Dinlerin Ortaya Çıkışına İlişkin Bir Tez: Kleptokrasi

23 Yorum
Mevcut antropolojik çalışmalar, avcı-toplayıcı kültüre sahip insanların on binlerce yıl boyunca herhangi bir dine sahip olmadıklarını; din adı altında kabul edilen disiplinlerin ancak insanların yerleşik yaşama geçmesinin ardından ortaya çıktığını göstermektedir. Diğer bir deyişle, din, insanlık tarihiyle birlikte başlamamış, tıpkı devlet, bürokrasi ve hatta ahlaksal normlar gibi sonradan insanlığa entegre olmuş bir çeşit toplumsal örgütlenme örneğidir. Peki neden avcı-toplayıcı kültüre sahip topluluklarda dinin olduğunu gösteren hiçbir bulgu yokken -ki bu durum, dolayısıyla o toplumların herhangi bir dininin olmadığının da göstergesidir- yerleşik yaşama geçtikten sonra "din" kavramı ortaya çıkmış ve insanlar arasında yayılmıştır?

Her ne kadar dünyanın farklı yerlerinde, farklı zamanlarda ve farklı şekillerde insanlar avcı-toplayıcı yaşamdan yerleşik yaşama geçmiş olsa da, genel hatlarıyla olup bitenler benzerdir. Buna göre, avcı-toplayıcı kültüre sahip topluluklar yüzden az kişiden oluşur, topluluktaki kişiler birbirinin akrabasıdır, herkes gücü yettiği ölçüde topluluğun bekası için çalışır (yemek toplar veya avlanır), topluluk içi eşitlik söz konusudur (eşitlikçilik vardır), ulu önder veya resmi lider yoktur, kişiler kendi aralarındaki uyuşmazlığı resmi kanallardan değil, birebir konuşarak çözmeye çalışır (çünkü zaten akrabalardır ve topluluktaki herkes birbirini direkt olarak tanır).

Avcı-toplayıcı kültürdeki toplulukların özellikleri daha da ayrıntılandırılabilir, ancak temel özellikleri, eşitlikçi olmaları, kişiler arası ilişkilerin resmi kanallara dayanmaması, herhangi önder veya ayrıcalıklı sınıfının olmaması ve de en önemlisi, belli bir yerde durmadıkları, göçebe oldukları için, ihtiyaç fazlası ürün elde edemiyor oluşlarıdır.

Yerleşik yaşama geçilmesi hem nüfus artışıyla ilişkili hem de ürün üretiminin başlamasıyla ilişkilidir. Bu iki neden (ve aynı zamanda sonuç) birbirinin tetikleyicisi gibi görünmektedir. Durum her ne olursa olsun, topluluklar yerleşik yaşama geçtiklerinde ilkin kabile, sonrasında şeflik ve devlet şeklinde örgütlenmişlerdir.

Kabilelerdeki nüfus bine yakın bir sayıyla sınırlıyken, şefliklerde nüfus binlerce kişiyi rahatlıkla bulur, devletlerde ise elli binin altında kişi sayısı pek görülmez. Aynı şekilde, kabileler tek bir merkezde yerleşmişken, şeflikler birkaç yerleşim merkezine dağılmış haldedir. Devletlerde ise köy ve şehirlerin sayısı çok daha fazladır. Kabilelerde eşitlikçi yapı devam etmekle birlikte, kimi zaman bir ulu kişi öne çıkmaktadır. Şefliklerde yönetim babadan oğula geçmekte; devletlerde ise artık merkezi yönetim benimsenmektedir. Aynı şekilde kabilelerde resmi kanallar yokken, şefliklerde resmi kurumlar oluşmaya başlar. Devletlerde bürokrasi ve yasalar neredeyse vazgeçilmezdir.

Görüldüğü gibi, kabile, şeflik ve devlet arasında bir çeşit derece farkı söz konusudur. Yerleşik yaşama geçmiş topluluklar daha ayrıntılı bir şekilde sınıflandırılabilse de, bu üç örgütleniş şekli temel alınabilir ve her biri, bir sonraki aşamanın önceki halidir. Diğer bir deyişle, basitten karmaşığa doğru bir gelişim söz konusudur. Bu gelişimin temel sebebi olarak da nüfus artışı gösterilebilir. Nüfus artışı neticesinde ve insanların yerleşik bir yaşam sürmesinin doğal sonucu olarak besin üretimindeki uzmanlık artmakta ve teknolojik gelişmeler çoğalmaktadır.

