Beynimiz ve Biz: Merak ve Huzursuzluk

3 Yorum
Merak ve huzursuzluk, bağlantılı duygulardır. Gerek huzursuzluğu meydana getiren mekanizma gerekse merak mekanizması doğuştan gelir.

Her ne kadar her an kendisini hissettirmiyor gibi görünse de, merak, an be an beynimizde çalışan ve tetikte bekleyen bir mekanizmadır. Merak, hayvanlar da dahil olmak üzere insanların çevreye uyumunu sağlayan ve hatta tehlikelerden koruyan bir uyarı mekanizmasıdır. Söz gelimi, bir arazide yürürken sallanan bir çalının arkasından ne çıkabileceği konusunda bizi uyararak (meraklandırarak) tehlikeyi bertaraf etmeye çalışan veya sofrada yemek yerken tuzun nerede olduğunu aratmaya iten saik (motivasyon) merak mekanizmasıdır. Eğer merak dediğimiz mekanizma olmasaydı, çevreye uyum sağlayamadığımız gibi, soru dediğimiz kavramdan dahi haberimiz olmazdı. Bunun anlamı, "nasılsın?" demek dahi merak mekanizmasının nedenidir.

Merak mekanizmasında beyinde yaratılan "belirsizliği" giderme çabası vardır. Belirsizlik bize huzursuzluk verir. Dolayısıyla merak ve huzursuzluk birlikte çalışarak beyinde  kısa süreli dahi olsa yaratılan belirsizliği gidermeye çalışır.

Huzursuzluğun giderilmesi demek, "tatmin olmamış duygu"nun tatmin olması, bu duygunun sönümlenmesi demektir. Bu bilgiyi merak için yinelersek, meraka neden olan eksik bilginin giderilmesi ve belirsizliğin yarattığı huzursuzluğun ortadan kaldırılmasına yönelik bilinçaltı bir eylemdir. Buradan da anlıyoruz ki beynimiz, tamamlanmamış işlevlerden rahatsızlık duyar ve ayrıca sorumluluk dediğimiz duyguyu da tetikler.

Merak, huzursuzluk, belirsizlik ve sorumluluk mekanizmalarının bizi nasıl etkilediğini daha evvel Zeigarnik Etkisi dediğimiz yazımız ile detaylı olarak paylaşmıştık.

Nihayetinde, fotoğraftaki yazıyı değerlendirdiğimizde (büyük) öğretmen, bilerek, öğrenciye belli düzeyde bilgiyi vererek eksik bilginin yarattığı belirsizlik ile merak mekanizmasını ve hafif huzursuzluk (kaygı) yaratır. Bu huzursuzluk, sorumluluk duygusunu harekete geçirir. Sonuç olarak bu döngü, eksik bilginin tamamlanması ile sönümlenir ve merak duygusu ile beraber huzursuzluk giderilmiş olur.

Belirsizliğin yarattığı huzursuzluk, kaygı mekanizması gözlerimizin hizasında beynimizin tabanında, her iki yarım kürede bulunan amigdalanın görevidir. Buna karşılık, amigdalanın ortaya çıkardığı huzursuzluğun yarattığı sorumluluğu da beynimizin önündeki bir bölüm orbital prefrontal korteks denilen kısım üstlenir ve gidermeye çalışır. Görülüyor ki, beynin tek bir yeri değil, birbirleri ile bağlantılı sistemleri bu sonuca götürmektedir.

