağılandığını hissediyordu.

Peki o gerçekten anneannesini sevmiyor muydu? Bunu daha önce hiç düşünmemişti. Sevmek ne demekti ki? Bunu sormuş muydu hiç kendine? Bir şeyi sevmek ya da bir insanı sevmek nasıl vuku buluyordu? Bir insan kimi seveceğine ya da sevmeyeceğine neye göre karar veriyordu?.. Bir insan ne zaman ve nerede dünyaya geleceğini belirleyemezdi ki! Kimin çocuğu, kimin kardeşi, kimin kuzeni olacağını bilemeyeceği gibi kimin torunu olacağını da bilemezdi. Doğanın kendi soyu üzerinde oluşturduğu trilyonlarca farklı döllenme ihtimalinin üzerinden iki kuşak geçmiş, biri anneanne, diğeri de torun olmuştu. İkisi de birbirini seçmemişti. Hiçbir şey paylaşmamışlardı. Çocukluğunda anneannesi elinden tutup onu parka götürmemiş, bir külah dondurma almamıştı. Bir kez olsun sevdiği bir yemeği pişirip önüne koymamıştı. Cılız bedeni gelişebilsin, büyüyebilsin diye iki lokma yemek yedirebilmek için; kucağında, sırtında, omzunda taşıyıp oyunlar oynatan o değildi. Kakasını yapıp, tuvaletten ‘bittiiiee!’ diye seslendiğinde koşup gelip poposunu yıkayan o olmadığı gibi; abisine ‘göt’ dedi diye annesinin bir avuç pul biber doldurduğu ağzına buz gibi karpuz dilimlerini tıkıştırmaya çalışan da o olmamıştı. Tüm bunları yapmamış olması da anneannesinin suçu değildi elbette. Şartlar onları birbirlerinden uzak tutmuştu.

İnsanlar, diğer insanları sevdiklerini hissettiklerinde, gerçekte onların kendi üzerlerinde yarattığı güzel hisleri seviyorlardı belki de. Yıllar geçtikçe hafızaları bu güzel anıları biriktiriyor; insanlar da o anılara dönüp dönüp bu sevgiyi pekiştiriyor, derinleştiriyorlardı. Gel gelelim Hasan’ın anneannesiyle görev icabı yapılan birkaç bayram ziyareti dışında hiçbir ortak anısı yoktu...

***

Soluk kahverengi ceketi, şalvar kesimli siyah pantolonu, kocaman göbeğinin her an parçalayacakmış gibi düğmelerini zorladığı bej rengi gömleği, ökçelerine bastığı yumurta topuklu ayakkabıları, sigaradan sararmış bıyıkları ve hafiften ağarmış kirli sakallarının örttüğü kara suratıyla, kasketli bir adamın ‘’Ateşin var mı yiğenim?’’ diyen tok ve çatallı sesiyle irkilip, daldığı düşüncelerden çıktı Hasan. Çevik bir hareketle yakıp aynı anda uzattı Zippo’yu. Siyah taşlı küçük tespihini sol tekinin serçe parmağına doladığı ellerini benzinin kuvvetli ateşine siper ederek yaktı sigarasını adam ve Aysun’dan boşalan yere çuval gibi bıraktı iri gövdesini. Kuvvetli, çabuk bir nefes çekip bıraktı hızlıca ve kesik kesik öksürdükten hemen sonra ‘’Sağ ol yiğenim’’ diyebildi. Birkaç saniye daha gecikse düşüp ölecekmiş gibi sarılmıştı sigaraya. Hasan yan gözle çaktırmadan süzdü adamı, taşralı olduğu her halinden belliydi. Bilirdi, böyleleri gevezelik etmeyi çok sever, çeneni bir kez açarsan bir daha susturamazdın. Birbirlerini tanımayan iki insanın yapacağı her sohbet, daha önce onlarcası yapılmış aynı klişeleri tekrarlamaktan ibaretti. İnsanlar bundan ne zevk alır, bir türlü anlamazdı Hasan. Bu yüzden diğer yöne bakıp ilgilenmiyormuş gibi yaptı. Adam da Hasan’ın umursamaz tavrını fark etmişti fakat onun alışılmışın dışında bulduğu giyim tarzı, küpeleri, dövmeleri ilgisini çekmişti. Ne çok vardı böyle tiplerden artık. Anaları babaları yok muydu bunların? Kılık kıyafetlerine bir şey demiyorlar mıydı? Bu yeni gençliğe akıl sır ermezdi. Hoş, bilmezdi ki onlar da kendi kendilerine akıl sır erdiremezlerdi!..