Peki, avcı-toplayıcı topluluklarda din gibi bir kavram yokken, yerleşik yaşama geçilmesi ile nasıl oldu da din kavramı ortaya çıkmış oldu? Bu sorunun cevabı birbirinin neden ve sonucu olan birçok olayda gizlidir. Şöyle ki, yerleşik yaşama geçilmesinin temel iki sonucu vardır dedik; ilki, nüfusun artması, ikincisi yiyecek üretiminin artması. İlk başlarda -yani kabile örgütlenmesinde- insanlar yine az-çok birbirini tanıdığı için resmi bir düzene ihtiyaç duymadan üretime katkıda bulunabiliyor, kendi aralarındaki sorunu çözüyor -ya da çözmeye uğraşıyorlardı. Ulu kişinin görülmeye başlandığı dönem de bu dönemdir. Çünkü yerleşik yaşama geçmekle birlikte, kabilenin varlığını sürdürmek totemlere bağlı duruma gelmiştir. Avcı-toplayıcı kültürde sürekli besin peşinde geçirilen bir hayat söz konusuyken (bu durumda besinin olmayışı herhangi ilahi bir işaret sayılmaz, göç edilerek yeni besin kaynakları bulunmaya çalışılır), yerleşik yaşamla birlikte göçebe hayat sona ermiş ve artık bolluk, kıtlık gibi durumlar önemli hale gelmiştir (ki bu durumda bir bölgedeki besinler bitince göç edilmediği için kıtlığa neyin sebep olduğu veya bolluğu neyin sağladığı üzerinde durulmuştur) ve bu durumları oluşturan ya da engelleyen hallere sebep verecek totemlere karşı bir inanış kendini göstermiştir. Bu totemlerin neler olduğunu ise en iyi bilen kişiler ulu kişi olarak kabilenin başında bir nevi akıl verici konumuna gelmiştir. Yine de, kabilenin geri kalanıyla eşit bir durumda yaşamını sürdürmektedir bu ulu kişi ve herhangi ayrıcalıklı bir hakka sahip değildir.

Nüfusun artması belli bir uzmanlaşmayı da beraberinde getirmektedir. Avcı-toplayıcı kültürdeki herkesin gücüyle orantılı olarak topluluğun bekası için çalışması, yerini ataerkilliğe bırakmaya başlamıştır. Çünkü iyiden iyiye herkesin görevleri belirlenmeye, daha da önemlisi, totemlerin bir diğer yüzü olan çeşitli tabular kendini göstermeye başlamıştır. Özellikle ürün fazlasının depolanması ile "artı değer" olarak bilinen kavram ortaya çıkmıştır. Bu artı değer, belli bir kitle tarafından kontrol edilmeye başlanmıştır. Tahmin edileceği üzere de, bu kitlede babadan oğula geçen bir şeflik söz konusudur. Zira artı değeri kontrol altında tutmak demek, ayrıcalıklı haklara sahip olmak demektir.

İşte konumuzun başlığı olan kleptokrasi kavramı tam olarak burada devreye girmektedir. Öncelikle kleptokrasinin ne demek olduğuna kısaca değinelim. Kleptokrasi, -günümüz için tanımlanırsa- bir ülkedeki yöneticinin veya yönetici sınıfının, o ülkenin maddi kaynaklarını soymasını, otokratik bir yönetim ile ulusal değerleri ve hazineleri kendi çıkarları için kullanmasını ifade etmektedir. Peki kleptokrasi ile dinin ortaya çıkışı arasındaki ilişki nedir? Yerleşik hayatın başındaki iki örgütlenme türü olan kabile ve şefliklerde -devletler zaten bu ikisinin evrilmiş halidir ve dinler devletlerde çoktan ortaya çıkmış haldedir- kleptokrasinin yeri nedir?