Peki, fotoğraftaki yazıya göre birinci (iyi) öğretmen  doyurucu bilginin tamamını vererek merakı giderebileceği halde ikinci (büyük) öğretmen, öğrencileri neden huzursuzluğa sevketmeyi tercih etmektedir? Aslında ikinci öğretmen doğru bir yöntem izlemektedir. Yine Zeigarnik Etkisi başlıklı yazımızdan da hatırlayacağımız üzere, doyurucu bilgi daha az kalıcıyken, kişinin biraz meraklandırıp ve kaygı yaratarak sorumluluğun da yarattığı mekanizma ile elde edilen bilgi daha kalıcıdır. Çünkü, huzursuzluk yaratıldığı durumda beyin, bu işin içinden çıkabilmek için çabaya girer bu da kalıcı öğrenmeye (deneyim/tecrübe) neden olur. Ayrıca, tartışma ortamı yaratarak, başkalarının fikir ve düşünceleri sayesinde kendi fikirlerini sorgulama ve dolayısıyla, gerekli olan eksik bilginin çevredekiler vasıtasıyla tamamlanma imkanı yaratılmış olur. Bu da öğrenmedeki kalıcılığı sağlar.

İşte bu nedenle, geçmiş dönemde öğrenim hayatımızda çözdüğümüz problemlerden çok çözemediklerimiz veya zor çözdüklerimiz aklımızda kalmıştır. Yine ilginçtir ki, yarım kalmış aşkların zihnimizde kalıcı izler bırakması aynı mekanizmanın işidir. Anlaşılıyor ki, kolay bilgi, beyinde kalıcı iz (öğrenme) bırakmaz.

Artık biliyoruz ki fotoğraftaki yazı gereği, ikinci (büyük) öğretmen doğru bir yöntemi uygulamaktadır.

Peki buna rağmen herkes matematiğe neden ilgi duymaz diye düşünürsek bunun nedeni beynimizin doğuştan gelen yapısı ve bu yapının küçüklükten itibaren yetişme ve yetiştirilme ve bu yeteneğin bilerek veya bilmeyerek ortaya çıkartılmasına bağlıdır. Dolayısıyla üniversite sınavlarına girişte sayısal ve sosyal diye ayrımın yapılması, beynimizin ilgi alanına göre yapılanmasının bir sonucudur. Çünkü burada beynimizin sağ (sanatsal, sosyal) veya sol (analitik) yarısının baskınlığı bizi bu anlamdaki düşünce ve algı sistemine yöneltmektedir.

Erol

3 yorum:

  1. kolay gelsin merak ve hzuursuzluktan bahsetmisken ara sira aklima takilan zaman kavrami goreceliyse nasil nesnel kabul ediliyor anlamis degilim yani beyin yarim saniye gecmiste yasiyor bizim bu zaman algimiz beyinden mi cikmakta yoksa nesnel olarak bur gercek zaman kavramini nasil olcuyoruz. hem beynimiz zamani duruma gore farkli algiliyor. hemde bu ara nöronal görelilik denen birsey soz konusu yani ayni zamani herkes uzun yada kisa algilayabiliyor zaman gercekten var mi gercek mi doye sorgulamaya basladim sizin bu konuda bilginiz var mi acaba ? varsa cok tesekkur ederim bana baya merak ve endise duygusu veriyor nihai bir cevabi bulamadim anlayamadim tesekkur ederim simdiden...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhabalar Sayın Adsız.

      Öncelikle ilginiz için teşekkür ederiz.
      Diğer taraftan, bazı sorularınızı sorarken, cevabınızı da vermişsiniz.

      Sorunuza, daha doğrusu aynı konuyu irdeleyen sorularınıza şu şekilde toptan bir cevap vermeye çalışayım.

      Bir an için tüm evren de, tabii ki Dünya’da da dahil olmak üzere, “hareket” diye bir şeyin yok olduğunu düşünelim. Bunun anlamı, ne bir yaprak sallanıyor, ne bir kuş uçuyor, ne bir araba gidiyor. Hatta siz ne elinizi oynatıyor, ne de kolunuzu oynatabiliyorsunuz. Hatta bırakınız elinizi kolunuzu oynatmayı, madem ki hareket denilen kavramı tüm evrende yok ettik, böyle bir durumda atomun çekirdeği etrafındaki elektronun bile hareket etmediğini düşünelim.