Hasan’ın soğuk tavrı bir - iki dakika oyalayabilmişti adamı. ‘’Hasta yakını mısın yiğenim?’’ diye sordu kafasını havaya kaldırıp, dudaklarının arasına aldığı sigarasının dumanından sakınmak için bir gözünü kısarak. Cevap vermekte çok aceleci davranmadı Hasan. Çok uzatırsa kalkar giderim diye düşündü. ‘’Evet’’ dedi bir kaç saniye sonra. ‘’Anneannem, onkolojide yoğun bakımda şu an, bekliyoruz’’

Lost by Nilay Uçar
‘’Yapma yahu! Vah vah, geçmiş olsun yiğenim. Dua etmek lazım, Allah’tan ümit kesilmez. Benim de birader evveli gün kalpten gidiyordu, zor yetiştirdik vallahi. Ameliyat ettiler, kurtardık çok şükür. Rabbim bağışladı bize.’’

‘’Geçmiş olsun’’ dedi Hasan duygusuz sesiyle. Zorla çıkmıştı bu iki kelime ağzından.

Ne tuhaf diye geçirdi içinden. İnsanlar hastalıklarla mücadele edebilmek için tıp bilimini geliştirmişlerdi. Bir çok hastalığı iyileştirebilmeyi öğrenmiş, bunun için çok büyük acılar çekmiş, çok fazla kayıp vermeleri gerekmişti. Hatta röntgen cihazını icat ederken uzun süre radyoaktiviteye maruz kaldığı için kan kanserine yakalanan ve kendi canından olan Madam Currie gibi kahramanlar çıkarmıştı Dünya. Yine de bir çok hastalığa hala çare bulunamamıştı. Şimdi anneannesi için yapabildikleri tek şey de mümkün olduğunca acısını hafifletmekti. Tanrı ise alay eder gibi, hiçbir şey yapmadan olanları izliyor, insanların acı çekmelerine izin veriyordu. Kendi bilgisinin sonsuzluğunu en kabadayı üsluplarla ispata giriştiği kalın kitaplarda, hastalıkların nasıl iyileştirileceğine dair en ufak bir sır vermemişti. Tüm yük insanların üzerindeydi, tüm acılarla onlar savaşıyordu çoğu zaman çaresizlik içinde. Fakat aynı insan, yüzyılların birikmiş çabalarının bilgisi ve tekniğiyle uyguladığı ve sonuç aldığı bir tedavi için kendi türüne minnet duyacağına, kendi yarattığı insanın acılar içinde kıvranmasını umursuzluk içinde izleyen bu Tanrıya şükrediyordu!

Hele kanser, ne tuhaf hastalıktı!.. Normal şartlarda, vücut hücreleri bir süre canlı kalıp, sonra ölüyor, yerlerine yenileri oluşuyordu. Fakat bir gün bir hücre, ölüme direnip hayatta kalmaya karar verirse, kendisi gibi ölüme direnen başka hücrelere bölünüp, çoğalarak bulunduğu bölgeye yayılmaya başlıyordu. İşte kanser dedikleri buydu!.. Normalde bir organizmanın yaşaması için hücreler ölmeliydi! Hücreler ölmeyi reddedip yaşamaya karar verirlerse, tüm organizmayı sarıp, onu öldürüyorları. Hem de acılar içinde!

Ne tanıdık bir düşünceydi bu! İnsanlar da her şekilde ve her koşulda, olabildiğince çok yaşamaya çalışıp, tüm dünyayı kanser hücreleri gibi sarmamışlar mıydı? Geri kalan tüm canlılar için ve en sonunda kendi türleri için doğayı çürümüş bir bedene çevirmemişler miydi? Bugün uğraştıkları tüm bu hastalıklar insanların bozduğu doğal düzenin birer ürünü değil miydi?!

