HERKESİN DELİ OLDUĞU BİR DÜNYADA TEK AKILLI SEN OLSAYDIN
ASLINDA TEK DELİNİN KENDİN OLDUĞUNU DÜŞÜNÜR MÜYDÜN?
Bilinen hikâyedir.
Uzun zaman önce bir şehrin kralı varmış. Bir gün, rüyasında aksakallı
bir dede gelmiş. O aksakallı dede krala demiş ki; "kralım, yarın sizin
şehre yağmur yağacak, yağmur suları içme sularına karışacak ve o sudan içen
herkes delirecek". Kral da rüyadan uyanır uyanmaz kendine yıllarca yetecek
kadar su ayırmış.
Sabah olduğunda aksakallı dedenin dediği olmuş. İçme
sularına yağmur suları karışmış ve içme suyuna karışan yağmur suyundan içen
herkes delirmiş. O suyu içmeyen kral bir süre sonra şehirde tek akıllı olarak
kalmış. Ancak, akıllı olan kralı anlayacak tek bir kişi olmadığı için tüm
şehir; kralın delirmiş olduğuna kanaat getirmiş.
Uzun bir süre buna dayanmaya çalışan kral, en sonunda
herkesin içtiği sudan içmiş ve herkes kralın iyileştiğini ve akıllandığını
söylemeye başlamış.
BEYİN, KENDİNDEN FARKLI DÜŞÜNEN VE ALGILAYANLARI SEVMEZ.
Çünkü, kendisinden farklı düşünen ve algılayanların, nasıl davranacağını
kestiremez. Farklı düşünenlerin, kendi düşünce ve algılarını diğer bir deyişle
kendi varoluş değerlerini değiştirebileceği kaygısıyla, sahip olduğu değerleri
korumak adına diğerlerini ve diğerlerinin düşüncelerini tehdit ve hasım olarak
görür; din, gelenek, görenek, örf ve adetlere bunun için sarılır, yaşam biçimi
yapar, bu değerler için kavga eder, savaşır.
Peki hangimizinki doğrudur? Burada önemli olan hangi değerlerin
doğru olduğu değildir. Doğru (geçerli) olan, bu değerlerin bir araya getirdiği
topluluğu güçlü kılıp, diğer topluluklarla olan savaşımında varlığını
sürdürmektir. Buna neden olan mekanizma, türü (toplumu) bir arada tutup
varlığını sürdürmek adına evrimsel süreç olup, günümüzde de etkisini
göstermektedir. Söz gelimi, en azından, yabancı bir yere gittiğimize, bizim
dilimizi konuşan veya bir hemşerimizi arama ihtiyacının temeli budur. Aksi
halde, denetleyemediğimiz olaylarla kendimizi tehdit altında hissederiz.
Topluluğu bir arada tutan bu değerler, alnımızın hemen
arkasındaki düşünen beyin (prefrontal korteks) değil, beynimizin ortasında yer
alan duygusal beynimiz yani limbik sistemdir. Bunun anlamı, Gündelik hayatımız
ve tabii ki ömrümüzün büyük bir kısmında, düşünce ve ilişkilerimizde, düşünen
beynimiz duygusal beynimizi değil, duygusal beynimiz düşünen beynimizi yönetiyor
demektir. Bunun nedeni, evrimsel süreçte, düşünen beynimizin, duygusal
beynimizin sinir uzantıları üzerine kurulup gelişmesindendir. (Prefrontal
korteksin oluşumu, insanın çıkışının muhtemel 6-8 milyon yıllık varoluş süresi içinde
son 350-500 bin yıl tahmin edilmektedir).
Ayrıca, duygusal beynimizden düşünen beyne veri taşıyan
sinir uzantılarının (akson) kalınlıkları, düşünen beyinden duygusal beyne veri
taşıyan sinir uzantılarından daha kalındır. Bunun anlamı da, duygusal beynimiz,
gönderdiği verilerin yoğunluğu ile düşüncelerimizi baskılamakta ve
yönetmektedir. En basit örnek, aşık olduğumuzda, düşüncelerin geri plana atılıp
duygusal faktörlerin öne çıkmasıdır. Aşık olduğumuzda, limbik sistem (duygusal
beyin) düşünen beyne giden sinyalleri paralize eder (felç eder). Keza, birisine
sinirlendiğimizde, öfkelendiğimizde, sinir veya öfkemizin bir müddet dahi devam
ediyor olması, limbik sistemdeki faaliyetlerin, düşünen beynimizden bağımsız
devam ediyor olmasıdır. Bu satırları okuyan bir kişi, “güzel ama ben her zaman
aşık olup, öfkelenmiyorum ki” diyebilir. Bu örnekler baskın örnekler olduğu
için verilmiştir. Şu anda bu satırları okuyor olmak bile doğuştan gelen yani
limbik sistemin bir mekanizması olan MERAK mekanizmasının etkisinde olduğunuz
içindir. Çünkü bu yazıyı okurken, yazıdakilerin doğru veya yanlış olduğu
düşüncesine bakarak, yazının sizin için ne derece doyurucu veya düşüncelerinize
ne derece aykırı olduğuna nihai/son karar veren yer, düşünceleriniz değil,
limbik sistemdir. Dış uyarana karşı (okuduğunuz bu yazı) tepkiyi verdiren yer,
limbik sistemdir. Çünkü, yazıyı doyurucu buluyor ve hoşunuza gitmişse, limbik
sistemdeki NUCLEUS ACCUMBENS (gözlerimiz hizasında beynimizin önüne yakın
yerde), size hoşunuza gittiğinize dair DOPAMİN nörotransmitterleri (bilgi
ileticileri bakımından zenginleşir). Keza, yazı, sizin düşünceleriniz için
aykırı bir yazı ise, yine birilerine sinirlenip, öfkelendiğinizde devreye giren
limbik sistemin parçası olan AMİGDALA (beynimizin tabanında ve gözlerin
hizasında) faaliyete geçmiştir. Bunun anlamı, hiçbir karar, duygu temelli
olmadan verilmediğidir. Zaten onun içidir ki, evrimsel süreçte önce beyin sapı,
sonra limbik sistem ve nihayetinde düşünen beyin oluşmuştur.
