Beynimiz ve Biz: Kötülük Algısı, Neden İyilik Algısından Daha Baskındır?

2 Yorum
TOLSTOY'UN özdeyişine baktığımızda, neden onca iyiliğe karşılık yapılan tek bir yanlış hatırlanır? Bunun bir nedeni olmalı.

Şöyle bir soru soralım? Karşımızdakinin bize gösterdiği onlarca olumlu davranışa rağmen, sadece tek bir olumsuz davranışı ile ona karşı duyduğumuz güvensizlik, bir düşüncenin eseri midir, yoksa, düşündüğümüz için değil de, beynimizde hazır beklemekte olan ve düşüncemizden bağımsız bir potansiyeli tetikleyip kilidini açmak mıdır? Neden, testlerdeki gibi, üç yanlış bir doğruyu götürmek yerine, bir yanlış, bazen bir çok doğruyu götürmektedir?

İyi davranışlarıyla bildiğimiz bir tanıdığımız veya arkadaşımızın, bilerek veya bilmeyerek bize yaptığı yanlış bir davranış sonrası, onu, ya tehdit olarak algılarız ya da davranışlarımızla belli etmesek de ona karşı daha temkinli oluruz.

Eğer böyle bir olgu, hemen hemen bütün kültürlerde görülüyorsa, bir kişinin, bize gösterdiği birden fazla doğru davranışına karşılık, o kişinin tek bir yanlışı ile ona olan güvensizliğimizin kökenini, yaşadığımız kültürün  bir "öğretisi"  değil, aksine bu olgunun kökeninin "doğuştan" geldiği şeklinde bir düşünce olmalıdır. Daha açık bir deyişle, bunun nedenini bizzat genlerimizde aramalıyız. Çünkü, düşünme şeklimiz ve davranışlarımızın ilk belirleyicileri, genlerimizin, beynimizdeki nöronlar arasında oluşturduğu bağlantılardır.

Karşımızdakinin tek bir yanlışını bile doğrularından daha fazla önemseyen yer, beynimizin ortasındadır. Duygusal beyin denilen, diğer adıyla limbik sistemin bir parçası olan "amigdala" isimli badem büyüklüğünde ve şeklindeki iki adet (her biri, beyin yarı kürelerinden birinde olmak üzere) oluşum, bu ayırt edici önemli görevi yüklenmiştir.

Yine, kabaca şakaklarımızın hizasında ve beyin yüzeyinden biraz derinlerde bulunan "insula" isimli oluşumlar da (her iki beyin yarı küresinde olmak üzere) benzer fonksiyonlar için amigdalaya destek verirler.

Amigdala ve insula, daha biz doğmadan, ebeveynlerin bize aktardığı genler vasıtasıyla edindiği hazır programları çalıştırmaktadır. Bu programlar, ifade edildiği gibi hazır gelir, öğrenerek edinmeyiz. Söz gelimi amigdala, korkmamızı, tehlike karşısında kaçmamızı, gücümüz yetiyorsa o tehlike ile baş etmek üzere saldırmamız üzerine faaliyette bulunur. İnsula ise elimiz bir yere sıkıştığında çektiğimiz acı, aşık olduğumuzda çektiğimiz acı, bir şeyden tiksinmemizi insula sağlar. Ve bunların hiçbirini öğrenmeyiz, doğuştan gelir. Bu aynısıyla, gözümüze doğru gelmekte olan bir cisimden gözümüzü korumak için göz kapağımızı kapatmamızı sağlayan refleks gibidir. Göz kapağımızı kapatmamızı sağlayan bu talimat, düşüncemizin değil, beyin sapından gelir; doğuştan gelen bir sistem bilgisidir. Benzetme yaparsak, yeni doğan bir bebeğin öğrenmediği halde ağlaması veya öğrenmediği halde, uyurken yanında yüksek bir ses ile uyarıldığında korkması, irkilmesi gibi. Bebek,  ne ağlamayı ne de korkmayı öğrenmemiş, ancak atalarından aldığı genetik bilgi ile, dış dünyanın şartlarına hazırlıklı gelmiştir. Çünkü korku, dış dünyanın tehlikelerinden kaçıp hayatta kalabilmenin neredeyse temel fonksiyonudur.

Günlük hayatta, bize karşı yapılan tek bir yanlışın, birçok doğruyu götürmesine karşılık oluşan güvensizlik, düşüncelerimizin değil, aksine, hemen hemen düşüncelerimizden bağımsız çalışan bu iki beyin organeli ile oluşmaktadır. 

