Beynimiz ve Biz: Iowa Kumar Deneyi

19 Yorum
Oyunun adının “Iowa Kumar Deneyi” olarak isimlendirilmesinin sebebi, oyunu tasarlayan kişinin o zaman için Iowa Üniversitesi Tıp Koleji’nde, doktora sonrası Antoine  Bechara tarafından ortaya konmuş olmasındandır. Oyun, Hanna Damasio tarafından bir basamak daha ileri götürülmüştür.

Amaç, oyun esnasında beynimizin nasıl karar verdiğini, seçimlerimizi nasıl yaptığımızı görmektir. Hatta, yazının sonunda söyleyeceğimizi baştan söylemek gerekirse, beynimizin bir tarafları çoktan karar verdiği halde, bilincimizin bunun farkında olmadığıdır.

O zaman oyunun nasıl oynandığına geçelim.

Bir masada A, B, C, D olarak isimlendirilen dört adet iskambil destesine benzer deste vardır. Bir denek, destelerden çekmek üzere masaya oturtulur. Deneğe  2000 $ borç para verilir. Denekten yapması istenilen şey, önündeki A, B, C, D destelerinden hangisinden ve hangi sırada isterse kâğıt çekmesidir. Söz gelimi denek, A destesinden arka arkaya 3 adet kart çekimi yaptıktan sonra C destesine yönlenerek 2 adet, sonra B destesinden 6 adet ve tekrar A destesine dönerek 1 adet çekebilir ve bu şekilde devam edebilir. İsterse, tüm seçimlerini aynı desteden de yapabilir. Sonuçta, hangi desteden ne miktar ve hangi sırada seçtiğine dair karar, tamamen deneğe aittir.  Ancak deneğin bilmediği bir şey vardır. Deneğin, destelerden çektiği toplam kart sayısı 100 adet olduğu anda, deneyi gerçekleştiren kişi, deneyi sonlandıracaktır.

Oyunun kurallarını açıklamaya devam edelim. Denek, kartları çektikçe, kartlarda yazan miktar kadar ya kazanacaktır ya da kaybedecektir.  Söz gelimi çekilen kartların üzerinde 50$ kazandınız, 25$ kazandınız, 75$ kaybettiniz, 100$ kazandınız veya 100$ kaybettiniz gibi ibareler vardır. Denek, kazandıkça, deneyciden karttaki kadar para alacak, kaybettikçe de kartta yazan miktar kadar para verecektir.

Ancak, deneye katılan deneğin bilmediği bir şey daha vardır. A ve B destesi öyle bir ayarlanmıştır ki, 100$, 250$, 500$ kazandırabilirken, bir anda 500$ hatta 1000$ kaybettirebilmektedir. Buna karşılık, C ve D destesi daha mütevazi rakamlarla donatılmış olup, 25$, 50$, 75$ ve en fazla 100$ kazandırabilecek veya kaybettirebilecek şekilde hazırlanmıştır. 

Şu halde oyunun kurallarını özetlersek; dört adet desteden A ve B olarak isimlendirilen desteler riskli, B ve C olarak isimlendirilen desteler ise mütevazi rakamlarla kazandırmaya veya kaybettirmeye ayarlanmış kağıtlar olup deneğin bundan haberi yoktur. Denek, istediği sırada olmak üzere istediği desteden istediği kadar seçim yapabilmektedir. Ve ayrıca, deneyi yapan, kartların toplam sayısı 100 olduğunda deneyi durdurmaktadır. Tabii ki, hangi destelerin riskli hangilerinin  mütevazi kayıp ve kazançlar içerdiği ile toplam 100 adet kart sayısına varıldığında, deneyin durdurulacağından deneğin haberi yoktur.

Deney başladığında, denekler, hemen hemen ortalama olarak toplamda 30 kart seçtiklerinde, hangi destelerin riskli, hangilerinin nispeten kazandırabilen desteler olduğunun farkına varmaktadırlar. Bazı hırslı denekler, oyun içinde zaman zaman daha fazla kazanmak için A ve B destelerine  dönseler de, beklediği büyük kazançlar yerine, büyük kayıplarla karşılaşınca, deneye tekrar C ve D destelerinden devam etmektedirler.

BEYİNDE NELER OLUYOR?
Elbette ki bu kararları beynimizin düşünen ve planlayan, muhakeme yapan, alnımızın arkasında ve adına prefrontal korteks denilen kısımla yapıldığın biliyoruz. Peki bu deney, sadece prefrontal korteksin yani düşünen beyin dediğimiz kısmın kontrolünde mi yapılmaktadır? Bu defa deneye, yine beynimizin ön tarafına isabet eden, prefrontal korteks dediğimiz kısmın biraz daha aşağılarında, bir kısmı beynimizin  önünde, bir kısmı da beyin yarıkürelerinin içinde kalan ve adına ventromedial prefrontal korteks denilen ve herhangi bir nedenle bu kısmı hasar görmüş kişiler (hastalar) deneye dahil ediliyor. Diğer bir deyişle,  Bu kişilerin (hastaların)  prefrontal korteks denilen beyin kısımları son derece sağlam oldukları halde, ventromediyal prefrontal korteksleri hastalık, kaza veya doğuştan hasarlı kişilerdi. Bu arada hemen söyleyelim ki, bu kişiler, diğer karar mekanizmaları itibarıyla, gündelik hayatta, normal kişilerden çok da farklı davranmıyorlardı.

Ventromedial prefrontal hasarlı kişiler, bu deneye dahil edildiklerinde, normal kişilere göre farklı davranıyorlardı. Oyun esnasında, A ve B destelerinden daha fazla kazandıklarını görüyorlar, en yüksek kayıpların da aynı desteden olduğu gördükleri halde A ve B destelerinden kart çekmeye devam ediyorlardı. Hatta bazen, oyunun yarısına gelmeden  ellerinde para kalmıyor, deneyi yapan kişiden (deneyci)  ilave borç para istiyorlardı. İşin ilginç tarafı, deneye, kumar tutkunları da dahil edildiğinde, onlar da bir müddet sonra riskin farkına varıyorlar ve C, D destesine yöneliyorlardı.

Beynin, prefrontal korteks haricinde (prefrontalin hariç olmasının sebebi, kararı alabildiğimiz beyin bölgesi olduğu için) başka yerleri de kısmen hasarlı olan kişiler bile deneye dahil edildiklerinde, bir müddet sonra A ve B destesinin riskli olduğunu görüyor, C ve D destesine yöneliyordu.

Deneyi yapan kişi, deneyde fark yaratan kısmın ventromedial prefrontal hasarı olduğu ve dolayısıyla, bizi böyle bir deneyde riskten kaçınmamızı sağlayan kısmın ventromediyal prefrontal kısmın varlığı olduğunu anlamıştı. Peki bu kısım, bizi, deneydeki riskten ne tür bir işlevle kaçınmamızı sağlıyor olabilirdi? Şöyle bir akıl yürüttü. Ventromediyal prefrontal kısım, riskli durumlarda deneği denetliyor olmalıydı. Bir başka deyişle, ceza durumlarında bu kısım devreye giriyor ve kişiyi yaptığı davranış için frenliyor olmalıydı. 

Bunu belirlemek için, deneyci bu defa, deneklerin haberi olmadığı bir ortamda kağıtları yeniden düzenledi ve her desteyi, kaybetme sıklığı daha fazla olan kağıtları destenin üstüne gelecek şekilde düzenledi. Bir başka deyişle, hangi desteden seçerlerse seçsinler, destelerin en üstüne, deneklerin, diğer oyunların ortalamasına göre daha çok kaybedeceği şekilde dizimler yapıldı.

Her deste için, daha fazla kayıp verecek kağıtların üste dizildiği durumlarda, ventromediyal prefrontal hasarlı kişiler, normal kişiler gibi davrandılar. Venrtromediyal prefrontal hasarlı kişiler de, normal kişiler gibi deneyin bu düzenlemesinde, yüksek miktarda kayıp verdiren A ve B destelerinin yerine daha küçük kayıpların olduğu C ve D destelerine yöneldiler. Şu halde beynin bu kısmının (ventromediyal prefrontal kısım) cezalandırma ile bir ilişkisi yoktu. 

Bu saptamalara bakarak, normal kişilerin, ortalama 30 kart çekiminden sonra  A ve B destelerinden kaçınarak C ve D destelerine yönelmesini ventromediyal prefrontal korteks sağlıyor olmalıydı. Yani, ventromediyal prefrontal korteks, bizi, "geleceğimize de yatırım yapmamızı" söylüyordu. Dolayısıyla, bireyi sadece şimdiki hazlar için değil, gelecekte de varlığını sürdürmek üzere bir programa doğru itiyor olmalıydı. 

Özetlersek, ventromediyal prefrontal korteks, geleceğimize yatırım yapmaya, şimdinin hazzına takılmamızı önlemeye çalışarak, gelecekte de varlığımızı sürdürmemize yol açıyordu. Söz gelimi, birkaç yüz bin yıl evvelinde  avlandığımızda, yediklerimizin haricinde kalanları saklamak veya avın hepsini değil bir kısmını yiyerek bir kısmını da saklamamız ve gelecekte de varlığımızı sürdürmeye yöneltiyordu.