Yukarıda da değinildiği gibi, kabile yaşamı avcı-toplayıcı kültürün devamı olarak eşitlikçi yapısını korumaktadır. Kölelik ilişkisi bulunmamakta ve yönetici sınıfın diktatörlüğünden bahsetmek mümkün değildir. Yine de yiyecek üretiminin belli bir düzene oturtulmasıyla birlikte şeflik düzenine geçişin altyapısı hazırlanmıştır. Şeflikte artık zaman zaman kölelikler görülmekte, işbölümü sebebiyle toplumsal sınıflar ortaya çıkmaktadır. Bununla ilişkili en önemli durum da, kabiledeki gibi herkesin kendi arasında takas (trampa) ile ekonomiyi sağlamaktan vazgeçip; şefliğin birliği için "haraç" adı altında insanların sahip olduklarının bir kısmına el koyulmasıdır. Bu haraç, günümüzün vergi uygulamasının ilk aşaması olarak kabul edilmektedir. Çünkü toplanan haraç, yine şeflik için harcanmaktadır. Elbette ki bu harcamayı ve dağıtımı yapacak, yine bununla birlikte, zaten hali hazırda oluşmuş olan artı değeri kullanacak ayrıcalıklı bir sınıf bulunmalıdır. Bu sınıf, kabile dönemindeki ulu kişiden farklı olarak, halkın geri kalanından ayrı ve önemli bir konum işgal etmektedir. Nitekim, hem belli totemlerin en yetkili kişisi hem de tabuların muhatabı olarak, bir çeşit hanedanlık oluşturmaktadır.

İşte bu noktada, şefliğin -veya topluluğun diyelim- geri kalan kişilerinin gerek bu haraç toplanmasına gerekse de artı değerin kullanımına ilişkin itirazlarının ve başkaldırılarının olmaması için, diğer bir deyişle, yönetici sınıfın ayrıcalığını kabul etmesi için gerekli ve yeterli bir sebep bulunmalıdır. İşte bu sebep de o kişilerin yaptıkları işin kutsal olduğu, bu kutsiyetin de o kişilere sirayet ettiği yönündedir. Yani, yönetici sınıfın kullandığı güç ve yaptığı uygulamalar bir nevi kutsal yasaların, olmazsa olmazların yansımasıdır.

Bu noktada çok daha açık bir şekilde Jared Diamond'un Tüfek, Mikrop ve Çelik adlı kitabından şu alıntıyı yapmakta fayda var:

İster bir şeflik olsun, ister bir devlet, herhangi bir sınıflı toplum için insan şunu sormalıdır: Halk kendi çileli emeğinin ürünlerinin kleptokratlara aktarılmasına niçin göz yumuyor? (...)

Halktan çok daha rahat bir hayat sürdürürken halkın desteğini kazanmak için bir seçkinin ne yapması gerekir? Kleptokratların tarih boyunca başvurdukları bir kaç çözüm yolu vardır. Bunlardan biri; halkı silahsızlandırıp, seçkinleri silahlandırmaktır. Ama kleptokratların halkın desteğini kazanmalarının son çaresi kleptokrasiyi haklı çıkaracak bir ideoloji ya da din inşa etmeleridir. Kurumsallaşmış din, zenginliğin kleptokratlara aktarılmasını haklı gösterirken insanların başka insanlar adına hayatlarını feda etmeleri için kendi genetik öz çıkarları dışında gerekli güdüyü sağlar.

Tüm bu açıklamaların ardından genel bir değerlendirme yapmak gerekirse; dinlerin her ne kadar ilahi bir kaynak tarafından gönderildiği düşünülmüş olsa da, şayet dinler ilahi bir kaynaktan gönderilmediyse neden ve nasıl oluştu sorusu sorulmalıdır. Bu sorunun muhakkak ki birbiriyle ilintili bir çok cevabı vardır. Ancak kleptokrasinin, yani belli bir topluluğun halkı yönetmek ve kendi çıkarları doğrultusunda halkın çıkarlarını kullanmak amacıyla ortaya sürdüğü, ve zaten daha öncesinde halk tarafından kabul edilen kimi mistik kabullerin (totem ve tabuların) yansıması olarak düşünülebilecek uygulamaların, "din" adı altında kendini gösterdiği fikri göz ardı edilemez. Diğer bir deyişle, dinin ortaya çıkışının sadece masum bir bireysel inanca dayanmadığı, çok daha önemli ve tutarlı bir biçimde bir soyma mekanizması ve hükmetme örgütlenmesinin ürünü olduğu söylenebilir.

Gerek günümüzde yaygın olarak kabul gören İbrahimi dinler, gerekse de irili ufaklı tarih boyunca var olmuş -ve sonra yok olmuş veya hala da varlığını sürdüren- dinlerin, kitle kontrolünün odak noktası olan kleptokrasinin evrilmiş bir biçimi olabileceği gerçeği, günümüzde birçok devletin ve toplumun din aracılığıyla kontrol edildiği de göz önünde tutularak, pek tabii olarak kabul edilebilir.