Bir önemli neden de, beş duyumuz vasıtasıyla gelen verileri
taşıyan sinirlerin ilk durağı düşünen beyin değil, duygusal beynimizdir. Buradan
da görülüyor ki, şahit olduğunuz bir olay siz ne yaparsanız yapın, duygusal
denetlenme kapısından geçmeden düşüncelerinize yani alın lobuna gitmeyecektir.
Peki, düşüncelerinizde yani düşünen beynimizle aldığınız kararlar nihai
kararlar mıdır? Hayır, o kararların sizin varlığınız için fayda olacağına karar
veren kısım yine limbik sistemdir. Yani, “değerlerimiz” dediğimiz ve bu yazının
konusu olan tüm bilgilerin değerlendirildiği nihai yerdir. Daha da açık
söylemek gerekirse, “hayatın anlamı nedir?” diye bizi ANLAM ARAYIŞINA iten yer
limbik sistemdir. Sadece düşünen beyin olmuş olsaydık, bildiğimiz bilgisayardan
farkımız olmazdı. Görülüyor ki, gündelik hayatımızda duygu faktörünün olmadığı
tek bir saniye bile yoktur. İşte bu nedenle, hangi kararı biz, kendi
bilincimizle aldık diye düşünsek de, temel kararlar duygusaldır.
Ayrıca, anne karnındaki ceninde beyin gelişimi; önce beyin
sapı, sonra duygusal beyin ve en son düşünen beyin olmak üzere arkadan öne
doğrudur ve bu oluşum sırası bile aslında evrimsel sürecin güzel bir
göstergesidir. Ve yine, düşünen beyne ait sinir hücrelerinin oluşumunun yirmi-yirmi
beş yaşlarına kadar tamamladığı gerçeğini de bilgilerimize katarsak duygularımızın,
düşüncelerimizde çok büyük öncelik gösterdiğini söyleyebiliriz. (Gençlerin yaptığı
kavgaların yoğunluğunun (frekansının), düşünen beyinden çok, duygusal beynin
etkisiyle ve bu dönemlere (16-25 yaş) rastlaması tesadüf değildir).
Özetle, bu değerler, türün var olmasında önemli rol
oynamıştır. Bugün de, gerek bireysel, gerek toplumlar arası çatışmaların nedeni,
sahip olunan değerleri korumak ve dolayısıyla varlıklarını sürdürmek içindir.
Bu arada, buradaki “değer” kavramı objektif bakış açısı ile “değerli” anlamında
değil, o birey veya topluluğun varlığını sürdürmeye yarayan, bu birey veya
toplumların davranış ve düşüncelerinde “sadık” kaldığı DEĞİŞMEZ ARGÜMANLAR veya
PARAMETRELERDİR.
Peki şu sorulabilir. Duygularımızın yıkıcı esaretinden büyük ölçüde
kurtulduğumuz ve dolayısıyla çatışmalarımızın büyük ölçüde azaldığı bir zaman
olabilir mi? Böyle bir düşünce zayıf bir ihtimal de olsa mümkün görünmektedir. Peki
ne zaman? Ta ki, evrimin getirdiği yıkıcı duygularımızdan nispeten arındırılmış düşünen beynimizi, diğer
bir deyişle duygularımızın düşüncelerimizi değil, düşüncelerimizin
duygularımızı yönettiği bir zamanda, toplulukların ortak kaygı ve çıkarları
adına uzlaşmacı “yeni değerleri” bulup, hayatımıza dâhil ettiğimizde ve geçmişte, aklımızla değil, güdülerimizle var olmamıza yarayan, ancak bugün hala birbirimizi yok etmenin nedeni olan evrimsel
süreci frenleyip, varolmamız için aklımızı kullandığımızda.