Ventromediyal prefrontal korteks yoksa veya hasarlı ise, beyin sadece şimdiyi ve şimdiye ait "çıkarlar" ile le ilgileniyor fakat kayıplara dikkat etmiyordu. “Şimdi” kavramı onlar için daha ön plana çıkıyordu. Söz gelimi, uyuşturucu almış veya alkol almış kişiler için de “şimdi” önemlidir. Sarhoş bir kişinin alkol nedeni ile geleceğe yönelik ufku o kadar daralır ki, böyle kişilerin beyni neredeyse “şimdiyi” çok daha net olarak görürler. Yani onlar için, gelecekten çok, şimdi önemlidir. Dolayısıyla, bu kişileri (sarhoş veya ventromediyal prefrontal hasarlı kişileri) geleceğe dair sözler ile değil ama şimdiye dair olabilecek sözlerle  ikna etmek daha kolaydır.

Kaba bir benzetme ile, telefonumuzun olmadığı, bize yardımcı olacak başkaca hiçbir aracın geçmediği, köy veya kasabanın olmadığı bir yolda, ortalama 90 km. hızla gittiğimizde benzini tasarruflu kullanarak, bilgisine sahip olduğumuz ve ancak varabileceğimiz bir benzin istasyonunu hedeflemek yerine, 160-170 km. hızla gidip, o anın keyfini çıkarmak, ancak, benzin yetmediği için de yarı yolda kalmak gibidir

İnsana ait en belirleyici özelliklerden biri anlık sonuçlardan çok, gelecekteki olasılıklar tarafından yönlendirilmeyi öğrenme yeteneğidir. Bunu çocuklukta öğrenmeye başlarız. Ventromediyal prefrontal hasarlı kişiler geleceğe yönelik yönlendirme bilgilerini kaybettikleri gibi, geleceğe yönelik yeni bilgileri edinme yetenekleri de ortadan kalkmış demektir. Bir başka söylemle, ventromediyal hasarlı kişiler için, geleceğe dair yapılacak yeni bir yatırım (düşünce, davranış vb.) öğrenme süreci kapanmıştır.

Anlıyoruz ki, bu kısmın hasar görmesi, gelecekle ilgili, zihinde depolanmış imgelerle (bilgilerle)  sinir bağları kopmuş olduğu için bağlantı kuramıyor demektir. Veya geleceği değerlendirmeye dair bilgiler, sinir bağlarının yetersizliği nedeniyle son derece zayıf bilgiler taşıdığı için, kişinin şimdiyi yaşama isteğine karşı koyamıyor diye düşünebiliriz.  Dolayısıyla bu zayıf bilgiler, işleyen bellekte (bunu, bilgisayarın REM belleğine benzetebiliriz) geleceği değerlendirecek kadar fazla kalamıyor anlamı da çıkmaktadır. 

Deneyi yapanlar bu duruma “Gelecek miyopluğu” adını vermişler.

DENEYE İLAVE
Deneyi yapanlar, deneye bir ilave daha yaptılar ve denekleri poligrafa bağladılar. Böylece deri iletkenliklerini de ölçebileceklerdi. Deri iletkenliği ölçmek demekle ne demek istediğimizi biraz daha açıklamak gerekirse, denek, kağıtları çekerken kazandığında veya kaybettiğinde, derilerinden salgılanan bir miktar ter, elektrik iletkenliğini arttıracak ve bu da -diyelim ki kişinin parmağına takılı bir almaç ile- almaca bağlı cihaz vasıtasıyla kazanma ve kaybetmenin etkilerini deri üzerinden ölçerek bir grafik olarak belirlemeyi kastediyoruz.

Deneyi yapanlar, gerek normal kişiler gerekse ventromediyal prefrontal korteksi hasarlı deneklerle deneyi tekrarladılar. Gördüler ki, gerek normal kişilerle yapılan deneylerde, gerekse ventromediyal prefrontal korteksi hasarlı olan kişiler, desteden kağıt çektiklerinde  hem  para kazandıran hem de para kaybettiren kağıt geldiğinde, almaçların bağlı olduğu yerde ter miktarı ve dolayısıyla deri geçirgenliğinin arttığı görüldü. Bir başka deyişle, normal kişiler de beyin hasarlı kişiler de o andaki kayıp ve kazançlardan etkileniyorlardı. 

Oyunda birkaç kart açıldıktan sonra, normal deneklerde çok şaşırtıcı bir gelişme başladı. Kötü desteden (A veya B) seçmeden hemen önce, yani denekler, deneycinin kötü olduğunu bildiği (tabii ki, deneklerin hangi destelerin riskli olduğunu bilmediklerini bir daha hatırlatalım) bir desteden kart açmayı düşündüğü veya niyet ettiği sırada, bir deri iletkenliği tepkisi oluşuyor ve tepki, oyun ilerledikçe artış gösteriyordu. Diğer bir deyişle, deneklerin beyni yavaş yavaş kötü bir sonucu tahmin etmeyi öğrenmeye başlıyor ve kart fiilen açılmadan önce, söz konusu destenin görece riskli veya kötü olduğunu işaret ediyordu. Ancak, deneklerin bilinçli beyni bunun farkında değildi. Çünkü, denekler, ortalama 30 kağıt çekişte hangi destenin riskli olduğuna bilinç dahilinde karar verirken, deri iletkenliğini ölçen poligraf, çok daha öncesinden (söz gelimi ortalama 20, kart çekiminde) bunun farkına varmaktaydı. Daha da açık söylemek gerekirse, denek, bilinçli olarak kartın ne çıkacağını bilmeden kartı çekmeye yönelirken, deri iletkenliği o destenin riskli olduğunu çoktan göstermişti bile.  Anlaşılıyordu ki, oyun başlangıcında, beynimizin bilinçli kısmı olan prefrontal korteks ile geleceğe yatırım yapan ventromedial prefrontal korteks kısmı beraberce öğrenmekteydi. Ancak, oyun ilerledikçe ventromedial prefrontal korteks, deneyimlediklerini, düşünen beyinden (prefrontal korteks) çok daha önce tahmine çevirmektedir.

Normal deneklerin bu tepkileri  ilginç olmakla birlikte, ventromedial prefrontal hasarlı hastaların (deneklerin) kayıtlarında görülenler daha da ilginçti. Yani, ventromedial prefrontal hasarlı hastalarda, normal deneklerde olduğu gibi, riskli desteye yönelme anındaki deri iletkenliği söz konusu olmamaktaydı. Beyin hasarlı hastalarda, beyinlerinin gelecekteki kötü sonuçla ilgili  tahmin geliştirdiğine dair herhangi bir belirti yoktu. İşin ilginç tarafı, oyun ilerledikçe ventromedial prefrontal hasarlı hastalar, bilinçli olarak hangi destenin daha riskli olduğunu farketseler de riskli desteden kağıt çekimi esnasında deri iletkenliğine dair bir işaret vermiyorlardı. Çünkü, normal kişilerde görevde olan bölüm, hasarlı hastalarda çalışmıyordu.

Deneyi, kitabında kaleme alan Antonio R. Damasio şöyle diyor: “Buna göre gizli, bilinçdışı bir tahmin, her türlü 'bilişsel' süreçten önce oluşmaktadır."

Bundan anlıyoruz ki, aslında bilincimiz daha farkında bile olmadan bir anda durduk yerde ortaya çıkan ve adına “sezgi” veya "önsezi" dediğimiz mekanizma için mistik veya metafizik bir atfa gerek kalmadan beynin bir işlevi olduğunu söyleyebiliriz. Belli ki evrimsel süreç, bundan birkaç milyon yıl evvel insanın atalarının henüz düşünen beyninin olmadığı veya henüz ortaya çıkmaya başladığı zamanlarda, kendisini olası tehlikelerden koruyacak  sezgi veya dürtü olarak bu riskten uzaklaştıracak en azından riskleri azaltacak ve böylece hayatta kalmasına yardımcı olacak bir mekanizmayı hediye etmiş görülüyor.

Kararı biz mi veriyoruz, yoksa bizim adımıza beynimiz mi? Siz ne düşünüyorsunuz?



Erol


Kaynaklar:
Antonio R. Damasio, Descartes'in Yanılgısı, Varlık Yayınları (1999)
http://www.turkpsikiyatri.org/blog/2012/03/31/frontal-lob-islevleri/
http://www.dusunenadamdergisi.org/tr/TMakaleDetay.aspx?MkID=934


19 yorum:

  1. Geleceğe dair planlamaların yapılması, daha çok, içinde bulunduğumuz çarpık sistemden ileri geliyor. Örneğin,herhangi bir insan için hayatını idame ettireceği olanaklarının yaratılması, o insanın gelecek kaygılarının bertaraf edilmesi demektir.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sayın Uğur,

      Bana göre de güzel ve önemli bir saptamada bulunmuşsunuz. Düşüncenize aynısıyla katılıyorum. Teşekkür ederim.

      Sil
    2. Sayın Erol,

      Sizin gibi aydın bir insanla paralel düşüncelerde bulunmuş olmak beni ziyadesiyle memnum etti.

