İnsanoğlu bir kez daha tarihteki dönüm noktalarından birini yaşamaktadır. Önümüzde bazı seçenekler var. Bunlardan biri umutsuzluğa ve düş kırıklığına gider, diğeriyse yok oluşa. Şanslıysak, doğru yolu seçecek kadar akıllıca davranabiliriz. Burada herhangi bir karamsarlık duygusuyla konuşmuyorum. Benim söylemek istediğim, -bazıları tarafından yanlışlıkla ‘kötümserlik’ olarak algılanan- yaşamın ve varlığın anlamsızlığını kavrama karşısında duyulan paniğin farkına varılmasıdır. Benim sözünü ettiğim, modern insanın içinde bulunduğu çıkmazdır. (“Modern insan” terimi burada, Nietzsche’nin “Tanrı öldü!” saptamasından sonra ve çok satan “I wanna hold your hand” adlı plağın piyasaya sürülmesinden önce doğan insanları kapsamaktadır.) Bu ikilem, her iki biçimden biriyle anlatılabilir; ama bazı dilbilimci filozoflar onu matematiksel bir hale getirmeye ve sonra da portatif olarak piyasaya sürmeye çalışıyorlar.
En basit biçimiyle söylersek sorun şudur: Anlamı yalnızca benim bel ölçümden ve gömlek numaramdan oluşan bu ölümlü dünyada yaşamanın anlamı nedir ki? Bu zor bir sorudur, özellikle bilimin bile bizim umutlarımızı boşa çıkardığını düşünürsek. Aslında, evet, bilim birçok hastalığı alt etti, insanı Ay'a bile gönderdi; ama bugün hâlâ seksen yaşında bir adam üç tane onsekizlik fıstık gibi kızla aynı odaya konsa bile bir şey yapamamaktadır; çünkü asıl sorunlar hiç değişmiyor. Peki, tüm bu olan bitenden sonra, insan ruhu bir mikroskop altında incelenebilir mi ki? Belki... Ama şu, en pahalı ve çift gözlü olanlardan kullanmalısınız! Bildiğimiz gibi, dünyanın en gelişmiş bilgisayarının beyni, bir karıncanın beyni kadar bile sofistike değildir. Burada, karınca yerine akrabalarımızın büyük bir çoğunluğunu da örnek verebiliriz; ama neyse, zaten onlara da aile düğünleri ve bazı özel durumlar dışında katlanmak zorunda değiliz. Bilim her zaman bağımlı olduğumuz bir şeydir. Eğer göğsümde bir ağrı hissedersem, röntgen filmimi çektirmeliyim. Peki, ya röntgen ışınlarının bana vereceği radyoaktif zarar? Ameliyat olmak da isteyebilirim. Tabii, ameliyattan önce bana oksijen verecekler. Peki, ya bir asistanın canı o anda sigara içmek isterse? Biliyorsunuz, bir sonraki karede, ben üzerimde pijamalarımla Dünya Ticaret Merkezi'nin üzerinden uçuyorum! Bilim bu mu? Evet... Bilim bize peyniri nasıl pastörize edeceğimizi öğretti; ama ya Hidrojen Bombası? Böyle bir bombanın masadan kazara yere düşmesi sonucu neler olduğunu gördünüz mü hiç? İnsan sonsuzluğun soruları karşısında bunaldığı zaman bilim nerede? Evren nasıl yaratıldı? Ne zamandır çevremizde? Bir patlama sonucu mu, yoksa Tanrı'nın bir sözüyle mi oluştu? Eğer ikincisi doğruysa, Tanrı neden o sözü iki hafta erken söylemedi? Böylece mevsim sıcaklarından daha çok yararlanamaz mıydı? “İnsan ölümlüdür” derken ne demek istiyoruz?.. İltifat olmadığı kesin.