Bugün, yukarıda haftalardır acı içinde kıvranan yaşlı kadın da benzer bir durumdaydı. Haftalardır yaşamaya devam edebilmesi için hiçbir ilmi dayanak bulunamıyordu. Yapılabilen tek şey acısını azaltmak için ilaçlar vermekti. Öleceğini herkes biliyordu. Fakat devletin kanunları da, toplumun gelenekleri de koşullar ne olursa olsun, herkesin sonuna kadar yaşaması için imkanlar dahilinde olan her şeyin yapılmasını emrediyordu! Bir kişi cesaret edip, ‘’yeter!’’ demiyordu! ‘’Çekelim şu fişi, artık acı çekmesin’’ diyemiyordu! Çünkü Allah’tan ümit kesilmezdi! Öldürmeyen Allah, canı isterse öldürmezdi!..

***

Death and Woman by Kathe Kollwitz 
Polikliniğin girişinde hıçkırıklara boğulmuş annesinin kireç gibi bembeyaz ve oluk gibi akan göz yaşlarıyla sırılsıklam olmuş yüzünü farketti birden Hasan. Bir kolunda Aysun, diğerinde kuzeni Murat onu dışarıya çıkarıyorlardı. Aynı anda; ‘’Bu kolundaki kalıcı mı yiğenim?’’ diye sordu adam. Şaşkın bir edayla önce sol kolundaki ‘’sub specie aeternitatis’’ yazan dövmeye sonra da ciddiye alınmayı bekleyen adamın suratına baktı bir an Hasan. Sonra tekrar kapıya çevirdi gözlerini. Murat ve Aysun, annesini teselli etmeye çalışıyordu. Aysun’la göz göze geldiler. O an sorulabilecek tek bir soru ve verilebilecek tek bir cevap vardı. Bu kez kelimelere gerek yoktu, bir bakışla bile anlaşılabilirdi. Aysun’un başını hafifçe yukarı aşağı sallarken büzdüğü dudaklarından ve yumduğu gözlerinden süzülen bir damla yaştan aldı cevabını Hasan. Oturduğu banktan kalkmak üzere doğrulurken gözleri annesindeydi, ne yapacağını şaşırmıştı. Bir an önce kalkıp yanına gitmeli ve onu teselli eden o olmalıydı.

Adama tekrar bakmadı, kendisini işitip işitemeyeceğini umursayacak durumda değildi. Mırıldandı sadece ayağa kalkarken:

‘’Hepimiz geçiciyken, bir dövme ne kadar kalıcı olabilir ki dayı?...’’

keytarist

4 yorum:

  1. Merhabalar sayın keytarist,

    Aslında pek huyum değildir blogun diğer yazarlarının gönderilerine böyle yorumlar yapmak (sadece daha evvel sayın Erol'ün bir yazısına benzer bir şey karalamıştım), ama bunun için de aynısını yapmam gerektiğini hissettim.

    Öyküyü bir solukta okumakla birlikte, özellikle ikinci kısmı çok başarılı bulduğumu söylemem gerekiyor. Aramızda sadece felsefe ve bilim dışında, edebiyata yeteneği olan birinin olması şahsi kanaatimce çok güzel bir şey.

    Pek böyle tabirleri sevmem, ama elinize ve zihninize sağlık.

    Saygılarımla.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sayın Hayyam,

      Hem çok mutlu oldum, hem çok utandım. Bu vesileyle yıllar boyu hayranı olduğum bu sitede yazma fırsatını bana verdiğiniz için çok teşekkür ederim. Sevgiyle kalın..

      Sil
  2. http://www.yenihaberden.com/yasamak-icin-oldur-hayvanca-eylemi-3975yy.htm

    Şu yazıyı alın;

    Dinin oluşum ve gelişimini burdan çıkarın yada çıkarmaya çalışın.
    Dini bu masala yorun.
    Efendiyi “allah” yapın.
    “Dünya çok kötü bir yer değil” “kötü ama çok kötü değil” gibi cümle inceliklerini düşünün.
    “İnsanlar kötü sadece”, “hayvanlar değil mi” gibileride düşünün.
    “Yaşamak için öldür, hayvanca eylemi” başlığına dikkat.
    Ve daha başka başka şeyler.

    Bakalım neler çıkarıyorsunuz.

    YanıtlaSil
  3. Yazarken nasıl bir yöntem izliyorsunuz ?

    YanıtlaSil