      Sil
  2. Peki Erol Bey sizce "ben" olarak nitelenen ile beyin arasında bir fark var mıdır? Beynimizin bize olan etkileri demek yerine beynimizi bir bütün olarak ele alıp, parçaları arasındaki ilişkileri üzerinden mekanizmaları tanımlamak daha kapsayıcı bir bakış açısı yansıtmaz mı sizce de?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhabalar Sayın Adsız,

      Öncelikle sorduğunuz soru için teşekkür ederim. Çünkü beynin çalışma ve kendimizi algılamamız açısından önemli bir soru.
      Ancak sorunuza doğrudan cevap verebilme şansım yok. Bunun nedeni, iki ayrı soru sormuş gibi görünmekle beraber, sorularınızın içinde birden fazla kavram var. Dolayısıyla, sorularınıza, sizin sorduğunuz haliyle “evet” veya “hayır” dersem, evet cevabı bu kavramların bazıları için doğru olurken, bazıları için yanlış olur. Keza hayır cevabı için de aynı düşünceyi güdebiliriz.
      Başlangıç olarak şöyle kaba bir benzetme yapayım. Araba kullanırken, frene bastığınızda araba durur. Peki buna karşılık arabanın tüm sistemleri de durur mu? (Tabii ki kontağı kapatıp, arabayı tamamen durdurmadığınızı varsayıyoruz. Çünkü böyle bir benzetme yaptığımızda yani arabayı durduğumuzun karşılığı olarak beynin de ölmüş olması gerekir ki, sorunuzun cevabı için akıl yürütemeyiz.) Araba, fren yapılıp durduğu halde motor çalışmakta pistonlar hala inip çıkmaktadır. Diğer bir deyişle hava benzin karışımı hala silindirlerin içine püskürtülüyor, elektrik dinamosundaki bakır sarımlar yani rotor hala dönüyor, bujiler hala ateşleniyor vb. demektir. Ancak, araba hakkında hiçbir bilgi olmayan ve ilk defa gören bir kişi, sürücüsünün arabanın frenine bastığını veya fren denilen şeyi bilmese de, arabayı durdurduğunu görünce tüm sistemin, içindekiler de dahil durduğunu düşünebilir. İşte bu nedenle sorunuzu parçalara ayırıp yeniden tanımlayıp ondan sonra rahatlıkla (bazen de hala emin olmadan evet veya hayır diyebilirim. Çünkü, beynimizin keşfedilmeyen bir çok alt sistemi, düşündüğümüzün dışında bizi şaşırtabilir ve bilgimizi değiştirmek durumunda kalabilir ve hatta size bu yazımda evet dediğim “hayır”a, hayır dediğim “evet”e dönüştürmek durumunda kalabilirim. Görülüyor ki, bilim dediğimiz şey ancak bildiklerimizle sınırlı olacak şekilde modelleyebilmek ve akıl yürütebilmektir.

      Şu halde önce tanımlamalar yaparak, evet veya hayır diyebilecek sınırlarımızı çizmeye çalışalım. Ancak bu tanımlamaları kesin bir çizgiye oturtmak doğru olmayacaktır. Çünkü yukarıda da ifade ettiğim gibi, öyle bir şey söyler, öyle bir kavramı ortaya koyarsınız ki, savunduğum fikri ya daha savunan deliller getirmeye çalışırım ya da ortaya koyduğunuz kavram tüm söylediklerimi geçersiz kılar ve “evet”i “hayır”a çevirmek durumunda kalabilirim. Böyle bir durumda fikir değiştiriyor olmam, kararsızlık veya tutarsızlık değil aksine ortaya çıkartılan ve ispatlanan bir görüş ile savunduğum kavrama yeni bir bakış açısı getirmiş olursunuz ki ben de ben de sırf siz istiyorsunuz diye değil, ortaya koyduğunuz bilgiler çerçevesinde düşüncemi değiştirmem gerekir. Aksi halde ne düşünürsem düşüneyim “dogmatik” bir düşünce yapım var demektir ki zaten siz de itibar etmezsiniz.
      En baştan söylemek isterim ki, sorunuza, çok fazla ayrıntıya girmeden ve gündelik hayatta “kanıksadığımız” bir bakış ile cevap isterseniz, yazımın geri kalanına gerek kalmadan hemen “evet” demek isterim.
      Şimdi sorunuzu parçalara ayıralım. “Ben” dediğimiz kavramla ne demek istiyoruz? “Ben” dediğimiz kavram ile, “irade” kastediliyor. Yani bilinç, farkındalık, istek dâhilinde yapabilirlik, istek dâhilinde düşünebilirlik. Söz gelimi, masanın üzerindeki elmayı alıp mutfağa götürebildiğim halde, onu( elmayı) yeme “ihtiyacım olmasa” bile yemek, örnek gösterilebilir. Söz gelimi, 2+2=4 yazdıktan sonra “yaptığım işlem doğrudur” veya 2+2=5 yazdıktan sonra, “bu işlem yanlıştır ve düzeltilmeye ihtiyacı vardır diye “düşünen” ve bunu “eyleme” çeviren yani 5 sayısını silgi ile “silerek” bunun yerine 4 sayısını yazmak, bilincimin, irademin, isteğimin bir sonucudur.

      Devamı var

      Sil
    2. Ve bunların hepsini “farkında” olarak “dikkat” ederek yaparım. İşte bu işlevleri yapan sitemin “bütününe “ben” diyebiliriz.
      Buradaki işlevler madem ki benim irademin dâhilindedir, o halde bu işlevlerin de beynimde sistem olarak bir karşılığı olmalıdır. İşte bu kısım, beynimin hemen önünde alın kemiğimin hemen arkasında, beyin yarı küresi iki parçalı olduğu için o da iki parçalı olan ve adına “prefrontal korteks “denilen bölümdür. “Pre”, bildiğiniz üzere eski anlamına gelmekle beraber “ön” anlamına da gelir, keza ” front” da “ön” demektir ve “korteks” (cortex) de “kabuk” anlamına geldiğine göre, “prefrontal korteksin” tam karşılığı “önün önü kabuk” anlamına gelir. Yani “en öndeki beyin kabuğu” diye kabaca çevirebiliriz. Evet; irade, dikkat, bilinç, farkındalık, bir talimata uyup uymama isteği, strateji gütmek, neyi nasıl yaparsam “çıkarım” için daha fazla “fayda” sağlarım işlevleri ve benzerleri beynimizin bu kısmında oluşur, başka bir yerinde değil.
      Eğer prefrontal korteks; doğuştan, hastalık sonucu veya kaza nedeniyle tamamen yok olsa, ameliyatla çıkarılsa, bu durumda bize en yakın akrabalarımız olan primatlardan şempanze, makak, bonobo, goril vb. bir farkımız kalmaz. Çünkü, düşünen beynimizin haricindeki beynin diğer kısımları, zaten onlarda da aynısıyla var. İşte bu bilgi bile “ben” ile beynimin bütünlüğü arasındaki ilişki şeklindeki sorunuzu cevaplamak için yeterlidir. İşin ilginç tarafı, onlarda da prefrontal korteks tamamen yok değildir. Çünkü, onlarda da kendi çapında benlik algıları vardır. Söz gelimi, eğer bir şempanzeye, uyuduğu anda alnına boya ile leke yapılsa, şempanze uyandığında, bir aynaya baktığında, elini aynadaki görüntüsündeki alnına değil, kendi alnına götürür ve boyalı alnına dokunur. Keza, yunus ve fillerde de bu deney test edilmiş ve farkındalık görülmüştür. Farkındalık derken kastedilen, kendilerinin bir birey olarak varlığının farkında oldukları yani aynadaki görüntünün kendisi gibi başka bir hayvan değil “kendisi” olduğunun farkındadır. Eğer bunun farkında olmasaydı, bazı videolarda gördüğümüz gibi, ben kavramı gelişmemiş diğer hayvanlar, kendi görüntüsünü kendisine benzer başka bir canlıymış gibi aynanın arkasında arardı. Burada çıkan anlam yine “ben”in iradesel süreci desteklediği yani bilinç kavramına getirir ki, bundan, bu hayvanlarda da belli bir dereceye kadar bilinç olduğu düşüncesine varırız.
      Benzer bilinen çalışmalar bebekler üzerinde de bolca yapılmıştır. Mesela bebeklere aynı deney yapıldığında bir iki yaşına kadar aynadaki görüntüsünü başka bir çocuğun görüntüsü sanıp aynadaki görüntüdeki çocuğun alnındaki lekeye elini değdirmeye çalışır. Çocuk biraz daha büyümeye başlayınca, aynadakinin, başka bir çocuk değil, kendisi olduğunu idrak etmeye, farkında olmaya, bilinçlenmeye başlar. İşte “benlik” denen kavram da tam da buradadır. Çocuk, yetişkin kadar olmasa da artık, kendisinin farkındadır ve birey olma, kendi isteklerini yerine getirme ve getirilmesini sağlama (ağlayarak, isteyerek, inat ederek vb.) sürecine girmiştir. Yani prefrontal kısım beyne daha fazla dahil olmaya başlamıştır. Buna “kişilik” diyoruz.
      Çok keskin söylemek doğru olmayacak ama prefrontal korteks yoksa “ben” de yoktur. Ben olmadan yapılan davranışlar içgüdüsel, refkleks ve şartlanma gibi yine beyne bağlı işlevler olacaktır. Ancak bu davranışlar düşünen beynin(prefrontal korteks) değil, beynin diğer kısımlarının sonucudur. Demek ki, prefrontal kortekse sahip olmayan canlılar da mevcut olup onlar da kendilerine göre yaşamlarını bir “beyne” sahip olarak yürütmektedirler.
      Prefrontal korteks, bizim düşünme, muhakeme yapma, karar verme, planlama, dikkat akıl yürütme, inceleme ve aklınıza gelecek benzer işlevlerin merkezi olduğunu söylemiştik. Yani bu işlevler beynin başka tarafları tarafından yapılmazlar. Görülüyor ki bu kısım bizim bilinç, irade yani istediğim için yaptığım eylemlerin yönetim merkezidir. Eğer bu kısım hasar alırsa, planlama yapma, akıl yürütme, mukayese etme, bilgi işleme ve hatta ahlaka dayalı bazı melekelerimiz de ortadan kalkar.