Kaynaklar:
  • Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik: İnsan Topluluklarının Yazgıları
  • Alaeddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi
  • Sigmund Freud, Totem ve Tabu,
  • James George Frazer, Altın Dal
Hayyam

23 yorum:

  1. Yazınız oldukça iyi hazırlanmış. Yeterince doyurucu değil gibi şeyler söylemek istemiyorum çünkü hem bu yazıya harcağınız emeğe hem de ayırdığınız vakite saygısızlık etmek istemiyorum. Genel olarak yazılarınızı okumaya çalışıyorum ve oldukça güzel şeylerle karşılaşıyorum. Ancak şunu belirtmek isterim, söz konusu kavram ilkel dinleri açıklamaya yetse de büyük dinlerin (Tanrı tarafından gönderilmediyse) nasıl ortaya çıktığını açıklamaya yetmiyor.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Dinler Tanrı tarafından gönderilmediyse nasıl ortaya çıktı? Bu insanın zihniyle yani psikolojisiyle çok mantıklı ve doyurucu cevaplandırılabilir. İnsan psikolojisi normal hayat gereksinimi dışında çok değişik düşünceler, tahminler, varsayımlar üretilebilir. Bu duruma gelmesi için o insanın olağanüstü darda zorda olması gerekir. Yani kendi psikolojisini çok ağır şekilde zorlayan durumlar yaşaması gerekir. Bu şekilde aylar veya yıllar yaşadığı zaman. Bir takım durumlar neticesinde örneğin rüyalar, veya zihnin düşünce yapısının kendi kendini değişime uğratması sonucu sadece bir din değil bir kaç din meydana çıkabilir. Bu kişilerin düşünce yapısı öyle değişir ki, sanki gerçekten öyleymiş gibi bir durum meydana çıkartır. Çünkü bu kişinin söylediklerini diğer insanlar geçersiz kılamazlar. Çünkü çok güçlü bir yapıya ulaştığı için baş edilemez. Bu kişi yada kişiler bu şekilde kendilerine büyük kitleler oluşturabilir. Hiç kimse de buna engel olamaz. Çünkü diğer insanlar bu görüşleri ne geçersiz kılabilir. Ne de çürütebilir. Hatta kendi yapısı zayıfsa kendileri bile buna inanır. Bu tamamen insanın zihniyle ilgili bir durumdur. İnsan psikolojisinin başaramayacağı hiç bir şey yoktur. Sadece insanlar bunun farkında değiller. Farkında olmasıdı başka bir sorun. Kendi düşünce yapısında boğulma riski çok yüksektir. Tam da burada bir kurtarıcı lazımdır. Bir şekilde düşünce, rüya, sesler vs gibi oluşumlarda meydana çıkmışsa inancınız hazırdır. İyi inançlar dilerim. Şimdi geriye ne uygundur ne uygun değildir gibi kurallara sıra gelmiştir. Çok basit bir dille yazdım. Ama güçlü bir dilde yazılsa bile çekirdeği budur. İster dinler olsun ister olmasın. İnsanım diyen herkes hem kendine hem diğer insanlara saygı göstermesi lazım. Çünkü hepimizin buna ihtiyacı var. Eğer gerçekten Tanrı varsa demek ki sonsuz huzura erebiliriz. Tabii hayvanları ve doğayı da unutmayalım. Bunlar bize biz bunlara muhtacız. İnsanları, hayvanları, doğayı seven ve koruyan herkesi canımdan çok seviyorum. Saygılar.

      Sil
    2. "Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de kalın bir perde bulunmaktadır ve onlar için büyük bir azap vardır" eğer böyleyse onların kalpleri ve gözleri mühürlenmiş ise nasıl azaptan kurtulup esenliğe ulaşabilirler. Senin gözünü bağlayıp bir yola götürüp geri getirsek tekrar o yolu gidip gelebilir misin? Bu nasıl bi sınav ki algılayacılarım kapatılmış ama doğruyu bulmam gerekiyor. Kitabı oku diyenlere ise cevabım şu. Ben belki anlayabilecek akla ve zekaya sahip değilim. İnananların zeka seviyelerinin ve hislerinin birbirlerinden farklı olması sınavın ne kadar adeletsiz olduğunu göstermiyor mu?

