Beynimiz ve Biz: İletişimde Üslup Neden Önemli?

Yorum Yok
İLETİŞİMİ sağlayan, ne dediğimizden önce nasıl dediğimizdir.

Peki bunun nedeni ne olabilir? Halbuki işin mantıksal tarafına baktığımızda, ister öyle söylensin ister böyle söylensin, konu, yere bir şey "atılmaması" isteğidir ve bunun sonucu olarak da zemin temiz kalacaktır.

Neden “üslup” denilen böyle bir mekanizmaya ihtiyaç duyarız? Bunun bir nedeni olmalıdır. Bunun nedeni, elbette ki insanın doğasından kaynaklanmaktadır. Ve devam edecek olursak bu, insanın ve hatta diğer canlıların hayatta kalmaları ile bağlantılıdır.

İsterseniz geliniz, çerçeve yazıdaki ifadenin, beynimizdeki mekanizmayı nasıl etkilediğini ve bu etkilenmenin kaynağının da milyonlarca yıl evveline dayanan hikayesine bir göz atalım.

Her zaman olduğu gibi gözlerimizin hizasında, beynimizin her iki yarım küresinde, beyin tabanına yakın, adına AMİGDALA denilen ve Latince "badem" anlamına gelen, şekli ve büyüklüğü ile gerçekten de bademe benzeyen iki adet beyin oluşumu, bunun nedenini hazırlamaktadır. Amigdala bizi tehdit ve tehlikelerden koruyan beyin organelidir.

Çerçeve yazıyı ele alırsak, amigdala, neden içeriğe bakmaz da üsluba bakar? Çünkü amigdalanın birincil vazifesi kişinin tehdit altında olup olmadığına bakmaktır. Bu tehdit kavramına, sadece fiziksel değil, “aşağılanma” dediğimiz anlayış da buna dahildir.

Bizler, genelde yere çöp atıp atmama konusunda neden bunu anlamadığımızı, içerik son derece açık iken, diğer bir deyişle “yere çöp atılmaması” kuralı net olduğu halde, böyle bir davranış aktarımının (söyleminin) neden “üslup” çerçevesi dahilinde yapılması gerektiğini sorguluyor olabiliriz. Ancak şu var ki yere çöp atılıp atılmaması konusu, insanların sonradan “kültürel” olarak geliştirdikleri bir konu iken, amigdala, milyon yıl evvelinden ve böyle bir kültürün olmadığı, insanların daha ilkel zamanında onu her zaman korumaya, var olmaya programlamıştır. Bu program sadece fiziksel varlığının korunması değil, aynı zamanda aşağılanmaması dolayısıyla saygınlığı yani birey olarak içinde yaşadığı toplum tarafından kabul edilmesi esası üzerine böyle bir davranışı biçimlendirmiştir. 

Demek istediğimizi daha açık söylemek gerekirse, amigdala, doğrudan bir davranış olarak "yapma", "etme", "koşma" vb. diğer bir deyişle bir eylemin yapılmasını "men etme" anlamındaki bir yaklaşımı sevmez. Bunun en basit örneği "emir almaktır". Amigdala emir almayı sevmez, tepki gösterir. Çünkü amigdala, emir almayı bireyin serbestiyetini kısıtlayan, öz saygısına, öz güvenine, öz değerlerine vb. kavramlara bir saldırı olarak karar verir. Zaten mesele de buradadır ki, bu karar, düşünen beyin tarafından değil, milyonlarca yıl evvelinden atalarımızın genleriyle gömülü olarak gelen, doğum esnasında da, genlerdeki bu karşı çıkış (savunma) bilgisinin amigdalaya aktarılması sonucu amigdalanın aldığı bir karardır. Bizim, bilinçli kararımız değildir. Dolayısıyla, "şişeyi yere atma" şeklindeki bir iletiyi tehdit olarak algılar ve amigdala, bu iletinin tam karşılığı olarak, bireyin kendi varlığını ortaya koymak, varlığını karşı tarafa hissettirmek için, şişeyi yere atmayacağı varsa da atmasını ister. İşte üslup, amigdalayı sakinleştirmek için gereklidir.