      Devamı var

      Sil
    3. Söz gelimi, çok önemli bir şirket toplantısının tam ortasındayken “benim karnım acıktı” diyerek toplantıdan çıkabilirsiniz. Ola ki o anda beyniniz incelense, gerçekten de karnınız acıkmıştır ve toplantıyı “kasıtlı” olarak sabote etmek gibi bir niyetiniz de yoktur. Kişinin davranışı son derece içtenliklidir. Peki, burada ne olmuştur. Kişinin karnı gerçekten de acıkmıştır. Söz gelimi kandaki şeker miktarı düşmüştür ve bu durum beyne iletilir (prefrontal kısmın haricindeki yerler) Beyin de, milyonlarca yıl evvel atalarımızın yaptığından farklı bir şey yapmayacaktır ve yiyecek aramaya çıkar. İşte, kişi toplantıda olduğunu “bildiği halde” prefrontal kısımdaki küçük bir hasar, beynin diğer tarafından gelen talimatı denetleyemez. Çünkü artık denetin, prefrontal korteksten çıkmış, denetimi beynin diğer tarafları almıştır. Adamda, davranışının sonraki hamleleri hakkında ne olacağına dair düşünce sistematiği yok olmuştur. Elbette ki bunun nedeni çok açıktır. Bizlerin düşünen beyni, sandığımızın aksine masaya oturup ders çalışalım, CERN de fizik deneyleri yapalım, Ay’a, Mars’a uzay gemisi gönderelim diye gelişmemiştir. Zaten bu nedenle, çocukları masa başında ders çalıştırmakta zorlanırız. Onların isteği, taş devrindeki çocuklar gibi hoplamak, zıplamaktır. Keza, beyin üzerinde çalışmaları olan Jeff Hawkins’in bir kitabında da yukarıda da aktardığım gibi “çocukların beyni ders çalışmak üzere masa başında oturmak için değil, çevreye uyum sağlamak için oynamak üzere evrimleşmiştir” der. Tabii ki günümüzdeki çevre, doğa dediğimiz anlayıştan çoktan çıktı. Şimdiki çevre dediğimiz kavram, bir sürü beton, bilgisayar, araba, market, vb. argümanlarla çeşitlenmekte ise de, beynimizin evrimsel süreci nedeniyle doğar doğmaz, bina, araba, bilgisayar vb. gibi argümanları beklemediği ve çocuk yaşta bu uyumu sağlayamadığı için, bizler onlara biraz da baskı yaparak doğadan uzaklaşılmış bu modern çağa ayak uydurmasını sağlamak için çaba eğitim veya öğretim adı altında baskı yaparız.

      Tekrar, prefrontal hasarı olan adama dönersek, bu adamın diğer eylemleri son derece normal olabilir. Yani sizin benim gibi okul okuyabilir, diğer ilişkileri normal olabilir. Ve bu adamın durumunu bilen arkadaşı, karnı acıkan adamı ikaz edip, toplantıda olduğunu hatırlatarak tekrar yerine oturmasını sağlayabilir. Yani, dışarıdan bir denetim ile adamda tekrar farkındalık yaratılarak, toplantıya devamı sağlanabilir. İfade ettiğim gibi, matematik işlemini yine sizin benim kadar yapar, üniversite bitirebilir vb. Yani sosyal hayattan kopmaz, aramızda yaşar ama artık böyle bir kişi, beyninin bu kadarlık işlevi ile bir “ben”e sahiptir.
      Beyin ve nörobilim ile ilgili birçok kitap, dergi ve makalede örnek gösterildiği üzere Phineas Gage olayı bunun tarihe geçmiş güzel örneklerden biridir. Phineas Gage, akıllı ve zeki bir kişi olarak bir grup işçinin başında ABD’de 1848’de demiryolu çalışmalarında ray döşenmesi esnasında yolun üzerindeki kayaları dinamitle patlatırken çene altından giren ve alnından çıkan demir bir çubuk, prefrontal korteksinin büyük bir kısmını alıp götürür. Sonraki zamanda herhangi bir enfeksiyona maruz kalmadan hayatta kalan Gage’nin kişilik yapısı değişir, küfürbaz, çok fazla akıl yürütemeyen buna rağmen sosyal hayatın içinde yaşayabilen bir kişi olur. Eğer Phineas Gage yazıp Google’da aratırsanız gerek Wikipedia’daki hikayesini ve gerekse görsellerde, başından girip çıkan demiri elinde tutarken resimleri görebilirsiniz.
      Buraya kadar şunu demek istiyorum, beynimizde “ben” denilen ve benim kontrolumda olan kısım, denetimi kaybettiğim andan itibaren “ben”likten çıkıyor ve beynimin diğer taraflarının aldığı karara uyan ve bu kararı harfiyen yerine getiren bir kısım oluyor. İşte, synı kafatası içinde olduğu halde beynin bir bölümü, düşünen beyne baskın çıkarak kendi talimatı ile bizi yani” ben” i güder.

      Devamı Var

      Sil
    4. Bir de bu “ben” konusu ile bağdaşık olarak “benlik algısı” denilen bir kavramdan bahsedebiliriz. Benlik algısı denilen kavram, gerek benim kendimin hakkında ve gerekse başkalarının kendim hakkındaki düşüncelerinin bütünüdür. Şöyle ki, ben yakışıklı bir adamım, ben iyi koşarım, ben iyi bir yöneticiyim, falanca konular beni çok sinirlendirir, güzel resim yaparım, falanca konularda prensiplerden taviz vermeyen bir kişiyim gibi örnekleri gösterebiliriz. Yani, kendinizle ilgili sahip olduğunuz ve düşündüklerinizin hepsi benlik algısını oluşturur. Ve yine Hasan’ın, sizin hakkında düşündüğü, Nihal’in sizi terbiyeli bir kişi gördüğüne dair düşünce, yöneticinizin sizi çalışkan gördüğünüze dair düşünce, yani başkalarının sizin hakkınızda ne düşündüğüne dair sizin ne düşündüğünüz her şey de benlik algısının bir parçasıdır. Ancak başkalarının sizin hakkınızda ne düşündüğüne dair sizin düşünceleriniz benlik algısı iken, belki de işin aslı hiç de öyle olmayabilir. Yani, Hasan, belki de sizin hakkınızdaki düşüncesinden bambaşka da düşünüyor olabilir. Ancak, Hasan’ın, sizin hakkınızdaki düşündüğüne dair sizin inancınız, benlik algınızın bir parçasıdır. Diğer bir deyişle, başkalarının, sizin hakkınızda ne düşündüğüne dair sizin kanaatleriniz de sizin benlik algınızdır. Benlik algısı kavramı da bizin yukarıda anlatmaya çalıştığımız “ben” kavramı içine dahil edebiliriz. Çünkü sizin bu türden kanaatleriniz de nihayetinde sizin kararınızdır ve düşünen yani prefrontal korteksinizin bir çıktısıdır.
      Benim bu yazı ile göstermek istediğim esas konu, gündelik hayatta aldığımız kararların (veya aldığımızı sandığımız kararların) neredeyse %90’ının, benim bizzat düşünerek aldığım ve ben istediğim için uyguladığım kararlar değil, düşünen beynimin dışında kalan kısmın, aldığı kararı, düşünen beynime dikte ettirdiği, düşünen beynime talimat verdiği için yaptığım, uyguladığımı göstermektir. Hatta ve hatta biraz da abartarak, düşünen beynim “ben” ise, beynimin diğer kısmının da başka biri olduğunu ve onun talimatlarına uyduğum şeklinde de düşünebiliriz.

      Özetle beynimi çok kaba olarak” düşünen beynim” ve “bu kısmın dışında kalan kısım” diye ikiye ayırırsam, gündelik hayatın yukarıda da ifade ettiğim gibi aldığım kararların az bir kısmını bizzat ben alırken (söz gelimi sınavda soruları cevaplarken) geri kalan kararların neredeyse çok büyük bir kısmı beynimin diğer kısmının aldığı kararlara, düşünen beynimin uyması şeklinde geçer. Daha açık deyişle aldığım kararların %10 kadarını bizzat ben, ne yaptığımı bilerek, ben istediğim veya istemediğim için alıyorsam, neredeyse kararların büyük bir kısmı, beynimizin diğer tarafının aldığı kararları, düşünmeden, hatta farkında bile olmadan ve hatta zaman zaman düşünen beynime bile uğramadan bu kararları uygularız. Daha doğrusu beynimin diğer kısmı, düşünen beynime uygulattırır. İşte böyle bir durumda bizzat almadığım bir kararı uyguluyorsam, bu talimat aldığım bir karardır ve bu durumda “ben”den söz edemeyiz. Özetle beynimizin sadece ön tarafının işlevlerine “ben” diyebiliriz.
      Buraya kadar “ben”in ne olduğunu ifade etmeye çalıştım.
      İşte bu bilgiler eşliğinde sorunuzun ilk kısmını burada tekrar sorar ve buraya “Peki Erol Bey sizce "ben" olarak nitelenen ile beyin arasında bir fark var mıdır?” şeklinde aktarırsak, verilecek cevap net olarak“evet vardır”şeklinde olacaktır.

      Bu arada, hasarlı prefrontal kortekse sahip kişi için şöyle bir soru sorabilirsiniz. İyi güzel de, sizin (benim) verdiğim örneklerde düşünen beyin hasar almıştır ve böyle olması da son derece makuldür.
      O zaman, normal bir beyin için de örnekler vermeye çalışayım ve yazımı aşağıdaki gibi devam ettireyim.