      Böyle bir varsayımda, zaman denilen bir şeyden bahsedebilir miydik? Kaldı ki, bunun anlamı, güneş ışınları bile hareket etmiyor demektir. Böyle bir durumda “iyi güzel ama yine de zaman geçmiyor mu?” diye düşünebilirsiniz. İşin ilginç tarafı, mademki hareket yok, o halde düşünemezsiniz de. Çünkü düşünmek demek, beynimizde çeşitli kimyasalların, atomların, oluşturduğu sinyaller hareket ediyor anlamı çıkar ki bu da baştaki varsayımımıza ters düşer. Bırakınız düşünmeyi, gözümün retinasına baktığım şeye ait bir foton çarpmayacağına göre görme diye bir eylem de olmayacak demektir, tabii ki diğer duyuları da aynı şekilde düşünebiliriz.

      Aslında bakarsanız böyle bir varsayımı kabul etmek demek, tüm fiziksel kanunları yok saymak ve dolayısıyla evreni yok saymak demektir. Çünkü evrenin varlığı bu hareketler ve dolayısıyla nesneler arasında bu hareketlerden dolayı ortaya çıkan ilişkiler (fizik kanunları) ile mevcut olacaktır.

      O halde artık rahatlıkla söyleyebiliriz ki, zaman dediğimiz kavram bizatihi maddenin hareketinin kendisidir. Yani hareket yoksa zaman da yoktur. Kaldı ki hareket yoksa, maddenin kendisinin de olmadığını zaten söyledik. Ancak ve ancak çok soğuk durumda -273 Kelvin’de maddenin en durgun hali varmış gibi görünse de, bundan öte nötrino vb. daha atomik alt maddelerin durduğunu söyleyemeyiz.

      Sil
    2. Tekrarlamak gerekirse, kendi başına ayrı bir kavram olarak, gelip geçen bir zaman diye bir şey söz konusu değildir. Ancak beynimiz bunu küçüklüğümüzden itibaren bu şekilde idrak eder.
      Tabii ki kişinin içinde bulunduğu ruh haline göre (ruh derken, o kişin motivasyonel durumundan bahsediyoruz) bir kişiye göre göre uzun gelen bir zaman bir kişiye göre kısa gelebilir. Derste, sözlü sırasının kendisine yaklaşmakta olan bir öğrenci için zaman uzun gelirken, güzel bir maçta, sürenin çabuk bitmesi gibi. BU algı, beynin bilgiyi kendisine göre kişiye göre değişecek şekilde işlemesinden kaynaklanır.

      Nasıl ki, bilgisayar bile bir bilgiyi işlerken şu veya bu şekilde bir süre geçiyorsa, beyinde de bir sonuca varmak için milyarlarca işlem yapması gerekiyor ve bu da belli bir süre alıyor. Ve ayrıca beyni bu yapısından dolayı, belli bir zaman aralığının ( eşik değerin) altında kalan uyaranlara maruz kalan beyin o şeyi idrak edemez. Söz gelimi perdeye saniyenin binde biri aralıkta bir fotoğraf yansıtılsa, onun ne olduğunu anlayamaz. Çünkü, göze gelen görüntüye ait fotonların enerjileri, beyinde diğer sistemleri harekete geçirecek kadar yeterli enerjiye sahip değildir. (Ancak, beynin eski zamanlardan kalma kısmı, bilinçaltı olarak bunları algılayabilir). Elbette ki bilinçaltı algılanmayacak kadar kısa bir zaman aralığı da mümkündür. Bunun için Beynimiz ve Biz Kör Görü isimli makaleye bakmanızı öneririz.
      Sonuç olarak zamanın bizzat kendisinin maddenin hareketinden doğan bir kavram olduğunu, kendi başına bağımsız bir kavram olmadığı, Einsteinin izafiyet teorisinden giderek, bunun mutlak olmadığı ve beynin farklı algıladığı gibi kavramları yan yana getirince, daha ileri düzeyde bir cevabı siz bulursunuz diye düşünebiliriz.

      Esenlikler diliyoruz.

      Sil