Bireyin, kendi varlığını kabul ettirme şeklindeki böyle bir davranışı, milyonlarca yıl evvel, sadece insanın ilkel yapısındaki zaman için değil, bugüne baktığımızda insanların da dahil olduğu şempanze, goril, urangutan, bonobo, makak vb. adına primat dediğimiz grup canlılarda ve hatta diğer hayvanlarda da bu mekanizmayı görebiliriz. Tekrar etmek gerekirse, özellikle memeli türlerde öncelikli kural bir bireyin o topluluk içinde barınabilmesi için kabulü konusudur. Topluluk tarafından dışlanan bir bireyin, en azından çiftleşme ihtiyacını gideremediği için soyu yok olacaktır. Şu halde, bir şekilde grup içinde kalmalıdır ve mücadele etmelidir.

İşte, bireyin hayatta kalmasının yanında, “aşağılanma” tehdidine karşılık, onu korumaya alan yine amigdaladır. Yukarıda da ifade edildiği gibi bu sadece insanlar için değil, diğer memeli hayvanlar için de geçerlidir. Şu halde, tekrar bir kaç milyon yıl geriye gittiğimizde, yere çöp atmanın kültürel bir davranış olarak bilinmediği bir zamanda, amigdala üslup olarak kendisine doğrudan direktif olarak gelen davranışlara karşı her zaman duyarlı olmuş, doğrudan davranışları bir aşağılanma diğer bir deyişle tehdit olarak kabul etmiştir.

Bu mekanizmayı milyonlarca sene evvelinden günümüze getirdiğimizde, yere çöp atılıp atılmaması hala ikinci plandadır. Çünkü, birinci planda bireyin tehdit altında olup olmaması evrimsel bir mekanizma olarak günümüze kadar gelmişken, kültürel olarak oluşturduğumuz “yere çöp atılmaması, çevrenin temiz tutulması” konusu ikinci planda olup, amigdalanın umurunda değildir. Zaten böyle bir bilgiyi idrak edecek bir donanıma da sahip değildir.

Görülüyor ki, yapılması istenilen davranışa ait bilginin ne olduğundan (yere çöp atılmaması) önce üslup (amigdala için tehdit oluşturmayan davranış) gelmektedir.

Kaldı ki, daha küçükken ısrar ettiği ve kişiliğini bulmaya başladığı, büyüklerin “yapma” talimatlarına bağlı olarak çocukların “inat” edercesine istenmeyen davranışları tekrarlamasının altında yine amigdala vardır. Basitçe söylersek, amigdalanın baskın olarak devreye girdiği anlarda bilinçli davranış devre dışıdır. En basit örnek, kavgaya veya ağız dalaşına girdiğimiz anlardır.

Peki, üslup nerede devreye girmektedir. Söylem tarzı olarak yumuşatılmış bir şekilde cümleler kurulduğunda, amigdala, kendisini tehdit altında hissetmez. Bu durumda, amigdala istirahate çekilmiştir.

"Birkaç milyon yıl evvel üsluplu iletişim nasıl kuruluyordu?” diye düşünülebilir. Tabii ki konuşmanın, bugünkü seviyesinde, kültürel bir dil yapılanmasının olmadığı bir zamanda, vücut dili dahil, türün kendine has ses çıkarmalarını iletişim için kullandığını söyleyebiliriz.

Bugüne bakarak bir şempanzenin, bir köpeğin, bir kedinin anne olarak yavrusuna şevkatle bakması ve koruması, emzirmesi bile aslında bir “üsluptur”. Şu halde üslup dediğimiz mekanizma da aslında kültürle biçimlense de, insanoğluna baktığımızda yine onun doğasının milyonlarca yıl evvelinden günümüze taşıdığı bir davranıştır. Tabii ki bu davranışlara ait temel bilgilerin “genlerimizle” taşındığını evvelki yazılarımızdan biliyoruz.

Peki üslup denilen bu mekanizmanın yaptırım gücü nereden geliyor? Bunun kaynağı yine beynimizdedir.