      Devamı var

      Sil
    5. Şimdi gelelim prefrontal yani beynimizin ön tarafı haricindeki beyin kısımlarına.
      Sorunuzun ikinci kısmı şöyle “Beynimizin bize olan etkileri demek yerine beynimizi bir bütün olarak ele alıp, parçaları arasındaki ilişkileri üzerinden mekanizmaları tanımlamak daha kapsayıcı bir bakış açısı yansıtmaz mı sizce de?” Eğer bu soruyu birinci sorunuzdan bağımsız olarak ele alıp bir cevap isterseniz, “sorduğunuz soru tek başına elbette ki kendi içinde makuldür. Kim ne diyebilir ki?” şeklinde yalın bir cevapla cevaplanabilir. Ancak, eğer birinci soru yani “Peki Erol Bey sizce "ben" olarak nitelenen ile beyin arasında bir fark var mıdır?” sorusu ile beraber alınıp ve ikinci soru içinde biraz örtük gibi görünen ancak birinci sorunun uzantısı olan “Beynimizin bize olan etkileri…” kısmını beraber değerlendirerek cevap ararsak, burada verilecek cevap yine” evet”tir. Yani “fark” vardır.
      Ancak sorunuz, sadece ve sadece düşünen beyin de dahil hepsinin alt sistemler nezdinde bir bütünlük içinde çalışması şeklinde olsaydı, zaten böyle bir düşünceye itiraz edilecek bir tarafı olmaz ve soru yukarıda da dediğim gibi son derece makul olurdu?

      Yine kaba olarak şu şekilde benzetme yapmaya çalışayım. Bildiğiniz üzere, bir arabanın motorundan çıkan şafta ait dönme hareketi, belli aktarım organlarına giderek oradan da tekerleklerin dönmesi sağlanır. Burada sorunuzu, bu araba modeline benzeterek tekrar sorduğumuzda, “Motorun tekerleklere olan etkileri demek yerine, arabayı bir bütün olarak ele alıp, parçaları arasındaki ilişkileri üzerinden mekanizmaları tanımlamak daha kapsayıcı bir bakış açısı yansıtmaz mı sizce de?” haline getirebiliriz. Şimdi böyle bir soru ile, siz, arabayı bir bütün olarak düşünüyor ve cevap arayışını bu bütünlükte yapıyorsanız, elbette ki haklısınız. Kimse size bir itirazda bulunamaz. Çünkü böyle bir soru, sadece motorun tekerlekleri döndürmesi değil, arabanın bir bütün olarak çalışması halindeki performansı veya buna benzer bir cevap arayışı ise haklısınız. Ancak böyle bir soru, motordan çıkan şaftın aktarım organları ile tekerleği döndürdüğü gerçeğini değiştirmez. Yani, beynin diğer tarafları düşünen beynimi etkilemekten geri kalmaz ve hatta yukarıda da ifade ettiğim gibi, gün boyu da “ben”i etkilemeye devam eder.

      Buradan itibaren beynimizin üç temel kısımdan meydana geldiğini söyleyelim. Omuriliğimizin ucunda olan kısım beyin sapı, beyin sapının üzerine kurulan kısım duygularımızın olduğu limbik sistem ve limbik sistemin uzantısı üzerine kurulan düşünen beynin yani prefrontal korteks. Buradan da anlaşılacağı üzere insan olarak nitelediğimiz kendimizin, atalarından çok daha öncekilerde de beyin sapı vardı, aradan milyon seneler geçti limbik sistem oluştur ve aradan birkaç yüz bin yıl geçti düşünen beynimiz oluştu.
      Demek ki ben doğarken nerdeyse beynimin üç bölümü ile bir arada doğuyorum ama evrimsel süreçte söz gelimi iki milyon yıl evvelki atamda düşünen beyin yoktu. Hatta ve hatta ve eğer bir sperm yumurtayı döllediği zaman ceninden itibaren canlının anne karnındaki büyüme süreçlerine bakarsanız, beynimizin üç bölümü de aynı anda gelişmediğini görürsünüz. Ceninden itibaren önce beyin sapı, sonra duygusal beyin yani limbik sistem ve ondan sonra düşünen beynin oluştuğunu görürsünüz. Beyin sanki, milyonlarca yıllık süredeki gelişiminin tekrarını 9 ayda bize gözler önüne seriyor gibidir. Ve yine bir hatta diyerek devam edecek olursak, düşünen beynin doğumdan sonra bile gelişmesini devam ettirdiğini görürüz. Diğer bir deyişle, bizim yukarıda anlatmaya çalıştığımız düşünen beyin (prefrontal korteks) tamamlanmasını neredeyse 25 yaşına kadar sürdürür. Aslında bu bile “ben” ile beynimin diğer tarafının ayrı ayı çalıştığı ve hatta beynimizin diğer tarafının düşünen beyni yönettiği anlamı çıkar. Ve işte bu nedenle, ortala 25 yaşına kadar gençler, düşünmekten öte duygularıyla hareket ederler. Ergenlikten itibaren 25’li yaşların sonuna doğru anlaşmazlıkların, kavgaların nedeni budur.
      Devamı var

      Sil
    6. . Gruplaşmalar, veya askerlikteki gibi itaat etme düzeyleri daha çok bu yaşta olur. Akıl yürütmelerden çok heyecansal tutumlar bu yaşlarda daha fazladır. Bu satırları yazdığım şu sırlarda tesadüf ki, tv haberlerinde, Antalya’da 20-25 yaşlarında 5 genç, asfalta yatarak selfi çekmeye çalışırlarken, bir kamyonetin altında kalması sonucu 2 genç hayatlarını kaybetmişler. Duyduğumda “böyle de kaza olur mu?” dediğim bu davranışı yaptıran (düşünen beyni düşündürtmeden haz yaşamaya iten kısım) duygusal beyin yani limbik sistemdir. Bunun anlamı duygusal beynin düşünen beyne büyük ölçüde hükmetmesidir. Elbette ki, bu yaş grubundakilere sorduğunuzda bu gruptaki kişilerin, davranışlarının nedeninin, kendi kararları olduğunu söyleyeceklerdir. Elbette ki böyle olacaktır, düşünen beynin haricinde kalan kısım, kendisiyle çelişkiye düşmeyecek şekilde düşünen beyne uygulama talimatını gönderir. Yani, düşünen beyin bu kararı kendi aldığını zanneder.

      Buna güzel örnek aşktır. Aşkın merkezi, duygularımızın olduğu, beynimizin ortasında bulunan ve birkaç alt sistemden oluşan limbik sistemdir. Doğa, elbette ki aşk mekanizması oluştururken, sadece aşık olalım ve yüreğimiz hop hop hoplasın ve güzel saatler geçirelim diye oluşturmamıştır. Aşık olmanın temel mekanizması, kademe kademe birliktelik oluşturarak karşı tarafla cinsel birliktelik yaşamak böylece türün devamını sağlamaktır. Kaldı ki, aşık olacağımız kişiyi genelde pek seçmeyiz bu kendiliğinden olur. Demek ki, karşı tarafın yüz şekli, vücut yapısı davranış kalıpları benim beynimdeki belli şemalara uymaktadır ki ben o kişiye aşık olurum. Etrafımda yüzlerce ve binlerce tanıdık tanımadık karşı cinsim olduğu halde gidip de o kişiye aşık olmamın nedeni budur. Bundan da şu anlam çıkar ki, benim aşık olabileceğim şablona uygun potansiyel kişiler, yeryüzünde milyonlarca olmalıdır. Aksi halde, her aşık olan çiftin, aşık olacağı kişiyi yakınında buluyor olmasını başka türlü açıklayamazdık. Yani, aşık olacak her bir çiftin aynı mahallede, aynı iş yerinde, aynı şehirde, aynı ülkede doğması ve yaşaması anlamına gelirdi ki bu ihtimaller hesabına göre bile imkansız olurdu. Keza güzellik şablonları da düşünen beynimizde değil beynin geri kalanındadır. Keza, erkeklerde, kadınların bellerinin ne derece ince olacağına bağlı olarak ortaya çıkan cinsel çekicilik de biz düşündüğümüz için yani düşünen beynimizin bir kararı değil, limbik sistemin kararıdır ve düşünen beyne bu oranlardaki kişiyi cinsel tercih olarak ilgilenmesi talimatını verir. Bununla ilgili yazıyı yine “Kadındaki Cinsel Çekicilik” başlığı altındaki yazıda bulabilirsiniz.
      Aşık olma sürecinde, beynimizin ortasında bulunan duygusal beynimizin, aşk sürecinin de merkezi olduğunu söylemiştik. İşte aşk, kendi mekanizmasını çalıştırmak için beyinde gerekli süreçleri çalıştırır. Bunun için karşı cinsin, aşk bittiğinde (düşünerek analiz ettiğinde)beğenmeyeceği tarafları görmezden getirir. Yani düşünen beynin, karşı taraf ile ilgili analizleri (düşünsel, mantıksal, karar verme vb.) süreçlerini paralize (felç) eder. Bu durumda düşünen beyin, limbik sisteme itaat etmektedir. Onun içindir ki aşık olan kişileri ayırmak zordur. Hatta bilinir ki ayırmak için daha fazla ısrar olunursa travma (kara sevda) gibi süreçler çalışır. Peki beyinde neler oluyor? Daha evvel de dediğim gibi, düşünen beyin denilen kısım, duygusal beynin yani limbik sistemin uzantıları üzerinde oluşmuştur. Yani, düşünen beyin, ayrıca, kendi başına oluşmuş bir bölüm değildir.