Ne yazık ki din de bizim umutlarımızı boşa çıkardı. Miguel de Unamuno’nun “bilinçliliğinin sonsuz ısrarı” dediği bu olay hiç de kolay yutulur bir lokma değildir. Özellikle Thackeray’ı okurken, eskiden insanların her şeye göz kulak olan bir Ianrı’nın varlığına inandıkları için ne kadar rahat olduklarını düşünürüm hep. Ama, eski insanın da karısı şişmanlamaya başladığında ne kadar hayal kırıklığına uğradığını varın siz düşünün! Çağdaş insan huzursuzdur. Kendini bir sadakatsizlik fırtınası içinde görmektedir Bugünlerde buna moda deyimiyle “yabancılaşma” deniliyor. Çağdaş insan artık savaşın vahşetini görmüştür, doğal felaketlere uğramıştır, dahası damsız girilmeyen diskolara girmeye kalkmıştır. Benim yakın arkadaşlarımdan biri olan Jacques Monod hep evrenin rastlantısallığından söz eder durur. Her şeyin, her şeyin rastlantılara bağlı olduğuna inanır. Tabii ki, sabah kahvaltısı dışında! Çünkü onu ev sahibi getirmektedir. Hep dinsel bir varlığa inanmanın insanı rahatlattığı söylenir; ama bu da bizi insani sorumluluklarımızdan uzaklaştırmaz mı? Ben kardeşimin bekçisi miyim? Tabii ki, ama bu konuda Prospect Park Hayvanat Bahçesi de bana yardımcı oluyor. Tanrısız insan, teknolojiyi tanrı yapmıştır. Ama yine de, yeni aldığı Buick arabasıyla bir piliç lokantasının ön camından içeri giren arkadaşım Nat Zipsky’ye teknoloji ne kadar yardım edebilir ki? Örneğin, benim tost makinem dört yıldır doğru dürüst çalışmıyor. Üzerinde yazılı tüm talimatları izliyor ve içine iki parça ekmek koyuyorum; ama birkaç saniye sonra havaya uçuyorlar. Bir keresinde çok sevdiğim bir kadının burnunu kırdılar. Ama, bilimin bize yararları olduğunu da yadsıyamayız. Tabii ki telefon iyi bir araç, buzdolabı da, havalandırma da... Yani aslında, her havalandırma değil... Örneğin, kız kardeşim Henny’ninki değil. Onunki bir sürü gürültü yapıyor, yine de iyi soğutmuyor. Ne zaman tamirci gelse, daha da kötü oluyor. Kardeşime yenisini almasını söylüyorum, tamircisi de söylüyor. Kız kardeşim yakındıkça, tamircisi canını sıkmamasını söylüyor. Bu adam gerçekten yabancılaşmış. Yalnızca yabancılaşmamış, durmadan da eşek gibi sırıtıyor.
Aslında sorun, liderlerimizin bizi gelişmiş ve mekanize bir toplum için önceden hazırlamamış olmaları. Bugün için, politikacıların hemen hepsi de yetersiz insanlar ya da rüşvetçiler. Bazen aynı anda ikisi birden oluyorlar. Hükümet sokaktaki adamın isteklerine karşı son derece duyarsız. Eğer elli yedi yaşından gençseniz, milletvekilinizle telefonda bile görüşemezsiniz. Ama yine de burada demokrasinin en iyi yönetim biçimi olduğunu iddia edebilirim. En azından, demokrasilerde kişisel haklar güvence altındadır; hiçbir yurttaşa işkence yapılamaz, boş yere hapse atılmaz ve bazı Broadway oyunlan zorla seyrettirilemez. Günümüzün önemli sorunlarından biri de terörizmdir. Bugünlerde patlayacağından emin olmadan ekmek bile dilimleyemiyorsunuz. Şiddet, şiddeti getiriyor ve bu işler de gittikçe artıyor. 1990’a kadar, çocuk kaçırmanın toplumsal iletişimin en önemli yollarından biri olacağı söyleniyor. Aşın nüfus artışı da dünyamızın başka bir baş belasıdır İstatistiklere göre, bugün dünyada en ağırından bir piyanoyu taşımak için bile gerek duyabileceğiniz sayıdan fazla insan yaşıyor. 2000 yılından sonra, böyle giderse, eğer masanızı başkalarının üzerine koymak istemiyorsanız, yemek yiyecek yer bulmanız güçleşecek. Bunu yaptığınız zaman da masanızın altındakilerin bir saat boyunca kıpırdamamaları gerekecek. Eee tabii, petrol de azalıp karneye bağlanacak ve her arabaya ancak birkaç santimetre geriye gitmeye yetecek kadar benzin verilecek.
Bizse bu sorunlarla yüzleşmek yerine seks, uyuşturucular gibi kaçış yollarına eğilim gösteriyoruz. Amerikan toplumu bugünlerde çok hoşgörülü bir toplum oldu. Pornografi hiç bu kadar yaygınlaşmamıştı. Hele bazı filmler! Ne kadar kötü çekilmişler! Işık ayarları bile iyi değil... Belli hedeflerden yoksun yaşayan bir toplumuz. Hiçbir kimse bize sevmeyi öğretmedi. Bizden liderler ve onların etkili, ciddi programlan yok. Ruhsal inanç yokluğu çekiyoruz. Evrenin ortasında acı çekmeye bırakılmış gibiyiz. Şansımız var ki, yine de düşünme yeteneğimizi yitirmiş durumda değiliz. Özetlemek gerekirse, gelecek, bazı iyi olanaklara gebe... Ama tabii, bizim düşmemiz için kazılmış ve üzeri örtülmüş çukurlara da gebe! Asıl sorun; bu olanakları nasıl değerlendirebiliriz, bu çukurlardan nasıl kurtulabiliriz ve nasıl altıya kadar eve dönebiliriz?
Woody Allen,
Evet Ama Bir Lokomotif Bunu Yapabilir Mi Bakalım
0 yorum:
Yorum Gönder