Amigdala tehdit altında olmadığı zamanlarda Freud’un “süper ego” dediği, bizim de kabaca “vicdan” dediğimiz mekanizma devreye girer. Beynimizde “sorumluluk” olarak da faaliyete geçen ve bizleri toplumsal kurallara uymaya iten bu yapılar beynimizin her iki yarım küresinin iç tarafında, birbirine bakışımlı, beynin ön tarafına doğru, yay şeklinde olan ve adına anterior singulat korteks denilen kısımdır. Aynı zamanda bu sorumluluğa katılan bir diğer kısım da beynimizin önünde, alnımızın biraz altındaki beyin bölümleri, orbital prefrontal korteks ile mediyal prefrontal kortekstir. İşte, amigdala devreden çıkıp da, kendimizi şu veya bu şekilde tehdit altında hissetmeyen insan için beynin bu kısımları devreye girerek diğer bir deyişle sorumluluk “hissettirerek” o işi yapmaya iten güdüyü yaratır. Eğer, o sorumluluk yerine getirilmezse, bunun karşılığını “utanma” veya “suçluluk” olarak bize dönecektir. (Sorumluluk duygusu olarak, daha evvelki yazılarımızdan Zeigarnik Etkisi başlıklı yazıyı okumanızı öneririz.)

Şu halde, tekrar çerçeve yazıya dönecek olursak, bir insanın talimat veya emir tarzı ile makul iletişime girmeden diğer bir deyişle emir almayı sevmemesinin ve üslup çerçevesinde bir işi yaptırmasının mekanizması temel olarak budur. Onun içindir ki söz gelimi Japon toplumunda sorumluluk duygusu kültürel olarak “duyarlı” hale getirilmiş ve zaman zaman işinde başarısız olan yöneticilerin istifa veya intihar nedenini oluşturmuştur. Japon'lar gibi topluluklarda beynin sorumluluk mekanizmasına küçüklükten itibaren yetiştirilme bakımından fazla yük verilmektedir.

İşte bu nedenledir ki aile ortamından başlamak üzere “eğitim” son derece önemlidir. Yine bilinir ki, çocuğun 6-10 yaş arası beyin gelişimi ile kişiliğinin büyük bir kısmının temelleri bu dönemde oluşur. Bu yaşa kadar verilmeyen/verilemeyen eğitim ile bir kişiyi, arzu edilen davranışa yöneltmek, istisnalar haricinde nerede ise imkansızdır. Çünkü beyinde, kişiliğimizi oluşturan milyarlarca nöron (sinir hücreleri) arasında oluşan bağlantıları, eğitimle yeniden kopartıp, doğru ve sorumluluğu idrak edecek davranışa yöneltecek trilyonlarca yeni bağlantılar oluşturmak imkansızdır. Bundan dolayı da “yedisinde neyse, yetmişinde de odur” veya “huylu huyundan vazgeçmez” cümleleri bu anlamda yerini bulmaktadır.

Çerçeve yazıda "sizleri de çok seviyorum" ifadesiyle, beyinde bir mekanizma daha çalıştırılmaktadır. Bu da ödül mekanizmasıdır. Böyle bir ifade karşısında, yine gözlerimizin hizasında amigdalaya göre beynimizin ön tarafına daha yakın olan ve her iki beyin yarı küresinde bulunan, nucleus accumbens denilen kısımlar devreye girer. Bu kısımlar, aşık olduğumuzda, mutlu olduğumuzda, gelecek için umut beslediğimizde faaliyete geçer. Bu kısma giden dopamin kimyasalı ile kendimizi mutlu, ödüllendirilmiş hissederiz. Bu hissedişin beyin için tercümesi, bireyin varlığının kabülu anlamındadır. Görülüyor ki, çerçeve yazı, aynı zamanda ödüllendirici, teşvik edici üslubu da beraberinde getirmiştir.

Tabii ki şunu da ilave edelim ki, üsluplu bir dil kullanımı uygun vücut dili ile beraber iknanın da bir mekanizmasıdır. Ve ayrıca, üsluplu dile yatkın olup da çabuk etkilenen kişiler, manipülasyon tuzağına da daha çabuk düşebilirler. Dolayısıyla, üsluplu dil, suistimali barındırmadığından emin olduğumuz, samimi yaklaşımlar için geçerlidir.

Bir şişenin, çöp olarak yere atılmama isteğinin belli bir üslupla söylenmesi ile ancak o kişi tarafından bu talebin yerine getirilebileceği, böyle bir davranışın da kökeninin milyonlarca yıl evveline dayandığı ve ayrıca küçükten başlayan eğitimle doğrudan bağlantılı olması size de garip geliyor mu?

Erol

0 yorum:

Yorum Gönder