      Devamı var

      Sil
    7. Ayrıca duygusal beyinden, düşünen beyne sinyal taşıyan sinir lifleri, kaba bir benzetme yapacak olursak, parmak kalınlığında ise, düşünen beyinden duygusal beyne sinyal taşıyan sinir lifleri saç kılı inceliğindedir. Buradan şunu anlıyoruz, eğer duygusal beyin aldığı kararları (buna ruh hali diyoruz) düşünen beyne öyle bir gönderir ki, düşünen beyin kendisine parmak kalınlığındaki sinir lifleri ile gelen talimat sinyallerle, kıl kadar incelikli sinir lifleri üzerinden gönderdiği sinyallerle baş edemez. Bunun anlamı, düşünen beyin, duygusal beyin ne karar alırsa onu uygulamak durumunda kalır demektir. Öfke, kızgınlık aşık olmak hatta sevgi denilen mekanizma bile böyledir. Ve yine, aşkın süresinin kişiden kişiye göre 3 aydan 3 yıla kadar değişmesinin sebebini yine evrimsel süreçte ve duygusal beynin düşünen beyne yani “ben”e baskın çıkmasıdır. Çünkü, günümüzü değil ama binlerce yıl evvelini hayal edersek, çocuk sahibi olan dişi en azından bu süre çerçevesinde avlanamayacağı için çocuğa bakma fırsatı doğacaktır. Yani erkek, çocuk büyüyüp, anne kendi avının peşine koşabilecek düzeye gelene kadar anneye bakacaktır. Hamileliğin ve çocuğun çabuk büyüdüğü memelilerde ise bu süre ya kısadır veya hiç yoktur. Buna karşılık annelik duygusunun hiç yaşanmadığı durumlar ise, deniz kaplumbağalarında olduğu gibi yüzlerce yumurtadan anneye gerek kalmadan, yumurtadan çıkan yavruları belli bir kısmının hayatta kalması üzerine bir süreci, doğa çalıştırmıştır. Yani doğa, ya az sayıda çocuk meydana gelmesini ama çocuğa bir bakım süreci ayırarak ya da yavruyu çok fazla oluşturup bunların da ihtimaller hesabına göre büyük bir kısmının telef olarak, az bir kısmının hayatta kalabilmesi ile türünün devamını kurgulamıştır.
      Söz gelimi blogdaki ilk yazılarımdan biri olan “Tren İkilemi Ve Ahlak yazısını okuduysanız orada, özellikle ikinci senaryoda, adamı köprüden atma eyleminde, singulat korteksi hasarlı olan bir kişiye aynı soru sorulduğunda, kişi adamı köprüden atmaktadır. Halbuki bu kişinin düşünen beyni aynısıyla sizin benim gibi çalışmakta hatta beş katlı integral bile alabilir. Ancak, singulat korteksi hasarlı olduğu için bunun hiç farkında bile değildir. Kaldı ki bu kişiler deli filan da değildirler. Singulat korteks denilen yer, düşünen beynimizin değil, duygusal beynimizin bir kısmıdır ve neredeyse vicdan denilen kavram ve davranışlarımızı yönetir. Görülüyor ki, singulat korteks bizi yani düşünen beynimi yönetmektedir, biz onu değil. Ve gelenek görenek gündelik hayatımızdaki uyumlu davranmayı sağlatan da burasıdır. Yani “ben iyi davranayım” diye düşünmeyiz çoğu zaman singulat korteks ve diğer bağlı beyin organelleri her daim ve bizler hiç farkında olmadan sinyallerini düşünen beyne göndererek bizi “iyi olmak” veya amigdaladan gelen sinyallerle “kötü” olmak adına yönetir. Daha açık bir deyişle, singulat korteksin içinde bulunduğu limbik sistem “çaktırmadan” düşünen beynimi ikna eder ve ben de bu talimata hiç farkında olmadan uyarım.

      Gündelik hayatta aldığım kararların düşünen beynin değil de beynimin diğer kısmının aldığı ve bu kararlara uyduğunu gösteren bir örneği yine bu blogda yazdığım Capgras Sendromu başlıklı yazıda görebilirsiniz. Konusunu ettiğim yazıdaki birden fazla örneği okumanızı öneririm.). Yukarılarda bir yerde, sevginin bile biz düşündüğümüz için değil onun bizi yönettiğini söylemiştim. Çünkü sevgi denilen duygunun kökeni de düşünen beyinde değil, limbik sistemdedir. Söz gelimi bir kişi kaza geçirmiş ve beyninde bazı sinir ileticiler kopmuşsa beynin bütünlüğü bozulur. Böyle bir kazadan sonra kişi, kendi anne ve babası karşısında olduğu halde, onları anne ve babası olarak görmez. Şöyle der. “Evet, onlar benim annem ve babama çok benziyorlar ama benim annem ve babam olamazlar. Çünkü onlara, bir anne ve babaya duyulacak sevgiyi ve yakınlığı hissetmiyorum” der.

      Devamı var

      Sil
    8. Peki bu nasıl olur?. Fazla detaya girmeden şunları söyleyebiliriz. Beynimizin her iki yanında kulaklarımızın hizasında bulunan kısımlarına temporal lob adı verilir. Bu kısmın bir görevi de yaşadığımız olayları depo etmesidir. Yani hatıralarımız burada depolanır. Ancak bu depolamaya tüm bilgiler aynı yerde olmaz. Yani, bir kişinin yüzü, davranışları, bir olay beynin bu kısımlarında depolanırken bu olaya ait duygusal süreçler limbik sistemin içinde depolanır. Bunun anlamı şu oluyor. Capgras sendromunda (bilinen nörolog Ramachandran’ın araştırmalarına göre) görüntülerin depolandığı yer ile aynı olaya ait duyguların depolandığı yerler arasındaki sinirsel bağlantılar kaza veya hastalık nedeniyle koptuğu için kişi anne ve babaya ait görüntüler ile bu kişilere ait sevgi duygularının depolandığı yerdeki bilgileri eşleştiremez. Daha açık söylemek gerekirse, kişi anne ve babasını gördüğünde onların görüntüleri temporal loblardan gelen görüntülerle eşleşiyor ama bu kişilere ait duygular da limbik sistemdeki bellekten gelip görüntülerle eşleşmeli ki kişi bu kişilere anne baba diyebilecek hissi edinebilsin. Düşününüz, bir gece evvel anne, babanız veya eşinizle çok iyi vakit geçirdiniz ve ertesi sabah (farkında olmadığımız ve sizin düşünme ve diğer becerilerinizi etkilemeyen ve gece oluşan bir beyin kanaması nedeniyle) yataktan kalktığınızda, bu kişiler karşınızda ama onlara karşı en ufak bir şey hissetmediğinizi hatta tanımadığınız bir kişi kadar yabancı görseydiniz ne hissederdiniz? Mesele şu ki, Capgras sendromlu kişinin düşünen beyninde bir arıza yoktur. Artık bu saatten sonra, birileri çıkıp da, “bunlar senin annen baban haydi onları sev” dese de de sevemezsiniz. Çünkü sevgi duygusunu taşıyan sinyaller ile ilgili kablo kopuktur. Görülüyor ki, düşünen beyniniz sapsağlam olduğu halde durduk yerde sevgiyi hissedemezsiniz. Çünkü, duygusal beyin, düşünen beyne sinyali kesmiştir.

      Gerek sevgi olayında gerekse diğer duygular için söylemek gerekirse, limbik sistemin gönderdiği sinyaller kadar birini sevebilirsiniz. Keza, korku dediğimiz duygunun kaynağı yine limbik sistem denilen beynin içinde ve her biri iki yarı kürede olmak üzere iki adet ve adına “ amigdala” denilen badem şeklindeki yapılardır. Ola ki herhangi bir nedenler bu kısımlar hasar gördüğünde korku denilen kavram da yoktur. Düşünen beyniniz ne kadar sağlam olursa olsun her türlü matematik işlemi yapabiliyor dahi olsa, korkunun nasıl bir şey olduğunu hissetmeyeceği için tanımını da yapamaz. Söz gelimi, cadde kenarında giderken arkadanbir klakson sesi ile irkilip kendimizi yoldan uzağa götürmemizi sağlayan bu kısmın düşünen beyne gönderdiği sinyallerdir. Görüldüğü üzere duygusal beynimiz bir araba çarpmakta olduğu bilgisini yaratır ve hemen kenara kaçarız. Artık bu çerçeveden bakınca tüm diğer duygular, davranışlar ve ahlak dediğimiz değerler de dahil olmak üzere düşünen beynimizi yönetirler. Çünkü duygular, ahlak değerleri ve daha onlarcası gündelik hayatımızın her anında vardır.

      Şu halde sinyal yoksa, duygu da yok.
      Mesela göz kapaklarımı kapatırken bunu düşünen beynimle yani irademle yapabilirim. Bunun için iradem vasıtasıyla beynimin üzerindeki motor kortekse sinyal gider buradan da göz kapaklarıma sinyal gider ve göz kapaklarım kapanır. Görülüyor ki bunun kararı irademle alınmıştır. Yani düşünen beynimle. Ancak hiç haberim olmadan gözüme doğru bir taş geliyorsa, düşünen beynimden çok daha önce haberdar olan “beyin sapı” hemen göz kapaklarımı kapatır. Ve gözümü korur. Ve yine görülüyor ki bu karar tamamen benim düşünen beynimin dışında alınmış ve alınan karar düşünen beynime hiç uğramadan doğrudan göz kapaklarıma iletilmiştir.