Bunun da nedeni, insanın bugünkü durumuna gelinceye kadar, o bireyin var olabilmesi ve bunu sürdürebilmesi için karşılaştığı tehlikelerin ve tehditlerin (kötülükler), karşılaştığı olumlu hallerden (iyilikler) çok fazla oluşu ve buna bağlı olarak bu türden tehlikelere ait bilgilerin evrimsel süreçte, amigdalada ve insulada depolanmasından dolayıdır. Daha açık söylemek gerekirse Tolstoy'un söylemi bilinçli bir kararımız değil, beynimizin derinliklerinden gelen tetikte bekleyen potansiyel sistemin bir kararıdır. Bunun da anlamı, zaten bana zarar vermeyecek iyi bir davranışa hazır olmaktansa, her an olabilecek kötü bir durum için kodlanmış bilgi, beynimizde oluşmak üzere daha biz doğmadan atalarımızın genlerinde zaten mevcuttur demektir. 

Beynimizdeki bu iki unsur (amigdala ve insula) ile, sadece bizim karşılaştığımız tehdit ve tehlikeleri değil, bizim, binlerce hatta birkaç milyon yıl evvelki atalarımızın maruz kaldığı tehlike ve tehditleri bugün bile, sahip olduğumuz beynimizde taşıyoruz demektir. 

Eğer bu tür hazır bilgiler, doğuştan gelmemiş olsaydı, bizlerin, doğduğumuz andan itibaren hayatta kalma şansı olmaz varlığımızı sürdüremezdik. Çünkü, korku, kaygı, cinsellik, rekabet, psikolojik savunma mekanizmalarımız ve daha bir çoğunu, içinde bulunduğumuz kültürle öğrenmeyiz. Bir başka deyişle korku, kaygı, rekabet vb. olguları, hiç yokken, öğrenme ile bir bireyde oluşturamayız. Yapabildiğimiz yegâne şey, doğuştan yani genlerimizle atalarımızdan gelen bu birikimlerin depolandığı amigdala ve insuladaki ilkel bilgileri, öğrenme dediğimiz fonksiyonla yeniden yapılandırmamız, yönlendirmemiz veya çeşitlendirmemizdir. Bu tür bilgiler bir anlamda, satın aldığımız bilgisayarla beraber gelen işletim sistemi gibidir. Sonraki bilgileri, bu işletim sistemi sayesinde bilgisayara (beynimize) yükleriz.

Bu arada, amigdala ve insula gibi oluşumlarda sadece bizler için fiziksel tehdit ve tehlikelere karşı değil, aynı zamanda dışlanma, aşağılanma vb. davranışlar için de korumaya programlanmışlardır. Buradan da anlıyoruz ki, güven, sadakat vb. unsurları, sonradan, içinde bulunduğumuz kültürle öğrenmeyiz, genlerimizde kodlanmış olarak doğuştan gelir demektir. 

Şu sorulabilir. Peki, içinde yaşadığımız kültürde güven, sadakat vb. değerleri/kavramları hiç mi öğrenmeyiz? Aslında bu sorunun cevabı "hepsini öğrenmeyiz, öğrendiğimizi sandığımız kısım,  doğuştan gelen temel bilgilerin, sonradan, içinde yaşadığımız kültür vasıtasıyla geliştirildiği veya güdük bırakıldığı" şeklinde olur. Daha açık bir ifade ile, öğrenme dediğimiz şey, doğuştan gelen temel bilginin yeniden şekillenmesi veya bu temel bilginin üzerine bina edilen bilgidir. Yani zaten mevcut bir bilginin üzerine ilave edilme eyleminden bahsediyoruz. Genlerle gelen bu temel bilgi olmasaydı, üzerine, neyden sakınmamız, neyden korkmamız veya neye yakınlık duymamız gibi kültürle gelen bilgileri öğrenemezdik. Böyle bir öğrenme süreci olmazdı.

İşte, öğrenme dediğimiz kısım, o kültürün kendisinin çevre ve daha başka etkilerle oluşturduğu gelenek-görenek, örf-adet, din gibi unsurlara bağlı olarak oluşan davranış ve düşüncelerin, yukarıda bahsedilen temel bilginin üzerine bina edilen (kuşaktan kuşağa aktarılan) bilgilerdir. Kastedilen öğrenme dediğimiz eylem budur. Dolayısıyla, genlerimizde kodlanmış ve "güven" dediğimiz bu temel bilgiler olmasaydı, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi güveni geliştirmek üzere öğreneceğimiz bilgi de olmazdı. Güven, doğuştan gelirken, nasıl ve ne şekilde güveneceğimize dair yol ve yöntemleri ise "yaşayarak" veya kuşaktan kuşağa aktararak, içinde bulunduğumuz kültüre bağlı olarak öğreniriz. Yine, daha evvel ifade ettiğimiz gibi, bilgisayarı aldığımızda, işletim sistemi olmasaydı, bilgisayara istediğimiz program veya bilgiyi yükleyemeyeceğimiz benzetmesi gibi.