      Sil
  2. halkın geri kalanı üzerinde hüküm süreceği' ana fikrini göz önünde bulundurur, dolayısıyla "altyapı üstyapıyı belirler" ilkesini geçerli kabul edersek, dinin de yönetici sınıfın ayrıcalıklı haklarından ve en nihayetinde halkı sömürmesinden dolayı ortaya çıktığını varsaymak mantıksız olmaz.

    2. İlkel dinler ile sizin büyük dinler dediğiniz dinler arasında uygulama olarak büyük farklar görülse de, esas olarak muazzam bir fark bulunmamaktadır. Zira İbrahimi dinler, ilkel dediğiniz basit yapıdaki dinlerin kültürel olarak evrilmiş halleridir.

    İlk dinlerin bir kalıp olarak ve bugünkü dinler gibi her şeyin tam olarak oturmuş halde gelmesi, neyin iyi neyin kötü olduğunu belirtmesine imkan yoktur. Zaten dinler hem yönetici sınıfın ayrıcalıklarını taşıyan, onlara dokunulmazlıklar tanıyan, hem de belli bir toplumun sözde bekası için olduğu fikriyle ortaya çıktığı ve ondan sonra ancak bireyi baz alan bir yapıya büründüğü için, bir hayli toplumsal açıdan pragmatisttir.

    İşte İbrahimi dinler de bireyin tarih içindeki ön plana çıkmasıyla kendini göstermiştir. Nitekim Durkheim, git gide yönetici sınıfın kutsallığına dair anlayışın zayıflaması ve işlerin sekülerleşmesi ile hukuk yasalarının -ki bu dinleri de kapsar- ezadan cezaya geçildiğinin, oradan da cezanın niteliksel ve niceliksel boyutunun hafiflediğine işaret eder.

    Bir diğer deyişle, bürokrasinin ilişkileri uzmanlaştırması ile ve halkın önderinin değerini ister istemez kaybetmesi ile ilkel dinlerdeki katı inanç azalmış ve elbetteki insan tarihindeki gelişmeler ile dinler rayına oturmaya başlamıştır.

    Bu evrimsel ilerleme ve birbirine geçişken yapıyı Muazzez İlmiye Çığ'ın Kur'an, İncil ve Tevrat'ın Sümer'deki Kökeni adlı kitabında görebilirsiniz. Yani büyük dinlerin de kendi başına birden oluşmadığı, var olan diğer din ve inanışların evrilmesi ve düzenlenmesi ile oluştuğu söylenebilir.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Daha yeni fark ediyorum, yazdığım yorumun ilk kısmı ya hiç çıkmamış ya da sonradan bir yanlışlık sebebiyle silinmiş. Önce diğer yorumlarımı da silmeyi düşündüm, karışık duruyor diye, ama sonra belki bir işe yarar diye aynen bırakmaya karar verdim. Bir de böyle bir not düşerek bilgilendirmede bulunayım dedim.

      Sil
  3. Öte yandan, büyük dinlerin ortaya çıkışı kleptokrasinin yanı sıra, Max Weber'in belirttiği otorite tiplerinden 'karizmatik otorite'nin de başarılı bir yansımasıdır. Nihayetinde Musa, İsa ve Muhammed insanların kendilerini bir önder, peygamber ve hatta tanrı olarak görmeleri neticesinde güç elde edebilmişlerdir. Bu güç elde edildikten sonra da bir dini -önceki dinlerden de örnekler alarak- ortaya koymak pek güç olmamıştır.

    Burada şu soru da sorulmalı: Neden büyük dinler Asya ve Avrupa'da ortaya çıktı da Amerika veya Avustralya'da çıkmadı? Diğer bir deyişle, kültürel gelişmenin olduğu Eski Dünya'da büyük dinlerin ortaya çıkışı, hatta coğrafi olarak da yakın konumlarda ortaya çıkışı, buna karşı Yeni Dünya denilen yerlerde ilkel diye tabir edilen dinlerin oluşu neyi ifade eder? Buradan hareketle, ancak kültürel anlamda alışverişin olduğu ve gelişmesini sürdüren yerlerde büyük dinlerin ortaya çıktığı, aksi durumun söz konusu olduğu yerlerde dinlerin gelişemediği, çünkü geliştirecek resmi kanalların oluşmadığı ve daha büyük kontrol mekanizmasına gerek duyulmadığı söylenebilir mi?