      Devamı var

      Sil
    9. Çünkü beyin sapı, duygusal beyin ve düşünen beyinden çok milyon yıllar evvel oluşmuş ve dolayısıyla gözkapaklarını tehlike karşısında kapatmayı öğrenmiş ve bu bilgiyi de daha sonra duygusal beyin ve düşünen beyne bırakmamıştır. İşte beyin sapı bu anlamda sürüngenlerde de zaten vardır. Çünkü refleks sonucu alınan kararlar, düşünen beynin aldığı kararlardan daha hızlıdır. Keza elimiz, sıcak sobaya dokunduğu zaman elimizi aniden çekmemiz de düşünen beynimizin bir çıktısı değildir. Belki şunu diyebilirsiniz. İyi güzel de bu refleksler bir karar değil ki? Aslında bu ve çoğaltılacak yüzlerce başka örnekler de birer karardır ve düşünen beynimizi devre dışı bırakırlar.
      Keza araba kullanırken, hangi zamanda nerede gaza, nerede frene basıp ne zaman hızlanıp ne zaman yavaşladığımız konuları bile otomatik hareketlerdir ve düşünen beyni kullanmadan doğrudan beynin diğer taraflarını kullanırlar

      Her ne kadar uzun bir yazı olduysa da, sorunuz da bu yazıdan daha fazlasını kapsayacak kadar genişti. Tabii ki bu yazımla beraber, aklınıza, cevaplanmasını istediğiniz daha nice sorular gelecektir. Ancak, aklıma geldikçe yazdıklarım arasından, sizin düşündüklerinizi elbette ki kaçırmışımdır. Fakat yazının bütünlüğü içinde diğer örneklere bakarak da sorduğunuz bir çok sorunun cevabını bulabilirsiniz.
      Son olarak, okuduğunuz Iowa Kumar Deneyi yazısında bile, benden (irademden/düşünen beynimden) çok önce karar veren beynimin bir parçası olan ventromedial prefrontal korteks bile düşünen beyinden bağımsız çalışmakta ve kendisini doğrudan olmasa bile sezgi olarak düşünen beyne hissettirmektedir. Yani “ben”i yönetmeye çalışmaktadır.
      Buna göre en başa, sorularınıza dönersek, birinci sorunuz olan “Sizce "ben" olarak nitelenen ile beyin arasında bir fark var mıdır?” sorusuna vereceğim net cevap “evet”tir. Yani fark vardır.

      İkinci sorunuz “Beynimizin bize olan etkileri demek yerine beynimizi bir bütün olarak ele alıp, parçaları arasındaki ilişkileri üzerinden mekanizmaları tanımlamak daha kapsayıcı bir bakış açısı yansıtmaz mı sizce de? Şeklinde. Bu sorunuzda, “Beynimizin bize olan etkileri demek yerine…” ifadesi sorunuzda olduğu müddetçe, sorunuzun bütünlüğünü sağladığı için” bu sorunuz için de kesin bir “hayır” cevabını verebilirim Diğer bir deyişle. sizin kelimelerinizle “yansıtmayacağını” söylemek isterim. Eğer ikinci sorunuzu sadece “Beynimizi bir bütün olarak ele alıp, parçaları arasındaki ilişkileri üzerinden mekanizmaları tanımlamak daha kapsayıcı bir bakış açısı yansıtmaz mı sizce de? Şeklinde ele alırsak size “haklısınız” derim. Çünkü beyin bir bütün olarak çalışır.

      Eğer, bu kadar uzun bir yazıyı okuduysanız önce sabrınız, sonra sorunuzdan dolayı bana beyin fırtınası yaptırdığınız ve tabii ki ilginiz için de ayrıca teşekkür ederim.

      Saygılarımla

      Sil
  3. Sayın Erol verdiğiniz bilgilerin güvenilirliği açısından tahsilinizi öğrenebilir miyim?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhabalar Sayın Adsız,

      Öncelikle gerek makaleyi ve gerekse ilginizi çektiğini düşünüp altındaki yorumu okuduğunuzu ve dolayısıyla böyle bir soru sorma ihtiyacı hissettiğiniz için, daha doğrusu yazıyı okuyarak sarfettiğiniz düşünsel emek için teşekkür ederim.

      Sorunuzu okudum, ancak dönüp tekrar baktım. Yanlış anladığımı düşündüğüm anda sorunuzun başka, öğrenmek istediğinizin başka kavramlar olduğunu gördüm. Şöyle ki, tahsilimin derecesi ne olursa olsun ve yaptığım tahsilin konusu ne olursa olsun yazdıklarımın güvenirliği açısından benim tahsilimin veya tahsil konumun ne olduğu değil, yazdıklarıma ilişkin kaynakları sormanız daha doğru olurdu diye düşünüyorum.

      Yani size tahsilimi değil, yazdıklarımın kaynaklarını göstermekle mükellef olmalıyım ki, böyle bir talebinizde sonuna kadar haklısınız.

      Eğer konumuz yazıların güvenirliği ve bu konuda makaledeki yazı ile ilgili kaynak istiyorsanız, zaten altında belirtilmiştir. Eğer, bu makalenin altındaki yorumla ilgili kaynak istiyorsanız, Beynimiz ve Biz isimli yazı dizisinin altındaki yerli veya yabancı kaynakları okuduğunuzda, yukarıdaki makalenin altındaki yorum içeriklerini göreceksiniz.

      Eğer, makalenin altındaki Sayın Adsızın (belki de aynı kişisiniz) sorduğu soruya karşılık yaptığımın yoruma istinaden, bu yorumun güvenirliğini sorgulamak istiyorsanız, tesadüf ki, yukarıdaki makalenin altındaki yorumu 19 Mayıs tarihi itibariyle yazdıktan 4 gün sonra 23 Mayıs tarihinde piyasaya henüz çıkan David Eagleman’ın “Beyin Senin Hikayen” adlı, kitabın ilk yarısı, Bilinç ve Kontrol Kimde? bölüm başlıkları altında belli bir kısmını bulabilirsiniz.

      Ayrıca, yine, yukarıdaki yoruma istinaden bu kitap yeterli olmazsa, Beynimiz ve Biz isimli yazı dizisinin altında gösterilen kaynakları okuduğunuzda, her bir kaynakta, yazdığım yazıların gerekse altına yaptığım yorumların geçerliğini göreceksiniz.

      Sil
    2. Sanırım siz, bu türden bilgilere en yakın meslek sahiplerinin doktorluktan sonra nöroloji tahsili yapmış kişiler olduğunu düşünüyor ve bu anlamda soru yönelterek yazılarımın güvenirliğini düşünüyorsanız, norologlar dahi, beynin fizyolojisinin davranışlarımıza yansımasını yeni öğreniyorlar. Neden derseniz, beyinle ilgili davranışlarımıza yönelik temel çalışmalar 1990’larda ABD’nin Bush yönetiminin Decade Of Brain adı altında 1990/1999 arasını beynin on yılı olarak ilan etti ve bunun için de yanılmıyorsam, on milyar dolar para ayırdı. Yine aynı yıllarda fMRI yani fonksiyonel manyetik rezonans cihazı beyinle ilgili, o zamana kadar elde edilen bilgilerden kat be kat fazlası elde edildi.

      Keza, başka cihazların da gelişimi beyni daha fazla tanımaya yardımcı oldu ve makaleler yazıldı. Ancak görüldü ki neuroscience denen bu kavram nörologların alanından taştı. Bir çok alanla ilgili olduğu anlaşıldı. Söz gelimi, beynin sinir ağlarından geçen aksiyon potansiyeli, bu devrelerdeki bağlantılar için fizikçiler, matematikçiler devreye girdiler böylece computational neuroscience (hesaplamalı nörobilim) ortaya çıktı.

      Tıbbi bilgisi olmadığı halde bilişsel psikologlar beyinle ilgilendiler. Aşağıda verdiğim örneklerde göreceğiniz gibi felsefeciler beyinle ilgilendiler neurophilosohy yani nörofelsefe ortaya çıktı, hukukçular beynin davranışı ile ilgilendiler ve Neurolaw olarak yeni bir dal oluşturdular. Borsa ve arz talep gibi davranışlarımızın kökeninde beynin rolünü anlamak için ekonomistler beyinle ilgilendiler (makale olarak yazdığım “ultimatom oyunu” ve “Iowa kumar deneyi” yazılarında olduğu gibi) ve neuroeconomy ortaya çıktı hatta beyinde tanrıyı aramak üzere yapılan çalışmalarla neuroreligion branşında (bununla ilgili makaleleri de yazı dizisinde görebilirsiniz) çalışmalar başladı. Anlaşılacağı üzere beyin konusu, tıbbın araştırma alanı konusu olmaktan çıktı.

      Size bu anlamda Türkçede de kaynak gösterebileceğim kitapları yazayım. Yalnız, özellikle dikkat ediniz ki bu kitaplar beyinle ilgili iken, yazarlarının tıp okumadığını yani kendi branşları doğrultusunda beynin yapısını anlamaya çalıştıklarını görmeye çalışınız. Bunun anlamı şudur, bir nörolog beynin çalışmasını bilir ancak o çalışmanın altında hangi ekonomik değer anlamında bir karar verdiğini bilmez, hangi sosyal dürtüyü oluşturduğunu bilmez. Keza bir nörolog veya nörofizyolog beynin neresinin sağlıksız çalışmadığını, omniyomani yani para harcama hastalığını ancak bir psikiyatr ile veya bir psikolog beraber anlayabilir.

      Beynin neresinden ne kadarlık bir kan akımı sağladığını nörologdan daha fazla bir fizikçi, bir bilgisayar donanımcısı ve yazılımcısı, elektronik mühendisi bilir. Çünkü bu cihazları mühendisler yapar ve basıl kullanılacağını nörologlara anlatır. Şunu kastediyorum, burada multidisipliner bir çalışma gerekir, ve bir alanda çalışan kişinin beyni anlamak adına tek başına ömrü ve bilgi birikimi yetmez.

      Beynin multidisipliner olduğu ve sadece tıp okuyanların değil kendi branşlarının uzantısı ile beyin mekanizması ile ilgilenip kitap yazan hatta Türkçe’ye çevrilmiş olanları örnek gösterirsem konuyu daha iyi anlatabileceğimi düşünüyorum.