Şu soru da sorulabilir. Peki, bizler beynimizin bu anlamda duygusal esiri miyiz? Eğitim denilen olgu ile yine "duygusal zeka" adı verilen süreçleri belli ölçüde daha makul ve iradi olan davranışlara çevirme çabasına elbette ki giriyoruz. Diğer bir ifade ile duygularımızı belli ölçüye kadar yönetebiliriz. Ancak, beynimizdeki nöronal ağların bağlantıları yirmili yaşlara kadar devam ediyor da olsa, bizlerin hayatında temel faktör olan duygusal davranışlarımıza ait bağlantılar altı, sekiz haydi bilemediniz on ikili yaşlara kadar kişiliğimizi oluşturacak şekilde tamamlanmış oluyor. Bu bağlantılarla beraber oluşan gelenek-görenek, örf-adet ve din gibi "inançlarımızı" dahil edebiliriz. Bu bağlar kurulduktan sonra, bir daha kolay kolay geri dönüş olmuyor. Gelecekteki mutlu günlerimiz, kaygılarımız ve depresyonlarımızla, dogmalarımızla, değişmez inaçlarımızla potansiyel bir kişilik oluşturuyoruz.

İyilik ve kötülük anlamındaki temel/kök bilgilerin doğuştan geliyor olması bizi, bir başka konuya daha götürmektedir. Eğer din ve benzeri argümanlar olmasaydı insanlar yine de iyilik ve kötülüğün farkında olmazlar mıydı? Başka türlü sorarsak, iyilik ve kötülük diyebileceğimiz bu algılar din kavramı ile mi gelmiştir? Rahatlıkla diyebiliriz ki din ile doğrudan bir bağlantısı yoktur. Söz gelimi, doğuştan gelen ve ahlak anlamında "iyi davranış" olarak niteleyebileceğimiz, annenin, yavrusuna bakması, onu koruması, kayırması, beslemesi bir iç güdü olarak gelmiştir. Görülüyor ki annenin çocuğunu koruma iç güdüsü öğrenilmiş bir unsur değil, temeli, genlerle gelen bilgi aktarımına dayanmaktadır. İşte, çoğaltacağımız bu ve benzeri temel bilgiler, insanların kötülük karşısındaki kendilerini koruma ve iyilik denilen kavramla da birbirlerine destek vererek, en ilkel insandan başlayarak toplulukların ve dolayısıyla insan türünün varlığının devamı sağlanmış olmalıdır. Eğer insanoğlunun iyilik-kötülük anlamındaki genlerle gelen seçiciliği (!) olmasaydı, daha dinlerin bile olmadığı zamanda türün devamı mümkün olmazdı. Nihayetinde, gündelik hayatımızda, onca iyiliğe rağmen bize yapılan bir kötülükle, kendimizi karşımızdakinden veya olabilecek diğer afetlerden sakınmak (ilkel bir insan için mağarada yaşamak), kültürden, dolayısıyla öğrenmeden bağımsız olarak türün varlığını korumuştur. Din veya kültürle oluşan gelenek görenek, örf adet gibi kalıplar ise, genlerle gelen bu bilgileri daha belirgin kılmış, çeşitlendirmiştir.

Bu arada, yukarıda da ifade edildiği gibi, kötülük dediğimiz bir eylem ile varlığımızın devamında illaki fiziksel bir eylem (dövülmemiz, öldürülmemiz) olması gerekmez , sözel olarak aşağılanmamız, küçük düşürülmemiz, görmezden gelinmemiz, bize karşı adaletsiz davranılması, bizden alınan borcun iade edilmemesi, malımızın çalınması ve benzer davranışlar da kötü davranışlar olarak sınıflandırılır.

Özetlersek, doğanın yıkıcılığı (çevremizdeki insanlar da dahil olmak üzere yapılan kötülükler), yapıcılığından (iyiliklerden) daha fazla olduğundan dolayı, insanın var olması ve kendisinin varlığını sürdürebilmesi için, bu tür koruyucu mekanizmalara ait temel bilgiler genlerimizde kodlanmış ve sonradan beynimizde davranışa dönüşerek (karşımızdakinin tek bir yanlış davranışı ile evvelki iyi davranışları yok saymamız) kendimizi emniyete almamız, tedbirli olmamız için doğarken gelen hazır bilgiler olarak belirmişlerdir. Çünkü, yıkıcılığın, yapıcılıktan daha baskın olduğu bu olayların varlığı sadece günümüzde değil, milyonlarca yıl öncesinden başlayan bir süreçtir.