    Görüldüğü gibi bir çok değişken söz konusu. Ancak işin özü şu: Büyük dinler tanrı tarafından gönderilmediyse bile, kendi gelişimini ilkel dinlere ve gelişen diğer kültürel ve teknolojik yapılanmaya bakarak sürdürebilir.

    Belki ileride "ilkel dinlerden klasik ve modern dinlere geçiş" şeklinde bir yazı daha yazmam gereklidir. Bunu hatırlattığınız ve bir açıklama yapma fırsatı sunduğunuz için tekrar teşekkürler.

    YanıtlaSil
  4. Ben dillerin ve milletlerin ortaya çıkışını merak ediyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hayvanlardaki türler gibi bir şey sanırım. Hayvanlardaki türlerin oluşumu konusunu araştırırsan belki bulabilirsin.

      Sil
  5. Gerçekten hiç bir şey araştırmadan sadece sosyal hayattaki bilgilerimle kafa yorup düşündüğüm şeyi burda bulmak bana inanılmaz haz verdi emeğinize sağlık aklımdaki çoğu soru işaretlerini sildiniz.

    YanıtlaSil
  6. Çok iyi bir çalışma ve sıralama bununla birlikte apaçık gerceklik sergilenmiş. Teşekkürlee

    YanıtlaSil
  7. Peki yerlesik hayattan once yazi bulunmamisti o yuzden kanitlar yok. Belki o zaman da din vardi?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Tarafsiz bi sekilde sordum, yanitlarsaniz sevinirim

      Sil
    2. Merhabalar Sayın Adsız,

      Kişisel sebeplerden ötürü sorunuza geç cevap vermek durumunda kaldım, kusura bakmayın.

      Aslında öncelikle şu ayrımı yaparak başlamamız gerekiyor: Bir toplumda dinin var olmadığının kanıtı olmaz, bir dinin var olduğuna dair kanıt olmadığı taktirde, o toplumda dinin olmadığı sonucuna varılır.

      Bu bağlamda, yerleşik yaşam öncesinde dinin var olduğuna dair bir kanıt var mı, ona bakmamız gerekir.

      Sorunuzda "yerleşik yaşam öncesi yazı yoktu, öyleyse dinin olmadığını nereden biliyoruz" demişsiniz. Ancak bir toplumda din olmasının tek ve başlıca kanıtı yazı değildir. İster yerleşik yaşam öncesi olsun, ister yerleşik yaşamda olsun, bir toplumda dinin izlerini gösteren başka emareler vardır.

      Peki nelerdir bunlar?

      Öncelikle, bir toplumda din varsa dini yapılar da söz konusu olmalı. Nitekim ibadet için çeşitli putlar veya tapınaklar yapılır, çeşitli totemler oluşturulur. Özellikle ilkel dinlerde bu totemler vazgeçilmezdir.

      Öte yandan, bir toplumda din olduğu taktirde, toplum, sınıfsal açıdan da parçalara bölünür. Zira topluma hakim olan dini uygulayan bir "alim" sınıfı oluşmak durumundadır. Bu alim sınıfı ise, bazen giyim kuşamla, bazen mezarlarıyla, bazen de farklı biçimlerde tespit etmek mümkün hale geliyor.

      İşte yerleşik yaşama geçmeden evvel bir din olduğunu varsayarsak, o halde bunu destekler bir kanıt da bulmamız gerekir. Oysa "sistemli" bir dine ait bulgular elde edilemiyor. Yerleşik yaşam öncesi toplumların eşitlikçi olduğu, kutsal yapılar inşa etmediği ve totem anlayışının oturmadığı görülmektedir.

      Bu koşullar altında, yerleşik yaşam öncesi bir dinin toplumların varlığını sürdürmesi konusunda söz sahibi olmadığı sonuca varmak mümkün oluyor.

      Saygılarımla,
      Hayyam.