      Sil
    3. Leonard Mlodinow: Kuantum mekaniği üzerindeki çalışmaları ile tanınan ABD’li yazar. Ülkemizde Subliminal adı altında, Okuyan us yayınevi tarafından çıkan ve beyinle ilgili kitap.
      Michio Kaku: Bildiğiniz üzere kendisi Teorik fizikçi ancak Türkçe’ye de çevrilen beyinle ilgili, Zihnin Geleceği isimli Odtü Yayıncılık’tan çıkan kitap.
      Diğerlerini de benzer şekilde sıralarsam,
      Jeff Hawkins: Bilgisayar mühendisi. Zeka, Beyin Nasıl Çalışır, Nasıl Düşünür? Yakamoz yayınları,
      Patricia S. Churchland: Felsefe profesörü. Güvenen Beyin. Alfa Yayınları.
      Gördüğünüz gibi, tıbbın kenarından geçmeyen bir dal felsefe ve beyin ilişkisini örnek verebilir..
      David Eegleman: ingiliz ve Amerikan edebiyatı tahsil etmiştir. İncognito. Domingo yayınları. Hatta aynı yazarın yukarıda da bahsettiğim, aynı yayın evinden yeni çıkan Beyin, Senin Hikayen adlı kitap.
      Francis Crick: Fizik tahsil etmiştir. Sonradan, moleküker biyoloji, genler ve giderek zihin yani beynin çalışması ile ilgilenmiştir.
      Daniel Dennet: Felsefeci. Beyin ve zihinle ilgileniyor. Kitabının adı: Aklın Türleri
      Roger Penrose: Teorik fizikçi, beyinle ilgileniyor. Kralın yeni usu, Tübitak kitapları
      Erwin Schrödinger: Fizikçi. Evrim, genetik, akıl, zihin, ahlak, din konuları ile ilgilenmiş.

      Yine bunların arasına piyasaya çıkalı bir kaç ay olan, nöroekonomi alanında Nobel ödülü kazanan Daniel Kahnenan’ın, Hızlı ve Yavaş Düşünme kitabını, ekonomist Jason Zweig’in Paranız ve Beyniniz kitabını, yine nöroekonomi ile ilgili Jonah Lehrer’in Karar Anı kitabını da yukarıdakilere dahil edebilirsiniz. Ve son olarak bilgisayar uzmanı Ray Kurzweil’in Bir Zihin Yaratmak isimli kitabını ve Türkiye’de, bilgiişlemci, donanımcı ve yazılımcılarla, bilişsel psikolog, nörolog vb. disiplinleri içeren bilgiye sahip kişilerin geçmiş bir kaç yıl içinde bir araya gelip oluşturdukları sempozyum veya panellerin ortak raporlarını içeren Bilgisayar ve Beyin isimli kitabı Türkçe literatür içinde bulabilirsiniz. Yabancı kaynaklar ise pdf formatında düşündüğünüzden bile fazla.

      Hatta, ülkemiz Dr. Sultan Tarlacı, kendisi doktor olduğu halde, yukarıdaki verdiğim bilgilerin tam tersi olarak, beynin nasıl çalıştığına dair kuantum mekaniği ile fizikle ilgilenmiş ve “Kuantum Beyin” adı altında bir kitap yazmıştır.

      Görülüyor ki, neuroscience / nörobilim dediğimiz kavram tek bir mesleğin altından kalkacağı bir bilim değil, yukarıda da ifade ettiğim gibi multidisipliner bir alandır.

      Buradan da anlaşılacağı üzere, tahsilimin hangi alanda olduğu konusu doğrudan bir bağlayıcılığı yoktur. Burada, nörobilim, hatta başka bir çok bilim dalı ile ilgilenebilmek için, o dala ait üniversitenin mezunu olmak gibi bir düşünce gütmediğinizi düşünüyorum. Çünkü, bilginin nasıl kullanılacağını, hangi yerli veya yabancı kaynakları kullanacağınız, hakemli dergilerde çıkmış yabancı makaleleri takip edip okuduklarınızı anlıyor, anlamaktan da öte artık, yirmi yıldır bu konuyla ilgileniyor, çalışmalardan çıkacak sonuçları dahi büyük oranda öngörebiliyorsanız, hangi tahsili yaptığınızın o kadar kıymeti yoktur, önemli olan bilgiyi nasıl kullandığınızdır.

      Sil
    4. Sonuç olarak, beyin ile ilgilenmek için doktor olmak gerekmediği, bunun için, ekonomist, fizikçi, bilgisayar mühendisliği, felsefe, hatta ahlak felsefesi, hukuk hatta nörobilimle doğrudan ilgilenen rahiplerin varlığınıa sahip olduktan sonra, isterseniz sizin de ilgilenebileceğiniz, ancak bunun için çok okuma yapmanız gerektiği yerli yabancı literatürü elinize geçebildiği kadar okumanız sizi belli bir yere kadar doyuracak ama elbette ki her öğrendiğiniz evreni daha da sorgulatacaktır.

      Bu kadar uzun bir anlatımdan sonra, sanırım yazdığım yazıların ve yorumlarımın güvenirliğini sorgulamak için, benim hangi tahsili ne dereceye kadar ve hangi konuda yaptığımı değil, yukarıda böyle bir konunun tek bir disiplinle yetinilemeyeceği bilgisini de ilave ederek, benden, kaynak sormanız daha doğrudur olacaktır diye düşünüyorum. Yani benim kim olduğum değil, bu kaynakları ne derece yansıttığım söz konusu olmalıdır.

      Diğer taraftan eğer Beynimiz ve Biz dizisinin diğer bölümlerüne de bakarsanız orada beyinle ilgili kitap tanıtımlarını da görebilirsiniz. Hatta, son on yılda Türkçe’ye beyinle ilgi o kadar çok kitap çevrildi ki (sanırım elliden fazladır) bunları bile okusanız, yazdıklarımı teyit eder anlamda kaynaklara ulaşmış olur ve böylece, sorduğunuz sorunun karşılığını daha sağlıklı almış olursunuz.

      Kaldı ki, sizin bu anlamda bir yazınız olmuş olsa, ben sizin yazılarınızın güvenirliği anlamında sizin kalifikasyonunuzu sormaktan, öğrenmekten öte, yazdıklarınızı çeşitli kaynaklardan çapraz sorgulaması yapardım. Ve sanırım da doğrusu bu olurdu.

      Ola ki, bu kadar söze gerek kalmadan, neyi tahsil ettiğimi yazsam sizi ve kendimi bu kadar yormamış olacağımı düşünmüş olmalısınız. Ancak, neyi tahsil ettiğime bağlı olarak yazdığım yazıların doğruluğunu veya yanlışlığını kabul ederseniz, bilim denilen olguyu muhafazakar, üniversiteden verilen diplomaya ve belli bir zümrenin tekeline teslim etmiş görünürsünüz. Ki, bilimi, böyle bir muhafazakar kanala teslim etmediğinizi düşünüyorum. Buradaki muhafazakarlık, bilimi sadece bir zanaat bir meslek gibi görmek, insanın kendisini geliştirmeye açık olmayan, sadece ona öğretilenle yetinmesi ve dışına çıkmaması anlamındaki bir bakış açısıdır. Yani bilgiyi, üniversitelere hapsedemezsiniz demek istiyorum.

      Bugün, Üsküdar Üniversitesi’deki uzmanların dahi, neurobilimi, bir çok branştan kişilerin yaptığı deney ve çalışmalarla yeni yeni öğreniyor ve Üniversite her yıl nörobilimle ilgili sempozyum veya panel düzenlemeye başladı.

      Diğer taraftan, yazdığım yazıları, size göre hangi meslek grubu daha iyi temsil ediyorsa, ki nörobilimin multidisipliner bir branş olduğunu zaten ifade etmiştim, o meslekten biri olarak yazdığımda, yazdıklarımı aynısıyla kabul eder ve sorgulamaz mıydınız? İşte, aynı sorguyu, bilgi birikiminize bağlı olarak şimdi de yapabilirsiniz.

      Kaldı ki bugün, özellikle batıda, beyin üzerine çalışma yapan özel enstitü vakıf ve kuruluşlar, üniversitelerin de önünde bilgiye sahiptirler, yani üniversiteler, müfredatlarını özel sektör bilimcilerinin makaleleriyle revize etmektedirler.

      Sil
    5. Ana tema olarak bir çocuk dahi bir fikir söylese, değer içerebilir. Önemli olan, onun çocuk olup olmadığına değil, söylediklerinin geçerli olduğuna bakmak gerekir. Bilirsiniz, tanınmış matematikçi Gauss için anlatılan bir hikayede, öğretmen, kendi kendine biraz oyalansın diye Gauss’un da öğrenci olduğu sınıftaki çocuklara, birden yüze kadar sayıları toplayın deyip, öğrencilerin sayıları alt alta yazarak toplamı elde etmeye çalışırken, Gauss’un, bügün hala kullanılan formülü ile iki dakikada sonucu bulması, sanırım uygun bir örnek olacaktır.

      Nihayetinde, neyi ne derece tahsil ettiğimiz değil, sorunuzun karşılığı olarak konu edilen, konuya ne derece vakıf olduğunuz, okuyucunun bunu bugün Google gibi bir kanaldan kolayca sorgulayabileceği (diğer kaynaklar zaten yukarıda verildi) böyle bir konunun multidisipliner olduğu için tek bir disiplinin sahip çıkamayacağı kapanış cümlesi olarak makul gelecektir sanırım.

      Saygılarımla.

      Sil