Erol

2 yorum:

  1. Merhaba,

    Öncelikle yazılarınız için çok teşekkür ederim. Yazılarınız sayesinde nörobilim ile ilgili bir çok şey öğrendim. Acaba nörobilim ile ilgili kitap, belgesel, websitesi önerisinde bulunabilir misiniz? Ben şimdiye kadar kitap olarak David Eagleman'ın Beyin Senin Hikayen ve İncognito adlı kitaplarını okuyabildim. Malesef ingilizcem çok iyi olmadığı için yabancı kaynaklardan çok yararlanamıyorum. Belgesel olarakta
    Zihin Oyunlarını izlemiştim. Birde sizin yazılarınızı okuyorum. Tekrardan çok teşekkür ederim.

    Bence nörobilim çok önemli bir bilim dalı çünkü nörobilim benim insanları anlamamı ve en önemlisi onlara empati kurup hoşgörüyle yaklaşmamı sağladı. Bu yüzden nörobilim hakkında bir şeyler bilmek çok güzel :)


    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhabalar Sayın Ali Doğan

      Öncelikle ilginiz için teşekkür ederiz.
      Beyin ile ilgili okuduğunuz iki kitap da beynin bazı bölümlerini ve bu bölümlerin insan davranışlarını göstermesi açısından önemlidir.

      Son on yılda Türkçe’ye, beyin ile ilgili olarak neredeyse yüze yakın kitap çevrildi. Bu anlamda, akademik bir çalışma yapmıyorsanız, yabancı dile kitap okumak zorunda olmadan geniş anlamda beyin ile ilgili kitaplar bulmak mümkün. Eğer İdefix.com sitesine girer ve beyin, zihin, bilinç gibi kelimelerle aratırsanız beyin ile ilgili bir çok kitaba denk gelirsiniz. Hatta bu kitaplardan bazılarını Facebook vasıtasıyla ulaşabileceğiniz bazı kitap indirme sayfalarına üye olup ulaşabilirsiniz.

      Eğer beyinle uzun vadeli ilgilenmeyi ve davranışların beyne bağlı kökenini sorgulamak istiyorsanız size bir iki önerim olabilir. Beynimizi sadece bugünün kalıpları içinde düşünürseniz, düşünce ufkunuzu daraltarak beyne baktığınızı söylemek isterim. Çünkü bu anlamdaki bir görüşle beyne bakmak ile, sanki bir çok şeyi “düşündüğümüz” için öyle davrandığımızı yani irademizle her şeyi yaptığımız anlamına ulaşırsınız. Beyne bakarken, bizde olan bir beyin bölümü veya davranışın bize yakın olan memelilerde söz gelmiş maymunlarda olup olmadığını sorgulayınız. Eğer onlarda da varsa şu halde evrimsel olarak böyle bir davranışın nedenini biz öyle düşündüğümüz için değil, doğanın çevreye daha iyi uymak açına bir programı olduğunu düşünebilirsiniz. Dolayısıyla, gündelik hayatta gördüğünüz bir çok davranışın kökeninin doğuştan geldiğini görürsünüz. Söz geçimi liderlik dediğimiz kavram, kültürle mi yaratılmıştır yoksa doğuştan mı gelir? diye kendimize soralım. Bu durumda yukarıda da ifade ettiğim gibi maymunlara ve diğer memelilere bakınız. Söz gelmiş maymunlarda da liderlik vardır, alda erkeği adı verilir. Ve yine aslanlar aleminde de lider vardır. O zaman şunu sormak gerekiyor. Liderlik doğuştan mı, kültürle mi oluşuyor? Peki liderlik neden var? Doğa, liderlik gibi bir mekanizmayı oluşturmakla neyi amaçlıyor? Eğer doğuştan geliyorsa bu bilgi nasıl taşınıyor?

      Görülüyor ki, beyni incelemek sadece yapısını incelemek demek değil, varlığımızı da sorgulamak denektir.

      Beyin ile ilgili bir sorgulamada ufku genişletmenin bir başka yönü de, sadece günümüz beynini düşünmek olmadığına göre, insanın binlerce hatta bir kaç yüz bin yıl evvel ne yapardı, nasıl davranırdı diye düşünmek gerekir.

      Aşağıda, biraz giriş biraz da orta düzeyde birkaç kitap adı veriyorum.
      İyi okumalar diliyorum.

      İnsan Beyni, Robert Winston, Say yayınları
      İnsan İçgüdüsü, Robert Winston, Say Yayınları
      Beyindeki Hayaletler, V. S. Ramachandran, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları
      Öykücü Beyin, V. S. Ramachandran, Alfa Yayınları
      Güvenen Beyin, Patricia Churchland, Alfa Yayınları
      İçimizdeki Maymun, Frans De Waal, Metis Yayınları
      Duygusal Zeka, Daniel Goleman, Varlık Yayınları

      Sil