Sizin düşünceniz nedir?
Erol
Değerler, toplumdan bağımsız, kendi başlarına var olan bağımsız parameterler değildirler. Değerler, topluluğun ve dolayısıyla bireyin güvenliğinin sağlanması için, topluluğun ihtiyaçları doğrultusunda ortaya çıkmış güven parametreleridirler. Değerlerin, toplululuğun devamını sağlamadaki rolü, topluluğun ihtiyaçlarını karşılayabildiği kadardır. Topluluk ihtiyaçlarına cevap veremeyen değerler, değişir veya yok olur. En temel ihtiyaçları gideren dürüstlük, özel mülkiyete saygı, güç birliği, inanç birliği, ortak çıkarlar, kolektif yaşam vb. gibi değerler güvenlik ihtiyacına cevap vererek varlığın fizyolojik bütünlüğünü doğrudan etkilediği için beynin beynin temel mekanizmaları tarafından korunur.
YanıtlaSilEvrimsel sürecin getirdiği, yıkıcı duygusal esaret diye bir şey söz konusu değildir. Evrimsel sürecin getirdiği, toplumda güven vermeye ve güven duymaya yönelik davranışların gelişmesidir. Değerlerin zedelenmesine gösterilen duygusal tepki, yıkıcılıktan değil, toplumsal düzenin bozulmasından duyulan endişeden kaynaklanır.
Fizyolojik ihtiyaçların giderilmesindeki ihtiyaç çatışması durumunda olacaklar çok bellidir yazmaya gerek yok. Fakat mesela dini bir çatışmayı ele alalım. Dinin temelinde, kimin tanrısının en büyük, kimin tanrısının en güçlü olduğu vardır. Bu çatışma ise insanın kendini güvende hissetme ihtiyacından, güçsüz olan insanoğlunun, daha güçlü hatta en güçlü tarafından korunmak ve kollanmak istemesinden ortaya çıkmıştır. Birisi çıkıp "Benim tanrım seninkinden daha güçlü" veya "Benim tanrım, gerçek seninki değil" derse diğer tarafın güvenlik ihtiyacını temelden sarsar ve duygusal bir tepki ortaya çıkar.
Olması gereken evrimsel süreci frenlemek(nasıl olacaksa) veya yeni değer bulmak değildir. Olması gereken, değerlerin, toplumun ihtiyaçlarını gidermekten başka bir işe yaramayan, ihtiyacı karşılayabildiği sürece geçerli, ihtiyacı karşılamadığı durumlarda da kaldırılıp çöpe atılabilecek bir davranış olarak benimsemek, toplumsal ihtiyaçları, toplumu alınabilecek en büyük ölçekte alıp, ihtiyaçların ve buna bağlı değerlerin, toplumun tüm fertlerini kapsayacak şekilde azaltılması veya genişletilmesi için çaba sarf etmektir.
Sayın Kölge,
Silİlginiz ve yorumunuz için teşekkür ederim.
“Değer” dediğimiz kavramlar elbette ki önemli. Ancak yazınız, değerlerle ilgili olduğu için öncelikle beynimizin her iki yarıküresinde ve beyin tabanında bulunan Amigdala denilen kısmın, şakaklarımıza yakın olan beyin kabuğunun biraz içindeki İnsula denilen bölgenin ve ayrıca Nucleus accumbens denilen kısımların ne işe yaradıklarını önce detaylı olarak yabancı akademik makalelerden okumanızı. İşlevlerini öğrenmenizi öneriyorum. Çünkü, kendimi, sizin yazdığınız yazı karşılığında aynı dili kullanarak anlatma imkanım olmaz. Sonra, beynimizin, bahsettiğim bu bölgelerine bağlı olarak “değer” dediğimiz mekanizmanın “KÖKENİNİN” nereden geldiğini, topluluklar, ne kadar düşünürlerse düşünsünler, bu köken olmasa, değer dediğimiz kavramın (gelenek, görenek, güvenme, saygı, yardımlaşma vb.) olup olmayacağını, sevgi, saygı, yardımlaşma, güven gibi kavramların kültürel bir süreç mi, yoksa beynin bu bölgelerinde genlerimizle taşınan evrimsel bir süreç mi olduğunu, “değerlere olan esaret” ile ne demek istediğimi ve “evrimsel fren” demekle de ne demek istediğimi sanırım biraz daha iyi anlatmış olacağım.
Lütfen, ifade ettiğim gibi, beynin sadece bu üç kısmını okuyunuz. Diğer taraflarını okumasanız da olur. Sonra, buraya yazdığınız yorumu bir daha gözden geçiriniz. Bu arada, amigdala, insula, nucleus accumbens gibi kısımlar hayvanlarda da var. Yani, değer denilen kavramlar, onlarda da var diye bir ipucu vereyim.
Saygılarımla