      Sil
  8. Sistemin getirdiği karmaşa alt tabakayı güvensizliğe iter tabi sistem bunuda düşünmüştür.koruma temel ihtiyaçları karşılama gibi insanların kendilerini güvende hissetmelerini sağlayan toprak bütünlüğü gözeten ve yaşamak için çalışmayla beraber eğlenceyide sunan aynı zamanda ne kadar birlik içinde olursak o kadar refah seviyemiz artar düşüncesiyle insanları tektip bi düzene sokan bi sistem haline gelir. Aslında bunun örneğini günümüz dünyasında bile görebiliriz. İzole yaşam belgesellerindeki insanlar ve günümüz modern hayatını karşılaştırdığımızda herşeyi daha kolay anlayabiliriz. Yazacak söyleyecek o kadar derin mevzular var ki aslında çelişkiler arasında neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamak çok zor.çünkü doğrunun neye göre doğru olduğunu yanlışın neye göre yanlış olduğunu bile anlamak mümkün değil.öğretilenleri öğreniyoruz kendi beynimizde harmanlıyoruz ve bilmeyenlere öğretiyoruz.bana göre herşey beyinde başlar beyinde biter.bir yaratıcının olduğuna şüphem yok ama hiçbirşeyin bildiğimiz gibi olmadığından eminim.

    YanıtlaSil
  9. Objektif olduğunuza inanmıyorum.Neye inanmak istiyorsanız onu gerçek kabul
    etmek bilimsellikten uzak bir anlayış.
    Din inanç veya ahlak anlayışı kleptokrasi için uydurulmamış, Kleptokrasi uydurulmuş ve dejenere edilmiş bir ahlak inanç sistemini toplumlara empoze etmiştir.


    YanıtlaSil
  10. dinlerin sürmesine ilişkin hiç çalışma yok.

    din bakanlığı kurumunu sorgulayan yok.

    dinin yayınlarını sorgulayan yok.

    YanıtlaSil
  11. Musevilik, hristiyanlık ve islamiyet
    Bir soy ağacı çizeceğim size kafanızda ampul yanacak.
    İbrahim in oğulları sadece 2 si lazım bize; hacerden İsmail ve sareden İshak
    İsmail soyundan muhammed geliyor burayı fazla irdelemeyeceğim asıl konu aşağıda
    İshakın oğlu yakup,yakupun oğlu levi,levinin oğlu kehath ve kızı jochebed,kehath oğlu imran ve imran eşi kim evet halası jochebed ve bunların 2 oğlu ve bir kızı onlarda harun,musa ve miryam. Bazı kaynaklarda musa çocukları olarak geçmez hatta musa nın tarihte var olduğu bile aşikardır. Mısırlı bir prens olduğu da söylenir. Durum böyle. Yani semavi dinlerin çıkışı tek soydandır aslında.

    YanıtlaSil
  12. Biraz daha geriye gidelim mi? Nuh a kadar mesela. İbrahim de nuh soyundan gelmekte. Nuhun oğlu olan sam ın 5 oğlu vardır. Arpakşat,elam,asur,lut ve aram. İbrahim, arpakşay soyundan gelir. Diğer isimlerden asur ve lut u da kavimlerinden hatırlayanlar olmuştur. Demek ki yönetimlerle hep paralel gitmiş.

    YanıtlaSil
  13. Avcı toplayıcı toplumlarda din yok muydu? Sana bi yer söyliyim orayı bir araştır başkan. Göbeklitepe.

    YanıtlaSil
  14. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  15. Gobeklitepe avci toplayici değil yerleşik hayata geçmiş bir toplumun yerleşkesi..

    YanıtlaSil
  16. dini kadınlar yazsın. güzel yazıyorlar.
    http://www.azizmsanat.org/2016/08/10/dinin-var-olus-hikayesi-sude-ozben/

    kadın-erkek-gay-lez... ayrı forum/blog olsun. bakalım ne olur.

    YanıtlaSil
  17. Yazınız güzel. Kaynaklarınız olan totem ve tabu ile Tüfek,mikrop ve Çelik adlı yayınları okuma şansım oldu.
    Entellektüel birikiminiz beni etkiledi. Onun için size bazı sorularım olacak.
    - İnsanoğlu (homo sapiens) niçin dünyadaki tabiat kanunlarına uymaz. kendisine uydurmaya çalışır?(örneğin yol yapması,baraj yapması,ev yapması kısaca imar iskan işleri?)
    - insanoğlu diğer türlerden farklı olarak neden giyinir.
    - Yiyeceğini niye pişirir.
    Sanırım İnsanoğlu bu dünyaya ait değil. Bu dünyaya ait olmayan insanoğlu kendisinin ait olduğunu Düşündüğü (veya inandığı) bir yere gitmek için bir inanış geliştirmiş olamaz mı ? belki başka bir gezegenden bu gezegene gelmiş yaşadıklarını zorlukları nesilden nesile aktarmış tekrar dönüş çareleri arayan varlık olamaz mı İnsanoğlu?

    YanıtlaSil